Etiket arşivi: Ruşen Eşref Ünaydın

DİL DERNEĞİ; HARF DEVRİMİ’NİN 94. YILI

Dil Derneği'nden kamuoyuna: Dilimizi de çalıyorlar! | Bilim ve Gelecek

HARF DEVRİMİNİN 94. YILI KUTLANIYOR,
EMİN ÖZDEMİR ÖDÜLÜ VERİLEMİYOR

1 Kasım 1928’de yapılan Harf Devrimi,
Türkçe üzerindeki boyunduruğu kaldırmak için atılan güçlü bir adımdır.

Harf Devriminin 94. yılını kutluyoruz.

Laik cumhuriyetimiz 1923’te kurulmuş ve tam 5 yıl Arap abecesini kullanmıştı.

94 yıl önce Arapça-Farsçanın boyunduruğu altındaki yapay dil Osmanlıca Arap abecesiyle yazılıyordu. Arap abecesi öğrenilmesi, kullanılması zor, içinde Türkçe’nin seslerini yansıtan tek bir harf olmayan, üstelik dinsel anlam yüklenen, halkın inançlarının kullanılmasına yol açan bir dizgeydi. Mustafa Kemal’in öncülüğünde yapılan Harf Devrimi, yazıyı araç yaparak halkın inancını kullanma yolunu sonsuza dek kapatmıştır.

  • Atatürk’le, devrimlerle hesaplaşmanın temelinde yatan da budur.

Harf Devrimiyle Türkçe’nin olanaklarını görme ve kullanma bilincimizi güçlendiren Mustafa Kemal Atatürk’ü; Atatürk’ün öncülüğünde devrime emek veren Emin Erişirgil, İhsan Sungu, Fazıl Ahmet Aykaç, Ragıp Hulusi Özden, Ahmet Cevat Emre, İbrahim Grandi Grantay, Falih Rıfkı Atay, Ruşen Eşref Ünaydın ve Yakup Kadri Karaosmanoğlu’nu saygıyla anıyoruz.

1 Eylül 2017’de yitirdiğimiz Harf ve Dil Devrimlerinin ödünsüz savunucusu olan Emin Özdemir’i dilci, yazıncı ve devrimci kişiliğiyle yaşatmak; düşüncesini, yapıtlarını gelecek kuşaklara aktarmak; dil duyarlığını, dil ve yazın öğretimine getirdiği çağdaş anlayışı unutturmamak amacıyla Özdemir Ailesi ile Dil Derneği’nce düzenlenen

  • “Dil Derneği Emin Özdemir Ödülü”

her yıl Harf Devrimi‘nin yıldönümünde bir gazeteciye sunuluyordu.
Fikret Bila, Faruk Bildirici, Nursun Erel, Prof. Dr. Korkmaz Alemdar ile (aile adına) Prof. Dr. Özlem Özdemir Kumbasar’dan oluşan seçici kurulumuz ve ödülün koşulları duyurulmuştu. 2022’de de ödül bir “gazeteci” kitabına sunulacaktı; ödüle beş yapıt aday oldu; aday yapıtlar uzun süre duyurulan koşullara uymadığından,

  • Bu yıl Dil Derneği Emin Özdemir Ödülü verilemiyor.

Kuşkusuz bu ödül de öteki ödüllerimiz gibi Emin Özdemir’in anısıyla birlikte yaşatılacaktır.

Dil Derneği ile Çankaya Belediyesinin ortak etkinliğinde

  • 1 Kasım 2022 Salı günü, saat 18.00’de
  • Doğan Taşdelen Çağdaş Sanatlar Merkezinde Harf Devriminin 94’üncü yılı kutlanacak;
  • törende pek çok cumhuriyetçi genç ve gazeteci yetiştiren Emin Özdemir anılacak.
  • Türkçenin ödünsüz savaşımcısı, görkemli Dilci-Yazar Emin Özdemir’i
    özlemle anıyoruz.

Töreni Ali Nihat Yavşan sunacak. Dil Derneği Başkanı Sevgi Özel, Çankaya Belediye Başkanı Alper TAŞDELEN, Prof. Dr. Özlem Özdemir Kumbasar ile Gazeteci Işık Kansu Emin Özdemir’i anlatacak.

Değerli Sanatçı Zeynep Karababa, Ali Ekber Ergün’ün bağlaması, Ceren Tercanlı’nın gitarı eşliğinde türküler söyleyecek.

Bütün dilseverler törene çağrılıdır.

****
HARF DEVRİMİNİN 94. YILI VE
DİL DERNEĞİ EMİN ÖZDEMİR ÖDÜLÜ

Sunan: Ali Nihat YAVŞAN
Konuşmalar:
Sevgi ÖZEL – Dünyayı Şaşırtan Devrim
Alper TAŞDELEN, Çankaya Belediye Başkanı
Prof. Dr. Özlem ÖZDEMİR KUMBASAR – Babam Emin Özdemir
Işık KANSU, Cumhuriyet Gazetesi yazarı
*
Dinleti: Türküleriyle Zeynep KARABABA
Bağlama Ali Ekber ERGÜN
Gitar Ceren TERCANLI
*
Ağırlama
*

1 Kasım 2022 Salı -18.00-20.00
Çankaya Belediyesi Doğan Taşdelen Çağdaş Sanatlar Merkezi

Sinan Meydan : Umudun fotoğrafı

Umudun fotoğrafı

Sinan MEYDAN
SÖZCÜ, 1 Mayıs 2017 

“Bu resme bugüne kadar gelen giden bakmaktadır. Ve nicesi, onun o mucizeli sözlerini –bir kutsal pınardan kendi ruhunun kabına abı hayat doldurur gibi- kâğıdına, defterine alıp gitmektedir.” (Ruşen Eşref Ünaydın, Atatürk’ü Özleyiş, I, s.35) 

24 Mart 1918, Pazar,
Beşiktaş Akaretler’deki 76 numaralı ev;
Anafartalar Kahramanı Mustafa Kemal Paşanın evi…
Gazeteci Ruşen Eşref (Ünaydın) o evin kapısından girmek üzere…
Ruşen Eşref heyecanlı! İlk kez böyle bir röportaj yapacak.
Röportaj başlarken evde gördüğü manzara şu:
“Cumba tavanlarına ve pencere kenarlarına varıncaya kadar kanepeleri bile halılar, seccadeler ve kilimler altında koyulaşmış bu çok gölgeli geniş odada Mustafa Kemal Paşa’nın siması Rambrand vari bir tabloyu andırıyordu. Genç bir simada bu kadar engin bir mana gördüğümü hatırlamıyorum: Işıklarla gölgelerin dalgaları arasında kararlılık, tevekkül, tevazu, vakar, yumuşak huyluluk, sertlik, temizlik, zekâ… Bütün bu zıt şeylerin toplandığı sarışın ve gayet sevimli bir yüz…”
Ruşen Eşref Bey’in anlatımıyla Atatürk’ün üzerinde “sivil lacivert bir elbise”, elinde “doksandokuzlu bir Necef tespihi” vardır. (Bu arada, Atatürk‘ün lacivert elbise giymediği koca bir yalandır).
Atatürk, Ruşen Eşref Bey’e önce bir sigara ikram eder, sonra küçük masanın üstündeki çıngırağı iki kere çevirir, derhal kapının önünde mahmuzlarını birbirine vuran şık bir nefer belirir.
“Çocuğum bize iki kahve, sobanın da ateşine bakın” der.
Böylece 3 gün devam edecek röportaj başlar. (24-27 Mart)
Ruşen Eşref şöyle diyor:
“Ve kimi yerde, kimi yazıhanenin üzerinde, kimi köşede buzcamlı koyu renk dolapta, kimi İngilizlerden ele geçirilme koca bir makineli tüfek önündeki koyu renkli çini sobanın üzerinde bulunan defterlerden, yazılardan süzülen Çanakkale menkıbesinin özetini, bu sabırlı ve temkinli kumandandan 3 gün ve her mülâkat 12 saatten aşağı sürmemek şartıyla, 3 gün dinledim.”
Atatürk’ün Çanakkale Savaşları’nın önemli ayrıntılarını Ruşen Eşref Bey’e anlattığı bu röportaj aynı yıl “Yeni Mecmua”nın Çanakkale Özel Sayısı’nda “Anafartalar Kumandanı Mustafa Kemal İle Mülakat” başlığıyla yayımlanır.
O röportajla başlayan Atatürk, Ruşen Eşref dostluğu devam edecektir.

UMUDUN FOTOĞRAFI

Ruşen Eşref’in, 24 Mart 1918 tarihli bu röportajından tam 2 ay sonra, 24 Mayıs 1918’de, Atatürk, Ruşen Eşref Bey’e bir imzalı fotoğrafını hediye edecektir.

a1

Ancak bu sıradan bir imzalı fotoğraf değildir; bu, üzerindeki kısa notta ülkenin aydınlık geleceğinden söz edilen şaşırtıcı ve özel bir fotoğraftır. Fotoğraf gerçekten de şaşırtıcı ve özeldir, çünkü o günler hiç de aydınlık bir geleceğe gebe görünmemektedir. Tam tersine her yer kap karanlıktır: 1911-1918 arasında tam 7 yıldır savaşan; Balkan bozgununu, Sarıkamış felaketini, Kanal hezimetini yaşamış, Yemen’den Galiçya’ya yüz binlerce kilometre kareyi çocuklarının kanlarıyla sulamış, varını yoğunu kaybetmiş; yoksul, hastalıklı, çaresiz bir millet, büyük bir endişeyle I. Dünya Savaşı’nın sonucunu beklemektedir. O günlerde I. Dünya Savaşı bitmek üzeredir. Osmanlı büyük bir bozgunun eşiğindedir. Nitekim Atatürk’ün Ruşen Eşref Bey’e o imzalı fotoğrafı vermesinden 5 ay sonra, 30 Ekim 1918’de imzalanacak Mondros Ateşkes Antlaşmasıyla büyük bozgun gerçekleşecektir.
1918 yılı itibarıyla geriye Çanakkale Zaferi’nin onurundan, gururundan başka hiçbir şey kalmayacaktır. İşte o kara günlerde Atatürk, gazeteci Ruşen Eşref Bey’e imzalayıp hediye ettiği o güzel fotoğrafının bir kenarına aynen şu satırları yazmıştır:

  • “HER ŞEYE RAĞMEN MUHAKKAK BİR NURA (AYDINLIĞA) DOĞRU YÜRÜMEKTEYİZ. BENDE BU İMANI YAŞATAN KUVVET, YALNIZ AZİZ MEMLEKET VE MİLLETİM HAKKINDAKİ PAYANSIZ MUHABBETİM (SONSUZ SEVGİM) DEĞİL, BUGÜNÜN KARANLIKLARI, AHLAKSIZLIKLARI, ŞARLATANLIKLARI İÇİNDE SIRF VATAN VE HAKİKAT AŞKIYLA ZİYA (IŞIK) SERPMEYE VE ARAMAYA ÇALIŞAN BİR GENÇLİK GÖRMEMDİR.” (R. E. Ünaydın, Atatürk’ü Özleyiş, I, Kasım 1998, s. 5,6.)

    O sırada Atatürk’ün Samsun’a çıkmasına daha 1 yıl, TBMM’yi toplamasına 2 yıl, Büyük Taarruz’u kazanmasına 4 yıl vardır. Bu, tek kelimeyle “umudun fotoğrafı”dır.
    Ne diyor Atatürk? “Her şeye rağmen” kesinlikle “bir aydınlığa doğru yürümekten” söz ediyor. Bu düşüncesinin iki kaynağı olduğunu açıklıyor:

    1. Millete olan sonsuz sevgisi ve güveni,
    2. Vatan ve gerçek aşkıyla hareket eden bir gençlik görmesi.

    Yokluğun, yoksulluğun, geri kalmışlığın kol gezdiği, mağlubiyetlerin acısının olanca şiddetiyle hissedildiği, yeni felaketlere gebe o umutsuz günlerde Atatürk, bir fotoğrafını adeta “umudun fotoğrafı”na dönüştürmüştür.

UMUDUN KİTABI

Bakın Kurtuluş Savaşı mucizesine; bu topraklarda umudun fotoğrafının Atatürk olduğunu göreceksiniz. 1919’da Samsun’a çıkarken ona;
“Ordu yok!” dediler; “kurulur” dedi.
“Para yok!” dediler; “bulunur” dedi.
“Düşman çok” dediler; “yenilir” dedi.
Ve gün geldi, bütün bu dedikleri oldu. Nasıl mı oldu? Bakın Nutuk’a…
Atatürk’ün 1927’de kaleme aldığı ve aynı yıl okuduğu Nutuk da aslında “umudun kitabı”dır. Atatürk Nutuk’ta en umutsuz koşullarda nasıl yoktan bir ülke kurduğunu anlatmıştır. Nasıl her türlü zorluğa inançla, azimle, akılla karşı koyduğunu belgelemiştir. Nasıl umutsuzluğu umuda dönüştürdüğünü göstermiştir.

a2

İlginçtir! 1918’de Ruşen Eşref Bey’e verdiği imzalı fotoğrafında umudunun kaynağının özellikle gençlik olduğunu belirten Atatürk, 9 yıl sonra, 1927’de kaleme alıp okuduğu Nutuk’ta da Türkiye Cumhuriyeti’ni gençliğe emanet etmiştir. 

ATATÜRK UMUTTUR

Bu topraklarda herkesin umutsuz olmaya hakkı vardır. Ancak “Ben Atatürkçüyüm”, “Ben Kemalistim” “Ben Atatürk’ün izinden gidiyorum”, “Ben Atatürk’ü anlıyorum” diyenlerin umutsuz olmaya hakkı yoktur. Atatürk, bu millete en zor koşullarda bile umutsuz olmamayı öğretmiştir. Atatürk, bu millete en umutsuz zamanlarda kurtuluşu gösteren akıldır, iradedir. Bir gün çocuklarınız size Atatürk nedir? Atatürk kimdir? diye soracak olursa, ki mutlaka soracaktır; önce Atatürk’ün 24 Mayıs 1918’de Ruşen Eşref Bey’e imzalayıp verdiği bu fotoğrafı gösterin, sonra Atatürk’ün bu fotoğrafının kenarına yazdıklarını okuyun. Sonra da “Atatürk umuttur” deyin.
Üstelik yalnızca bizim, Türk Milleti’nin değil, emperyalizmin, bağnazlığın ve
geri kalmışlığın pençesine düş(ürül)müş tüm mazlum milletlerin umudu hâlâ Atatürk’tür. Umuda sarılmanın tam zamanıdır.
 

ATATÜRK’ÜN HİÇ BİTMEYEN UMUDU

Atatürk’ün hiç bitmeyin umudunun ardında hiç bitmeyen bir çaba, hiç bitmeyen bir azim, hiç bitmeyen bir irade vardır. Örneğin,
O “umut fotoğrafı”nı imzaladıktan bir gün sonra, 25 Mayıs’ta, böbrek rahatsızlığını tedavi ettirmek için Viyana Karlsbad’a gitti. 2 Ağustos’ta İstanbul’a döndü.
7 Ağustos’ta, 7. Ordu Komutanı olarak Suriye-Filistin’e ikinci kez atandı.
28 Ağustos’ta Nablus’a gidip komutayı aldı. 19 Eylül’de General Allenby komutasındaki İngiliz Ordusu, Filistin-Suriye cephesine saldırdı. 26 Ekim’de Atatürk, İngiliz-Arap kuvvetlerini Halep’in kuzeyinde durdurdu. Kendi ifadesiyle, orada“Türk süngüleriyle bir sınır” çizdi.
30 Ekim’de Osmanlı, Mondros’u imzalayıp savaştan çekildi.
31 Ekim’de Liman Von Sanders’in yerine Yıldırım Orduları Komutanlığı’na getirildi.
1 Kasım’da Adana’ya gelerek Yıldırım Orduları Komutanlığı’nı devraldı
1 Kasım-10 Kasım arasında Adana’da Kurtuluş Savaşı’nın ilk hazırlıklarını yaptı.
Osmanlı umudu tüketip teslim oldu, ama Atatürk asla teslim olmadı.
Şartlar ne kadar kötü olursa olsun Atatürk hiç vazgeçmedi, hep kazanacağına inanarak savaştı, asla umudunu yitirmedi.
Kurtuluş Savaşı, işte bu hiç bitmeyen umudun eseridir.

RUŞEN EŞREF BEY ANLATIYOR

Atatürk, Ruşen Eşref Bey’e imzalayıp verdiği fotoğrafını yıllar sonra gördüğünde çok duygulanmış, yazdıklarını bir kere daha okuyup beğenmiş ve o kenar yazısının Hâkimiyeti Milliye’de yayımlanmasını istemişti.

a3

Ayrıntıları Ruşen Eşref Bey’den dinleyelim:
“Bana imzalayıp verdikten yıllarca sonra kendisi bu resmi Çankaya’daki evimizde tekrar gördü, yazdığını okudu; duygulandı. Onu, birlikte misafir geldikleri ve bize şeref verdikleri İnönü’ye de okuttu. Ve bana dedi ki:
‘İyi yazmışım… Bunu yarın Hâkimiyet-i Milliye’de bastırt.’
Bütün Türklerin en bahtiyarlarından biriymişim ki ondan bana böyle bir lütuf nasip oldu… Resmin de yazıların da manasına çoktan hayrandım. Anlıyordum ki o yüksek sözler sade bana kalamaz… Anlıyordum ki bu resmin üstüne yazdığı yazının ilk parçası milletimizin ezberine geçecek değerdedir. İnancın ve güvenin nasıl ta eskiden beri şuurunda yer etmiş bulunduğunu bildiren bir ışıktır bu… Eserin (Türk Devrimi‘nin) arifesini aydınlatıyor, eser sahibinin eşsiz özünü belirtiyor. Fakat sonu, şahsıma iltifatıydı.”
“Bu resme bugüne kadar gelen, giden bakmaktadır. Ve nicesi, onun o mucizeli sözlerini –bir kutsal pınardan kendi ruhunun kabına abı hayat doldurur gibi- kâğıdına, defterine alıp gitmektedir. Resmi bundan iki yıl önce (1937) Türk Tarih Kurumu, Dolmabahçe Sarayı’ndaki sergisinde gösterilmek üzere benden istemişti. Bir müddet orada sergilediler.
Şimdi yabancı bir ilde (Atina) işte bu resimle karşı karşıyayım. Ve büyük adamın o akşam bana söylemiş olduklarını andıkça pişmanlığa, utanmaya varan bir kırıklık duyuyorum… O akşam genç ve dinç önderin hayat çağlar gönlünden gelen gelişigüzel bir arzu rüzgârı gibi esip geçivermiş o dilek, düşünebilir miydim ki, gün olup içime bir vasiyet gibi işleyecektir!” (Atatürk’ü Özleyiş, I, s. 34-36).
“Bu resim benim hayatımda bir tarihtir. O günden bu güne benliğimi, yaşayışımı kaplamış bir iradenin çağrısıdır.
Yalnız benim yaşayışımı mı? Milletiminkini de… Sadece onunkini de değil, Bu resim dünyanın Türkiye’ye görüşünü değiştirmiş kudretin tasviridir…” (Atatürk’ü Özleyiş, I, s.13,14)
Ruşen Eşref Bey, Atatürk’ün 1918’de imzalayıp kendisine hediye ettiği o fotoğraftaki “aydınlık gelecek” vurgusundan çok etkilenmişti. 1934’te Soyadı Kanunu çıktığında Atatürk ona “Ün-Aydın” soyadını verdi.
==========================================0

Teşekkürler değerli tarihçi – yazar Sinan Meydan‘a…
O’na yer veren SÖZCÜ Gazetesine de teşekkür ediyoruz…
ATATÜRK UMUTTUR ve umuda sarılmanın zamanıdır..
Türkiyemiz bu karanlık – lanetli yılları da mutlaka ama mutlaka aşacaktır..

Sevgi ve saygı ile. 03 Mayıs 2017, Ankara

Dr. Ahmet SALTIK
Ankara Üniv. Tıp Fak. – Mülkiyeliler Birliği Üyesi
www.ahmetsaltik.net     profsaltik@gmail.com

ATATÜRK’ÜN GÖZLERİNDEN ÇANAKKALE’YE BAKMAK…


Dostlar
,

Türkiyemiz ne yazık ki, AKP’nin apaçık diktatörleşen başkanınca
son derece tehlikeli serüvenlere sürüklenmek isteniyor..

Anketlerde oyların düştüğünü görmek AKP ve RTE’yi çılgına çeviriyor:

Çıtayı 1. Parti olmaya dek çektiler.. Ülke genelinde CHP’den kıl payı önde oy almaya razılar. Sonrası için mutlaka B, C, …….Z planları var. Çünkü iktidarda kalmaya mahkumlar. Öylesine yolsuzluğa, rüşvete, hırsızlığa, zorbalığa, masum insanların ölümlerine, yurt dışı kaçakçılık ve terör olaylarına… bin bir suça bulaştılar ki,
tek çare iktidara kalarak dokunulmazlık zırhı ile korunmak.. Gittiği yere dek..
Çete – mafya öyle geniş tabanlı ki, 318’e inen AKP grubu hala monoblok görünüyor!? Seçim sonrası için pozisyon alanlar ayrı elbette..

Twitter erişimi hala kapalı.. Başbakan gemileri yakmış..

  • “Twitter mwitter dinlemem.. dünya da umurumda değil”

buyuruyor ve birkaç saat içinde her nasılsa çok net olarak da anlaşılamayan, kamuoyuna örneği verilemeyen birtakım mahkeme kararları alınıyor ve
en azından sınırlı müdahale olanaklıyken milyonlarca insanın erişimi kesiliyor.

Gündem alt üst, çok hızlı ve de en önemlisi gü-düm-lü!

Biz bu hengamede, Çanakkale Şehitler Haftası kapanmadan konuya ilişkin olarak
çok önemsediğimiz bir yazıyı paylaşmak istiyoruz.

ATATÜRK’ÜN GÖZLERİNDEN ÇANAKKALE’YE BAKMAK…

Dikkatle okunması dileğiyle..
250 bine yakın şehit ve gazi avuç içi kadar Gelibolu yarımaadasında günümüzden
99 yıl önce gözlerini kırpmadan ölüme koşarken, herhalde bugün kimi soysuzların vatana ihanet kertesine varan alçaklıklarını hiç hesaba katmamışlardı..

Hiç kimse ve güç değilse bile bu şehit ve gazilerin azaba düşen aziz ruhları,
ülkemizi bu sefil duruma düşüren soysuzların yakasını bırakmayacaktır.

Sevgi ve saygı ile.
22 Mart 2014, Ankara

Dr. Ahmet Saltık
www.ahmetsaltik.net

========================================

ATATÜRK’ÜN GÖZLERİNDEN ÇANAKKALE’YE BAKMAK…
-Ne Türk Atatürk’süz ne de Atatürk Türk’süz anlam taşır!

 portresijpg

Prof. Dr. Kemal ARI

Buyruk şu:

  • “Ben size taarruzu değil, ölmeyi emrediyorum!”

Hemen soralım:

Hangi komutan kendi ordusuna bu buyruğu verebilir?
Ve hangi ulusun ordusu, böyle bir buyruğu kabul eder ve yerine getirir?

Yanıt net:

Böyle bir buyruğu, Mustafa Kemal Atatürk gibi tarihsel bir önder verebilir.
Ulus da Mustafa Kemal bir buyruk verdiğinde O’nun kesinlikle yerine getirilmesi gerektiğine inanır. Çünkü Ulus, O’nun yurtseverliğinden, yaptığı işin doğruluğundan;
bir buyruk verdiğinde buyruğun ucunda “ölüm” de olsa yerine getirilmesi gerektiğinden
o denli emindir ki; Türk Ulusu’nun yurtsever bireyleri bu buyruğu bir inanç gibi algılar ve
ölümüne yerine getirir.

Bu bağ, tarihsel bir önderle, o önderin önderlik ettiği toplumsal kesimler arasında, tarihin belli bir döneminde oluşmuş özel bir bağdır. Zaten, önderi “Karizmatik Önder” konumuna yükselten bu özel bağdır. Kavramın kuramcısı Max Weber, bu bağın önemine
ünlü yapıtında özellikle değinir…

İşte Mustafa Kemal Atatürk, o büyük diriliş destanında, yani Çanakkale Muharabelerinde kendi buyruğundaki askerlerine bu buyruğu verebilmişti. O, 19. Tümen Komutanı olarak yanında yetiştirdiği askerleri üzerinde o denli büyük bir etki kurabilmişti ki; düşmanın ilerlediği ve askerin cephane yokluğu nedeniyle çekildiği anda; cephaneleri olmadığından çekildiğini söyleyen askerlerine şu tarihi buyruğunu verebilmişti:

  • “Ben size taarruzu değil, ölmeyi emrediyorum.
    Biz ölünceye kadar geçecek zaman içinde yerimizi başka kuvvetler alabilir!…

Evet, işte Mustafa Kemal Atatürk buydu Çanakkale’de…

Bu gün 99. yıldönümünü kutladığımız; gelecek yıl da 100. yıl dönümünü kutlayacağımız
18 Mart Deniz Zaferi ile taçlanmış o büyük destanda onun yazgısında
hep etkisi olacak bu olağanüstü komutanlık ve önderlik özelliğini yaratabilmişti…

Mustafa Kemal Atatürk’ün gözlerinden Çanakkale’ye bakabilmek olanaklı mıdır?

O Çanakkale Savaşının içinde, o gün, bu büyük olay yaşanırken, olayın içinden olup bitenlere nasıl bakıyor ve değerlendiriyordu? Örneğin, Çanakkale Cephesinde ordu komutanı olan Liman Von Sanders Paşa, Türkiye’de Beş Yıl (Fünf Jahre in der Türkei) adlı ünlü anılarında ondan söz ederken; O’nun kendi üstlerini aşarak,
cesaretle ortaya koyduğu raporlarındaki görüşlerin, son derece doğru çıktığını anlatır.

Bugün kimileri, Mustafa Kemal Atatürk’ün adını hiç anmadan, artık vicdanlarına
nasıl yedirebiliyorlarsa, Çanakkale Belgeseli yapmayı ileri demokrasinin bir gereği olarak görebiliyor. Bu hafifsenecek davranışlar, gün gelir bir rüzgarın önündeki kuru yapraklar gibi dağılır ve gider. Buna hiç kuşku yok!

Ancak hemen belirtelim:

Mustafa Kemal Atatürk’ün Çanakkale gibi bir diriliş destanının içinden olaylara
nasıl baktığını üç ayrı kitaptan görüp anlamak olanaklıdır. Bu kitapların ikisi doğrudan
O’nun kendi kaleminden çıkmıştır. 3. kitap ise onunla yapılan uzun bir söyleşidir ve daha
o dönemde İstanbul’da tanınmış bir gazetede yayınlanmıştır. O’nun kaleminden çıkan kitapların adları;

Arıburnu Muharebeleri Raporu ve

Anafartalar Muharebatına Ait Tarihçe adını taşır.

Büyük dahi, daha o günlerde doğrudan gözlemlerini, tanıklıklarını, resmi raporları
dikkate alarak, bu iki kitabı kaleme almış ve bize Çanakkale’yi ve orada yaşananları
dipdiri görebileceğimiz eşsiz bir hazine bırakmıştır. 3. kitap ise; daha O cephede iken, dönemin ünlü gazetecilerinden Ruşen Eşref Ünaydın’ın cepheye giderek
O’nunla söyleşi yapmış; bu söyleşi O’nun çalıştığı gazetede yayınlanmış; sonra da yine Ruşen Eşref Bey tarafından,

Anafartalar Kahramanı Mustafa Kemal Paşa ile Mülakat

adıyla kitap olarak yayınlanmıştır…

Kendisi, kendi isteği üzerine Liman Paşa tarafından Anafartalar Grubu Kumandanlığı’na atanmış ve

– hasta haliyle,
dere diplerinden gelen insan ölülerinden çıkan yaz sıcağındaki ağır kokudan
  içi dışına çıkarak,
– kusarak;
– kör karanlıkta yolunu şaşırarak,
– düşman hatlarına yanaşarak;
– üzerine ateş edilmesi üzerine geri çekilmek zorunda kalarak;
– en sonunda Kemalyeri’ne gelmiş ve görevi üzerine almıştır.

Gece yarısı Mustafa Kemal Bey, Conkbayırı sırtlarında son anda tutunabilmiş birlikleri siperler içinde geziyor. Elinde bir kırbaç var. En öndeki hattın önünde ayağa kalkıyor ve üzerine doğru yağan düşman mermilerine hiç aldırmadan, sanki ölümle dans eder gibi Mehmetçiğe bir konuşma yapıyor.

  • “Askerler!” diyor.
  • “Elimdeki kırbacı görüyorsunuz. Bunu kaldırıp yere indirdiğimde siperlerimizden fırlayacağız ve süngülerimizi düşmanın göğsüne saplayacağız!”

Ruşen Eşref Bey’e bu olayı nasıl anlattığına bakar mısınız?

  • “Yalnız size Bombasırtı olayını anlatmadan geçemeyeceğim.
    Karşı siperler arasında uzaklığımız sekiz metre, yani ölüm muhakkak,
    muhakkak… 1. siperdekiler, hiçbiri kurtulmamacasına tümü düşüyor,
    ikincidekiler onların yerine gidiyor. Fakat ne kadar şayanı gıpta bir itidal ve tevekkülle biliyor musunuz? Öleni görüyor, üç dakikaya kadar öleceğini biliyor,
    hiç ufak bir fütur bile göstermiyor; sarsılmak yok! Okumak bilenler ellerinde
    Kuran-ı Kerim, cennete girmeye hazırlanıyorlar. Bilmeyenler kelime-i şahadet getirerek yürüyorlar. Bu, Türk askerlerindeki ruh kuvvetini gösteren şayanı hayret ve tebrik bir misaldir. Emin olmalısınız ki, Çanakkale muharebesini kazandıran, bu yüksek ruhtur!”

Evet, işte o ruh bu ruhtur…
Ey Ruhsuzlar!
Atatürk’ü önemsememek, O’nu küçümsemek ve O’nu milletinden koparmaya çalışmak ha!  Hayır, binlerce kez hayır!

  • Ne Türk Atatürk’süz ne de Atatürk Türk’süz anlam taşır…

Elbette anlayana…

Not            :

18 Mart Çanakkale Zaferinizi bütün kalbi duygularımla kutluyor,
bize bu büyük utkuyu kazandıran şehitlerimize ve gazi olarak o günlerden kalmış ve
artık hiçbir kişi kalmadan sonsuzluğa ulaşmış olan yurtseverlerimize şükran duygularımı belirtiyor; Yüce Milletime nice esenlik dolu bir gelecek diliyorum… (18.3.14)

ATATÜRK ve BİLGELİK


Dostlar
,

Sayın Aydemir Ceylan emekli validir.

Aydemir_Ceylan

 

 

 

 

 

Aşağıdaki kitapların yazarıdır :

Bir İhtilal Bir Darbe Arasında 20 Yıl..

Bulutların Üstü..

bulutlarin-ustu-bulutlarin-alti-aydemir-ceylan

Sayın Ceylan bu 2 kitabı ile “Bir Cumhuriyet Valisinin Anıları” nı tarihe mal etmiştir.
Yazmak, önemli bir aydın eylemidir ve de edimidir. Sorumluluk ve cesaret ister.

Google’dan adıyla tarattığımızda 6. sırada, sitemizde yer verdiğimiz aşağıdaki yazısını görüyoruz :

29 Ekim ve 10 Kasım sonrası… ASIL GÖREV ŞİMDİ BAŞLIYOR
(
http://ahmetsaltik.net/tag/aydemir-ceylan-emekli-vali/, 27.11.2012)

Kısa süreli Adana ve Amasya valiliklerinin ardından, yurtsever dik duruşu nedeniyle kızağa çekilerek Merkez Valiliği’ne alınmış ve yaklaşık 20 yıl, yaş haddinden emekli olana dek “bu dışlayıcı – pasif – yıkıcı” görevde tutulmuştur.

Sayın Ceylan, bu acı öyküyü ilk kitabında aktarmaktadır.

Belki de bu kadroda en uzun tutulan merkez valisidir!?

Sn. Ceylan, bu uygulamanın çok ağır bir psikolojik baskı olmasına karşın,
uzun yıllar örnek bir sabır, direnç ve olgunlukla karşı koyarak ruh ve beden sağlığını korumaya çabalamıştır.

Denebilir ki, bu 2 uzun “on yıl”, Sayın Ceylan’ı da Mustafa Kemal Paşa gibi bilgeleştirmiştir.

Öyle değil midir ki; “bilge”, “bilgelik” hakkında yetkin – derinlikli felsefi sorgulamalar yapabilmek sıradan insanlarca başarılabilir mi? Üstelik Yüce Atatürk’ün bilgeliği konusunu yetkinlikle işleyebilmek kolay mıdır?

Sn. Vali Ceylan ile ADD Genel Merkez Yönetiminde birlikte çalışma olanağımız oldu.

Genel Başkan Sn. Yekta Güngör Özden, yardımcıları ise demokrasi şehidi
Prof. Ahmet Taner KIŞLALI
ve Sn. Aydemir Ceylan idi.
Biz de Marmara Bölgesinden sorumlu Genel Yönetim Kurulu Üyesi idik.
Tüm gün, nitelikli mesaisini ADD’ye cömertce ve özveri ile harcardı.

Özellikle ADD Genel Merkez Dergisi O’nun sorumluluğunda, kendileri ATATÜRKÇÜ DÜŞÜNCE Dergisi Genel Yayın Yönetmeni iken, düzenli ve doyurucu olarak yayımlandı. Biz de o yıllarda yoğun olarak AYDINLANMA KONFERANSLARI veriyor ve saha izlenimlerimizi, konferans konuşma özetlerimizi makale olarak Dergide yayımlıyorduk. Arşivimizde, 1999’larda ADD Genel Merkez Dergisi’ne  makalelerimizi sunduğumuz yazışmalar bulunuyor Sayın Ceylan ile..  

Dostluklarını bizden eksik olmasınlar, hiç esirgemediler.

Son olarak 31 Temmuz 2013’te Dikili’deki “Lozan Paneli” nde görüştük.
Bizim de çağrılı konuşmacı olduğumuz oturuma teşrif etmişlerdi.. Özlemle kucaklaştık..

Aşağıdaki yazılarını bize göndermişlerdi, tevazu ile.. “Takdirimize sunmakta” idiler. Yanıtlamıştık hemen, “web sitemize koyacağız..” diye..

Kendisine şükranlarımızı sunuyoruz düşündüğü, yazdığı ve paylaştığı için..
Kronolojik yaşları 80’lere yaklaşırken, sağlıklı ve üretken uzun bir yaşam diliyoruz.

Sevgi ve saygı ile.
01.10.13, Ankara

Dr. Ahmet SALTIK
www.ahmetsaltik.net

=====================================

ATATÜRK BİLGE KİŞİ MİDİR EVET, PEKİ NEDEN?

Aydemir CEYLAN
Em. Vali
Eski ADD Genel Başkan Yrd.

29 Eylül 2013 günü Bergama’da yapılan Atatürkçü Düşünce Derneği
eşgüdüm toplantısındaki konuşmamda özetle şu vurgulamayı yaptım:

“Mustafa Kemal, başında bulunduğu tüm savaşların, özellikle Çanakkale ve Dumlupınar meydan savaşlarının muzaffer komutanıdır. Mustafa Kemal ATATÜRK aynı zamanda, Osmanlının külleri üzerinde yepyeni bir devletin, Türkiye Cumhuriyeti’nin temellerini atan, yalnız ulusunun değil tüm dünyanın hayranlıkla izlediği inanılmaz devrimleri gerçekleştiren büyük bir önder ve devlet adamıdır. Gözleri, kulakları, beyni ve vicdanları mühürlü olanlar dışında herkes böyle bilir, böyle söyler. Ancak; bu niteliklerinin söz konusu edildiği yazı ve konuşmalarda O’nun bana göre çok daha önemli olan bir başka özelliğinden, bilge kişiliğinden yeterince söz edilmez. O nedenle; böylesine toplantılarda olasıdır ki ilk kez, Atatürk’ün tüm nitelikleri yanında, dahası BİLGE VE BİLGELİĞİN TÜM GEREKLERİNİ YERİNE GETİREN, SERGİLEYEN İNSAN olduğuna da dikkatlerinizi çekmek istiyorum.

Kendi dağarcığımdan bilgilerle, bir başlangıç olmak üzere bir yazı yazma çabası içinde olacağım. Dileğim; siz saygın ve seçkin arkadaşlarımın ve özellikle ADD Genel Merkezindeki bilim ve danışma kurullarımızın da bu konuda kapsamlı bir düşün – düşündürme ve toplumla paylaşma çabası içinde olmalarıdır. Bunun, Atatürk’ü ve öğretilerini daha derinden kavrama ve özümsememize, topluma daha sağlıklı biçimde kilitlenmemize getireceği yararları saymaya gerek duymuyorum. Şöyle bir yararı da olacaktır:

Geçmişten günümüze bildiğiniz ve yaşadığınız gibi; Atatürk’ü ve devrimlerini giderek yozlaştırmak, anlamsız hale getirmek bir yana, gönüllerimizde yaşayan sevgisini,
aziz hatırasını da küllemek, yok etmek isteyen kimi yönetenler, sözde aydınlar ve de kıskananlar hep oldu, olacaktır. Bunlara çanak tutan ya da kayıtsız, sessiz kalan kimilerin de vebali diğerlerinden farklı değildir! Kimi, günübirlik yaşayıp yaşamdan ayrıldı, kimi köşesine çekildi, çekilecek! “Hafıza-i beşer nisyan ile maluldür” deyişi onlar için de geçerli, unutulacaklar! Zira; yadsıdıkları, kayıtsız kaldıkları, için için kıskandıkları Atatürk gibi bilge bir kişiliğe sahip devlet adamı, aydın değildiler. Kaçının bırakınız insanlığa, ülkemizin, bizlerin geleceğimize ışık tutan, yol gösteren, çağdaş uygarlığa bilimi, sanatı, kültürü temel alarak barış içinde ulaşmamızı öğütleyen bilgece bir sözü var, kaçı NUTUK gibi bir başyapıtı ülkesine armağan etmiş, bilen varsa beri gelsin! Kaçı; Atatürk’ün 100. Doğum yıldönümü nedeniyle UNESCO Genel Kurulunda alınan karardan haberi vardır?”

Bunları söylemiştim Bergama ADD eşgüdüm toplantısında.

ÖYLEYSE
ATATÜRK BİLGE KİŞİ MİDİR EVET, PEKİ NEDEN?

Evet, ATATÜRK yalnız bir muzaffer kumandan, bir büyük devlet adamı değil,
aynı zamanda insanlığa ve içinde yaşadığı topluma önderlik etmiş bilge bir kişidir.
Neden bilgedir sorusunu, bilge kimdir sorusuyla yanıtlamaya çalışalım:

Zekâ, seziş kudreti, yaratıcılık gibi doğuştan gelen özellikleriyle, hep sorarak, sorularıyla varoluşun nedenlerini, erdemliliği gerçek bilginin kaynaklarını inerek araştıran, öğrenen, bunları aklı ve vicdanıyla yoğurarak özümseyen kişi bilge insandır desek çoğu kişinin itirazı olmayacaktır ancak; bu kısa açıklama bilge insanı tanımlamaya yeterli midir,
elbette hayır.

Olsa olsa aydın bir kişide olması gereken kimi niteliklere değinmiş oluruz. Her toplumda olduğu gibi ülkemizde de bu nitelikte insanlarımız yeterince vardır ancak; bilge kişi ile aydın kişi arasındaki ince çizgiyi görmeden her aydını bilge kişi sanma yanlışlığına da düşmemek gerekir.

Eğer bilgiye, ahlaki değerlere dayalı birikimlerinizi, deneyimlerinizi, eğilip, bükülmeden, kendinizi öne çıkarmadan ve kimseyi ötekileştirmeden toplumun ve insanlığın yararına sunamıyor, dahası; karşılaşacağınız engellerde elinizi taşın altına koyup, bedel ödemeye hazır değilseniz, Bilge değil ama aydın kişi sıfatıyla yaşamak da niye yadırgansın ki!

Üstelik; kimilerine kehanet gibi gelecek olsa da, yaşadığı dönemin çok ötesini görebilecek bilge kişilere yaraşır bir başka özellik de sıradayken…

Yukarıdaki anlatımlardan sonra, Atatürk’ün tüm nitelikleri yanında öncelikle neden
BİLGE KİŞİ olduğunu yazmaya gerek var mı bilmem! Yine de UNESCO’nun bir kararını ve değerli bilim adamı Prof. Dr. Süleyman Bozdemir’in yazısını aşağıya ekleyip konuyu noktalayalım.

  • UNESCO Genel Konferansı; Uluslararası anlayış işbirliği ve barış yolunda çalışmış üstün kişilerin gelecek kuşaklar için örnek olacakları inancıyla, Türkiye Cumhuriyeti’nin Kurucusu Mustafa Kemal Atatürk’ün doğumunun 100. Yıldönümü’nde, 1981 yılında anılacağını hatırlatarak, UNESCO’nun ilgilendiği
    tüm alanlarda olağanüstü bir reformcu olduğunu göz önünde tutarak, özellikle sömürgecilik ve emperyalizme karşı en önce açılan savaşların ilk liderlerinden biri olduğunu kabul ederek, dünya ulusları arasında karşılıklı anlayışın, sürekli barışın kurulması için çalışmalarının olağanüstü bir örnek olduğunu ve tüm yaşamı boyunca insanlar arasında hiçbir renk, din ve ırk ayrımını gözetmeden, bir uyum ve işbirliği çağının doğacağına olan inancını anımsatarak, eylemlerini her zaman barış uluslar arası anlayış ve insan haklarına saygı yönünden yapmış olan Türkiye Cumhuriyeti’nin Kurucusu Atatürk’ün kişiliğini ve eserinin çeşitli yönlerini ortaya çıkarmak üzere, 1980 yılında yapılacak sempozyum hazırlıkları için Türk Hükümeti ile UNESCO’nun işbirliği yapmasına karar verilmiştir.”
  • “Tarihteki pek çok büyük devlet adamlarına ve liderlere baktığımızda onların başarılarında önemli rol oynamış bir bilge-edebiyatçı yanlarının bulunduğunu görürüz. Atatürk de bunlardan biridir. Gazi Mustafa Kemal‘i çağdaşı olan öbür ünlü Osmanlı subaylarından farklı kılan ve O’nu sonunda Atatürk yapan tek özellik, gerçekten salt onlardan daha başarılı bir komutan ve devlet adamı oluşumudur acaba? Yazar ve edebiyatçı Demirtaş Ceyhun “Edebiyatımı Geri İstiyorum” adlı deneme eserinde bunun böyle olmadığını usta bir yazar olarak ortaya koymaktadır.

Mustafa Kemal’in Çanakkale’deki, Sakarya’daki, Dumlupınar’daki tarihe mal olmuş
üstün komutanlık başarılarının yanı sıra, 19 Mayıs 1919’dan sonraki siyasal yaşamına ve gerçekleştirdiklerine bakılırsa, Atatürk’ün bilge kişiliğinin en az komutanlığı kadar, hatta daha da önemli olduğu açıkça görülür. Sivas ve Erzurum kongrelerinin ardından Ocak 1920’de zar zor toplanabilmiş ve iki ay sonra 16 Mart 1920’de İngilizlerce dağıtılmış Osmanlı Meclisi-Mebusan’ı otuz sekiz gün gibi kısa bir süre içinde kaçan milletvekilleri ile Ankara’da bu kez ‘Büyük Millet Meclisi’ gibi hiçbir özel anlamı bulunmayan, tanıyanı da olmayan bir adla yeniden açmasına, hele hele neredeyse tamamı şeriat ve hilafet yanlısı olan bu milletvekilleriyle savaşı kazanarak laik bir cumhuriyet kurmasına, sonra da başta Türkçe ile eğitim olmak üzere gerçekleştirdiği onca devrimlere bakıldığında Atatürk’ün bilge yönünün ne kadar üstün olduğunu yadsıyabilmek olanaksızdır.

Kısacası Mustafa Kemal‘i, yaşıtı Osmanlı ünlü paşalarından ayıran temel özelliği,
hiç kuşku yok ki, kendisini toplumumuzun yetiştirdiği gerçek anlamdaki birkaç aydından biri yapan bu bilge kimliği, kesinlikle onlarla kıyaslanmayacak kadar yüce bir düşünce adamı oluşudur.

Bilindiği gibi bütün tarih boyunca kişinin bilge ve edebi kimliği, yani insanlığın ideolojik evrimini sağlayan bilgi üretimi ve birikimi de, öncelikle şiirle, türküyle, oyunla, söylenceyle, masalla, öyküyle, mizahla, kısacası edebiyatla oluşturulmuştur. Eski Yunan düşüncesini oluşturan Sokrates’ler, Platon’lar, Aristotales’ler hiç kuşku yok ki Homeros’un, Aisopos’un, Sophokles’in, Aristophanes’in, Pindaros’un şiirlerinin, oyunlarının, öykülerinin eserleridir.

Roma düşüncesinin temelinde Lucretius, Catullus, Vergilius, Horatius, Ovidius gibi
büyük ozanlar yatmaktadır. Rönesans, Dante ile Boccaccio ile başlamıştır. Çağdaş Fransız düşüncesi Villon’ların, Ronsard’ların, Montaigne’lerin, Moliere’lerin, Corneille’lerin, Racine’lerin; çağdaş İngiliz düşüncesi de gene hiç kuşku yok ki Spencer’lerin, Bacon’ların John Lyly’lerin, J. Swift’lerin, Daniel Defoe’lerin, Shakespeare’lerin, Marlow’ların şiirleri, öyküleri, masalları, romanları, denemeleri, oyunları üzerine kurulmuştur.

Bu nedenle Mustafa Kemal de, kendini asker arkadaşlarından farklı kılan bu aydın
bilge kişiliğini, daha ortaokul-lise sıralarındayken başlamış edebiyata olan ilgisinden, okumaya olan düşkünlüğünden kazansa gerek.

Nitekim kendisi de 10 Ocak 1922 günlü Vakit gazetesinde çıkan bir söyleşisinde
“Merhum Ömer Naci, Bursa İdadisi’nden kovulmuş, bizim sınıfa gelmişti. Daha o zaman şairdi. Benden okuyacak kitap istedi. Bütün kitaplarımı gösterdim. Hiçbirini beğenmedi. Bir arkadaşımın kitaplarımdan hiçbirini beğenmemesi gücüme gitti. Şiir ve edebiyat diye bir şey olduğunu o zaman öğrenmiş oldum. İlgilenmeye başladım. Şiir bana cazip göründü fakat hitabet hocası diye yeni gelen bir zat, ‘Bu tarzı iştigal seni askerlikten uzaklaştırır’ diyerek beni şiirle uğraşmaktan men etti. Şiir yazmak hakkında idadi hocasının koyduğu yasağı unutmuyordum fakat güzel söylemek ve yazmak hevesi bende hep sürdü” diyerek daha Manastır askeri idadisinde (AS : lise) öğrenciyken şiir ve edebiyatla ilgilendiğini, şiir yazmasa bile edebiyata olan ilgisinin daha sonraki yıllarda da sürdüğünü belirtmektedir.

Sınıf arkadaşı Asım Gündüz‘ün anılarında yazdığına göre de, Harbiye’de “Namık Kemal‘in şiirlerini bir defterde toplamış” ve bu şiirlerin birçoğunu ezberlemiştir. Harp Akademisi öğrenciliği yıllarında da “Dünkü vilayetlerimiz olan Bulgaristan’ın, Yunanistan’ın, Sırpların milli şairleri, ülkelerinin hürriyeti için, birlik ve beraberlikleri için şiir yazarken nerde bizim şairlerimiz?” diye hayıflanırmış.

Salih Bozok‘a Sofya’dan gönderdiği bir mektupta da bir Fransız şairinden şiirler çevirdiğini yazmaktadır. Yani, edebiyata olan ilgisi subaylığı sırasında da sürmüştür.
Agop Dilaçar da bir yazısında, “Fransızcayı çok iyi biliyordu. Fransız romanlarını, şiirlerini Fransızca olarak asıllarından okumuş. Asker arkadaşlarından birinin dul hanımı
Madam Corinne‘e yazdığı mektuplarda bu romanlardan söz etmiştir. Türk edebiyatını, divan döneminden yeni akımlara dek iyi bilir, hele Tevfik Fikret‘i çok severdi” demektedir.

Melda Özverim’in “Mustafa Kemal ve Corinne Lütfü” adlı kitabında verilen bilgilere göre de, “İstanbul’da bulunduğu sürece Corinne’nin salonunda cumartesi günleri düzenlenen müzik ve şiir toplantılarına düzenli olarak katılmış” ve şiir okumayı yaşamı boyunca sürdürmüştür.

Ruşen Eşref Ünaydın da ‘odasındaki kitaplıkta’ bulunan kitaplara bakıp “Mustafa Kemal Paşa’nın savaşın durgun dakikalarının boşluklarını bile edebiyatla doldurduğu kanısına vardığını” yazmaktadır. Nitekim Turgut Özakman’ın “Şu Çılgın Türkler” kitabını okuyanlar da Atatürk’ün, Kurtuluş Savaşının hazırlıklarının sürdüğü o yoğun günlerde bile vakit bularak kitaplar okuduğunu, özellikle Reşat Nuri’nin “Çalı Kuşu” romanından çok etkilendiğini ve İsmet Paşa‘ya da okuması için verdiğini göreceklerdir.

Atatürk’ün yaşamını kaleme alan farklı yazarların ortak hayranlıklarından biri,
O’nun kitaplarla olan dostluğudur. Çanakkale savaşının en şiddetli dönemlerinden birinde Mustafa Kemal’le görüşmek için cepheye giden gazeteci Ruşen Eşref Ünaydın, Atatürk’ün odasını şöyle tarif eder:

“Yazıhanesi üzerinde bir Çerkez kamasının yanı başında Balzac’ın Colonel Chabert’i, Manpassant’ın Boule de Suif’i, Lavendan’ın Servir’i duruyordu…”
Atatürk Fransız yazarların eserlerinin çoğunu aslından okudu…

Anıtkabir Derneği‘nin yaptığı saptamalara göre Atatürk’ün okuduğu bilinen kitap sayısı 3997’dir. Bu kitapların 1741’i Çankaya Köşkü’nde, 2151’i Anıtkabir’de, 102’si İstanbul Üniversitesi Kütüphanesinde, 3’ü Samsun Gazi İl Halk Kütüphanesinde bulunmaktadır. Dernek güzel bir çalışma yaparak, Atatürk’ün okuduğu kitaplarda altını çizdiği,
yanına işaret koyduğu paragrafları ve Ata’nın kendi el yazısıyla düştüğü notları özenle birleştirerek “Atatürk’ün okuduğu kitaplar” başlığı altında 5000 sayfalık 24 ciltlik bir seri halinde yayımladı.

Sami Özderdim‘in özenle hazırladığı “Atatürk Devrimi Kronolojisi”ni okurken her insanın mutlaka başı dönüyor olmalıdır. Şam’dan Bingazi’ye, Çanakkale’den Afyonkarahisar’a savaşlarla, Kurtuluş Savaşıyla yoğrulmuş bir ömür… Saltanatın kaldırılmasından öğretimin birliğine (Tevhid-i Tedrisat), laiklikten harf devrimine dek devrimlere adanmış bir yaşam boyunca en çok ne yaptı diye sorarsak, galiba kitap okudu demek gerekir.

Ne dersiniz; Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ü böylesine büyük bir düşünür, eşsiz devlet adamı ve yüce bilge bir kişi yapan unsurların başında “O’nun okumaya olan düşkünlüğü ve sahip olduğu yüksek idealler gelmektedir..” dersek bir gerçeği ifade etmiş olmuyor muyuz? Büyük adam olmanın öyle pek kolay olmadığını, insan Atatürk‘ü tanıdıkça
daha iyi anlıyor.

Okuduğu kitapların sadece altını çizdiği bölümler bile 12 bin sayfa tutuyor. 24 yaşında eğitimini tamamladığında tüm ders kitaplarını toplayıp iki ciltlik kitap haline getirdiğini ve sonraki yıllarda yeri geldikçe onlardan yararlandığını görüyoruz. Okul bitti, ders bitti diyen öğrencilerden biri olmadı!…

Atatürk gibi bir dahi yetiştirmiş ulusumuzun bugün içine düşürüldüğü durum yürekler acısıdır. Ne yazık ki eldeki istatistikler halkın okumadığını gösterdiği gibi, aydın geçinenlerin de yeterince okumadığını ortaya koymaktadır. Bilgisizlikleri konuşmalarından ve yazdıklarından olayları analiz edilişlerinden ortaya çıkmaktadır. Okumayan halk televole kültürü ile yetişmekte, böylece bilimden ve çağdaş gelişmelerden kopmaktadır. Belki istenilen de budur! Gerçeklerden koparılmış, yoksul bırakılmış bir halkı gütmek ve dinsel telkinlerle istendiği gibi yönlendirmek daha kolay olmaktadır. Son yıllarda, “neden büyük adam çıkaramıyoruz?” diye soranlara “Okumayan bir toplumdan daha ne bekliyorsunuz?” diye sormak gerekir.

İşin daha da acı yönü, böylesine okuma özürlü bir toplumda yetişen günümüz kuşağı gelecek için daha büyük bir tehlike oluşturmaktadır. Çünkü onlar geleceğimizi teslim edeceğimiz emanetçilerimizdir. Onlara okuma alışkanlığı kazandırmak ve
Atatürk’ü doğru bir biçimde öğretmek zorundayız.

Aslında, hepimizin hâlâ Atatürk’ten öğreneceği o kadar çok şey var ki!…

Atatürk’ün büyük eseri Söylev’i okuyan herkes O’nun ne büyük usta bir yazar ve bilge bir edebiyatçı, eşsiz bir düşün adamı olduğunu takdir etmekten kendisini alamamaktadır.

Atatürk’ün yolu, kitap dolu…

Ne mutlu kitap okuyorum diyene!

O’nun yolunda yürüyene… “

Kaynak: Prof. Dr. Süleyman BOZDEMİR, Çukurova Üniversitesi. Fizik Bölümü,
(2006, 10 Kasım Armağanı)