Etiket arşivi: Türk Dil Kurumu

DİL DERNEĞİ : 82. DİL BAYRAMINI KUTLUYORUZ!

 

Dostlar,

Bir Türkçe tutkunu, Dil Derneği Üyesi olarak Dil Bayramımızın 82. Yılı
gönülden kutluyoruz…

Bir kez daha, Büyük Atatürk‘ün kurduğu, vasiyet ettiği ve kalıtından (mirasından)
gelir bıraktığı

TÜRK DiL KURUMU 

ve

TÜRK TARİH KURUMU‘nun

eski statülerine döndürülerek hukuksuz biçimde el konan malvarlıkları,
gelir kaynaklarının yasa ile faiziyle geri verilmesini diliyoruz..

12 Eylül ile hesaplaşma bunlar yapılmadan olabilir mi??

Dil Devrimi

Yüce ATATÜRK‘ün doğrudan ayrıntılı okuduğu 4000+ kitabın yaklaşık 1200’ü Tarih, 800’ü Dil ile ilgilidir.

Kalan yarısı da, asıl mesleği olan Askerlik başta olmak üzere pek çok alana dağılmıştır.
Örn. Reşat Nuri’nin (Gültekin) ÇALIKUŞU’nu savaşlarda bile geceleri ve birkaç kez okumuştur. O aynı zamanda bu özelleşmiş birikimiyle bir Dil Bilimci, bir Tarih Uzmanı bile sayılabilir..

Örneğin GEOMETRİ Terimleri Kılavuzu’na ne denebilir??

Sevgi ve saygı ile.
26 Eylül 2014, Ankara

Dr. Ahmet SALTIK
Dil Derneği Üyesi
www.ahmetsaltik.net

=======================================

82. DİL BAYRAMINI KUTLUYORUZ!

82._Dil_Bayrami

 

 

 

 

 

 

 

    26 Eylül 1932’de toplanan ilk Türk Dili Kurultayı’nın ve Dil Devriminin 82. yıldönümü, 26 Eylül 2014 Cuma günü Dil Derneği, Cumhuriyet gazetesi ve Çankaya Belediyesinin birlikte hazırladığı törenle kutlanacak.
Dil Bayramına Arkadaş Kitabevi, Atatürkçü Düşünce Derneği, Bilgi Yayınevi, Çağdaş Yaşamı Destekleme Derneği, Devlet Tiyatrosu Opera ve Balesi Çalışanları Yardımlaşma Vakfı (TOBAV), Kavaklıdere Dayanışma ve Güzelleştirme Derneği, Köy Enstitüleri ve Çağdaş Eğitim Vakfı, Müzik Eğitimcileri Derneği, Pembe Kurbağa Çocuk Tiyatrosu, Toplumsal Dayanışma Gönüllüleri Derneği, Tunçbilek Reklam, Türk Hukuk Kurumu, Uğur Mumcu Araştırmacı Gazetecilik Vakfı ve Ulusal Eğitim Derneği destek veriyor.
82. Dil Bayramı, 26 Eylül 2014 Cuma günü, saat 14.30’da Anıtkabir’de Ulu Önder Mustafa Kemal Atatürk’e saygı sunumuyla başlayacak. Saat 18.00’de Çankaya Belediyesi Çağdaş Sanatlar Merkezinde düzenlenecek töreni değerli Tiyatro Sanatçıcı Ali Nihat Yavşan sunacak. Dil Derneği Ömer Asım Aksoy ve Dil Derneği Kerim Afşar Ödüllerinin törenlerini de kapsayan etkinlikte devrimlerimizin yüz akı aydınlarımıza 82. Dil Bayramı Onur Ödülleri verilecek.
Dilseverleri, yurtseverleri, üyelerimizi Dil Bayramının coşkusunu paylaşmaya,
Dil Devriminin 82. yıldönümünü bir arada kutlamaya bekliyoruz.

82. DİL BAYRAMI İZLENCESİ

26 Eylül 2014 Cuma

DİLE GELEN, ELE GELİR!

14.30 – ANITKABİR’DE MUSTAFA KEMAL ATATÜRK’E SAYGI SUNUMU
* * *
18.00 – 82. DİL BAYRAMI TÖRENİ
Sunan: Ali Nihat YAVŞAN

Açış Konuşmaları
Yunus Bekir YURDAKUL
  – Dil Derneği İzmir Temsilcisi
Sevgi ÖZEL – Dil Derneği Başkanı
Alper TAŞDELEN
– Çankaya Belediye Başkanı
Konukların Konuşmaları
* * *
Ödül Törenleri
DİL DERNEĞİ ÖMER ASIM AKSOY ÖDÜLÜ TÖRENİ
DİL DERNEĞİ KERİM AFŞAR ÖDÜLÜ TÖRENİ
* * *
Onur Ödülleri
Prof. Dr. Erendiz ATASÜ, Prof. Dr. Semih BİLGEN,
Yüksel ERİMTAN, Rükzan GÜNAYSU,
Ayşe KAYA, Zekeriya KAYA, Çetin ÖRGEN, Tuncay ÖZKAN.
* * *

Dinleti
Ali Seçkiner ALICI
* * *
Ağırlama

* * *
Düzenleyenler
     DİL DERNEĞİ * CUMHURİYET GAZETESİ * ÇANKAYA BELEDİYESİKatılımcı Kuruluşlar
Arkadaş Kitabevi * Atatürkçü Düşünce Derneği * Bilgi Yayınevi *
Çağdaş Yaşamı Destekleme Derneği
Devlet Tiyatrosu Opera ve Balesi Çalışanları Yardımlaşma Vakfı (TOBAV)
Kavaklıdere Dayanışma ve Güzelleştirme Derneği *
Köy Enstitüleri ve Çağdaş Eğitim Vakfı
Müzik Eğitimcileri Derneği * Pembe Kurbağa Çocuk Tiyatrosu *
Toplumsal Dayanışma Gönüllüleri Derneği
Tunçbilek Reklam * Türk Hukuk Kurumu * Uğur Mumcu Araştırmacı Gazetecilik Vakfı * Ulusal Eğitim Derneği
* * *
Yer: Çankaya Belediyesi Çağdaş Sanatlar Merkezi
Kenedi Cad. No. 4 Kavaklıdere – Ankara

Dilimiz ve Dil Bayramı


Dilimiz ve Dil Bayramı


“Bir ülkeyi ele geçirmek isteyenler, önce dilini ele geçirirler.”
diyor Konfiçyüs.

Sonrasında da ekliyor; “Bir ulusun önce dilini geliştiririm. Dil düzgün olmayınca; söylenen, söylenmek istenen değildir. Söylenen; söylenmek istenen olmayınca, yapılması istenen yapılmadan kalır, yapılması gereken yapılmadan kalınca,
töreler ve sanat geriler. Töreler ve sanat gerileyince, adalet yoldan çıkar.
Adalet yoldan çıkınca, halk çaresizlik içinde kalır. İşte bundan dolayı,
söz başıboş bırakılmaz.”

Yani her şey, Dilimize gerekli değeri vermemizle başlar. Türkçe’yi sevmek, onu doğru kullanmak ve geliştirmek Türk insanının, özellikle aydınının en öncelikli görevidir. Çünkü milletlerin gelişmişlik düzeyleri dil ile ölçülür. Yani uygar olmanın ön koşulu Dildir.

Türkçe, 1928 Harf Devrimi’nin gerekçelerinde belirtildiği gibi, Latince Temelinden Alınan Modern Türk Alfabesi’ni kullanır. Ulu Önder Atatürk Harf Devrimi ardından ‘Güneş Dil Teorisi’ni ortaya atarak, Türkçe’nin gelişmesine büyük katkılar sağlamıştır. Birçok kavramın Türkçe karşılıklarını kendisi bularak dilimize kazandırmıştır.   Unutmayalım, Türkçe gelişmiş bir dildir: çünkü Türkçe’nin söz varlığı bugün 75.000 dolayındadır. Türk Dil Kurumu’nun 1945’te çıkardığı 1. baskı Türkçe Sözlük 20.000 dolayında sözcük varken, 1998’de çıkardığı Türkçe Sözlükte 75.000 sözcük vardır. Yeryüzünün en eski ve yeni coğrafya parçasında en çok konuşulan gelişmiş, varsıl
bir dildir. 1980’lerin ortalarında hazırladığı raporda UNESCO, Türkçe’nin konuşan sayısı bakımından dünyanın 5. büyük dili olduğunu açıklamıştır.

Böylesine varsıl ve güzel bir dilimiz varken onu bozmaya yok etmeye çalışıyorlar.
Onu daha da zenginleştirip doğru kullanımını sağlamak dururken. Neden ? Çünkü
dış odaklar dilimizi yok etmek istiyorlar. Türkçemiz bir dünya dili olmaya aday iken, nereden geldiği belli olmayan bir hain rüzgarın etkisiyle bir bozma akıldışılığına uğruyor. Türkçe‘nin bin yıllık geçmişine, deneyimine hücum edildi. Türkçemiz en yetkin çağındayken canına kastedildi. Ölmedi! Ölmedi, ancak engellidir şimdi.

Caddelerde gezerken başınızı yukarı kaldırıp tabelalara baktığınızda görürsünüz ki adların %70’i yabancı sözcüklerden seçilmiş. Açıyı iyi ayarlayıp bunlardan birinin önünde bir fotoğraf çektirseniz, çevrenizdekilere de ‘Bakın bu falanca ülke ziyaretim sırasında çekilmiş bir fotoğrafımdır..’ deseniz emin olun ki, inanırlar. İnsan kimi kez hangi ülkede yaşadığını anlayamıyor. Burası Türkiye, beyler – bayanlar.
Dilimize sahip çıkalım. Dilimizi yok etmek isteyen dış odaklara ve onlara çanak tutanlara izin vermeyelim. Dilimizi doğru kullanalım, kullandıralım.

Bir de dilimizin bu durumda oluşu hep gençliğin suçu gibi gösterilip duruluyor.
Peki bir genç, kendisini ve çevresini anlamaya başladığı andan başlayarak, en utanç verici işler için, “Bunu yapsa yapsa bir Türk yapar” dendiğini duymuşsa,
“Burası Türkiye” sözünün “Burada her halt edilir!” anlamına geldiğini öğrenmişse, göğüs kabartacak yerli üretimin bile yabancı markaymış gibi sunulduğuna
tanık olmuşsa, o gencin kendisiyle ve ülkesiyle övünmesi mi beklenir; yabancı olması koşuluyla her kültüre hayran olması mı?

Türkçe’yi düzgün konuşması mı, yabancı dillerde konuşması mı? Durum böyleyken
hala gençleri mi suçlayacaksınız, merak ediyorum doğrusu? Atalarımız “İğneyi kendine, çuvaldızı başkasına batır..” derler. Ama nedense hiç o iğne bize batmaz. Suçlu hep dışarılardadır. Kendisini aydın olarak tanımlayanlar, yazarlar, çizerler bile Türkçe’nin düzgün kullanımını geri plana ittikten sonra öbür insanlarımızdan
ne beklenebilir ki?

Umutsuz değilim yine de. İnanıyorum ki dilimizin önemi er ya da geç anlaşılacak ve ulaşacaktır hak ettiği yere. Dilimiz yatağından çıkmış bir su örneği, Türk Milleti tarihsel yatağına girecek ve elbette engin denizlere erecektir. Bu uğurda bize ve tüm aydınlara büyük bir görev düştüğünün de bilincindeyim.

Dilimize sahip çıkalım, ülkemizi yok olmaktan kurtaralım…

Dil Bayramı kutlu olsun!

Arzu Kök

19 MAYIS DİRENİŞİ…


19 MAYIS DİRENİŞİ…
    

Portresi

 

 

 

 

 

Mustafa Gazalcı
mgazalci@gmail.com 
www.gazalci.net

19 Mayıs Atatürk’ü Anma, Gençlik ve Spor Bayramı’nın 95. yılını kutluyoruz
bu yıl.

          Doksan beş yıl önce 19 Mayıs 1919’da Mustafa Kemal Atatürk,
bir avuç yurtseverle birlikte Samsun’a çıktığında memleketin genel durum ve
görünüşü (manzarai umumiye) şöyleydi:

           Genel savaşta yenilerek koşulları ağır bir ateşkes anlaşması imzalanmış,
halk yorgun ve yoksul düşmüş, ordunun elinden silahları alınmış, bizi savaşa sürükleyen Osmanlı yöneticileri kendi başlarının kaygısına düşmüş, İtilaf Devletleri
uydurma nedenlerle yurdun dört bir yanını işgal etmeye başlamışlar… 

          Kısaca ülkeyi kara bulutlar kaplamış.

          19 Mayıs 1919’da başlayan bağımsızlık ve ulusal kurtuluş savaşı
1922’de başarıyla sonuçlanmış.

          Cumhuriyetin Parlak Yılları

          1920’de TBMM açılmış,1923 yılında Cumhuriyet duyurulmuş, aynı yıl
Lozan Barış Antlaşmasıyla bağımsız Türkiye Cumhuriyeti devleti bütün dünyaya
kabul ettirilmiş.

          Artarda yapılan devrimler, atılımlarla çağdaş, bağımsız, laik, saygın bir ülke yaratılmış.

          Atatürk ve İsmet İnönü dönemleri yeni Türkiye Cumhuriyetinin parlak ve onurlu yılları olmuş.

          Öğretim Birliği (1924), ardından yeni abece (1928) ile eğitim seferberliği yapılmış. Halkevleri ile kültür ve sanat her yaştan insana ulaştırılmaya çalışılmış.
Türk Tarih Kurumu (1931), Türk Dil Kurumu (1932) ile tarihimiz,
dilimizin incelenmesi, geliştirilmesi bilimsel bir temele oturtulmuş.

          Köy Enstitüleri (1940) gibi çağdaş eğitim kurumları uygulanmış.

          Ekonomik, toplumsal, kültürel birçok reform yapılmış.

          Ödünler ve Sapmalar Dönemi

          Sonra Cumhuriyet devrimlerinden ödünler başlamış.

          1946’da başlayan ödünler 1950 iktidar değişimiyle artmış.

          Köy enstitüleri kapatılmış. Yerine köy ve yoksul aile çocuklarına
İmam Hatip Okulları, Kuran kursları açılmış.

          Osmanlı devletinden kalan borçlar kuruşuna kadar ödenirken,
yeniden borçlanmaya gidilmiş.

          Yaklaşık 60 yıldır ülke sağ iktidarlar tarafından yönetiliyor.
Bunun son 12 yılı AKP’nin tek başına iktidarı.

          Bu sürede yollar, köprüler yapıldı, teknolojik yenilikler geldi.
Gelir dağılımı çarpık da olsa kişi başına düşen ulusal gelirimiz arttı.

          Ancak sağlıklı, adaletli bir gelişme olmadı. Dış ve iç borç yükü arttı.
“2013 yılında toplam borç yükü 995.9 milyar TL düzeyine tırmanarak
Gayri Safi Milli Hasıla’nın (GSMH) %70’ine ulaşmıştır.” (1)

           Neredeyse tüm komşularımızla ilişkilerimiz bozuldu. 2012’de getirilen 4+4+4 sistemiyle Öğretim Birliği ortadan kaldırıldı. Yargı siyasallaştırıldı. Güçler ayrımı bozudu. 17 Aralık 2013’te kimi bakan ve çocuklarının yolsuzluğa, rüşvete adı karıştı. Gazeteciler, aydınlar içeriye atıldı.

          Özetle 2014’te yine memleketin genel görünüşü kötü mü kötü.

          Yeniden Ulusal Bir Direniş

          İşte bu kötü koşullarda Haziran 2013’te İstanbul’da Gezi Parkı’nda gençlerin başlattığı direniş yeni bir umut yarattı toplumda. Bu demokratik direniş ruhu
kısa sürede bütün ülkeye yayıldı.

          Atatürkçüler, Cumhuriyetçiler, bağımsızlıktan, çağdaşlıktan yana olanlar,
gençler, kadınlar mitingler, yürüyüşler düzenledi.

          İktidar ulusal bayramları geçiştirirken halk bu günlere sahip çıktı.
Hukuk dışı baskılar karşısında Atatürkçü düşünceye daha çok sarıldı.

          Gençler, 1919’tan 95 yıl sonra Ata’sının kendisine emanet ettiği
laik Cumhuriyeti, koşullar ne olursa koruyup geliştirecektir.

1) Ali Nejat Ölçen. Türkiye Sorunları, Eylül 2013, sayı 97, AKP’den Kurtuluş Sorunu, Sayfa:14.

CUMHURİYET BİLGİ ŞÖLENİ..

Dostlar,

Çok değerli dostumuz, ADD Genel Yönetim Kurulu ve ayrıca Bilim – Danışma Kurulu’ndan çalışma arkadaşımız, eski Kültür Bakanlığı Müsteşar Yrd., birikimli sanatçı ve kültür insanı (hatta Kültürbilimci!) Sn. H. Hüseyin AKBULUT beyefendi, ADD’nin 25. kuruluş yıldönümü bağlamında bir etkinlik planı önerisini bizimle de paylaştı..

Dileriz ADD yönetimi, bu önemli ve “yapılabilir” önerileri büyük oranda yaşama geçirir.

Kendisine düşünsel emeği ve paylaşımı için teşekkür ederiz.
Biz bu yazıdan çok yararlandık. Çok okunmalı ve paylaşılmalı bu yazı..
Büyük Atatürk boşuna mı

“TÜRKİYE CUMHURİYETİ’nin TEMELİ KÜLTÜRDÜR” dedi?

Sevgi ve saygı ile.
3 Nisan 2014, Ankara

Dr. Ahmet Saltık
www.ahmetsaltik.net

=================================================

Bilgi Şöleni: 

Cumhuriyet nedir, ne değildir? 

“Atatürkçü Düşünce’nin Temelleri”   

     Hüseyin Akbulut

1.BGerekçe:

29 Ekim 1923’te kurulan Çağdaş Cumhuriyetin, ortadan kaldırılarak, yerine dine ve etnik yapıya dayalı çağdışı bir devlet kurmaya yönelik çalışmaların sürdürüldüğü bilinen bir gerçektir. Cumhuriyetin getirdiği çağdaş değerler karalanarak, örselenerek, yok edilerek bu alanda büyük yol alındığını, hatta yolun sonuna gelindiğini de yaşayarak görmekteyiz.

Öte yandan karşı devrim niteliğindeki bu çalışmalar, bugünün sorunu da değildir. Cumhuriyetin kurulduğu günden başlayarak içeride ve dışarıda küresel güçlerin sürdürdüğü tarihe de mal olmuş bu yöndeki çalışmalar bilinmekte ve tüm yoğunluğuyla sürdürülmektedir.

Uzun yıllar gizlice yürütülen bu yöndeki çalışmalar, gözlendiği gibi günümüzde
artık buna da gerek duyulmadan açıkça ortaya konabilmektedir.

Türkiye’ye gericiliği ve yobazlığı dayatan bu güçler, “1919’daki Mustafa Kemal’e evet, 1923’teki Atatürk’e hayır!” şeklinde dillendirdikleri görüşleriyle, Cumhuriyetin kurucusu Atatürk’ü ancak savaşı kazanan bir asker olarak görmekte; Cumhuriyeti ve onun getirdiği değerleri ise tümüyle reddetmektedirler. Şeyh Kıbrısi’nin dillere pelesenk edilen yukarıdaki sözünü, yine Atatürk tartışmasının yapıldığı yakın zamanda, günümüz hükümetinin önemli ismi Bülent Arınç “Biz 1919’daki Mustafa Kemal’i severiz” diyerek, bu anlayışın AKP iktidarı tarafından sürdürüldüğünü, icraatı yanında,
sözle de ortaya koymaktadır.

Küresel güçlerin; akıl ve bilime dayalı aydınlanmacı, çağdaşlaşmacı, tam bağımsızlıkçı, özgürlükçü antiemperyalist düşünceyle ve evrensel ilkelerle kurulan Cumhuriyeti ortadan kaldırmaya çalışmalarını anlamak olasıdır.

Balkanlar, Kafkasya ve Ortadoğu gibi sorunlu bölgede ve dünya enerji kaynaklarının %80’inin çıkartıldığı coğrafyada bu ilkelerle kurulan Cumhuriyet istenmez.
Sürekli bir biçimde denetim altında tutulabilecekleri bir devlet oluşturulmalı,
onlara göre “Yeni Bir Türkiye” yaratılmalıdır!

Türkiye’ye, Ortadoğu’ya ve Dünyaya “yeni düzen” (!) getirecek tasarım ancak
böylece başarılmış olacaktır.

Aslında, “Yeni Türkiye Cumhuriyeti” tanımı, Graham Fuller’in 2008’de yazdığı
yeni kitabının adıdır. Kitabın, üst başlıktaki “İslam Dünyasında Eksen Konumundaki Türkiye” adı, dikkat çekmesin kaygısıyla, hoşumuza da gider anlayışıyla,
yayıncı kuruluş tarafından “Yükselen Bölgesel Aktör” olarak değiştirilmiştir.

Özetlersek; bir dönemin CIA Türkiye Masası Şefi Graham Fuller yazığı kitapta, Cumhuriyet’i başarısız bir “deneyim!” olarak tanımlıyor, bunu kendince Türkiye’nin Cumhuriyet dönemiyle İslâm’a, Ortadoğu’ya ve Arap dünyasına sırtını dönmesine bağlıyordu. Fuller, bununla da yetinmeyerek Arap harflerini reddeden Türkiye’nin, tarihten radikal olarak koptuğunu iddia ediyor, bizim kültür tarihimizi tersine çevirerek adeta yeniden yazıyor!

Graham Fuller kitabında, AKP ile “Yeni Türkiye”nin yaratıldığını,
bunda ise başarının;

  • – siyaset kurumu olarak Adalet ve Kalkınma Partisi’nin, 
  • – sivil toplum olarak Fethullah Gülen Hareketi’nin olduğunu..

söylüyor, “Yeni Türkiye’nin”, tekrar bir İslam Devleti, bir Ortadoğu Devleti ve bir
Yeni Osmanlı Devleti olacağını iddia ediyordu.

  • Graham Fuller’in yazdığı “Yeni Türkiye Cumhuriyeti” adlı kitap,
    Adalet ve Kalkınma Partisinin yol haritasıdır.

Başka bir Türkiye yaratılmak için yola çıkılmıştır. Cumhuriyetimizin getirdiği değerler bir kenara itilecek, Ortaçağ karanlığına göz kırpmakla işe başlanacaktır. Bu açıdan
“3 Kasım 2002” seçimleri, siyasal tarihimizde bir dönüm noktasıdır ve
tam bir yol ayrımıdır.

Oysa, bizim tarihimiz Osmanlı ile, İslam ile, Arap dünyasıyla ve Arap harfleriyle başlayan bir tarih değildir. Örnek vermek gerekirse, biz Arap harflerinden önce Göktürk alfabesi, Uygur alfabesi, Kiril alfabesi ve şimdi Latin kökenli Türk alfabesi kullanmaktayız. Graham Fuller’in bizim için yeniden yazmaya çalıştığı kültürel kökler ise
kültürümüzün özü değil, uzun tarihsel yürüyüşümüzün aşamalarında etkilendiğimiz ve edindiğimiz katmanlı kültürel köklerimizin ancak birer boyutudur.

Bu uzun tarihsel yürüyüş aşamalarında bizler birçok dinler değiştirmişiz,
birçok alfabe değiştirmişiz, diller, lehçeler değiştirmişiz, hatta dilimizi unutmuşuz.
Kısacası kültürümüzün özü kaybolmuştur. Bu olguyla ve gerçeklerle yazılan
ve ortaya konanın gerçeklerle hiçbir ilişkisi bulunmamaktadır.

Cumhuriyetin kuruluşuyla yoğun çalışmalar içinde ulusal kültür yaşantımız yeniden düzenlenip kurumlaştırılırken, bu tarihsel gerçekler nedeniyle çıkış noktası sürekli olarak kültürümüzün yitirilen özünü arayış, öze dönüş ve “öz korunarak çağdaşlaşma
ve kurumlaşma” arayışı olmuştur.

Cumhuriyet; Arap alfabesi yerine yeni Türk alfabesini alırken, Türk dilini Arap ve
Fars dillerinin etkisinden kurtararak arı Türk diline yönelirken ve Türk tarihi üzerindeki çalışmaları ile sürekli olarak yitirilen “öz”ü aramıştır.

İslam dini üzerindeki çalışmalarda da aynı anlayışı görüyoruz.
Atatürk; Kuran’ın Türkçe çevirisini, ünlü ilahiyatçı İzmirli İsmail Hakkı’ya yaptırdı.
Bununla da yetinmedi, Diyanet İşleri Başkanı Elmalılı Muhammed Hamdi Efendi’nin
9 ciltlik “Kuranın Tercüme ve Tefsiri”ni 1936 yılında yayımlattı.
Türkçe hutbe geleneği başlatıldı.

Bu çalışmalarda da amaç yine aynıdır. özü arayış ve öz’e dönme arayışı.
Amaç, dini doğrudan, öz’den ve kaynağından öğrenmek. Atatürk; dini, dinci güçlerin elinden kurtarmak, hurafelerden, Arap – Acem kültüründen arındırmak istedi.
Böylece, Müslüman yurttaş ile Tanrı arasındaki “aracıyı “ kaldırmak istedi.

Yoğun çalışmalar içinde, sanattaki arayışta da yine aynı anlayışı görüyoruz.
Öz’ü arayış, Saray ve Osmanlılık yerine, Anadolu’ya, öz’e, halka yönelmek.

Yukarıda belirtildiği gibi, küresel güçlerin Cumhuriyeti ortadan kaldırmak yönünde
ortaya koydukları çalışmaları anlamak olasıdır. Ancak; kültür tarihimizi tersine çevirerek, kurulan Cumhuriyetin getirdiği çağdaş ve evrensel değerlerin, bizim kültürümüz dışında bir olguymuş gibi sunulması ve topluma bu biçimde benimsetmeye çalışması;
ileride büyük sorunlar doğuracak, halk ile Cumhuriyeti karşı karşıya getirecek bir siyaseti içermektedir ve asıl tehlike de burada yatmaktadır.

Yarım bırakılan ve giderek bir karşı harekete dönüştürülen Aydınlanma Devriminin sonuçlarıyla, geleneksel tutucu kültürün kuşatması altında aydınlatılmamış geniş halk kesimleri, uzun süredir sürdürülen bu siyasetle yanıltılmakta, onları Cumhuriyete karşıt hale getirmeye yol açmaktadır.

Kaldı ki, işbaşındaki iktidarın bu yoldaki icraatı ve her fırsatta Cumhuriyeti değersizleştirmek amacıyla ortaya koyduğu bilinçli yanıltıcı söylemler,
yaşanan süreci bugün daha da çıkmaza sürüklüyor.

Bu nedenle, Cumhuriyetimizin üzerinde yükseldiği kültür değerlerinin ve bu kapsamda Cumhuriyetin tarih anlayışının, dil anlayışının, yazı anlayışının, din-inanç anlayışının, bilim anlayışı ile sanat anlayışındaki düşünsel temellerin ve bu temellerin ortaya çıkardığı cumhuriyetçilik, milliyetçilik, halkçılık, devletçilik, laiklik, devrimcilik ilkelerinin düzenlenecek “Uluslar arası bir bilgi şöleni”yle ortaya konarak geniş kitlelere yansıtılmasında yarar vardır.

2. Yaşanan süreç :

Bugün yaşanan süreç, Cumhuriyetin yarattığı ve üzerinde yükseldiği kültürün bilinçli bir biçimde yok edildiği bir süreçtir.

Cumhuriyet tarihimiz her gün yeni bir saldırıyla karalanmakta, “tarihimiz” bilinçli bir biçimde yok edilmeye çalışılmakta, unutturulmak istenmektedir.
Tarihimizle bağımız kopartılmaktadır.

Ruhban sınıfı da bulunmayan, inancın tanrı ile inanan arasında olduğu İslam dini
ve bu olguyla laikliğe en uygun din olan “inanç sistemimiz” yok edilmekte,
tarikat ve cemaatlerin egemenliğine terk edilen din anlayışıyla Türkiye,
teokratik bir din devletine dönüştürülmekte, Ortaçağa sürüklenmektedir.

Milli his ile dil arasında çok güçlü bir bağ vardır.” anlayışıyla
yabancı diller boyunduruğundan kurtarılan ve bu anlayışla arılaşmasına önem verilen, uluslaşmamızın olmazsa olmazı “ dil birliğimiz” yok edilmektedir.

Bizi çağa taşıyan bilim kurumlarımız büyük bir suskunluğa sürüklenmiş,
yaşamda en gerçek yol gösterici (mürşit) olan “bilim”in yerini,
yaşadığımız bilgi çağının tersine “doğmalar” almaktadır.

Duygu ve düşünce dünyamızı değiştiren geliştiren, Türkiye’yi uygar dünya ile bütünleştiren “sanat yaşantımızı” ve “çağdaş sanat kurumlarımız” tiyatro, opera, bale ve orkestralarımızı yok etmenin altyapısı hazırlanmaktadır.

Cumhuriyetimizin üzerinde yükseldiği ve Ulus olmamızı sağlayan kültür alanımız topluma yeniden anlatılmaz yeşertilmez ve bu geriye gidiş durdurulmazsa, ortada uygar yaşantımız da, yaşamımızın üzerinde yükseldiği Cumhuriyetimiz de kalmayacaktır.

3.Cumhuriyetin kültür anlayışındaki düşünsel temeller:

Öncelikle görülen; bu anlayışın “kültüre olağanüstü önem verdiği”, bunun da ötesinde, kurulan Cumhuriyeti kültür temeline dayandırdığı, dahası kültürü cumhuriyetin varlık nedeni olarak gördüğü gerçeğidir.

  • Atatürk; insanı “kültür taşıyan varlık”,
  • Ulusu da “bir kültürden oluşan insan topluluğu” olarak ifade ediyor

Vurgulanacak ikinci nokta ise, uzun tarihsel yürüyüşümüz aşamalarında kültürümüzün yitirilen ‘öz’ünü arayış ve “öz”e dönüş” anlayışıdır. Çünkü bizim kültürümüz farklıdır,
tek boyutlu değil çok boyutludur, katmanlıdır. Bizim tarih sahnesine çıktığımız coğrafya bugün yaşadığımız coğrafya değildir. Uzun bir tarihsel yürüyüşümüz vardır ve
bu yürüyüş aşamalarında giderek kültürümüzün özü yitirilmiştir. Bu nedenle de Cumhuriyetin üzerinde inşa edildiği kültür ve sanat temelinde başka bir çıkış noktası, yitirilen öz’ü arayış, öz’e dönüş arayışı olmuştur.

Bu nedenle, Cumhuriyetin üzerinde yükseldiği kültür zemininin, bize yabancı bir kültür anlayışı olduğu, “bizim kültürümüz olmadığı” söylemi yanlış bir anlayıştır ve
tam anlamıyla bir saptırmadır.

Bu kültür anlayışında öbür önemli hedef; “çağdaşlaşma, dahası, çağın üzerine çıkma” anlayışıdır. Bu anlayış; uygarlığın gelişimine kayıtsız kalmayı değil, ona katılmayı, ondan feyiz almayı ve onu geliştirerek, çağdaşlaşarak ilerlemeyi tarif etmektedir
(Ulusal kültürümüzü muasır medeniyet seviyesinin üzerine çıkarmak).

Atatürk’ün 10. yıl Söylevinde söylediği

“Türklüğün unutulmuş medeni vasfı bir güneş gibi doğacaktır.”

deyişini bu anlamla değerlendirmek gerekir.

Yine bu anlayış, kültür sanat alanında “kurumsallaşmaya” olağanüstü önem veren bir anlayıştır.

Türk Dil Kurumu,
Türk Tarih Kurumu
,
Üniversiteler,
Konservatuvar,
Devlet Tiyatroları,
Devlet Operası,
Devlet Balesi,
Senfoni Orkestrası,
Köy Enstitüleri,
Halkevleri – Halkodaları…

gibi kültür sanat alanındaki hızlı ve yoğun kurumlaşma bu anlayışın
en belirgin örneğidir.

Yine Cumhuriyet rejimi, bu uygarlık projesini bir bütün olarak görmüş “önce ekonomiye bakalım” sığ anlayışına düşmemiştir. Sanattaki kurumlaşmayı üniversitenin kurulması, demiryolların inşası, demir-çelik sanayisinin kurulması, kadınlara seçme ve seçilme hakkının verilmesi vb. anlayışı ile birlikte gerçekleştirmeye çalışmıştır.
Cumhuriyeti kuranların gelişme ve kalkınma çabasına bu “bütüncül bakışları”
çok önemlidir.

Cumhuriyet, kuruluş tarihi 1923’ten başlayarak kültür-sanat alanında kısa zaman içinde yoğun bir kurumlaşmaya sahne olmuştur. Başka herhangi bir ülkede kuruluş aşamasında, kültür sanata bu boyutta önem verilmediğini, bu yoğunlukta kurumlaşmanın yaşanmadığını rahatlıkla söyleyebiliriz.

4. Sonuç                                :

Bu neden ve amaçlarla, Cumhuriyetimizin üzerinde yükseldiği kültür değerleri bütününün ve buna kaynaklık eden “Atatürkçü Düşünce Sistemi”nin düzenlenecek
“Uluslararası Bilgi Şöleni” ile bilimsel bir anlayışla ortaya konmasının ve
geniş toplum kesimlerine yansıtılmasının yararlı olacağı düşünülmektedir.

Türkiye’den ve yurtdışından davet edilecek uzmanların, bilim insanlarının, gazeteci
ve siyaset insanlarının bu konuda ortaya koyacakları bu görüşler dünyaya, siyaset kurumuna ve geniş toplum kesimlerine yansıtılarak bu konuda sürdürülen yanlışlıklar
bir ölçüde de olsa ortadan kaldırılabilir.

Yine bu bilgi şöleniyle elde edilen akılcı (rasyonel) görüşler bir yayında toplanarak ortaya bir “kaynak kitap” çıkartılabilir, bu görüşlerin özetini içeren bir “başvuru kitapçığı” ile ADD Şubelerimizde bu konularda yaşanan çelişkili görüşler giderilebilir.

Yaşanan bugünkü süreç ve gelinen nokta da düşünülerek, böyle bir çalışmanın yapılmasının; dünyaya, siyaset kurumuna ve topluma sunmanın tam da zamanının yaşanan bu zaman olduğu düşünülmektedir.

Bilgi şöleninin düzenlenmesine karar verilirse, zaman yitirmeksizin bir “Düzenleme Kurulu”nun, görüşlerine başvurulacak uzmanları saptamak ve gelen görüşleri değerlendirmek ve yayına hazırlamak için bir “Bilim Kurulu”nun ve “Tanıtım-İletişim-Yayın Kurulu”nun oluşturulması gerekmektedir.

Düzenlenecek “bilgi şöleni” için en uygun tarihin 2014 yılının 29 Ekim – 10 Kasım tarihleri arasında 2 veya 3 günü kapsayacak bir süre olabileceği düşünülmektedir.

Bilgilerinize ve değerlendirmenize saygılarımla sunarım.

Dr. Ali Nejat ÖLÇEN : HALKEVLERİNE GEREKSİNİM

Dostlar,

Cumhuriyetimizin ağabeyi (1922 doğumlu) Sayın Dr. Ali Nejat ÖLÇEN,
kronolojik yaşının çok gerisinde olan biyolojik yaşı ile, kendisini var eden
ATATÜRK Cumhuriyeti’ne sahip çıkmayı sürdürüyor.

Bu bağlamda önceki gün, 19.2.14 günü BCP’de (Bağımsız Cumhuriyet Partisi)
bir konferans verdi :

  • HALKEVLERİNE GEREKSİNİM..

Ali_Nejat_Olcen_19.2.14_BCP'de_Konferans

 

 

Sayın Ölçen’in bu sunumunu izlemeyi çok isterdik ancak AÜTF’deki derslerimiz buna izin vermedi. Sağolsun Birsen gidip izledi, birkaç değerli fotoğraf da getirdi.
Dr. Ölçen, inanılmaz bir özenle, konuşmasının metnini de hazırlamış, çıktısını alarak çoğaltmış ve izeyicilere dağıtmıştı. Kendisinden telefonla rica ederek dosyanın
sanal örneğini rica ettik, sağolsunlar bizimle cömertce paylaştılar ve web sitemize koymamıza izin verdiler.

 

Atatürk Cumhuriyeti’nin Ekin (Kültür) Devrimi‘nin önemli kurumlarından olan HALKEVLERİ (ve Halk Odaları) ne yazık ki, DP (Demokrat Parti) iktidar oluduğunu izleyen yıl kapatıldılar (1951) ve başlıca kitap varlıkları, klasiklerin çevirileri,
temel yapıtlar vahşetle darmadağın edildi, sobalarda yakıldı; binaları karakol yapıldı.

Devrimi omuzlayacak kuşakların yetiştirilmesi, Osmanlı düzeni din – tarım imparatorluğunun tutucu feodal artıkları ve uzantısı siyasal kadrolarca engellendi.

Dr. Ölçen, bu darmadağın edişin (tar-u mar) birkaç hazin fotoğrafını da eklemiş çalışmasına. Yakın tarihin canlı ve bilinçli bir tanığından, Halkevlerinin 3 yıl Genel Yazmanlığını da üstlenmiş, Köy Enstitülerini yakından izlemiş Sn. Ölçen’den, “Ali Nejat Efendi” den bu hazin karşıdevrim girişimini öğrenmeyi önemsiyoruz. Sayın Ölçen’e şükranla bu dosyayı paylaşıyoruz.

Dr. Ölçen’in şu dizelerinin altını çizmek gerekiyor :

*****

“…Özetlediğim bu 4 kurum, Ke­malist devrimlerin halkla birlikte halkın içinde
doğ­masını sağlayacak öncü kuruluşlar oldular. Sa­nayileşme kültürü böyle doğacak ve emper­yalizme karşı Mustafa Kemal Atatürk’ün ya­rattığı ulusal bilinç kendisini koruma­nın araçlarına böyle sahip çıkabilecekti. Bu 4 te­mel kurum,
Ulus Devlet‘i yaratan öncü kuruluşlar oldular.

Özetle:

  • Türk Tarih Kurumu’nun öğretisiyle Tarihimizi ta­nımamız
  • Türk Dil Kurumu’nun bulgularıyla Türkçe düşün­meyi öğrenmemiz,
  • Halkevlerinde bir araya gelerek ortak ulusal kül­türü yaratmamız,
  • Köy Enstitüleri ile sanayi sektörünün araş gereç ve ürünleriyle tanışmamız, gerekliydi.

Çağdaşlaşmanın temeli bu 4 kurumu, uluslaşmanın aynı zamanda 4 boyutunu bir arada, kendi tarihimizi, kendi dilimizi, kendi kültürümüzü ve kendi sanayimi-zi yaratmanın öncüleri oldular, birbirlerini tamamla-yan bir bütün oluştu­rdular..”

*****
Konuşma metninin tümünü okumak için lütfen aşağıdaki erişkeyi (linki) tıklar mısınız??

HALKEVLERINE_GEREKSINIM_19.2.14

Sevgi ve saygı ile.
21 Şubat 2014, Ankara

Dr. Ahmet Saltık
www.ahmetsaltik.net

ATATÜRK’ÜN KÜRESELLEŞME (Globalizasyon) HAKKINDAKİ GÖRÜŞLERİ


ATATÜRK’ÜN 1923 YILINDA HALİFELİK KONUSUNDA HALKIN
KUŞKU ve
 KAYGILARINI GİDERMEK İÇİN YAPTIĞI KONUŞMA SIRASINDA;

ATATÜRK’ÜN GÜNÜMÜZÜN EN ÇOK TARTIŞMA KONUSU HALİNE GELEN
KÜRESELLEŞME (GLOBALİZM – Globalizasyon) HAKKINDAKİ GÖRÜŞLERİ

Kalpakli_ATATURK

Halifelik konusunda halkın kuşku ve kaygısını gidermek için her yerde gereğince konuştum ve açıklamalarda bulundum. Kesin olarak dedim ki:

  • “Ulusumuzun kurduğu yeni devletin yazgısına, işlerine, bağımsızlığına, sanı ne olursa olsun hiç kimseyi karıştırmayız! Ulusun kendisi, kurduğu devleti ve onun bağımsızlığını koruyor ve sonsuza değin koruyacaktır!”

Ulusa anlattım ki; bütün Müslümanları içine alan bir devlet kurmak göreviyle yükümlü imiş gibi görülen bir halifenin, görevini yapabilmesi için, Türkiye Devleti ve onun bir avuç insanı halifenin buyruğuna verilemez. Ulus, bunu kabul edemez! Türkiye halkı bu denli büyük bir sorumluluğu, bu denli akıl almaz bir görevi üstüne alamaz.

“Ulusumuz, yüzyıllarca bu boş görüşlere dayanılarak, sağa sola koşturuldu. Ama ne oldu? Her gittiği yerde milyonlarca insan bıraktı. Yemen çöllerinde kavrulup yok olan Anadolu çocuklarının sayısını biliyor musunuz? dedim. Suriye’yi, Irak’ı korumak için, Mısır’da barınabilmek için, Afrika’da tutunabilmek için kaç insan şehit oldu,
bunu biliyor musunuz? Sonuç ne oldu görüyor musunuz?!“
dedim.

Halifeye, dünyaya meydan okutmak ve onu bütün Müslümanların işlerine etkili kılmak düşüncesinde olanlar, bu görevi yalnız Anadolu halkından değil, onun sekiz on katı insandan meydana gelen büyük Müslüman topluluklarından istemelidirler! Yeni Türkiye’nin ve yeni Türkiye halkının artık kendi yaşam ve mutluluğundan başka düşünecek bir şeyi yoktur; başkalarına verilecek en küçük bir şeyi kalmamıştır! dedim.

Başka bir noktayı da halkın gözünde iyice canlandırmak için şunları söyledim:

Tutalım ki, Türkiye bir zaman için söz konusu görevi kabul etsin. Bütün Müslümanları bir noktada birleştirerek yönetmek ülküsüne ulaşmaya çalışsın, başarı da sağlasın!
Pek güzel ama, uyruğumuz ve yönetimimiz altına almak istediğimiz uluslar:

‘Bize büyük hizmetler ve yardımlar yaptınız, sağ olunuz ama biz bağımsız kalmak istiyoruz, bağımsızlığımıza ve egemenliğimize kimsenin karışmasını uygun görmeyiz, biz kendi kendimizi yönetebiliriz.’ derlerse ne olacak? Öyleyse, Türkiye halkının bütün çalışmaları ve özverileri yalnız ‘sağ olunuz!’ denilmesi için mi göze alınacaktır?

Görülüyordu ki, boş bir istek için, bir kuruntu ve bir düş için Türkiye halkını yok etmek istiyorlardı. Halifeliğe ve halifeye görev ve yetki vermek düşüncesinin niteliği bundan başka bir şey değildi.

Baylar, halka sordum: Bir Müslüman devleti olan İran ya da Afganistan halifenin
herhangi bir yetkisini tanır mı, tanıyabilir mi? Haklı olarak tanıyamaz çünkü böyle bir şey,
devletinin bağımsızlığını, ulusunun egemenliğini ortadan kaldırır.

Ulusa şunu da anımsattım :

“Kendimizi dünyanın egemeni sanmak aymazlığı artık sürüp gitmemelidir.
Dünyanın durumunu, dünyadaki gerçek yerimizi tanımamak aymazlığı ile

ve bilgisizlere uymakla ulusumuzu sürüklediğimiz yıkımlar yetişir!
Bile bile bu acıklı durumu sürdüremeyiz!”

Baylar, İngiliz tarihçilerinden Wells iki yıl önce bir tarih kitabı yayımladı. Bu kitabın
son sayfalarında, “Dünya Tarihinin Gelecek Evresi” başlığı altında birtakım düşünceler vardır. Bunlar Birleşik Bir Dünya Devleti (Ungouvernement Federal Mondial) kurmak konusu ile ilgilidir.

Wells, bu bölümde, Birleşik Bir Dünya Devleti’nin nasıl kurulabileceği ve böyle bir devletin önemli ayırıcı niteliklerinin neler olacağı üzerindeki düşüncelerini ortaya atıyor;
adaletin ve tek bir yasanın buyruğu altında dünyamızın alacağı durumu canlandırmaya çalışıyor.

Wells: “Bütün egemenlikler tek bir egemenlik içinde eritilmezse ulusların üstünde bir erk yaratılmazsa dünya yok olacaktır.” diyor ve şu düşünceleri ileri sürüyor:

“Gerçek devlet, çağımız ileri yaşama koşullarının zorunlu kıldığı birleşik dünya devletinden başka bir şey olamaz. Kuşku yoktur ki, insanlar kendi yarattıkları şeylerin altında ezilmek istemezlerse ergeç birleşmek zorunda kalacaklardır.” diyor.

Ayrıca:

“İnsanlığın dayanışması ile ilgili büyük düşün gerçekleşebilmesi için ne yapmak ve
neyin önüne geçmek gerekeceğinin doğru olarak bilinmediğini; saldırgan bir dış siyasa geleneği olan devletleri, bir Dünya Birleşik Devleti’nin güçlüklerle temsil edebileceğini” ileri sürüyor. Wells’in şu düşüncelerini de burada anmak isterim:

“Avrupa ve Asya’nın ortak gereksinmeleri ve uğradıkları yıkımlar, belki dünyanın
bu iki parçasındaki ulusların bir ölçüde birleşmesine yarayacaktır. Olabilir ki,
dünya ölçüsünde bir birleşmeye gidilmeden önce, bir sıra birleşmeler yapılır.”

Baylar, bütün insanlığın görgü, bilgi ve düşünüşte yükselip olgunlaşması, Hristiyanlıktan, Müslümanlıktan, Budizm’den vazgeçerek yalınlaştırılmış ve herkes için anlaşılacak bir duruma getirilmiş katkısız ve lekesiz bir dünya dininin kurulması ve insanların, şimdiye değin, kavgalar, pislikler, kaba istek ve eğilimler arasında bir bataklıkta yaşadıklarını kabul ederek, bütün gövdeleri ve usları ağılayan kötülük etmelerini ortadan kaldırmaya karar vermesi gibi koşulların gerçekleşmesini gerektiren “Birleşik Dünya Devleti” kurma düşünün tatlı bir düş olduğunu yadsıyacak değiliz. Türkiye’ye tebelleş olmamaları koşuluyla halifecilerin ve müslüman birliği kurmak isteyenlerin gönüllerini hoş etmek için bizde de az çok buna yakın bir kuram
ortaya atılmıştı.

Ortaya atılan kuram şuydu: Avrupa’da, Asya’da, Afrika’da ve dünyanın başka yerlerinde yaşayan Müslüman toplulukları, gelecekte herhangi bir gün, kendi başlarına buyruk bir duruma gelebilirlerse ve o zaman gerekli ve yararlı görürlerse, çağın koşullarına uygun nitelikte birtakım uzlaşma ve birleşme ilkeleri bulabilirler. Elbette her devletin,
her topluluğun birbirinden alacağı ve sağlayacağı şeyler bulunacaktır. Karşılıklı çıkarları olacaktır. Tasarlanan bu bağımsız Müslüman devletlerin yetkili delegeleri bir araya gelip bir kongre yapacaklar; böylece falan, falan Müslüman devletler arasında şu,
ya da bu ilişkiler kurulacaktır.

Bu ortak ilişkileri korumak ve bu ilişkilerin gerektirdiği koşullar içinde birlikte iş görmeyi sağlamak için, ilgili Müslüman devletlerin delegelerinden bir meclis kurulacaktır.

“Bu Meclisin başkanı, birleşmiş Müslüman devletleri temsil edecektir.” diye bir karar alınırsa, işte o zaman istenirse, o Birleşik Müslüman Devletine “Halifelik”, başkanlığına seçilecek kişiye de “Halife” adı verilir. Yoksa, herhangi bir Müslüman devletin bir kişiye bütün Müslümanlık dünyası işlerini yönetip yürütme yetkisini vermesi, us ve mantığın hiçbir zaman kabul edemeyeceği bir şeydir.

Kaynak : Atatürk, Söylev (Nutuk) II – Türk Dil Kurumu yayınları

DİL DEVRİMİ ve SONUÇLARI


Dostlar
,

81. Dil Bayramı haftası kapsamında, dostumuz, Dil Derneği üyesi
Sayın Fethi Karaduman‘ın bir yazısını paylaşalım. (Görseli biz ekledik)

Sevgi ve saygı ile.
30.9.13, Ankara

Dr. Ahmet Saltık
www.ahmetsaltik.net

================================

Ata_ve_Inonu_Kayseri'de

DİL DEVRİMİ

Fethi Karaduman

“Türk Tarih Kurumu ile Türk Dil Kurumu’nun her gün yeni gerçekleri aydınlatan ağırbaşlı ve sürekli çalışmalarını övgü ile belirtmek isterim. Bu iki ulusal kurum tarihimizin ve dilimizin karanlıklar içinde unutulmuş derinliklerini,
dünya kültüründeki analıklarını, çürütülmez bilimsel belgelerle ortaya koydukça, yalnız Türk ulusu için değil ve fakat bütün bilim dünyası için dikkat ve uyanışa
yol açan kutsal bir ödev yapmakta olduklarını güvenle söyleyebilirim.”

M. Kemal Atatürk (1936)

Her alanda olduğu gibi, dil konusu da köklü bir biçimde Cumhuriyet döneminde
ele alınır. Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucusu Atatürk; ulusun çağdaş uygarlık yönünde hızla ilerlemesini sağlayacak yenilikleri gerçekleştirirken,
Dil Devrimini de bu sürecin ayrılmaz bir parçası olarak uygulamaya koyar.

Dil Devrimi; yüzyıllardır yabancı dillerin egemenliği altında öz benliğini yitirmiş olan Türkçeyi bağımsızlığına kavuşturarak, gizilgücünü (potansiyelini) ortaya çıkarmayı ve geliştirip yükseltmeyi amaçlar. Bu kapsamda, ulusal kimliğin bir parçası, insan kişiliğinin aynası olan dilin; özleşmesi, arınması ve zenginleşmesini sağlamak önemli bir görev olarak yükümlenilir.

Ulusal kültürün de ana öğelerinden olan dilin, yabancı dillerin boyunduruğundan kurtarılarak, ulusal bir nitelik kazanması; Atatürk’ün tam bağımsızlık ilkesinin, laikliğin yerleştirilmesinin ve uluslaşma sürecinin de bir uzantısıdır. Bu nedenle, Cumhuriyet’in ilk yıllarında eğitimden başlayarak ekonomik alandan, dinsel alana dek her yönde, ulusal dile yönelinir. Bu amaçla toplumsal yaşamın her alanında gerçekleştirilen her köklü değişiklik, dilsel alanı da kapsar. 

Eğitim alanında, Türkçenin güçlendirilmesine yönelik çalışmalarda;
3 Mart 1924 günü çıkarılan Öğretim Birliği (Tevhid-i Tedrisat) Yasası
önemli bir dönüm noktası olur. Aktarmacılığa dayalı medrese okullarının yerine, bilime dayalı eğitim veren çağdaş eğitim kurumlarının oluşturulması süreci, bu yasa ile başlar. Eğitimdeki çok başlılık ortadan kaldırılır.

10 Nisan 1926 günlü 805 Sayılı Yasa ile ekonomi ile ilgili kuruluşlarda bile Türkçe kullanılması zorunluluğu getirilmiştir. Bütün bu yenilikler, Dil Devrimi ile doğrudan bağlantılı olan ve hazırlık evresini oluşturan önemli değişiklikler olarak uygulamaya konulur.

Dil devrimine ön hazırlık sayılabilecek bu çalışmaların ardından öncelikle yazı değişikliğini gerçekleştirmek için, 23 Mayıs 1928 günü “Dil Heyeti” kurulur.
Yeni bir abecenin hazırlanması ve dilin özleşmesi çalışmalarını başlatacak olan bu kurulda üç milletvekili ve üç dil uzmanı görevlendirilir.

Dil Encümeni ya da Alfabe Encümeni adıyla anılan bu kurul, yeni abecenin
kabul edilmesinin ardından, 5 Aralık 1928 günü Bakanlar Kurulu kararı ile Milli Eğitim Bakanlığı’na bağlanarak Dil Devrimine katkı vermeyi sürdürülür. Üye sayısı artırılarak desteklenen bu kurul, 25 bin sözcüklü bir Yazım Kılavuzu hazırlar. Ayrıca Sözlük ve Dilbilgisi kitapları yayınlar. 

Atatürk, dilin ulusallaşması, zenginleştirilmesi ve yabancı dillerin egemenliğinden kurtarılması ülküsünü 2 Eylül 1930 günü şu sözlerle dile getirir:

“Ulusal duygu ile dil arasındaki bağ çok güçlüdür. Dilin ulusal ve zengin olması ulusallık duygusunun gelişmesinde başlıca etkendir. Türk dili, dillerin en zenginlerindendir; yeter ki bu dil bilinçle işlensin. Ülkesini, yüksek bağımsızlığını korumasını bilen Türk ulusu, dilini de yabancı dillerin boyunduruğundan kurtarmalıdır.”

Topluma ulus, yurt ve tarih bilinci kazandırmak, Dil Devrimine halkın da katılımını sağlamak için, Atatürk öncülüğünde 15 Nisan 1931’de Türk Tarihi Tetkik Cemiyeti,
12 Temmuz 1932’de Türk Dili Tetkik Cemiyeti kurulur.

Gelişmiş tüm uluslar dillerini de özleştirmişlerdir. Kendi köklerine, kaynaklarına dayanarak öz varlıklarını zenginleştirmişlerdir. Yaratıcı düşüncenin ve ulusal kültürün gelişmesi, dilin öz benliğine kavuşmasıyla ivme kazanır.

*****

Dil Devrimi’nin Sonuçları

  • Bağımsızlığın, laikliğin, ulusal birliğin temeli olan unsurlardan birisi daha gerçekleştirilmiştir.
  • Ümmet toplumu dizgesinin (sisteminin) ürünü olan Arap yazısı ve Osmanlıcanın yerine Türkçenin geçmesi, uluslaşma ile birlikte laik Cumhuriyette özgür düşünen yurttaşların yaratılması sürecini başlatmıştır.
  • Bilim ve sanat dili olarak kullanılabilecek düzeye ulaşan Türk dili, iletişimin ve eğitimin önemli aracı durumuna gelmiştir.
  • Ulusal kültürün oluşması ve gelişmesi de, dilin ulusal yapılanmasıyla olanaklı kılınmıştır.
  • Yöneten, yönetilen arasında oluşan dil uçurumu giderilmiştir. Konuşma ve yazı dili arasındaki ayırımın kalkması, uzun erimde demokrasinin gelişmesine katkıda bulunmuştur.
  • Dilin özleşmesiyle; düşüncede açıklık, anlamda, anlatımda, bilgiyi iletmede kolaylık sağlanmıştır. Bu doğrultuda dil asıl işlevine kavuşmuştur.
  • Dilin anlatım işlevselliği kazanması, eğitim ve öğretimin yaygınlaşarak halka kolaylıkla ulaşmasını sağlamıştır.
  • Osmanlıcanın yerine Türkçenin geçmesi, kökleri bilinen terim ve sözcüklerin kolaylıkla algılanmasının yolunu açmıştır. Böylelikle soyut kavramların, düşüncede çağrışımlar oluşturarak somutlaşması, eğitime bilinç boyutunu kazandırmıştır.

Yine, beyinlerde açık bir biçimde belirginleşen, canlanan terimlerle, anlamada ve düşüncede kolaylık sağlanırken,  bu terimlerin ezberlenmek zorunda kalınmaksızın anlayarak öğrenilmesi ile usa (akla) dayanan eğitimin yolu açılmıştır. Böylece de oluşturulan çağdaş eğitim kurumlarında, medreselere özgü ezbercilik yöntemine
son verilmiştir.

Çağdaş eğitim kurumlarının bilime ve usa dayandırılması bir zorunluluktur. Eğitimin aracı olan dil de, bu yapılanmayı sağlayacak zincirin önemli halkalarından birisidir.

Dil Devrimi, Mustafa Kemal Atatürk’ün ulusunu iyi tanıyan, ne denli sağduyulu bir önder olduğunu kanıtlayan, Türkçe üzerindeki boyunduruğu kaldıran görkemli bir devrimdir.

Dil Devriminin kökleşmesi için büyük uğraşılar veren Atatürk, bedensel varlığının aramızdan ayrılışından on gün önce 1 Kasım 1938 günü,  Türk Dil Kurumu’nun çalışmalarını överek, bu kurumun önemini bir kez daha vurgular:

  • Türk Dil Kurumu, en güzel ve verimli bir iş olarak türlü bilimlerle ilgili
    Türkçe terimleri saptar ve böylece dilimiz yabancı dillerin etkisinden kurtulması yolunda köklü adımlar atar. Bu yıl okullarımızda öğretimin
    Türkçe terimlerle yazılmış kitaplarla başlamış olmasına kültür hayatımız için önemli bir olay olarak belirtmek isterim.”

Halkın inancını kullanarak, akıl ve bilimden uzaklaşmasını isteyenler, Harf ve
Dil Devrimini karalamışlardır. Cumhuriyet karşıtlığından çıkar sağlayanlar Atatürk Devrimi’nin her aşamasında olduğu gibi Harf ve Dil Devrimine de karşı çıkmışlardır, çıkmayı da sürdürmektedirler.

ATATÜRK DEVRİMİ – Fethi Karaduman
TWİTTER: Fethi Karaduman2

TÜRKÇE DİL BAYRAMIMIZ KUTLU OLSUN!


TÜRKÇE DİL BAYRAMIMIZ KUTLU OLSUN!

Dostlar,

Sayın Aydoğan Kekevi (dog.kekevi@t-online.de) aşağıdaki makalesini bizlerle paylaştı sağolsun.. Biz de yarın kutlayacağımız 81. Dil Bayramımız adına sizlere sunuyoruz. Sağolsun Sn. Kekevi, bir yandan “TÜRKÇE DİL BAYRAMIMIZ KUTLU OLSUN!” demekte bir yandan da ağdalı bir Osmanlıca kullanmakta..

D ü z e l t m e    n o t u                  :

Dostlar,

Sayın Aydoğan Kekevi’den aşağıdaki düzeltme notunu aldık :

*****

Saygın Ahmet SALTIK bey iyi akşamlar;

Önce söz konusu yazıyı sitenizde yayınladığınız için sağolunuz.

Yalnız, dikkatinizden kaçmış, söz konusu yazı benim değil iletiden de görüleceği gibi
Sn. Güzide Filiz TUZCU’nundur.

Ben yalnızca paylaşıcı / dağıtıcı konumundayım.

Sitenizde söz konusu yazıda bu ad değişikliğini yapar, yanlışlığı düzeltirseniz sevinirim.

*****

Biz de elbette düzeltir, Sn. Kekevi’den ve Sn. Tuzcu’dan özür dileriz.
Gerçekten dikkatimizden kaçmış.

Bu arada Sn. Kekevi “Öztürkçeci” olduğunu belirterek 2 makalelerini de lütfetmişler.
Bu 2 değerli makaleyi değerlendireceğiz sitemizde yer vermek üzere..

1. Osmanlıca “Zorunlu Ders” olmuş; şimdi sıra Türkçe’nin “Seçmeli Ders”
    olmasında (mı?).. (5 sayfa)

2. METROPOL- MEGAPOL (2 sayfa)

*****

Sn Güzide Filiz TUZCU’nun yazısını özüne dokunmadan yer yer güncel (arı da değil!) Türkçe sözcükleri koyduk..

Yüce ATATÜRK‘ün Türk dili hakkında önemli bir söylemini sunarak katkı vermek isteriz..

  • “Milli his ile dil arasındaki bağ çok kuvvetlidir.
    Dilin milli ve zengin olması, milli hissin gelişmesinde başlıca etkendir. Türk dili, dillerin en zenginlerindendir. Yeter ki, bu dil şuurla işlensin. Ülkesini, yüksek bağımsızlığını korumasını bilen Türk milleti,
    dilini de yabancı diller boyunduruğundan kurtarmalıdır.”

Ata_ve_Inonu_Kayseri'de

Sevgi ve saygı ile.
25.9.13, Ankara

Dr. Ahmet Saltık
Dil Derneği Üyesi
www.ahmetsaltik.net

=====================================

TÜRKÇE DİL BAYRAMIMIZ KUTLU OLSUN!

Güzide Filiz TUZCU
(gftuzcu@hotmail.com)

Millet olarak, söz konusu bu Bayramın gerçek değerini anlayabilmemiz için, belleğimizi tazelememiz, bir başka deyişle geriye dönüp “tarihimize bakmamız” gerekmektedir…

Türk Dili – Kültürü ve Tarihi, Osmanlı İmparatorluğu’nun özellikle  son yüzyıllarında tümüyle ihmal edilmiş, bir kenara itilmiş hatta tümden yok varsaılmıştır. Bilindiği üzere Osmanlı hanedanı “Arapça ve Farsça” dillerinden karışık, halkın anlayamadığı
yapay bir dil” (A.S.:Osmanlıca!) benimsemiş ve  “Türk Dilini” küçümseyerek,
(AS: özellikle) arka plana atmıştır.”Kanuni Sultan Süleyman’ın şeyhülislâmı Ebusuud Efendi, insan – doğa ve
Allah sevgisini bir nakış gibi  işleyen – ölümsüz büyük Türk Ozanı Yunus Emre‘nin “Türkçe Şiirlerini” bile yasaklamış ve bu şiirleri okumanın dinsizlik sayılacağına dair fetva vermi
ştir.”
  (Kaynak: Necdet Sakaoğlu, Osmanlı Eğitim Tarihi, İletişim Yay. İstanbul, 1991, syf. 22)Hatta Osmanlılar, Türklerin Kuran’ı ana dilleri olan Türkçe okumalarını bile yasaklayarak, Kuran ayetlerini Türklerin anlamalarını yüzyıllarca engellemişlerdir. İslâm’da baskı ve zorlama kesinlikle olmadığı halde Osmanlı padişahları ve yöneticiler, İslâm dini adına Türklere baskı, zulüm ve yasaklar uygulamışlardır.
Bu yüzden Türkler, kendi dinlerinden, kimliklerinden ve tarihlerinden habersiz yaşamışlardır…Anımsatmak isteriz ki, o çok bilinen ve haklı olarak övünülen ve dünyada bilinen en eski Alfabe “Futhark Alfabesi – yani aslında Türk Runik Harfleri Alfabesiyle” yazılmış olan “Orhun Abideleri Yazıtları” bile, Türkler tarafından değil, 19. yüzyılda yabancılar tarafından bulunmuş ve gün ışığına çıkarılmıştır. 

1923 – 38 döneminde “Antik Tarihin” tarafsız bir şekilde araştırılması ve ortaya çıkarılması için yine Mustafa Kemal Atatürk öncü olmuştur. Ancak 1938 sonrasında, maalesef  yine Osmanlı dönemlerine geri dönülmüştür…

Oysaki daha gün ışığına çıkarılmayı ve dünya kamuoyuna duyurulmayı  bekleyen
göz kamaştıran nice Türk Yazıtları ve Tarihi Eserleri vardır. Hatta Türkiye’de bulunan müzelerimizde “Antik Türk Tarihine” ait değerli tarihi eserlere “Helenistik” diye
etiketler konulmuş olması oldukça üzücü ve  düşündürücüdür…

Anımsatmak isteriz ki, söz konusu “Türk Değerleri ve Antik Mirasımız“, oldukça geç bir tarihte, ancak 2. Meşrutiyet’te (1908) İttihat ve Terakki’nin “Türkçülük Akımı” düşünceleri doğrultusunda Osmanlıda önem kazanmaya başlamıştır… Ancak Türklerin çok geç de olsa uyanmaları, kimliklerinin, dillerinin ve tarihlerinin farkına varmaları,
ülke yönetimi dahil, ülkede pek çok şeye egemen olan Osmanlının gayrimüslim ve gayri-Türk tebaasını oldukça rahatsız ve tedirgin etmiştir
.

Bu bağlamda 1908 – 14 dönemi oldukça çalkantılı, sıkıntılı bir dönem olmuş; siyasal, iktisadi, ticari  ve dış politika açısından ülkede gerekli istikrar sağlanamamıştır.
Daha sonra da bilindiği üzere 1. Dünya (AS: Paylaşım) Savaşı çıkmış, Enver Paşa ve ekibi Almanya saflarında savaşa katılmaya karar vermiş ve Mustafa Kemal Paşa‘nın bütün itiraz ve uyarılarına rağmen, Türk ordularını Alman komutanların emrine vermişlerdir. Herkesin bildiği üzere Osmanlı İmparatorluğu savaş sonunda büyük bir yenilgiye uğramış, emperyalist Batılı devletler daha önce kararlaştırmış oldukları gibi, “Türkleri, Anadolu’dan tümüyle atıp, yok etmek, “İslâm dünyasına esaslı bir gözdağı – ders vermek üzere” bir idam fermanı niteliğinde olan Mondros Mütarekesi‘ni ve daha sonra da, kimi yabancı gözlemci ve yazarların bile oldukça haksız buldukları “Sevres Antlaşması‘nı” Osmanlı yönetimine imzalatmışlardır.

Şayet bütün bu haksız uygulamalara, işgallere ve zulümlere, Mustafa Kemal Paşa ve değerli silah arkadaşları da sessiz kalsalardı ve deselerdi ki;

  • Karşımızda dünyanın en güçlü koskoca devletleri var, bizler de kim oluyoruz? Onlara nasıl kafa tutarız? Bizler onlara itaat etmek zorundayız, başka elimizden ne gelir ki? Bizler gözümüzü kaparız – görevimizi yaparız, padişahtan ve Osmanlı hükümetinden yana oluruz, saltanatımızı kurtarırız ve keyfimize bakarız…

Allah korusun bugün ne Büyük T.C. Devleti vardı, ne onurlu,  haysiyetli ve özgür bir yaşantımız vardı, ne baş tacı ettiğimiz güzel dinimiz, ne camilerimiz, ne de göklerde şerefle dalgalanan şanlı Türk Bayrağımız…

Ne de bu gün kutlanacak olan bir “Dil Bayramımız” olacaktı…
Ayrıca ne Türk Tarih Kurumumuz, ne Türk Dil Kurumumuz,
yani hiçbir şeyimiz olmayacaktı…

Büyük Türk Milletini “derin bir gaflet (AS : aymazlık) uykusundan uyandıran,
onlara şanlı ve köklü kimliklerini, dillerini, kültürlerini ve tarihlerini anımsatan;
Türkleri padişahlara ve padişahların buyruğundaki görevlilere kul ve köle olmaktan kurtaran ve milletinin yeniden kendisine güven duymasını sağlayarak, onları özgür, onurlu – saygın bireyler yapan; milletini ve ülkesini kalkındırmak, eğitmek, refahını (AS : gönencini) sağlamak ve sonunda en ileri uygarlık düzeyine taşımak için

var gücüyle, gece -gündüz çalışan, bu uğurda çok sevdiği askerlik mesleğini, gençliğinden başlayarak bütün yaşamını, hatta canını bile ortaya koyan Büyük Atatürk‘ün önünde bir kez daha saygıyla eğiliyor, büyük minnet duygularımızı
ve engin sevgilerimizi arz ediyoruz..

Kemalizm’in Ekonomisine İhanet


Dostlar
,

Cumhuriyetimizin sıradışı aydınlarından, 91 yaşındaki bilge insan,
Dr. Müh. Ali Nejat Ölçen’in doktora tezi Sağlık Ekonomisi ağırlıklıdır.

Bu sitede epey yazılarına yer verdik saygın büyüğümüz Dr. Ölçen’in..

Aşağıda yeni bir yazısı var :

  • Kemalizm’in Ekonomisine İhanet

Okunup okutulması dileğiyle.. Kendisine de hem derlediği hem de paylaştığı için
engin teşekkürlerimizle..

Sevgi ve saygı ile.
11.3.13, Ankara

Dr. Ahmet Saltık
www.ahmetsaltik.net

====================================
Dr. Müh. Ali Nejat ÖLÇEN

portresi

Kemalizm’in Ekonomisine İhanet

Sn. Zeki Kentel’in Kemalizm’de enflasyon gibi kimi ekonomi sorunlarına yanıt bulunmadığı düşüncesine, uzmanlık alanım olduğu için yanıt vermeye gereksinim duydum. Ülkemizde “Kemalizm’in Ekonomisi”ni betimleyen benden önce herhangi bir iktisatçıya rastlanır mı bilemiyorum. Ben rastlamadım. 1982 yılında Siyasal Bilgiler Fakültesi’nde düzenlenen
bir Sempozyum’a “1923-1938 Döneminde 1. ve 2. Sanayi Planları” tebliği ile katılmıştım.

1997 yılında konuyu Kemalizm’in Ekonomisi kitabıyla bütünselliğe kavuşturdum.
Kemalizm’in özünü kavrayabilmek için onun ekonomisini ve o ekonomideki yönetsel
ve siyasal ilkeleri incelemek gerekir. O nedenle Mustafa Kemal, 1923’ün Şubatında
İzmir İktisat Kongresi’nin açış konuşmasında bu temel ilkeyi şu sözleriyle özetlemiş:
Bütün programlarımız iktisat programından çıkacaktır, demişti. Kemalizm’in özü ve özetidir bu. Nasıl olacak sorusuna verilecek yanıt Kemalizm’in ideolojik dokusunu açıklar. Bunu 1930 yılında hazırlanan “İktisadi Program’ın 64 ve 3.maddelerinde görüyoruz. İktisadi Program’ın 64’üncü maddesinde:

Milli iktisadı (dikkat ediliyor musunuz ilk kez milli iktisat kavramından söz ediliyor)
her şubede tesis, tevsi ve inkişafı için lazım olan sermayenin en bereketlisi
milli tasarruf” tur.

Osmanlı devletinin 700 yılı bulan tarihinde hiçbir devlet adamı, milli tasarruf, milli iktisat deyimlerini kullanmamıştı. Çünkü Osmanlı, milli devlet değildi ve ekonomi dışı yaşamıştı. Acaba milli tasarruf, ne tür hukuk düzenine gereksinim duyacaktı?
Bu soruya yanıtı İktisat Programı’nın 3’üncü maddesinde görüyoruz:

Adalet, devletin bütün hayat ve faaliyet şubelerinde olduğu kadar ve bilhassa
iktisadi hayat ve faaliyetin de temelidir. En iyi kanunlar ve adil hakimler,
iktisadi teşebbüs ve inkişafın başlıca muhafızı ve müşevviki, olacaktır.

Böylece Kemalizm’in özü ve özetinin üç ilkesiyle karşılaşıyoruz:

1. Devletin (yürütme erkinin yani siyasal iktidarların) programları İktisat Programı’ndan çıkmalıdır.

2. Gelişmeyi sağlayacak nesnel ve parasal gücü milli tasarruf yaratmalı.

3. Devlet adaletin temel olmalı ve hukuk ile ekonomi bütünleşmelidir.

Şimdi soruyoruz: Adalet ve Kalkınma Partisi’nin İktisadi Programı var mı, “milli tasarruf” yerine neden dış borca ihtiyaç duyuluyor? Dışalım savurganlığı neden önlenemiyor?
Ve Devlet adaletin mi yoksa adaletsizliğin mi temeli? Hukuksuzluğun hukuku ne amaçla yaratıldı.

Kemalizm’de milli tasarrufun kullanımı, hukuk ile ekonominin bütünselliği ve yönetimin kaynağının ekonomi olması (bir başka deyimle ekonomi politiği) nasıl gerçekleştirildi, görelim bunu:

Kemalizm’de bu sorunun yanıtı planlı sanayileşme ile sağlanmıştır. 1932 ve 1935 yıllarında hazırlanan sanayi planları Sovyet Rusya’da bile bir örneğine rastlanmayan yatırım projelerine ilişkin “fizibilite raporları” ile yürürlüğe girmiştir. Yani, yatırım projelerinin tümü, ne kadar süre içinde kendisini ekonomiye geri ödeyeceğinin hesaplarına dayalıdır. Türkiye’mizde henüz İktisat öğrenimi ve fakülteleri yokken o hesaplar Sovyetler Birliği’nde bile örneği olmayan bilimsel yöntemlerle hazırlandı ve uygulandı.

Mustafa Kemal, emperyalizme avuç açmadan, ülkemizi korumanın gizini bir temel ilkeyle açıklamıştı: Beş Beyazlar Ekonomisi. Eğer Türkiye “bez, kağıt, şeker, un ve çimento” olarak betimlenen bu beş beyaz ürünü kendi emeği ve kendi tasarrufu ile yaratabilirse işte o zaman tam bağımsızlığını sağlayabilirdi. (Osmanlının 1913-14 yılında 518.9 milyon Mark olan toplam dış alımının beş beyazlar %53.4’ünü oluştururken 1932 yılında bu oran % 26.8’e indi. Milli iktisat böyle doğdu).

Bir önemli sorun vardı:

Devlet nasıl örgütlenmeli ve hangi kurumları yaratmalıydı. Bu soruların yanıtı varsa ancak o zaman Kemalizm’in bütünselliği doğabilirdi. Bu soruna Kemalizm, iki ana “kurumlaşma süreci” ile çözüm getirmiştir:

A. Nesnel kurumlar:

1. Devlet vatanın doğal varlığını tanımalıydı. Bunun için ilk iş olarak 25 Nisan 1926 günü
3517 sayılı Bakanlar Kurulu Kararı ile “Merkezi İstatistik Teşkilatı”nı kuruldu.
Osmanlı Devleti, ülkemize ne ka­dar yağmur yağdığını, akarsularımızdan yılda
kaç milyon metreküp su akıp gittiğini ve en düşük ya da en yüksek ısının nasıl değişime uğradığını merak etmeyen, buna gereksi­nim duymayan devletti.

2. Devlet Etibank, Sümerbank’ı kurarak sahip olduğu vatanın doğa varlığını tanımları, bilmeli ve üretime nasıl dönüştürüleceğini hesaplamalıydı. (Osmanlı kendi ülkesini tanımayan devletti)

3. İller Bankası kurulmalı yerel yönetimlerin (yol, içme suyu gibi) altyapı yatırımlarını
milli tasarrufla finanse etmeliydi.

Bu üç temel kuruluş ancak genç kuşakların bilgi ve kültür donanıyla yaşayabilirdi. O halde

Kemalizm;

B. Kendi kültürünü yaratmalıydı.

1. Ulus kendi tarihini bilmeliydi: Türk Tarih Kurumu kuruldu.

2. Ulus Osmanlı’nın yasakladığı öz Türkçesini öğrenmeliydi:
    Türk Dil Kurumu bu amaçla kuruldu.

3. Gençler bir araya gelebilmeli, Anadolu kültürünü, sanatını folklorunu tanımalı, öğrenmeli geliştirmeliydi. Halkevleri bu amaçla kuruldu. Halkın okulu olmalıydılar.

4. Kırsal alan gençleri, sanayinin temel nesnelerini tanımalı, onu kullanmalı ve
üç boyutlu yapıya dönüştürürken okul denilen o yapı içinde öğrenim görmeliydi.
Kırsal alanın feodal yapıdan kurtularak sanayi toplumuna dönüşümü ancak böyle sağlanabilecekti. Köy Enstitüleri bu amaçla kuruldu.

Ne yazık ki bu kurumlar ihanet çemberinde yok edildiler.
Kemalizm’in özü ve özeti budur. Ve bu bütünsellik sayesinde:

1. Bütçe dış açık vermiyordu.

2. Enflasyon söz konusu değildi.
Enflasyona yer vermeyen ekonomi yaratılmıştı.
O halde yaratılan ekonomi enflasyonun da çözümüydü.

3. Yatırımların finansmanı milli tasarrufla sağlandığı için, dış ticaret açığı söz konusu olmuyor ve o sayede 1 ABD doları 1.20 TL’de değerini koruyordu. TL olan milli paranın gücü, onuru ve uluslararası geçerliliği üst düzeydeydi, şimdiki gibi ayaklar altına düşmemişti. Yani ekonomi emperyalizme karşı kendisini koruyabiliyordu. KİT’ler
(Kamu İktisadi Kuruluşları) bu amaçla yaratıldı. (AKP tarafında yok pahasına satıldılar).

Görülüyor ki; Kemalist devrimlerin yeryüzünde benzeri olmayan bir özelliği vardı.
Teorisi, uygulaması kendi kültürünü ve o kültürün kurumlarını yaratarak evrim içinde gerçekleştirilmişti. Oysa Fransa’daki devrimde giyotinler işleyerek; Sovyet Rusya’da karşı çıkanlar Çar ailesi dahil yaşamlarını yitirerek gerçekleştirildi.

  • Kemalist devrimlerde gözyaşı dökülmemiştir; tarihin ilk insancıl devrimidir.

Mustafa Kemal‘in kurduğu yeni devletin esası iktisat programın­dan çıkacaksa,
önce doğa varlığını tanımak ve sanayileşme sürecine adım atmak gere­keceğini belirtmiştik. O nedenle, 1925-1927 döneminde Sovyet Rusya’dan tarım uzman­ları
davet edilerek “Türkiye’nin Zirai Bünyesi” 860 sayfa tutarında bir yapıt ile ortaya çıkarıldı. Örneğin, 1951 yılında kitap olarak basılarak dağıtımı sağlanan bu çalışmanın 557’inci sayfasında haşhaşın morfin, kodein, tebain ve papaverin oranlarının ne düzeyde olduğunu aşağıda çizelgede görmekteyiz:

Morfin            Kodein         Tebain         Papaverin
Türkiye        %10.0-28.0   %0.2-0.8       %0.2-0.5     %05-1.0
Hindistan     % 4.6- 8.9     %0.5-4.0       –                  –
Çin              % 4.3- 11.2    %0.06-0.18  %0.7-0.9     %0.3-0.8
İran             %10.4-10.8    %0.29-.57    –
Yugoslavya %10.0-16.0    %0.46          –                   –

Çizelgenin sonunda “Türkiye’de haşhaş bitkisindeki morfin miktarının öbür ülkeleri
pek geride bıraktığı” yazılıdır. Bu bilgiye şunun için değinmeye gereksinim duymaktayım: Çünkü alkoloid projesi, afyon ekimini sağlık sektörüne katkıda bulu­nacak yatırım projesinin temel girdisi olmasını ön görülmüştü. Mustafa Kemal Atatürk, yaşamını
erken yitirip aramızdan ayrılmasaydı bu sanayi da­lındaki yatırım kesinlikle gerçekleşir
ve Türkiye’miz, afyonu tıp dünyasına sun­muş olurdu.

1924 yılında dünya afyon üretimi 8600 ton olarak tahmin edilmekteydi. Alkoloid için
afyon istemi ise yalnızca  370 ton idi ve Türkiye bunun %61’ini karşılayacak bir
yatırım projesine Mustafa Kemal sayesinde 2. Sanayi Planı’nda kavuşmuştu.

Sanayi planlarına alınan yatırım projelerine ilişkin fizibilite he­sapları bilimsel açıdan
üst düzeydedir. Örneğin alkoloid yatırım projesinde yılda 120 ton afyonun işlenerek
12 ton baz morfin üretilmesi öngörülmüştü. 120 ton afyo­nun dış satımıyla 944 000 TL
gelir sağlamak yerine onu alkoloid türevlerine dönüştüren yatırım projesiyle 1 454 000 TL dışalım geliri sağlanacağı yapılan hesapların sonucuydu. Ne yazık ki, bu yatırım projesi unutuldu.

İkinci Sanayi Planı‘nda bir önemli yatırım projesinin de linyit ya antrasitten
sentetik benzin üretimi tasarımıydı. Çok önceleri Batı dünyasında kömürden
sentetik benzin üretimi düşünülmekteydi ve fakat buna ilişkin teknoloji ancak Almanya’da 1930’lu yıllarda keşfedildi. 2. Sanayi Planı’na böylesi bir yatırım projesinin fizibilite hesapları yapılarak 1935 yılında girdiğini görüyoruz. İki seçenek incelenmişti. 1 kg linyit
ya da antrasit kömürünün fiyatı X ise üretilecek sentetik benzinin,

1. Antrasit kömür katranından üretilen benzinin litre fiyatı F:
F=7.04+(0.113 X+0.113)/n

2. Linyit kömüründen üretilecek benzinin litre fiyatı:
F=7.22+1.15 X bulunmuştu.

Antrasit kömüründe katran oranının n=%8’den az olması durumunda linyitten üreti­len benzinin daha ekonomik olacağı anlaşılmıştı. Linyit kömürünün birim fiyatı X=4 ku­ruş olduğu için üretilecek sentetik benzinin litre fiyatı 11.83 kuruş olarak bulunmuş,
dış alım fiyatının 3 katı olduğu görülerek Sanayi Planı’na alınmamasına karar verilir­ken, Mustafa Kemal’in karşı çıkması ile Plana alınmıştı.

Mustafa Kemal’e göre:

İktisat meselesinden ziyade milli müdafaa mevzuu önemli idi.
2. Sanayi Planı’nı (1935) İktisat Bakanı Celal Bayar, Meclis’e sunarak savunmuş olmasına karşı 1950 yılında Cumhurbaşkanı olduğunda 2. Sanayi Planı’nda savunduğu yatı­rım projelerinden hiçbirini anımsamamıştır.

Mustafa Kemal Atatürk, İzmir’de İktisat Kongresi’nin açılış konuşmasında
sözünü (1923) ettiğimiz İktisat Programı’nın temel ilkelerini şöyle özetlemişti:

  • İstiklal-i tam için şu düstur var: Hakimiyet-i Milliye, hakimiyeti iktisadiye ile
    tersim edilmelidir. Yegâne kuvvet, en kuvvetli temel iktisadiyattır. Siyasi ve askeri muzafferiyetler ne kadar büyük olursa olsun, iktisadi zaferle tetviç edilmedikçe (taçlanmadıkça) semere, netice payidar (sürekli) olamaz. Bugünün devlet ve siyaset adamları O’nun bu sözünü anımsayarak uygulamaya çalış­salardı şimdiki sorunların hiçbirini yaşamazdık.

Bugün Mustafa Kemal’in okullarında yetişenlerin Mustafa Kemal Atatürk’e ve onun devrimlerine sahiplenmeleri bir yana karşı çıkmaları ve yadsımaları hangi sözcükle açıklanabilir?

İhanet sözcüğüyle!

R.T. Erdoğan eğer sadrazam olsaydı, kim bilir hangi padişahın eteğini öpecekti.
Eğer Köy Enstitüleri ve Halkevleri yok edilmeseydi gelişen kültür düzeyinde

R.T. Erdoğan gibi cahil biri başbakan olabilir miydi?

Ve ABD’nin Dışişleri Bakanı John Kerry sağ eli göğsünün üzerinde Anıtkabir’de
saygı duruşundayken, bir başbakan “sap gibi duruyorlar” diyebilir miydi?

Kraliçe Elizabeth, Anıtkabir özel defterine;

  • “Modern tarihin büyük şahsiyetlerinden biri olan Mustafa Kemal Atatürk’e
    saygılarımı sunmak benim için büyük bir onurdur.”

diye yazarken, AKP iktidarı tarih kitaplarından Mustafa Kemal’in adını silecek kadar küçülebilir miydi? Hayır! AKP gibi bir siyasal parti zaten kurulmaz,
kurulsa da toplumun kültür düzeyi, ona iktidar kapısını açmazdı.

Ülkemizde kimileri var ki, onlar, kendilerine bugünkü olanakları yaratan devlet ve
siyaset adamlarımızdan İsmet İnönü ve Mustafa Kemal Atatürk’e neden karşılar,
bu şizofrenik davranışı sosyal psikoloji uzmanları analiz etmeli ve tedavi çarelerini aramalıdırlar. Eğer olay siyasal amaç ve art niyet ürünü değil de, patolojik ise.
Türk ulusu sosyal patoloji uzmanlarına gereksinimi olduğunu kabul ederek buna
çare bulursa kendisini esenliğe kavuşturabilir.

O zaman haklı olarak “ne mutlu Türk” olduğumuzu söylediğimizde buna hiç kimse
karşı çıkmaz ve hiç kimse annesinden alacağı kültür ve terbiye gereği Milliyetçiliği
ayak altına alacağını söyleyecek kadar küçülemezdi.. Kültür erozyonuna çare bulmak başta gelen sorunumuz olsa gerek. (7 Mart 2013)

Dr. Ali Nejat Ölçen

Dil, Kültür ve Yabancı Dilli Üniversite

Dostlar,

Üstad Doğan Kuban’ın Cumhuriyet Bilim Teknik ekinde 31 Ağustos 2012 günü yayaımlanan

Dil, Kültür ve Yabancı Dilli Üniversite
başlıklı makalesini paylaşmak itiyoruz..

Gençlerimizin, us almaz bir yabancı dil özentisi hatta takıntısı ile
nasıl kendi öz ekinlerine (kütürlerine) yabancılaştırıldıklarını acı ile izliyoruz.

Bu gidişin durdurulması gerek.

Yabancı dil öğrenmeye ve öğretmeye elbette evet..

Devlet, geçerli yabancı dilerin yurttaşlarca yeterli düzeyde öğrenilmesi için
elbette çaba göstersin ama

YABANCI DİLLE EĞİTİME HAYIR!

Bu ancak sömürgelerde olur.

Türkiye, örn. Rusya’dak gibi bir Dil Akademisi kurmalı.
Aslında alasını büyük Atatürk 1932’de Türk Dil Kurumu olarak kurmuştu. 12 Eylülcüler devlet dairesine dönüştürdü ve işlevsiz kıldılar.

Böylesi bir kurum, seçilen bilimsel-kültürel kaynakları yabancı dilerden Türkçemize çevirirken, karşılığı olan Türkçe söcükleri de türetir..

Böylece isteyen o yabamcı dillerden okur ama Türkçeleri de dilimze kazandırılır
yeni kavram ve terimlerin.

Bunun için ulus devlet / ulusal devlet olmak gerekir;
bir ulusal dil politikası olması gerekir devletin ?

Türkiye’de 12 Eylül 1980’den bu yana giderek yozlaşan ve çoraklaşan çok tehlikeli bir savrulma yaşanıyor..

Ve de dile kolay, en az 3 onyıldır bu tehlikeli erozyon süregelmekte..

AKP’nin CHP’den dönme Kültür Bakanı Ertuğrul Günay‘ın düşün dünyasının ufukları bu sorunlara erişemiyor mu?

Doğan Kuban’ın makalesi için lütfen tıklar mısınız ??

Dil, Kültür ve Yabancı Dilli Üniversite

Sevgi ve saygı ile.
Datça, 10.9.12 (Tatil için)

Dr. Ahmet Saltık
www.ahmetsaltik.net