Yazar arşivleri: Ahmet SALTIK

Ahmet SALTIK hakkında

Atılım Üniversitesi Tıp Fakültesi Halk Sağlığı Anabilim Dalı Öğretim Üyesi Prof. Dr. Ahmet SALTIK’ın özgeçmişi için manşette tıklayınız: CV_Ahmet_SALTIK Hekim (Halk Sağlığı Profesörü), Hukukçu (Sağlık Hukuku Uzmanı) Mülkiyeli (Kamu Yönetimi - Siyaset Bilimci)

DİL DERNEĞİ; HARF DEVRİMİ’NİN 94. YILI

Dil Derneği'nden kamuoyuna: Dilimizi de çalıyorlar! | Bilim ve Gelecek

HARF DEVRİMİNİN 94. YILI KUTLANIYOR,
EMİN ÖZDEMİR ÖDÜLÜ VERİLEMİYOR

1 Kasım 1928’de yapılan Harf Devrimi,
Türkçe üzerindeki boyunduruğu kaldırmak için atılan güçlü bir adımdır.

Harf Devriminin 94. yılını kutluyoruz.

Laik cumhuriyetimiz 1923’te kurulmuş ve tam 5 yıl Arap abecesini kullanmıştı.

94 yıl önce Arapça-Farsçanın boyunduruğu altındaki yapay dil Osmanlıca Arap abecesiyle yazılıyordu. Arap abecesi öğrenilmesi, kullanılması zor, içinde Türkçe’nin seslerini yansıtan tek bir harf olmayan, üstelik dinsel anlam yüklenen, halkın inançlarının kullanılmasına yol açan bir dizgeydi. Mustafa Kemal’in öncülüğünde yapılan Harf Devrimi, yazıyı araç yaparak halkın inancını kullanma yolunu sonsuza dek kapatmıştır.

  • Atatürk’le, devrimlerle hesaplaşmanın temelinde yatan da budur.

Harf Devrimiyle Türkçe’nin olanaklarını görme ve kullanma bilincimizi güçlendiren Mustafa Kemal Atatürk’ü; Atatürk’ün öncülüğünde devrime emek veren Emin Erişirgil, İhsan Sungu, Fazıl Ahmet Aykaç, Ragıp Hulusi Özden, Ahmet Cevat Emre, İbrahim Grandi Grantay, Falih Rıfkı Atay, Ruşen Eşref Ünaydın ve Yakup Kadri Karaosmanoğlu’nu saygıyla anıyoruz.

1 Eylül 2017’de yitirdiğimiz Harf ve Dil Devrimlerinin ödünsüz savunucusu olan Emin Özdemir’i dilci, yazıncı ve devrimci kişiliğiyle yaşatmak; düşüncesini, yapıtlarını gelecek kuşaklara aktarmak; dil duyarlığını, dil ve yazın öğretimine getirdiği çağdaş anlayışı unutturmamak amacıyla Özdemir Ailesi ile Dil Derneği’nce düzenlenen

  • “Dil Derneği Emin Özdemir Ödülü”

her yıl Harf Devrimi‘nin yıldönümünde bir gazeteciye sunuluyordu.
Fikret Bila, Faruk Bildirici, Nursun Erel, Prof. Dr. Korkmaz Alemdar ile (aile adına) Prof. Dr. Özlem Özdemir Kumbasar’dan oluşan seçici kurulumuz ve ödülün koşulları duyurulmuştu. 2022’de de ödül bir “gazeteci” kitabına sunulacaktı; ödüle beş yapıt aday oldu; aday yapıtlar uzun süre duyurulan koşullara uymadığından,

  • Bu yıl Dil Derneği Emin Özdemir Ödülü verilemiyor.

Kuşkusuz bu ödül de öteki ödüllerimiz gibi Emin Özdemir’in anısıyla birlikte yaşatılacaktır.

Dil Derneği ile Çankaya Belediyesinin ortak etkinliğinde

  • 1 Kasım 2022 Salı günü, saat 18.00’de
  • Doğan Taşdelen Çağdaş Sanatlar Merkezinde Harf Devriminin 94’üncü yılı kutlanacak;
  • törende pek çok cumhuriyetçi genç ve gazeteci yetiştiren Emin Özdemir anılacak.
  • Türkçenin ödünsüz savaşımcısı, görkemli Dilci-Yazar Emin Özdemir’i
    özlemle anıyoruz.

Töreni Ali Nihat Yavşan sunacak. Dil Derneği Başkanı Sevgi Özel, Çankaya Belediye Başkanı Alper TAŞDELEN, Prof. Dr. Özlem Özdemir Kumbasar ile Gazeteci Işık Kansu Emin Özdemir’i anlatacak.

Değerli Sanatçı Zeynep Karababa, Ali Ekber Ergün’ün bağlaması, Ceren Tercanlı’nın gitarı eşliğinde türküler söyleyecek.

Bütün dilseverler törene çağrılıdır.

****
HARF DEVRİMİNİN 94. YILI VE
DİL DERNEĞİ EMİN ÖZDEMİR ÖDÜLÜ

Sunan: Ali Nihat YAVŞAN
Konuşmalar:
Sevgi ÖZEL – Dünyayı Şaşırtan Devrim
Alper TAŞDELEN, Çankaya Belediye Başkanı
Prof. Dr. Özlem ÖZDEMİR KUMBASAR – Babam Emin Özdemir
Işık KANSU, Cumhuriyet Gazetesi yazarı
*
Dinleti: Türküleriyle Zeynep KARABABA
Bağlama Ali Ekber ERGÜN
Gitar Ceren TERCANLI
*
Ağırlama
*

1 Kasım 2022 Salı -18.00-20.00
Çankaya Belediyesi Doğan Taşdelen Çağdaş Sanatlar Merkezi

‘Büyük Keder Dalgası’

Ergin Yıldızoğlu
Ergin Yıldızoğlu
ergin.yildizoglu@gmail.com Son Yazısı / Tüm Yazıları 

31 Ekim 2022, Cumhuriyet

(AS: Bizim kapsamlı katkımız yazının altındadır..)


“Çorak Ülke”
 şiirinin 100. yıldönümünde, yine bir Anksiyete Çağı”. Ancak o zaman, en azından, “dünyayı yeniden yapma umudu” vardı. Bugün, ben kendimi, David Brooks’un (New York Times) “Büyük keder dalgası” gözlemine daha yakın buluyorum; nihilizme düşmemek için her gün yeniden aşmaya çalıştığımız bir duyguyu betimliyor.

‘DÖNÜLMEZ AKŞAMIN UFKUNDA’

Yeni bir İklim Zirvesi’ne giderken Birleşmiş Milletler’in konuyla ilgili üç kurumu, bu yüzyılın sonuna kadar hedeflenen 1.5 °C sıcaklık artışı sınırının artık gerçekçi olmadığını açıkladılar: Bu hedefe ulaşmak için gerekli uluslararası işbirliği ortamı yok. Putin’in “Dünya, II. Dünya Savaşı’ndan bu yana en tehlikeli 10 yıla giriyor” sözlerinin, ABD Yeni Güvenlik Stratejisi’nin “büyük güçler arası rekabet dönemi” tanımlamasının, Çin’e yönelik ticari yaptırımların, Çin liderliğinin içeride otoriter ve dışarıda daha sert politikalara yönelmesinin gösterdiği gibi, olacağı da yok…

Yüzyılın sonuna kadar sıcaklık artışı 2.5 °C sınırına ulaşacak. “Uygarlık” artık altından kalkması olanaksız bir yıkım riskiyle karşı karşıya. Bu yıkımın bir boyutu, deniz seviyesinin yükselmesine, aşırı iklim olaylarına bağlı olarak artık kronikleşmiş su ve gıda kıtlığı; bir diğeri bu kıtlıklardan kaçanların, gittikçe daralan (hemen hepsi merkez ülkelerde) yaşanabilir alanlara sığınma çabasının ağırlaştıracağı siyasi gerginlikler. Büyük güçlerin, ekonomi, kaynak ve ulaşım açısından stratejik öneme sahip bölgeleri paylaşma çabasının yoğunlaşması da yeni jeopolitik krizleri, savaşları besleyecek. Ne de olsa: “İçeride devrim istemiyorsanız dışarıda emperyalizm…” (Cecile Rhodes)

Ulus devlet ve liberal demokrasi de vatandaşlarının temel gereksinimlerini karşılama kapasitesini hızla kaybediyor. Bu madalyonun öbür yüzünde, gücü ve serveti müstehcen düzeylere ulaşmış, finans, enerji, teknoloji ve silah şirketleri, sosyal medya ve internet üzerinden satış platformu tekellerinin sahibi, Bezos, Musk gibi tipler, hırsız siyasetçiler ortaçağ krallarını çatlatacak büyüklükte servetleri halkın gözüne sokuyorlar.

Bu büyük krizlerin, büyük servetlerin, “en çok zarar verenlerin sesinin en çok çıktığı” (Greta Thunberg) dünyasında halkın payına bir “büyük keder” dalgası düşüyor. Gallup şirketinin 140 ülkede, 150 bin kişiyi kapsayan bir araştırması keder, öfke duygularının geçen yıl rekor düzeye çıktığını saptamış: 16 yıl önce halkın yüzde 1.6’sı yaşamına “0” notu verirken (“0” en kötü – “10” en iyi), geçen yıl bu oran yüzde 6.4’e ulaşmış. En alt yüzde 20’sinin “mutsuzluk notu” ortalama 2.5’ten geçen yıl 1.2’ye gerilemiş.

Bu dalga, liberal demokrasiye, onun liderlerine olan güveni eritiyor. Bu kedere, öfkeye, tercüman olacak, “dünyayı yeniden yapma umudunu” yaşatacak bir sol hareketin yokluğunda “süreç olarak faşizm” hızlanıyor: İsveç’te ikinci parti, Macaristan’da, Polonya’da, İtalya’da, Hindistan’da iktidarda, İspanya ve Finlandiya’da 2023 seçimlerinde birinci sıraya yükselebilir. Pazar günü, Brezilya’da, büyük sermayenin ve ordunun tercihi faşist Bolsonaro, ya seçimleri “Atı alan Üsküdar’ı geçti” misali kazandı ya da “hile var” diyerek ortalığı birbirine katmaya başladı. Benzer bir krizin, ABD ara dönem seçimlerinde, 2024 başkanlık seçimlerinde yaşanma olasılığı çok yüksek. Tabii bu arada Türkiye de önümüzdeki seçimlerle bu resmin içinde kendine uygun bir yer bulacak.

Adeta, Yahya Kemal’in şiirindeki gibi “Dönülmez akşamın ufkundayız” ancak, şiirin “boş ver keyfine bak” havası bir seçenek değil. Çünkü “büyük keder” kişinin değil bir uygarlığın sonuna ilişkin. Bir insanın kendi yaşamı tükenirken “boş vermeyi” seçmesi bir özgürlük sorunu.

  • Bir insanın uygarlığın geleceğine boş vererek
  • “kişisel haz ilkesine”, (AS: Hedonizm’e) “öbür dünya umuduna” sığınması ise
  • insan olmaktan vazgeçmeye ilişkin bir ahlak sorunu.

====================================
Dostlar,

Homo sapiens” kendi elleriyle kendi sonuna doğru dört nal koşmakta.

Bu yüzyıl sonuna dek havaküre (atmosfer) sıcaklığının en çok 1,5 derece artması bile alarm sınırı iken, bu hedefin yakalanması çok güç görülüyor. Ülkelere tanınan karbon dioksit salım (emisyon) kotaları kürsel pazarda haraç mezat!! Diyelim Çin, ABD.. yoksul, sanayileşmemiş bir Afrika ülkesinin nüfus, yüzölçümü gibi ölçütlere dayalı belirlenen yıllık toplam fosil yakıtları salım (emisyon) kotasını satın alıyor! Satan ne ölçüde bunalımın ayırdında bilinmez ama alanın olası yıkımı bildiği çok açık. Bir bilinç tutulması mı bu??

İnsanoğlu yaşamının kumarını oynamakta! Birkaç çarpıcı örnek..

– DSÖ’ne göre (Dünya Sağlık Örgütü) dünya nüfusunun %99’u (doksan dokuzu!),
DSÖ standartlarına göre kirli hava soluyor.
– Kanserlerin neredeyse %80’e varan kesimi çevresel; Kanser politik bir hastalık!
– Unutulmuş kimi hastalıklar geri dönerken, yepyeni hastalıklar oluşuyor ve bu tür
ardışık afetlerin birlikte, eşzamanlı deneyimlenmesi salt bir zaman sorunu..

Yapılabilecekler belli ve sınırlı                :

1. Sürdürülebilir kalkınma (sustainable development) söylemi (mottosu) artık “sürdürülebilir” değildir. Hızla SÜRDÜRÜLEBİLİR YAŞAM (sustainable life) ayarlarına (moduna) geçilmelidir.

2. Küresel nüfus artış hızı %1,05’lerden en çok 10 yıl içinde yüzde yarımın altına çekilmeli,
yıllık net 80 milyonu aşan nüfus çoğalması 40 milyonun altına düşürülmeli.
(Türkiye’de yarım milyonun altına..)

3. BM ve ilgili uzmanlık kuruluşları DSÖ, FAO, UNEP, UNDP, ILO, UNICEF, UNESCO..
ağır küresel bunalımı / sağkalım (beka, survival) sorununu kesinlikle gündemden düşürmeden BM Genel Kurulunda, Güvenlik Konseyi’nde gündemde tutmalı ve küresel kapitalizm mutlaka dizginlenmeli. Tüketim çılgınlığı durdurulmalı, herkes en üst düzeyde tasarruflu yaşamalı.

4. Bilimsel buluşlar çevreyi – doğayı gemlemek için değil (Doğa fahişemiz değil!), onun yasalarını anlayarak birlikte barış içinde yaşamak (peaceful co-existence) felsefesiyle kullanılmalı.

5. Ekolojik devlet – ekolojik anayasalar dönemi açılmalı.

Son olarak; Neondertal insandan Homo sapiens‘e evrilen insanoğlu, 21. yy’ın ilk yarısında,
yepyeni ve “hızlı” bir evrimleşme ile “Homo environmentum“a yükseltgemeli kendisini.

Çünkü; ya Doğa intikam alarak sırtındaki zorunlu parazit insanoğlunu atarak büyük olasılıkla çok daha keyifli olarak evrendeki varlığını biz olmadan sürdürecek;

Ya da pes edecek ki bu da uygarlığın yeryüzünde sönümlenmesi ile eşdeğer.

Belki bu arada evrende başka gezegenlerde yaşam bulunursa ya da kolonileşme olanaklı olursa.. Ünlü kuantum fizkçisi Stephan Hawking‘in uyarısı ise “en geç bin yıl içinde” bu düşötesi (fantastik) tasarımın gerçekleşmesi.

Görünen o ki o denli zamanımız yok; uyan insanoğlu uyan!!

Sevgi ve saygı ile. 31 Ekim 2022, Ankara

Prof. Dr. Ahmet SALTIK MD, MSc, BSc
A​tılım Üniv. Tıp Fak. Halk Sağlığı ​AbD
​Hekim, Hukukçu-Sağlık Hukuku Uzmanı, ​Mülkiye’li​
www.ahmetsaltik.net        profsaltik@gmail.com
facebook.com/profsaltik    twitter : @profsaltik    

 

 

TTB BAŞKANI DR. ŞEBNEM KORUR FİNCANCI BUNALIMI

Prof. Dr. Ahmet SALTIK MD, BSc, LLM
Hekim, Hukukçu-Sağlık Hukuku Uzmanı, Mülkiyeli

www.ahmetsaltik.net           profsaltik@gmail.com
facebook.com/profsaltik     twitter : @profsaltik

Dr. Ş.K. Fincancı hakkında bu sitede epey yazı yayınladık. 2020 Haziran’ında TTB seçimli genel kurula giderken, hemen ardından… bu kişinin TTB Merkez Konseyi’ne (TTB MK) aday gösterilmemesi hele Başkan olarak kesinlikle seçilmemesi için düşüncelerimizi gerekçeli ve belgeli olarak açıkladık. Ardından Dr. Fincan’cıyı istifaya çağırdık. Olmadı… 2 yıl sonra 2022 Haziran’ında oyları azalarak gene TTB MK içinde yer aldı ve adeta inatlaşırcasına “gene” TTB MK Başkanı seçildi 11 kişi içinde.

27.10.22 günü tutuklama kararı verilene dek suskun kaldık.
Tutuksuz yargılamanın daha doğru ve adil olduğu kanısındayız, bu kesin.

Tutuklama kararının ardından bizim de düşüncelerimizi açıklama hak ve yükümümüz var. 1977’de hekim olduğumuz yıldan bu yana 45+ yıldır TTB üyesiyiz ve meslek örgütümüze çok emeğimiz oldu. O’ndan da çok şey öğrendik.

Çok değerli meslektaşımız Dr. Ceyhun Balcı bizi de çok iyi dile getirdi BEŞİNCİ KOL başlıklı yazısıyla (Beşinci kol | Prof. Dr. Ahmet SALTIK MD, BSc, LLM).
Onbinlerce hekimin benzer düşündüğünden hiç kuşku duymuyoruz.
Kamuoyu Dr. Fincancı’yı çok az tanıyor. Hekimlerin de epeycesi öyle. Dolayısıyla cansiperane savunma temelsiz.. Uğur Mumcu‘nun kardeşi Av. Ceyhan Mumcu ile açın konuşun..
Yazdıklarını okuyun. Uğur Mumcu davasında Fincancı’nın neler yaptığını.. (https://youtu.be/l4Rb0wxy9qg?t=1536, 31 Ocak 2022 ‘Şebnem Korur Fincancı Uğur Mumcu’nun Katillerinin Salınmasını Sağladı!’ Av. Ceyhan Mumcu | Saygı Öztürk, Sisler Bulvarı, KRT)

Av. Ceyhan Mumcu’ya göre; adeta yurt dışından uzanan eller Fincancı’yı devreye soktu ve Uğur Mumcu cinayeti nedeniyle yakalanan şüphelilerin İŞKENCE ALTINDA ifade verdikleri tezi o gece yarısı üretildi. Türkiye’de bir yığın Adli Tıp uzmanı içinde nasılsa Dr. Fincancı hemen bulundu, ısmarlama ve uzaktan rapor yazdı bu şüphelilere! Bu eylem açıkça suç ve tıp etiği dışında. İnsanları görmeden, muayene edip bilimsel kanıtlara dayandırmadan adli rapor düzenlemek ağır suç.

  • Uğur Mumcu’nun kemikleri sızlıyordur hiç kuşku duymuyoruz...

27.10.222 günü, Fincancı’nın tutuklanmasının ardından what’s up üzerinden bir ileti dağıtıldı, çok okundu. Burada aktaralım :
***
ONUN İŞİ SAHTE RAPOR, SAHTE BEYAN…

Şebnem Korur Fincancı… Okul yıllarından beri arkadaşım. Daha doğrusu eski arkadaşım.

  • Kişileri görmeden rapor yazmayı,
    misyonu gereği sürekli yalan beyanda bulunmayı alışkanlık haline getirmiş.
  • Aslında işini yapıyor, görevi bu.
  • Kişileri görmeden, muayene etmeden kimyasal silah saldırısı suçlamasında bulunuyor.
  • Daha önce Uğur Mumcu ve katledilen öteki aydınların davasında yine sanıkları görmeden işkence raporu vermiş, suçluların itirafçı olmasını engellemişti.

Ceyhan Mumcu açık açık anlatıyor. Bunlar biliniyor ama birçokları ABD’den, AB’den esen güçlü rüzgardan ötürü Fincancı’yı kahraman gösteriyor. Ergenekon davasına da hiç ilgisi olmadığı halde şikayetçi, müdahil olarak katılmıştı. Sanıkların kendisini tehdit ettiği yönünde uydurma beyanlarda bulunmuş, muhbirlik yapmıştı. Tüm bunlar vatandaşlık suçu, insanlık suçu! Ama TTB başkanı olarak en çok üstünde durulması gereken şey Deontolojik suç.

  • Sen nasıl muayene etmediğin kişiler hakkında rapor verir,tıbbi beyanda bulunursun!

Bu suç için insanlar kime şikayet etsin? Tabipler Birliği’ne mi?

Dr. Kaan Arslanoğlu
****

Dr. Kaan Arslanoğlu bir Psikiyatri uzmanı, yazar. Gün içinde (27.10.22) bu iletisi ile ilgili bir yalanlama da olmadı bu güne dek. Öte yandan, aynı gün biri 3 öbürü 2 yıldızlı güvendiğimiz, saygın – yurtsever 2 yüksek rütbeli subayla (general, amiral) iletişim kurduk. TSK’da kimyasal silah bulunmadığını, dolayısıyla kullanılmasının da söz konusu olamayacağını, çok net ve kesin bir dille bize belirttiler. MSB de geçtiğimiz günlerde bu yönde açıklama yaptı.

Dolayısıyla, Dr. Fincancı’nın öteden beri süregelen söz ve eylemleri ortadadır. Bu kişi, sayıları 200 bini aşan Türk Hekimlerini temsil sorumluluğunu ve saygınlığını gösterememiştir. İdeal olanı hiç olmazsa 2. kez Başkanlığa aday olmaması ya da bu son olay patlak verdiğinde, TTB’ye ve onbinlerce hekime zarar vermemek için hemen istifa idi. Dr. Fincancı bunu yap(a)madı, TTB Başkanlığı zırhını, artık nereye dek ve ne ölçüde olacaksa, koruyucu olarak kullanma yolunu seçti belki de ya da TTB MK O’nun istifa dileğini geri çevirdi, vuruşmayı seçti??

Dilek ve önerilerimiz :

  • Fincancı TTB MK Başkanlığından hemen istifa etmeli / istifa dileği varsa işleme konmalıdır.

TTB MK 1. yedek üyeyi çağırarak yeniden Başkan seçmeli ve hemen olağanüstü seçimli ve genel kurul kararı almalıdır. Dr. Korur istifa etmezse TTB MK kararı ile Başkanlıktan alınmalıdır.

Örgütün adından “Türk” sözcüğü kesinlikle çıkarılmamalıdır. Hemen hemen tüm dünyada
bu yol gelenektir :

British Medical Association,
– American Medical Association,
– Italian Medical Association,
– Japan Medical Association,
– French Medical Association
……
***
Pireye kızıp yorgan yakmanın anlamı yoktur.
TTB, TMMOB, TDHK, TEB…. Kamu Kurumu Niteliğinde Meslek Kuruluşları olup, Anayasanın 135. maddesi güvencesine sahip vazgeçilmez demokratik kurumlardır.

Sonuç olarak                                               :

  • Fincancı TTB MK Başkanlığından hemen istifa etmeli ya da TTB MK görevden almalıdır..
  • Ş.K. Fincancı tutuksuz ve adil yargılanmalıdır.
  • İktidar bu olayı gerekçe yapıp Anayasanın 135. maddesine ve demokrasiye aykırı
    yeni yasal düzenlemelere ve kayyım atamasına gitMEmeli
  • Buna karşılık şimdiki TTB MK, kamuoyundan özür dileyerek / makul bir açıklama yaparak hemen seçimli olağanüstü genel kurul kararı almalıdır

Sevgi, saygı ve kaygı ile. 31 Ekim 2022, Ankara

Muhalefet etmek eylemi 

DR. CEYHUN BALCI
ESKİ İZMİR TABİP ODASI YÖNETİCİSİ

31 Ekim 2022, Cumhuriyet

Son bir haftanın gündemine oturan Şebnem Korur Fincancı olayı tutuklamayla sonuçlandı. Tutuklama aşırı bir uygulama mıdır? Hukukçuların tartışacağı, görüş sunacağı bir alandır. Şu aşamada, yargılanması önde gelen dilektir.

Bu noktada değinilmesi gereken önemli bir ayrıntı var. Bu tutuklamayı “muhalif” olmasına bağlayanlar da eksik değil. Güçler ayrılığının yerini güçler birliğine bıraktığı günümüz Türkiyesi’nde bu bağlamdaki kuşkulara şaşırmamak gerekir. Çok değil birkaç yıl önce, Şebnem Korur Fincancı’nın kendisinin değilse bile, benzer düşüncedekilerin açılım masalarının değişmez konukları olduğunu anımsayalım.

Tutuklanmasıyla sonuçlanan sürecin merkezindeki Şebnem Korur Fincancı’nın Açılım Sürecinin tutkulu kişiliklerinden olduğunu unutmayalım. Bununla da yetinmeyip Şebnem Korur Fincancı’ nın Türkiye’nin temellerini sarsan ve emperyalizm destekli FETÖ kurgusu olduğu hiçbir kuşkuya yer bırakmayacak denli ortaya konmuş olan Ergenekon ve Balyoz başta olmak üzere derin iz bırakan ve günümüzde de etkileri süren davaların “müdahil” kişisi olduğunu bir kenara not edelim.

KUTSAL OLGU

Şimdi “muhalefet etmek” kavramına değinelim. Yirmi yılı doldurmaya gün sayan AKP iktidarının her geçen gün toplumu sıkan ve boğan bir cendereye dönüşmüş olduğu gerçeğini göz ardı edemeyiz. Bu olumsuz ortamda “muhalefet etmek” eylemine ilişkin toplumsal gereksinimin altını da önemle çizelim.

Bu koşullar altında muhalefet etmenin değerli olmakla kalmayan, gerekli olan bir duruş olduğu açıktır. Biraz daha ileri gidilerek denilebilir ki muhalefet etmek ya da muhalif olmak bu yanıyla kutsal bir olguya dönüşmüştür. Hiç kuşkusuz öyledir. İktidar-muhalefet ilişkilerinin her geçen gün asimetrik görünüme büründüğü, orantıdan arındığı günümüz Türkiye koşullarında bu algıya şaşırmamak gerekir. Özetle, “muhalefet etmek” ve “muhalif olmak” ilgi gören, alıcısı çok olan bir ürüne dönüşmüştür Türkiye’de.

BEŞİNCİ KOL

Şimdi kime, neye ve nasıl muhalefet sorularına dönelim. Gereksinimin ve istemin üst düzeyde olduğu muhalefet etmek ya da muhalif olmak kapsamında kimilerinin fırsatçı davrandıklarını görüyoruz. Başka deyişle, muhalefeti siyasetin olağan bir öğesi olmaktan çıkarmaktadır bu kimileri.

İktidarın olumsuz uygulamalarına yönelik gibi görünen kimi çakma muhalefet çıkışlarının iktidardan çok devlete yöneldiği gözlenmektedir. Ülkenin birliğine, dirliğine ve varlığına yönelen bu sözde muhalefet anlayışının bir kavram kargaşasından yararlandığı açıktır. Beşinci kol hevesleriyle de bezeli bu odakların muhalif görünümlü yıkıcılık isteği içinde olduklarını saptamak abartı olmasa gerektir.

ÖNEMLİ AYRINTI

Yine işin hukuksal boyutuna ve yorumuna girmekten kaçınarak, Şebnem Korur Fincancı olgusunda, iktidara yönelik görünümlü devlete muhalefet gerçeğine vurgu yapmak gerektiğini düşünüyorum.

İktidara gibi görünen devlete muhalefet yaklaşımından en çok etnik ayrılıkçı terörün ve her şeye karşın varlığını sürdürmeye kararlı olan FETÖ odaklarının yararlanma çabasını saptamanın önemli olduğu kanısındayım.

Doksan dokuzuncu yaşını kutladığımız Cumhuriyetimizin yüzüncü yaşını görmek istiyorsak bu önemli ayrıntıyı göz ardı etmemeliyiz.

Cumhuriyet baharı ve ekolojik Cumhuriyet

Türkiye Devleti bir Cumhuriyettir” (md.1). Cumhuriyet, “insan haklarına saygılı demokratik ve laik sosyal bir hukuk devleti” (md.2). Ne var ki, bu niteliklerin sistematik ve sürekli biçimde ihlali, Cumhuriyet’in özünü boşalttı. Bu nedenle, 2023 seçimleri, ‘Cumhuriyet baharı’ olarak hedeflenmeli. Bir yanda, gitmekte olan 2022 sonbaharı ve Cumhuriyet’e kastedenlerin sonbaharı; öte yanda, gelmekte olan 2023 ilk baharı ve Cumhuriyet’i yeniden kurma baharı. Doğal mevsim ve siyasal mevsim örtüşmesi açık. Aslında, Anayasa bütünsel yorumlanarak Cumhuriyet, üç sıfatla nitelenebilir: Demokratik, sosyal ve ekolojik.

DEMOKRATİK CUMHURİYET (DC)

DC, erkler ayrılığı yoluyla iktidarı sınırlayarak hak ve özgürlükleri güvenceleyen demokratik hukuk devletidir. Siyasal iktidar, serbest seçimler yoluyla el değiştirir. Bunun güvencesi, başta düşünce ve örgütlenme gelmek üzere, hak ve özgürlüklerin kullanılabildiği demokratik toplumdur. İnsan hakları, Cumhuriyet’in ve demokrasinin altyapısıdır.

SOSYAL CUMHURİYET (SC)

SC, ‘sosyal devlet’in (md.2) hak ve özgürlükleri geliştirme (md.5) ve eşitliği sağlama (md.10) yükümlülükleri, sosyal, kültürel ve iktisadi hak güvenceleri ile somutlaştırılıyor. Demokratik Cumhuriyet dayanağı olan insan hakları kullanılabildiği ölçüde, sosyal Cumhuriyet alt yapısını oluşturan hak ve özgürlükler geçerli kılınabilir.

EKOLOJİK CUMHURİYET (EC)

Çevre hakkı, yalnızca madde 56’da öngörülmüş olsa da, Türkiye ülkesi, tarihsel, kültürel ve doğal varlık ve değerleri, kırsal ve kentsel çevresi, kıyılar ve tarım arazileri, ormanlar ve doğal kaynakları ile anayasal düzlemde korunmakta. Devletin çevre kirliliğini önleme, çevreyi koruma ve geliştirme üçlü yükümlülüğü, çevre hakkının anayasal gerekleridir. Ülkesel hükümlerin, md. 56 ve bütün hakların güvence ölçütlerini öngören md.13 ışığında yorumlanması ve uygulanması, çevre devletinin asgari gereklerini tesciller.

NE ÖLÇÜDE GEÇERLİ?

Kurumlar ve kurallar, ilkeler ve değerler bütününden oluşan Cumhuriyet’in üç boyutu ne ölçüde geçerli? Yasama, yürütme ve yargı, demokratik, sosyal ve ekolojik Cumhuriyet yükümlülükleri ile kuşatılmış olsa da,

  • Parti Başkanlığı Yoluyla Devlet Başkanlığı ve Yürütme,
    emredici Anayasa hükümlerini sürekli kurşunluyor.

Hukuk devletinin asgari gereklerinin sistematik olarak ihlali, hemen her gün tanık olduğumuz keyfi uygulamalarla doğrulanıyor.

  • Yaygın yoksulluk ve açlık, sosyal devlet gereklerinin (md.65)
    amaç dışı kullanımının sonucudur.

Torba yasalar, torba CBK ve Cumhurbaşkanı kararları ile Türkiye çevresi dizginsiz bir biçimde yağmalanıyor.

Onarılabilir değil…

2023 ilkbaharı, siyasal bakımdan halkın demokratik hukuk devleti kurma iradesini ortaya koyacağı bir tarihsel bir dönem olacak. Hukuk devleti onarılabilir; ama bu yılları alır… Sosyal devlet için, fırsat ve olanak eşitliği on yılları gerekli kılar. Ya çevre devleti?

  • Tarihsel, kültürel ve doğal kaynaklar,
    geriye dönüşü olmayan bir biçimde yok ediliyor.
  • Bu nedenle, çevresel, doğal ve ülkesel değer ve varlıkları ile
    Türkiye ülkesinin onarımı olanaksız.

Ağaç değil, orman…

Seçim takviminin işlemesine aylar kala, öncelikle olup bitenler doğru algılanmalı, anlatılmalı ve tartışılmalı. Zira, 100’üncü yıl ile örtüşen 2023 seçimleri, Cumhuriyet’in varlık dönemeci. Seçim sonuçları, ya Cumhuriyet’in kuruluşunda öngörülen amaçlar yörüngesine girecek ya da Cumhuriyet, tümüyle kuruluş amacı dışında bir mecraya yönlendirilecek. Seçmenlerin doğru bilgilendirilmesi, öncelikle, siyasal aktörlerin, DSE Cumhuriyet’in, geriye dönülmesi olanaksız bir tehlike karşısında bulunduğunu kavramalarına bağlı. Ne var ki, demokratik parlamenter sistem öneren siyasal parti temsilcileri ve mensupları, söylemlerini büyük tehlike ve ana hedef yerine ikincil sorunlar üzerine yoğunlaştırıyor.

Tarihinin en keskin dönemecini, demokratik, sosyal ve ekolojik Cumhuriyet yönüne çevirebilmek umut ve inancı ile 99. yıl kutlu olsun!

Beşinci kol

featuredDr. Ceyhun Balcı


Beşinci kol – VeryansınTV (veryansintv.com)

(AS: Bizim kapsamlı katkımız yazının altındadır..)

Başka şekilde elde edilemeyen, etki altına alınamayan kitleyi (milleti) propaganda, casusluk, sabotaj ya da terör yoluyla istenen biçime sokmak olarak tanımlanmış kaynaklarda Beşinci Kol etkinliği. İspanya İç Savaşı sırasında Madrid’e 4 kol halinde ilerleyen faşistlere Madrid içinden destek olanlara beşinci kol göndermesine rastlanıyor pek çok kaynakta. Yine, klasik düzende 4 kol olarak yürüyen orduya destek amaçlı olarak düşman ülkede yürütülen casusluk etkinlikleri beşinci kol olarak adlandırılmıştır.

Beşinci Kol etkinliklerinin emperyalizmin günümüzdeki en etkin silahlarından birisi olduğu kuşkusuzdur. Silah zoruyla ve saldırganlıkla hedefe erişmenin her zaman ve her ortamda başarı şansı olmadığı düşünüldüğünde Beşinci Kol etkinliğinin küresel ölçekteki önemini ve yaygınlığını anlamak kolaylaşacaktır.

Türk Tabipleri Birliği Merkez Konsey (TTB MK) Başkanı Şebnem Korur Fincancı’nın geçtiğimiz günlerde etnik bölücülüğün sözcülüğünü yapan bir medya ortamında Türk Ordusu’nu kimyasal silah kullanmakla suçlaması doğal olarak gündemde önemli yer tuttu.

Başta hekim kitlesi olmak üzere toplumun her kesiminden öfkeli tepkiler yükseldi bu sorumsuz ve bir o kadar aymazlık ürünü açıklamaya. Doğrusu bu açıklamanın benzerlerine pek çok kez tanıklık etmiş bir hekim olarak son çıkışa da şaşırmadım.

BİR TANIKLIK

Yıl 2014. Yer Ankara! Daha birkaç ay önce TTB Genel Kurulu yapılmıştı. Kasım ayı başında bu kez olağanüstü genel kurul için aralarında benim de bulunduğum İzmir Tabip Odası TTB Büyük Kongre delegeleri Ankara’ya çağırıldı. Gündem mi? Üye ödentilerinin gözden geçirilmesi, düzenlenmesi ve güncellenmesi. Soğuk kasım gününde Ankara’da toplanan olağanüstü genel kurulun gerçek gündemi çok geçmeden anlaşıldı.

  • Rojava Devrimi”ni selamlamak için genel kuruldan bir heyet oluşturulması.

İnanması güç ama neredeyse gün boyu süren tartışmalar bu bağlamdaydı.

TTB ARKA BAHÇE Mİ?

Türkiye’de toplumcu hekimliğin öncüsü Nusret Fişek hocanın TTB yönetiminden ayrılması sonrasındaki 30 yıl boyunca TTB etnik ayrılıkçılığın arka bahçesine dönüştürüldü. Bu nedenle, az önce paylaştığım yaşanmışlık kesinlikle şaşırtıcı sayılmazdı bu süreci yakından izleyenler için.

  • Şebnem Korur Fincancı’nın çıkışına dönecek olursak

Dayanaksızlığı ve gerçekdışılığı bir yana, yasayla kurulmuş bir meslek kuruluşunun başındaki kişinin ayrılıkçı teröre kol kanat geren bir televizyon kanalında ne işi vardı diye sormakla başlayabiliriz işe.

Türk Ordusunun envanterinde bulunmadığı pek çok kez dile getirilen kimyasal silahlarla ilgili bir savın bölücülüğün sözcülüğüne eşdeğer bir ortamda dile getirilmesi kabul edilebilir gibi değildir. Burada amaçlananın bir kuşkunun dile getirilmesinden çok emperyal destekli ayrılıkçılığa kamuoyu desteği sağlanması olduğu açıktır.

Her şeyi bir yana bırakıp sormak gerekir!

Bugün ülkemizin güneydoğusunda yoğunlukla kendisini gösteren, sınır ötesinde yuvalanma ve barınma olanağı bulan ayrılıkçı terör kimlerce özendirilmektedir ve desteklenmektedir? Terör örgütüne sözde bağlaşığımız ABD’nin TIR’lar dolusu silah gönderdiği ve ayrılıkçılığı saklamaya gerek duymaksızın silahla donattığı ve bu donatımı sürdürdüğü nasıl olur da göz ardı edilebilir?

Avrupa’nın pek çok ülkesinin yanı sıra Atlantik’in karşı kıyısındaki başemperyalist ABD’nin ayrılıkçı teröre verdiği destek kuşkuya yer vermeyecek denli ortadadır.

  • Ayrılıkçı terör dünyanın başka pek çok yerinde olduğu gibi Türkiye’de de emperyalist kurgunun gereği olarak varlığını sürdürmektedir.

Bu gerçekten hareketle ayrılıkçı teröre yakınlık duyan, bununla da yetinmeyip destek olan, kol kanat geren herkes, konumu ne olursa olsun emperyalizmin piyonu olmayı içine sindirmiş olmaktadır. Bu duruma destek olanların kendilerini siyasi yelpazenin neresinde gördüklerinden çok, kimin yararına duruş içinde olduklarına bakmak çok daha doğru olacaktır.

KOÇBAŞINA DÖNÜŞTÜRÜLEN TTB

Şebnem Korur Fincancı’nın duruşunda vurgulanması gereken bir diğer önemli nokta, sorunları dağları aşmış bir meslek grubunun kamu kurumu niteliğindeki kuruluşunun başındaki kişi olarak asal görevini bir yana bırakarak üzerine görev olmayan konulara odaklanmış olmasıdır. Şebnem Korur Fincancı için TTB öncelikli değil ikincil bir olgudur dersek yanılmış olmayız. Kendi görüşlerini ve düşüncelerini yayarken, terör odaklarına yakınlık duymakta sakınca görmezken, TTB’nin gücünden yararlanmaktadır. Başka deyişle kendisi TTB’ye güç katacak yerde, başında bulunduğu kurumun gücünü başka amaçla koçbaşı olarak kullanmaktadır.

Türkiye’deki 170.000’i aşkın (AS: 200 binin biraz üstünde) hekimin yasayla kurulmuş meslek kuruluşu olan TTB, yönetilecek olmaktan çok sıçrama tahtası işlevi gören ikincil bir oluşuma dönüştürülmüştür. Şebnem Korur Fincancı bu çıkışıyla bir yandan sorunlarına çözüm getirmekle yükümlü olduğu hekim topluluğuna zarar verirken diğer yandan da ayaklarını bastığı ülkeye ihanete eşdeğer kötülük yapmış olmaktadır.

RASTLANTI MI?

Bu arada, barolarda da seçim eğik düzlemine girildiği bugünlerde İzmir Barosu seçimli genel kurulundan (22.10.2022) gelen bir haber de bu yazının konusuyla ilintisi nedeniyle ilgi çekiciydi. Genç bir avukat hanımefendi ayrılıkçı ve etnikçi söylemlerini kürsüden dile getirme sınır tanımazlığı sergiledi. TTB ortamında bu ve benzeri söylemler pek çoğumuzu şaşırtmazken, İzmir Barosu ortamında etnikçi-ayrılıkçı çıkış tarihte bir ilk olarak kayıtlara geçmiş olmaktaydı.

Önce TTB sonra Baro! Rastlantı mı diye sormakla yetiniyorum. Kısa zaman aralığında yaşanan ardışık iki olay doğal olarak beşinci kol etkinliğini çağrıştırdı. Yazının başındaki Beşinci Kol girişi bu çağrışımın ürünüydü.

İĞNEYİ KENDİMİZE…

6023 sayılı yasayla 1953’te kurulan Tabip Odalarına üyelik, 12 Eylül döneminde yapılan bir düzenlemeyle zorunlu olmaktan çıkartılmıştır. Üye olma zorunluluğu özel hekimlik alanında çalışan hekimlerle sınırlandırılmıştır. Her şeye karşın hekimlerin önemli niceliğinin kamuda çalıştığı gerçeği önümüzde durduğuna göre, Tabip Odalarının önemli bir üye kaynağından yoksun bırakıldığı açıktır. Şebnem Korur Fincancı ve çizgisinin TTB ortamına egemen olma fırsatı bulması, Tabip Odalarına üye olan hekimlerin seçimlere ilgisizliğinden kaynaklanmaktadır. Tüm hekimlerin değil üyelerin % 15-20’sinin seçtiği Tabip Odası ve TTB yöneticilerinin “beşinci kol etkinliği” içinde yer alıyor izlenimi vermelerine şaşırılabilir mi?

Şebnem Korur Fincancı’nın çıkışı sonrasında TTB’yi kapatalım sesleri yükselebilir kimi odaklardan. Nasıl ki yargıdan kaynaklı sorunları adliyeleri kapatarak çözmeyi aklımıza getirmiyorsak, TTB’de yaşanan sorunları da TTB’yi kapatarak çözmek akılcı olmayacağı gibi, tutarlı bir yaklaşım da olmayacaktır. Yakın geçmişte benzer durumlar karşısında ülkemizi yönetenlerin sergilediği tutum ve uygulamalar anımsandığında “TTB’yi kapatma” olasılığının hiç de düşük olmadığını saptamak zorunda olmanın yarattığı kaygının da ayrıca acı verici olduğu kuşkusuzdur. (AS: Kanımızca kayyım atanır..)

Hekimlerin ezici çoğunluğunun benimsemediği, görüş birliği içinde olmadığı TTB yöneticilerinin bulundukları yerden uzaklaştırılmaları ve o yöneticilerin önderliğinde kuruma egemen olan çizgi kaynaklı kısır döngüye son verilmesi fırsatı pek çok kez yakalanmış olsa da, ilgisizlik ve katılımsızlık bu fırsatın tepilmesi sonucunu doğurmuştur.

Emperyal sözcülüğüne heveslenen,
beşinci kol etkinliğine özdeş davranışlar içinde olmakta sakınca görmeyen
TTB MK Başkanı Şebnem Korur Fincancı
hiç kuşkusuz birincil sorumludur, baş kusurludur.

Ancak, ilgisiz ve katılımsız biz hekimlerin bu olumsuzluktaki sorumluluğu da görmezden gelinemez. Bugün bir kez daha su yüzüne çıkan bu olumsuzluk geçmişte de pek çok kez gündeme gelmişti. Yaşananlardan ders alınıp da keşke bu olumsuzluğa hekimlerin kendi kurumlarına sahip çıkan oylarıyla son verilseydi demekten alamıyorum kendimi.

  • Her şeye karşın Şebnem Korur Fincancı’nın istifa ederek hekimler başta olmak üzere kamuoyunun beklentilerini karşılamak gibi bir seçeneği olduğunu anımsatarak…

FIRSAT BU FIRSAT

Kestirilebileceği gibi Şebnem Korur Fincancı istifa istemlerini kulak arkası etti. Hatta, hızını alamamış olmalı ki soluğu Almanya’da aldı. Bir yanında etnikçilerle diğer yanında FETÖ’cülerle Türkiye’deki insan haklarını konuştu. Türkiye karşıtlığını sürdürdü demekle yetinelim.

Bu arada, Fincancı’nın içinde olduğu etnikçilikle iktidarın bitip tükenmez ümmetçilik anlayışının ortak paydada buluştuğu izlenimi yaratan gelişmeler de yaşanıyor.

Cumhurbaşkanı “o kişinin başında bulunduğu…” sözleriyle başlayan değerlendirmesinde Türk Tabipleri Birliği’ni niteleyen “Türk”ü silme ya da Baroda yeltenildiği gibi hekimlikte de çoklu meslek kuruluşu oluşturma doğrultusunda işaret vermiş oldu. Çayın taşıyla çayın kuşunu vurmaya eşdeğer bir girişim.

Fincancı ve ekibini sevindireceği kuşkusuz.
==================================

Dostlar,

Dr. Ş.K. Fincancı hakkında bu sitede epey yazı yayınladık. 2020 Haziran’ında TTB seçimli genel kurula giderken, hemen ardından… bu kişinin TTB Merkez Konseyi’ne (TTB MK) aday gösterilmemesi hele Başkan olarak kesinlikle seçilmemesi için düşüncelerimizi gerekçeli ve belgeli olarak açıkladık. Ardından Dr. Fincan’cıyı istifaya çağırdık. Olmadı… 2 yıl sonra 2022 Haziran’ında oyları azalarak gene TTB MK içinde yer aldı ve adeta inatlaşırcasına “gene” TTB MK Başkanı seçildi 11 kişi içinde.

Bu gün tutuklama kararı verilene dek suskun kaldık.

Tutuksuz yargılamanın daha doğru ve adil olduğu kanısındayız, bu kesin.

Tutuklama kararının ardından bizim de düşüncelerimizi açıklama hak ve yükümümüz var. 1977’de hekim olduğumuz yıldan bu yana 45+ yıldır TTB üyesiyiz ve meslek örgütümüze çok emeğimiz oldu. O’ndan da çok şey öğrendik.

Çok değerli meslektaşımız Dr. Ceyhun Balcı bizi de çok iyi dile getirmiş. Onbinlerce hekimin benzer düşündüğünden hiç kuşku duymuyoruz. Kamuoyu Dr. Fincancı’yı çok az tanıyor. Hekimlerin de epeycesi öyle. Dolayısıyla cansiperane savunma temelsiz.. Uğur Mumcu‘nun kardeşi Av. Ceyhan Mumcu ile açın konuşun.. Yazdıklarını okuyun. Uğur Mumcu davasında Fincancı’nın neler yaptığını.. (https://youtu.be/l4Rb0wxy9qg?t=1536, 31 Oca 2022 ‘Şebnem Korur Fincancı Uğur Mumcu’nun Katillerinin Salınmasını Sağladı!’ Ceyhan Mumcu | Saygı Öztürk, Sisler Bulvarı, KRT)

Av. Ceyhan Mumcu’ya göre; adeta yurt dışından uzanan eller Fincancı’yı devreye soktu ve Uğur Mumcu cinayeti nedeniyle yakalanan şüphelilerin İŞKENCE ALTINDA ifade verdikleri tezi o gece yarısı üretildi. Fincancı, ısmarlama ve uzaktan rapor yazdı bu şüphelilere. Bu açıkça suç. İnsanları görmeden, muayene edip bilimsel kanıtlara dayandırmadan adli rapor düzenlemek ağır suç,

  • Uğur Mumcu’nun kemikleri sızlıyordur hiç kuşku duymuyoruz...

Bu gün what’s up üzerinden bir ileti dağıtıldı, çok okundu. Buraya aktaralım :
***
ONUN İŞİ SAHTE RAPOR, SAHTE BEYAN…

Şebnem Korur Fincancı… Okul yıllarından beri arkadaşım. Daha doğrusu eski arkadaşım.

  • Kişileri görmeden rapor yazmayı,
    misyonu gereği sürekli yalan beyanda bulunmayı alışkanlık haline getirmiş
    .
  • Aslında işini yapıyor, görevi bu.
  • Kişileri görmeden, muayene etmeden kimyasal silah saldırısı suçlamasında bulunuyor.
  • Daha önce Uğur Mumcu ve katledilen öteki aydınların davasında yine sanıkları görmeden işkence raporu vermiş, suçluların itirafçı olmasını engellemişti.

Ceyhan Mumcu açık açık anlatıyor.

Bunlar biliniyor ama birçokları ABD’den, AB’den esen güçlü rüzgardan ötürü Fincancı’yı kahraman gösteriyor.

Ergenekon davasına da hiç ilgisi olmadığı halde şikayetçi, müdahil olarak katılmıştı. Sanıkların kendisini tehdit ettiği yönünde uydurma beyanlarda bulunmuş, muhbirlik yapmıştı.

Tüm bunlar vatandaşlık suçu, insanlık suçu!

Ama TTB başkanı olarak en çok üstünde durulması gereken şey Deontolojik suç.

  • Sen nasıl muayene etmediğin kişiler hakkında rapor verir,
    tıbbi beyanda bulunursun!

Bu suç için insanlar kime şikayet etsin? Tabipler Birliği’ne mi?

Dr. Kaan Arslanoğlu
=========================

Dr. Kaan Arslanoğlu bir Psikiyatri uzmanı, yazar. Gün içinde bu iletisi ile ilgili bir yalanlama da olmadı bu saate dek.

Öte yandan, bu gün biri 3 öbürü 2 yıldızlı güvendiğimiz, saygın – yurtsever 2 yüksek rütbeli subayla (general, amiral) iletişim kurduk. TSK’da kimyasal silah bulunmadığını, dolayısıyla kullanılmasının da söz konusu olamayacağını, çok net ve kesin bir dille bize belirttiler. MSB de geçtiğimiz günlerde bu yönde açıklama yaptı.

Dolayısıyla, Dr. Fincancı’nın öteden beri süregelen söz ve eylemleri ortadadır. Bu kişi, sayıları 200 bini aşan Türk Hekimlerini temsil saygınlığını gösterememiştir. İdeal olanı hiç olmazsa 2. kez Başkanlığa aday olmaması ya da bu son olay patlak verdiğinde, TTB’ye ve onbinlerce hekime zarar vermemek için hemen istifa idi. Dr. Fincancı bunu yapmadı, TTB Başkanlığı zırhını, artık nereye dek ve ne ölçüde olacaksa, koruyucu olarak kullanma yolunu seçti.

Dilek ve önerilerimiz :

  • Dr. Fincancı TTB MK Başkanlığından hemen istifa etmelidir.

TTB MK 1. yedeği çağırarak yeniden Başkan seçmeli ve olağanüstü seçimli genel kurul kararı almalıdır.

Örgütün adından “Türk” sözcüğü kesinlikle çıkarılmamalıdır. Hemen hemen tüm dünyada bu yol gelenektir :
British Medical Association
American Medical Association
Italian Medical Association
Japan Medical Association
French Medical Association
……
Pireye kızıp yorgan yakmanın anlamı yoktur. TTB, TMMOB…. Kamu Kurumu Niteliğinde Meslek Kuruluşları olup, Anayasanın 135. maddesi güvencesine sahiptir.

Sonuç olarak                                               :

  • Dr. Fincancı TTB MK Başkanlığından hemen istifa etmelidir.
  • Dr. Ş.K. Fincancı tutuksuz ve adil yargılanmalıdır.
  • İktidar bu olayı gerekçe yapıp Anayasanın 135. maddesine ve demokrasiye aykırı
    yeni yasal düzenlemelere ve kayyım atamasına gitmemelidir.
  • Buna karşılık şimdiki TTB MK, kamuoyundan özür dileyerek hemen seçimli olağanüstü genel kurul kararı almalıdır

Sevgi ve saygı ile. 27 Ekim 2022, Ankara

Prof. Dr. Ahmet SALTIK MD, BSc, LLM
Hekim, Hukukçu-Sağlık Hukuku Uzmanı, Mülkiyeli
www.ahmetsaltik.net           profsaltik@gmail.com
facebook.com/profsaltik     twitter : @profsaltik

 

ÇARŞAMBA İĞNELERİ – 26 Ekim 2022

Türk Vatandaşı Naci BEŞTEPE

SANSÜR

TRT Belgesel kanalında 16 Ekim Pazar günü yayınlanan, “Hayvanların Dövüş Kulübü” adlı belgeselde ‘Uganda Kob Antilopları’ gösterildi. Erkek antilopların çiftleşme öncesi yaptıkları kavga sırasında üreme organlarına sansür uygulandı.

Dişilere de çarşaf giydirilebilirdi…

KUKLA

Kılıçdaroğlu’ndan sonra İYİ Parti heyeti de ABD’ye gitti. AKP zaten hep orada.

İpinde beni oynat” yarışı…

HASTA

Bahçeli, ”Amasra’yı konuşuyorken Soma felaketini hatırlatmak hastalıklı bir yaklaşımdır.”

Ders almama ve unutturma hastalığı…

UTANMAZ

RTE’nin AKP rozeti taktığı dönek Ak Çelebi’nin ilk sözü “Allah utandırmasın” oldu.

Korkma,

Allah ile aldatanların içinde Allah korkusu olmaz,

Utanmayı bilmeyenler için zaten sorun yoktur…

ONURSUZ

Ak Çelebi, “Bir milyona yakın asker polis korucu silah arkadaşım görevinin başında ben aynı zamanda onların onurunu koruyorum.”

Kendi onurunu koru, gölge etme…

KİMYA

Terör örgütü PKK’nın iddiaları sonrası önce HDP’liler Türk askerini suçlayan açıklamalar yaptı. Ardından CHP’li Sezgin Tanrıkulu ve TTB Başkanı Şebnem Korur Fincancı, Türk Silahlı Kuvvetlerini ‘kimyasal silah‘ kullanmakla suçladı.

Kimyaları bozuk…

GÖSTERİ

Sakarya’da Nakşibendi tarikatının Hakkani kolu üyeleri, gece yarısı sokak ortasında zikir çekti.

Hak arayan işçi, öğretmen gibi birileri olsa polisimiz nefes aldırmazdı…

BÜTÇE

Diyanetin 2023 bütçesi altı Bakanlıktan fazla.

Bütçeye de pamuk tıkayacaklar…

DEĞER

Kapadokya’da balon kazası oldu. İki turist öldü. Pilot hemen gözaltına alındı.

Kozlu’da 9 yıl önce 8 madenci öldü. TTK yetkilileri yeni yargıç karşısına çıkıyor.

Amasra’nın acelesi yok, nasılsa ölenler gariban Türk işçileri…

ROK

Rasim Ozan Kütahyalı, FETO kumpasları döneminde gazetecilere kumpas düzenlediğini itiraf etti.

Karakter…

DÜŞÜNCE

AKP Grup Başkanvekili Mahir ÜnalMaalesef bir kültür devrimi olarak Cumhuriyet, bizim lügatimizi, alfabemizi, dilimizi, hasılı bütün düşünmemizi yok etmiştir. Bugün konuştuğumuz Türkçe ile bir düşünce üretemeyiz.” dedi.

100 yıldır ülkede düşünce üretilmedi mi?

Bellek olmayınca hiçbir dilde düşünce üretilemez…

EŞLİK

MHP lideri Devlet Bahçeli, “Malum belediye başkanlarını Sayın Erdoğan ile devamlı eş tutup ona rakip olarak gösteriyorlar. Bu bir FETÖ yönetimidir. Yenemiyorsan yıprat taktiğidir.” iddiasında bulundu.

Yanılıyor, eş tutulmuyorlar ikisi de RTE’den önde…

SEROK RTE

Diyarbakır’daki AKP toplantısında RTE’ye “Biji serok Erdoğan” tezahüratı yapıldı.

Yeni Açılım bekleniyor…

ÇOCUK

Aile Bakanlığı, eşi ölmüş en az üç çocuklu kadınlara konut destek programı başlattı.

PKK’lı kadınlar 5, 10, 15 yapıyor. Eşitlik ilkesine aykırı…

Ölüm hep bana mı düşer usta

Miyase İlknur
Miyase İlknur

Ülkemizde maden ocaklarında her grizu faciası sonrasında yaşanan tablo birbirinin aynısıdır. Ocaklarda yaşanan faciada (kimileri buna kaza diyor) ölen işçi sayısı 10’un altında ise basınımız bu haberi iç sayfada görür. Çalışma ve enerji bakanları bölgeye gitme zahmetine katlanmaz. Eğer ölümler 10’u aşkınsa her iki bakan da olay yerine intikal eder. Yok eğer 100’den fazla ölüm varsa başbakanın gitmesi artık şart olmuştur.

Kaza mahalline (yerine) varan devlet erkânı ayaklarına çizme, başlarına baretleri giyinerek ocağın başına gelir. Ocağın girişinden içeri kafasını uzatarak boşluğa uzun uzun bakar. O sırada flaşlar patlar, kameralar çalışır. Ardından göçükte kalan işçilerin merakla bekleşen yakınlarının bulunduğu alana gidilir.. Yapılan açıklamalar ilk büyük maden faciasının yaşandığı 1942 yılından beri aynıdır:

  • “Patlamanın neden olduğu konusu en ince detayına (ayrıntısına) kadar araştırılıyor. İhmal söz konusu ise gerekenler yapılır. Ama dünyanın her yerinde bu tür kazalar oluyor. Devletimiz bu kazada şehit olan madencilerimizin ailelerine gerekli yardımı en kısa sürede yapacaktır.”

Vazife tamamlanmıştır.

PLANLI CİNAYETTEN KADER PLANINA

Tropikal bir coğrafyada değiliz. Ama bizde sık sık sel felaketi olur. Evleri su basar, insanlar sel sularına kapılır. Yöneticilerimiz yine görev başındadır.

“Afet karşısında kul acizdir. Allah’a karşı gelinmez. Allah böyle afetlerden korusun” diye açıklama yapılır. Vergi borçları ötelenir. Ölenlerin ailelerine para yardımı yapılır.

Oysa dere yatağına ya da yeraltı sularının geçtiği yerlere ev yaparak doğaya karşı gelinmiştir. Doğa da böyle ahmaklığı affetmez. Allah sana akıl vermiş. Onu kullanmadıktan sonra Allah senin gibi ahmaklara ne yapsın.

Depremde yine aynı tablo.

Dünyanın her yerinde depremler oluyor. Hem de şiddeti bizdekilerden katbekat fazla. Ne hikmetse Türkiye, İran ve Afganistan gibi deprem kuşağında olan ülkelerde ölüm sayısı diğer ülkelerde yaşanan depremlerin beş on katı.

ÇÖPÜ PATLAYAN ÜLKE

Siz hiç çöp patlamasından 39 insanını yitiren bir ülke duydunuz mu?

Bizde patladı. Hem de İstanbul’da. Ümraniye Hekimbaşı çöplüğünde 39 insanımızı kaybettik. Dünyada çöplük patlamasından 19 kişinin yaşamını yitirdiği bir ülke daha var: Sri Lanka…

Ne de olsa gelişmişlik sıralamasında artık aynı ligde sayılırız.

Peki cephaneliği patlayan ve 25 askerini şehit veren başka bir ülke var mı?

Var tabii: Pakistan…

Zaten Afyon’daki patlamadan sonra olay mahalline giden Orman ve Su İşleri Bakanı Veysel Eroğlu da “Bu olaylar Hindistan ve Pakistan’da da oluyor” diyerek olayın fazla büyütülmemesi gerektiğini belirtmişti.

Haklıdır. Pakistan da bizimle aynı ligde oynadığı için bu tür kazaların orada da olması normaldir.

Sadece (yalnızca) ufak bir sorun var. Pakistan’da cephaneliğe intihar saldırısı olmuştu. Bizde ise gece mühimmat taşınması sakıncalı olduğundan aydınlatması bulunmayan cephanelik kamyon farlarıyla aydınlatılarak 5-6 günlük askerlere mühimmat taşıtılması sonucu cephanelik patlamıştı. Olay günü ve ertesinde Afyon’a gitme gereğini duymayan Genelkurmay Başkanı Necdet Özel’e Afyon sucuğu ikram eden Vali Balkanlıoğlu, “Tepkilere anlam veremiyorum. Hayat devam ediyor” demişti.

DÜĞÜN EVİ PATLAYAN ÜLKE

Yeryüzünde düğün evini cenaze evine dönüştüren sadece biz miyiz diye düşünüyordum ki Google amca imdada yetişti. Afganistan ve Suudi Arabistan varmış bu konuda bize rakip olan.

Hatırlarsınız, filmi bile yapıldıydı Keskin’deki düğün faciasının. 1980 yılında Keskin’in Danacıobası köyünde düğün evinde aydınlatma işlevi gören tüpgaz lambaları infilak etmiş ve 92 kişi ölmüştü. Cizre’de de 1997 yılında koruculara ait düğün evinde el bombası patlamış ve yedi insanımızı kaybetmiştik (yitirmiştik). Düğünlerde ikram edilen tavuklu pilav nedeniyle ölüm vakalarını saymayalım.

Peki düğünde açılan ateş sonucu ölümlü olaylar?

Ohho! Ona sıra gelinceye kadar daha ne örnekler var.

Kader deyip geçivericen işte.

Hem sadece bizde olmuyor ya…

Afganistan’ın Baglan bölgesinde düğün evinin damı çökmüş 60 kişi ölmüştü.

Suudi Arabistan’da da düğün evinin üstüne yüksek gerilim teli düşünce 24 kadın yanarak can vermişti.

Bunların hepsi kader.

İyi de Allah’ın bu biz Müslümanlarla ne alıp veremediği var Allah aşkına?

Niye bütün gazabını Müslüman coğrafyasına gösteriyor?

Geçtiğimiz yıl kaybettiğimiz değerli dostum ilahiyatçı Prof. Dr. Hasan Onat’ın bir sözüyle nokta koyalım. Onat, akıl dışı her türlü olayı kadere bağlayanlar için şöyle demişti:

  • “Eğer bir toplumda akıl ve bilim düşmanlığı dinle meşrulaştırılıyorsa,
    cehalet dinle meşrulaştırılıyorsa bu o toplumun intiharı demektir.”

2022-23 NE BÜTÇESİ?

Prof. Dr. OĞUZ OYAN

SOL PORTAL, 25 Ekim 2022

Halkın bütçesi olmadığı kesin. Yüzü emekçiye dönük bir bütçe olmadığı daha da kesin. Bunlardan vazgeçtik diyelim; sermaye yönlü olmasına rağmen teknik anlamda ekonomik kalkınmayı / yatırımları destekleyen bir bütçe mi? Hayır o bile değil.

Bütçe Kanunu TBMM’ye 17 Ekim’de sunulmuş olmasına karşın, 2023 yılı makro ekonomik hedefleri ve bütçeye ilişkin genel veriler Eylül başında yayınlanan Orta Vadeli Program’da (OVP 2023-2025’te) yer almıştı. Bu verileri 6 Eylül 2022 tarihli Sol Gazete yazımızda “Ne Programı?” başlığıyla irdelemiştik. Şimdi değinmediğimiz noktalara daha ayrıntılı bakabiliriz. Bu arada başlangıç notu olarak, Meclis’e saygı gereği, Cumhurbaşkanlığınca hazırlanan bütçenin atanmış yardımcısı tarafından değil seçilmiş Cumhurbaşkanınca sunulması gerektiğini ve bu konuda muhalefetin çok daha sert tepki vermesinin beklendiğini belirtelim.

Şimdi tekrar soralım: Bu bütçe, neyin bütçesi? Bu bütçe, yıllardır kanıksadığımız türden bir “transfer bütçesi“. En büyük transfer kalemi de giderek şişen “faiz transferleri”.

Faiz Giderleri ve Bütçe Giderlerine Oranı

2022 (ek bütçeyle GT)                    2023 (P)                       Artış                     (%)

Faiz gideri (mr.TL)                           329,8                             565,6               71,5

Bütçe gideri (mr. TL)                    3.133,7                          4.469,6              42,6

Faiz gideri / bütçe gideri (%)          10,5                               12,7
_________________________________________________
Kaynak: 2023 Yılı Bütçe Gerekçesi verileri

Faiz giderlerinin 2021 yılında 180,9 milyar TL, 2022 başlangıç bütçesinde ise 240,4 milyar TL olduğu dikkate alınırsa artışın hızı daha iyi anlaşılabilir. Nitekim, 2023 bütçe giderleri büyüklüğünün 2022’nin ek bütçeli bütçe büyüklüğüne göre %42,6 oranında artması öngörülmüşken, faiz giderlerinde bu yıldan önümüzdeki yıla artışın %71,5 olması beklenmektedir. Bu da, faiz giderlerinin bütçe giderleri içindeki payını %10,5’ten %12,7’ye taşımaktadır.

Eğer OVP 2023-25’in 2023 için %24,9 oranındaki TÜFE öngörüsünün tutacağını (IMF bunun iki katını öngörmektedir!) varsayarsak, bütçe gideri enflasyonun iki katına yakın bir oranda büyürken, faiz giderleri artışı enflasyonun üç katına yaklaşacaktır! Buradaki çelişkilerin gerçek dışı bir enflasyon öngörüsünden kaynaklandığı açık; ama bu durum faiz giderlerinin enflasyonun çok üzerinde artacağı gerçeğini değiştirmiyor. Çünkü, iktidar değişsin değişmesin, kamunun çok yükselmiş olan iç ve dış borçlarının faiz yükü giderek tırmanıyor ve kısa vadede (erimde) çözüme kavuşturulması mümkün gözükmüyor.

Bütün bunlardan sonra şu saptamayı yapabiliriz: Bütçesinin sekizde birini sermaye kesimlerine faiz gideri olarak aktaran bir iktidarın, Merkez Bankası faiz oranlarıyla aşağı doğru oynadığı oyun, bir bulvar tiyatrosu için bile fazla banal bir mizah ögesi değil midir?

Şimdi bir başka karşılaştırma yapalım. 2023 bütçesinde tarımsal desteklere ayrılan ödenek yalnızca 54 milyar TL’dir. Bu tutarın GSYH’ye oranı da yalnızca binde 2,9’dur. Tarım Kanununa göre %1 yani binde 10 ayrılması gereken ödenek gerçi birkaç yıldır binde 3’ün biraz üzerine kadar gerilemişti, ama ilk kez binde 3’ün bile altına çekildiği görülüyor. Bu durum, bu iktidarın tarımı gözden çıkarmasının yeni bir kanıtıdır. Bunun farkında olan iktidar bürokratları, Cumhurbaşkanı yardımcısının bütçeyi sunuş metnine tarımsal desteklemeye ayrılan bütçe ödenekleri yanında tarımsal yatırım ödemeleri (40,4 milyar TL) ve tarımsal kredi sübvansiyonları, müdahale alımları ve tarımsal KİT’lerin finansmanı (48,5 mr. TL) başlıkları altında 88,9 milyar TL’lik bir harcamayı ekleme gereğini duymuşlar. Ancak bu kalemler, çiftçinin eline geçen tarımsal desteklerden değildir; önemli bir kısmı bütçe dışında bankalar üzerinden yapılmaktadır, DSİ yatırımlarının ne ölçüde tarıma ilişkin kabul edileceği tartışmalıdır, bir kısmının ayrıntısı açık değildir. Dolayısıyla, “tarımsal destek” tanımına uygun kabul edilemezler.

Bütçe açıkları nereden?

Bir başka sorun da şu: 2023’te bütçe açığının 659,4 milyar TL’ye yani GSYH’nın %3,5 oranında bir büyüklüğe ulaşması öngörülmektedir. Başka deyişle, 2023 bütçe teklifi daha başlangıçta bütçe giderlerinin %14,8’ine ulaşan bir açık öngörüsünü içermektedir.  Bu, son zamanların en olumsuz bütçe dengelerinden birini oluşturan 2022 bütçesi koşullarının 2023’te de tekrar etmesinin beklendiğine işaret etmektedir. Peki salt seçim ekonomisi uygulamaları nedeniyle mi? Buna birazdan değineceğiz.

Henüz tamamlanmamış olan 2022 yılının bütçe açıkları meselesi ayrı bir muammadır: 2022’de ilk iki çeyrekte 93,5 milyar TL olumlu bakiye (artık) veren bütçe, üçüncü çeyrekte 139 milyar liralık açık vermiş ve böylece toplamda İlk 9 ayın dengesi yalnızca 45,5 milyar TL olumsuz bakiye ile sonuçlanmıştı. Peki içinde bulunduğumuz 2022 bütçesi yıl sonu için öngörülen 461,2 milyar açık düzeyine nasıl ulaşacaktır? Üçüncü çeyrekte bütçenin ciddi açık verdiğine, hatta bunun sadece Eylül ayında 78,6 milyar TL düzeyine ulaştığına bakarak bunu “ulaşılabilir” bulabilir miyiz? Soruyu şöyle de sorabiliriz: 2022 yılının dördüncü çeyreğinde 415, 7 milyar TL’lik devasa bir açık (veya her ay üst üste ortalama 137 milyar TL düzeylerinde rekor açıklar) mümkün mü ve eğer mümkünse hangi nedenlere bağlı olacak?

Bir kere Türkiye’deki bütçe uygulamalarında öteden beri açık veren hesaplar yılın son aylarına (hatta son ayına) yığıldığı ve ödenek artıkları son aylarda kullanıldığı için, Aralık sonu görülmeden bütçe dengesi pek anlaşılamaz. Ama bu defa bu alışıldık rutinin çok dışına çıkıldığı görülmektedir. Muhtemel nedenleri sıralayalım:

(i) Gizlenen kamu açıkları bu yıl geleneksel olanın çok ötesindedir. Bunun bir nedeni de enflasyonun bütçe öngörülerinin çok üzerine çıkmış olmasıdır. Bunun etkisi, gelirler üzerinde olumlu ama giderler üzerinde olumsuzdur. Olumsuz taraf ağır basmaktadır. Ek bütçe bunu telafi edememiş, yıl bitmeden aşılmıştır.

(ii) Kamunun iç ve dış borç yükü olağanüstü artmıştır. Yukarıda gösterdik, bütçe üzerine yıkılan faiz giderleri de buna bağlı olarak çok yükselmiştir. İç borçların üçte birinin bile dövize endeksli borçlanmaya dönüşmesi nedeniyle, kur artışlarına bağlı olarak hem anapara hem de faiz borcu yükselmektedir. Yılın ilk dokuz ayında faiz ödeneğinin 207 milyar TL’si kullanıldığına göre, eğer yıl sonu hedefi aşılmazsa, son üç aya en azından 123 milyarlık TL’lik bir ilave (ek) faiz gideri sığdırmak gerekecektir.

(iii) Kur Korumalı Mevduat (KKM) üzerinden bütçeye gelen yük, Mart-Eylül döneminde 84,9 milyar TL olmuştur. (Buna vazgeçilen vergi gelirleri dahil değildir. TCMB’nin üstlendiği yüklerin dolaylı olarak Hazine’ye yansıması da hesap dışıdır). Yılın son üç ayında KKM üzerinden doğrudan bütçeye gelecek yükün şimdiye kadar gerçekleşmiş olanın 2-2,5 katına çıkması olasılığı bulunmaktadır.

(iv) KÖİ üzerinden gelen ve kur farklarıyla şişen garanti ödemelerin, bu amaçla bütçeye konulan ödeneklerin çok üzerine çıkması beklenmelidir.

(v) KİT açıkları 2022’de 430 milyar TL ile rekor kırarak aynı yılın bütçe açıklarına yakın bir düzeye tırmanmıştır. Bunun Hazine’ye / bütçeye yansımaları olmaktadır.

Seçim ekonomisinin payı nedir?

2022 ve 2023’te bütçe açıklarının devasa boyutlara ulaşmasının nedenleri arasında seçim ekonomisi uygulamalarını saymadık. Bu, bu tür uygulamalarının hiç etkisi olmadığı anlamında değildir. Kaldı ki yukarıda sayılan dengesizlik kaynaklarının bir bölümünde iktidarın kimi genişletici maliye politikalarının rolü de vardır: Bütçe kısıtlarını aşmak için iç borçlanmaya yüklenme, kimi zamları erteleyerek KİT zararlarını artırma (BOTAŞ, vd.), son olarak Hazine-Halkbank ortaklığıyla esnafa 100 milyar TL’lik bir kredi pompalamasını başlatma gibi. Hatta, biraz zorlamayla, KKM’nin de seçimlere kadar kuru tutmak için icat edilmiş bir zarar kalemi olduğu ileri sürülebilir. Asgari ücretin beklenenin dışında iki kez artışı da bununla ilişkilendirilebilir ama bu yaklaşım, enflasyonun bozucu etkileri karşısında işçi tabanından yükselen tepkileri değersizleştirmek gibi sonuca götürür. Kaldı ki, asgari ücret artışı daha çok özel sektörü ilgilendirir ve TÜFE’nin manipülasyonuyla kamuda ve özelde reel ücretlerin baskılandığı unutulmamalıdır.

Bütün bunlara rağmen (karşın), Türkiye’de bütçe olanaklarının giderek daraldığını ve TCMB banknot matbaasının para basma kapasitesinin sınırsız olmadığını hatırda tutmakta yarar vardır. İktidarın seçmene ulaşmak için kullandığı doğrudan bütçe harcamaları çok semboliktir. Herkese dokunmak için çıkarılan bazı uygulamaların bütçesi son derece küçüktür. Örneğin son olarak çıkarılan SYDTF’den dul kadınlara yardım, üç çocuğu olanlarla sınırlı olduğu için, tam da buna iyi bir örnektir. Bu amaçla harcanması planlanan 607 milyon TL, 2022’deki 4,5 trilyonluk bir bütçe büyüklüğünün bindelik kesirlerine bile girmez! Sosyal konut projesi için TOKİ’ye aktarılmak üzere bütçeye konulan 10 milyar TL’lik ödenek bile binde iki dolayındadır.

Sonuç olarak; İktidarın ekonomiye müdahale kapasitesini abartmamak gerekir. Türkiye, ekonomi yönetiminin doğrudan sorumluluğu altında, bir kamu maliyesi krizine doğru koşar adım ilerlemektedir ve bu koşullarda bütçe kısıtları iktidarın ayak bağıdır. Muhalefet, iktidarın “seçim ekonomisi” bağlamında şapkadan hangi tavşanları çıkaracağı kaygısına kapılmadan, kendisinin gerçekten alternatif  (seçenek) olabilecek programı üzerinden sahaya çıkabilirse, bu koşullarda farkı açmaması mümkün (olanaklı) değildir. Ama yapabilecek mi? Yapabilir mi?

Düzen değişecek mi?

Örsan K. Öymen
Örsan K. Öymen
24 Ekim 2022, Cumhuriyet

 

Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşunun 99. yıldönümü yaklaşırken, köktendinci ve laiklik karşıtı karşıdevrim sürecini temsil eden AKP’nin yöneticileri de Cumhuriyet devrimlerini hedef almaya başladılar.

AKP Grup Başkan Vekili Mahir Ünal, geçtiğimiz hafta yaptığı açıklamada, kendi hayal âlemindeki yalanları, tarihsel ve kültürel analiz gibi sundu!

Mahir Ünal, “Cumhuriyet, bizim lügatimizi, alfabemizi, dilimizi, hasılı bütün düşünme setlerimizi yok etmiştir.” diyerek, ümmetçilerden ve neo-Osmanlıcılardan, kategorik olarak vatansever insanların çıkamayacağını bir kere daha kanıtladı!

Osmanlı İmparatorluğu döneminde, Türkçenin ve alfabenin, Arapçanın ve Farsçanın etkisi altına girdiğini; Osmanlı’da nüfusun yaklaşık %90’ının okuma ve yazma bilmediğini; Osmanlı’da felsefe ve bilim alanlarında hiçbir özgün ve devrimci çalışmanın gerçekleştirilmediğini görmezden gelerek cehaletini ortaya koyan Mahir Ünal, vicdan ve insaf duygusundan da yoksun olduğunu göstermiş oldu.

Türkiye Cumhuriyeti’nin dilini, lügatını, alfabesini ve düşünce setini yok etmeye çalışan

  • AKP zihniyeti, Türkiye’nin bölünmesine, parçalanmasına ve emperyalizme hizmet etmektedir!

***
Türkiye böyle bir kuşatma altındayken CHP yönetiminin karşıdevrim sürecinin değirmenine su taşıması, kabul edilebilir bir durum değildir.

CHP’nin laiklik konusunda verdiği tavizleri, seçim kazanma stratejisinin arkasına sığınarak savunmak da olanaklı değildir.

Birincisi, gerçek lider, sosyolojik koşullara göre siyaset belirleyen kişi değil, sosyolojik koşulları değiştirmeyi başaran kişidir. Siyasetin popülizm olduğunu sanan, popülizm ile halkçılık arasındaki farkın ne olduğunu bilmeyen insanlar, lider de olamazlar, siyasetçi de olamazlar.

İkincisi, siyasi parti liderleri, yöneticileri ve üyeleri, Siyasi Partiler Yasası’nın gereği, üyesi oldukları partinin programına ve tüzüğüne bağlı kalmakla yükümlüdürler. Hukuk devletini savunanların, kendi iç hukuklarını ihlal etmeleri, büyük bir çelişkidir.

“CHP bir kitle partisidir, bu partide farklı düşünceler olabilir.” safsatası, Siyasi Partiler Yasası’na da CHP’nin kurultay tarafından onaylanmış Parti programına ve Parti tüzüğüne de aykırıdır.

Siyasi partiler, Batı’da “think-tank” olarak da bilinen düşünce merkezleri veya akademik tartışma platformları değildir. Siyasi partilerin ilkeleri, ideolojisi ve politikaları, kurultay delegeleri tarafından belirlenir.

“Kitle partisi olmak” demek, kurultay tarafından belirlenen ilkelerden, ideolojiden ve politikalardan taviz (ödün) vermek anlamına gelmez. Siyasi partiler kendi programlarına, ilkelerine, ideolojilerine, politikalarına sahip çıkarak ve bunları halka etkili bir biçimde anlatarak da kitlelere ulaşabilirler ve iktidar olabilirler.

Üçüncüsü, CHP geçmişte, kendi programına, ilkelerine, ideolojisine, politikalarına sahip çıkarak bugün aldığı oydan çok daha yüksek oy oranlarına ulaşmıştır; başka bir deyişle kitlelere ulaşmıştır.

İsmet İnönü’nün CHP genel başkanı olduğu 1957 seçimlerinde CHP %41, Bülent Ecevit’in CHP genel başkanı olduğu 1973 seçimlerinde CHP %33, yine Ecevit’in CHP genel başkanı olduğu 1977 seçimlerinde CHP % 41 oy almıştır.

Dördüncüsü,

CHP yönetiminin sağa açılma ve laiklikten vazgeçme stratejisi,
oy oranlarında hiçbir artış sağlamamaktadır.

CHP yönetimi, Kemal Kılıçdaroğlu 2010 yılında genel başkan seçildiğinden beri laiklik konusunda taviz vermiştir ve CHP 2011 seçimlerinde % 26, 2015 seçimlerinde %25, 2018 seçimlerinde %22 oy almıştır.

Son yıllarda ve aylarda yapılan tüm araştırmalarda da CHP’nin oyu %23-28 arasında bir yere çakılıp kalmıştır! Başka bir deyişle,

  • Laiklikten vazgeçmenin CHP’ye oy kazandırmadığı kanıtlanmıştır!

***
Buna rağmen (karşın) CHP yönetiminin laiklik konusunda taviz vermekte ısrar etmesi ve kendi tabanıyla inatlaşması, iç dinamiklerle değil, makro boyuttaki emperyalist bir mekanizmanın Türkiye’de oynadığı oyunlarla ve bu oyunda yer alan oyuncularla açıklanabilir!

CHP, bu şekilde siyaset yapmaya devam ederse sahip olduğu %25 oyu da kaybedecektir!

CHP, iktidar değiştiğinde, düzenin de değişeceğini kanıtlamalıdır.

Teokratik bir düzende güçlü bir parlamenter sistemin var olamayacağı tartışılmaz bir gerçektir.