Etiket arşivi: İstiklal-i tam

Toplumsal Karamsarlık Aşılmalı…


Dostlar,

Sevgin (aziz) dostumuz, ADD yönetiminde uzun yıllar birlikte çalıştığımız, son olarak (2004-6) kendilerinin genel başkan bizim de genel başkan yardımcısı / vekili olarak görev yaptığımız… Sayın Av. Ertuğrul Latif KAZANCI‘nın nefis bir makalesini paylaşalım.. Sn. Kazancı’yı kutlayarak ve teşekkür ederek..

Toplumsal Karamsarlık Aşılmalı…

Aşılacak Sayın Kazancı, aşılacak…
Korku onların; umut, azim ve kararlılık bizim dağlarımızı tutmuştur..

Sevgi ve saygı ile.
18.3.14, Ankara

Dr. Ahmet SALTIK
www.ahmetsaltik.net

Not                  :

Sn. Kazancı bu gün (18.3.14) incelikle telefon ederek teşekkürlerini ilettiler ve Atatürk dönemi kalkınma hızı için verdiklkeri yıllık ortalama %9 rakamı için bize kaynak sunacaklarını belirttiler. Elbette, sevinerek düzeltiriz.. Ancak yetkin ve kıdemli Ekonomistler Prof. Dr. Bilsay Kuruç ve Prof. Dr. Korkut Boratav ile İktisatçı Selim Somçağ’ın rakamını paylaştık biz.. 15 yılın toplam büyümesi %98, yıllık ortalama da 98/15= % 6,53..
=====================================

Toplumsal Karamsarlık Aşılmalı…

Ertugrul_Kazanci_portresi

 

Av. Ertuğrul KAZANCI
Eğitimci – Hukukçu 

 

  • Türkiye’ye çöken karamsarlığı, aydınlıklara doğru çevirmek ulusun iradesindedir. Çünkü ‘çivisi çıkmış’ bir hâl ve gidişe çare bulmanın anahtarı yine halkın kendisidir. Eğer bu ülkenin insanları, %52.6 oranındaki bir çoğunlukla ‘ülkelerinin kötüye gittiğini’ teşhis ederek, saptamışlarsa
    işin demokratik gereğini de yapmalıdırlar.

“Cumhuriyet” gazetesinde yayımlanan bir kamuoyu yoklaması, Türkiye gerçeğini ayrıntılı bir şekilde sergilemektedir. Çıkarılan genel sonuca göre halkın çoğunluğu: “Türkiye kötüye gidiyor” kanısındadır. Siyasal iktidarın medyaya müdahale etmesini doğru bulmayanlar %68.4 düzeyindedir. Ortaya çıkan bir başka gerçek de düşünce ve anlatım özgürlüğünün bir önceki yıla kıyasla %48 oranında azaldığına inanılmasıdır.

Sade bir yurttaş için böylesine kötü veriler yansıtan bir ülkede yaşamak zordur.
Halk, siyasal iktidar eliyle uygulanan “ceberut” yönetime tepki duymaktadır.
1950’lerden bu tarafa, pek kısa koalisyon hükümetleri dışında tek sermayesi;
din simsarlığı, bağnazlık ve safsata olan zincirleme bir politik tutum görülmekte ve sezilmektedir.

Toplumsal yaşamı bir karabasan örneği ezen öğeler bellidir.
Cumhuriyet ve Devrim değerlerine saygısız, kapitalizme tutsak,
maddesel hırsları öne alan yolsuzluk şebekeleri geçit resmindedirler.
Siyasal arenayı bir kan davasına çeviren, temel hak ve özgürlükleri hiçe sayan,
laik ve demokratik hukuk devletini katledenler bellidir. Adil yargı ilkesini dışlayan, teokratik totaliterliğe hevesli çark dönmektedir. İşte halkımızın saptayıp, yakındığı gerçek budur.

       Tedirginlik                    :

“Türkiye, kötüye gidiyor” diyen çoğunluğun kanısı, yakın tarihi ve yaşadığımız günleri bilinçle değerlendirmekten doğmaktadır. Halkımızın düşüncesi odur ki;
bu ülke, bağımsızlık ve özgürlük uğruna kendisini ulusuna adayanların canı pahasına kurulmuştur. Yakılıp, yıkılmış yoksulluklara düşürülmüş bir halk “mazlum uluslar” adına emperyalizme karşıt başkaldırıyı gerçekleştirmiştir.

      “Yoktan yonga çıkararak” %9’luk (AS : 1923-38 arası ortalama %6,53!)
bir kalkınma hızıyla ekonomik başarılara imza atmış, Osmanlı’nın borçlarını bile ödemiştir. O günlerde Nâzım Hikmetin sözüyle:

  • Anadolu’da bahtiyar olmak için toprakta, havada, suda her şey vardı.
    Her şey hazırdı”
    .

İşte halktan yana olarak kurulan devrimci sistem, hazır olan tüm yaşamsal kaynakları toplum için seferber etmiştir.

Demokrasinin vazgeçilmezliğine ilişkin aşamalar; 1925,1930 ve 1945’li yıllarda Atatürk ve İnönü’nün öncülükleriyle somutlaştırılmıştır. İlerici ve toplumcu
tüm gelişmeler, hak ve özgürlüklerin gündeme gelmesinin yanı sıra ulusal birliğin doruğa çıkması devrimin özellikleridir. İç ve dış haince bağlantıların yarattığı kargaşalara karşı rejim, Cumhuriyet ve devrim ilkelerini kollayacak hukuksal önlemleri almaktan da geri kalmamıştır.
Çünkü; “Her türlü melanetin” hangi kisve ve aldatıcı politikalardan geldiği
akıldan çıkarılmamıştır.

Kurtuluş savaşı, İnönü’nün deyişiyle; “Yarın ne yapacağı bilinmeyen eşkıya” için kazanılmamıştır. 9 Eylül 1922 günü İzmir’e giren silahlı güç, zaman içinde hangi saldırgan paktların buyruğuna gireceğini de herhalde düşlememiştir. Çünkü “istiklâl-i tam” ilkesinden asla şaşmayacak bir yurtsever anlayış vardır. “Küçük Amerika” olma uğruna Türkiye’nin onurlu varlığını heder edenlere karşı Nâzım Hikmet’in seslenişi daha kulaklarda çınlamamıştı:

  • “Hiçbir korkuya benzemez; halkını satanların korkusu !..”

Cumhuriyet, kamu iktisadi kuruluşlarını ekonomik anıtlar olarak dikerken, yıllar sonra bunların haramilere peş keş çekileceğini bilememiştir. “Son Sosyalist devleti yıktık naraları atarak Anayasa’da özelleştirmeye yol açan çokuluslu şirketlerin adamları,
%15 oranındaki kamu mallarını talancılara ihale etmişlerdir.

1923-50 arasında faili meçhul siyasal cinayetler, hırsızlık şaibeleri,
Devletin katillerle işbirliği yaptığı dönemler var mıdır? Yozlaşma, dikta, polis devleti, hukukun üstünlüğünü dışlama olmuş mudur? Ama şimdi bunların tamamı
söz konusudur. İşte yurttaşlarımız, bunlardan tedirgindir.

Halkımız; kamu vicdanını asla rahatlatmayan; “dublaj ve montaj” gibi savunmalarla yönetilen bir devletin ciddiyetinden, saydamlığından ve dürüstlüğünden kuşku duymaktadır. Yine halkımız, yaşadığı her günün bir öncekine göre daha keyifli,
dengeli ve güvenceli olmasını istemektedir. Karmakarışık bir kamu düzensizliği içinde çırpınmaktan bunalmıştır.

 Sonuç                        :

Türkiye Cumhuriyetinin saygın halkı, hak etmediği; siyasal, sosyo-ekonomik ve kültürel bulanıklığı anlaşıldığı kadarıyla çekmeyecektir. Doğası buna elvermemektedir. Önümüzdeki süreç, aklı başında bir çoğunluk eliyle; ilerici ve özgürlükçü demokratik gelişmelere tanık olacaktır. Çünkü karamsarlığın toplumsal bir ivmeyle aşılacağına inanmak için artık çok güçlü nedenler bulunmaktadır.(Cumhuriyet, 17 Mart 2014)

Kemalizm’in Ekonomisine İhanet


Dostlar
,

Cumhuriyetimizin sıradışı aydınlarından, 91 yaşındaki bilge insan,
Dr. Müh. Ali Nejat Ölçen’in doktora tezi Sağlık Ekonomisi ağırlıklıdır.

Bu sitede epey yazılarına yer verdik saygın büyüğümüz Dr. Ölçen’in..

Aşağıda yeni bir yazısı var :

  • Kemalizm’in Ekonomisine İhanet

Okunup okutulması dileğiyle.. Kendisine de hem derlediği hem de paylaştığı için
engin teşekkürlerimizle..

Sevgi ve saygı ile.
11.3.13, Ankara

Dr. Ahmet Saltık
www.ahmetsaltik.net

====================================
Dr. Müh. Ali Nejat ÖLÇEN

portresi

Kemalizm’in Ekonomisine İhanet

Sn. Zeki Kentel’in Kemalizm’de enflasyon gibi kimi ekonomi sorunlarına yanıt bulunmadığı düşüncesine, uzmanlık alanım olduğu için yanıt vermeye gereksinim duydum. Ülkemizde “Kemalizm’in Ekonomisi”ni betimleyen benden önce herhangi bir iktisatçıya rastlanır mı bilemiyorum. Ben rastlamadım. 1982 yılında Siyasal Bilgiler Fakültesi’nde düzenlenen
bir Sempozyum’a “1923-1938 Döneminde 1. ve 2. Sanayi Planları” tebliği ile katılmıştım.

1997 yılında konuyu Kemalizm’in Ekonomisi kitabıyla bütünselliğe kavuşturdum.
Kemalizm’in özünü kavrayabilmek için onun ekonomisini ve o ekonomideki yönetsel
ve siyasal ilkeleri incelemek gerekir. O nedenle Mustafa Kemal, 1923’ün Şubatında
İzmir İktisat Kongresi’nin açış konuşmasında bu temel ilkeyi şu sözleriyle özetlemiş:
Bütün programlarımız iktisat programından çıkacaktır, demişti. Kemalizm’in özü ve özetidir bu. Nasıl olacak sorusuna verilecek yanıt Kemalizm’in ideolojik dokusunu açıklar. Bunu 1930 yılında hazırlanan “İktisadi Program’ın 64 ve 3.maddelerinde görüyoruz. İktisadi Program’ın 64’üncü maddesinde:

Milli iktisadı (dikkat ediliyor musunuz ilk kez milli iktisat kavramından söz ediliyor)
her şubede tesis, tevsi ve inkişafı için lazım olan sermayenin en bereketlisi
milli tasarruf” tur.

Osmanlı devletinin 700 yılı bulan tarihinde hiçbir devlet adamı, milli tasarruf, milli iktisat deyimlerini kullanmamıştı. Çünkü Osmanlı, milli devlet değildi ve ekonomi dışı yaşamıştı. Acaba milli tasarruf, ne tür hukuk düzenine gereksinim duyacaktı?
Bu soruya yanıtı İktisat Programı’nın 3’üncü maddesinde görüyoruz:

Adalet, devletin bütün hayat ve faaliyet şubelerinde olduğu kadar ve bilhassa
iktisadi hayat ve faaliyetin de temelidir. En iyi kanunlar ve adil hakimler,
iktisadi teşebbüs ve inkişafın başlıca muhafızı ve müşevviki, olacaktır.

Böylece Kemalizm’in özü ve özetinin üç ilkesiyle karşılaşıyoruz:

1. Devletin (yürütme erkinin yani siyasal iktidarların) programları İktisat Programı’ndan çıkmalıdır.

2. Gelişmeyi sağlayacak nesnel ve parasal gücü milli tasarruf yaratmalı.

3. Devlet adaletin temel olmalı ve hukuk ile ekonomi bütünleşmelidir.

Şimdi soruyoruz: Adalet ve Kalkınma Partisi’nin İktisadi Programı var mı, “milli tasarruf” yerine neden dış borca ihtiyaç duyuluyor? Dışalım savurganlığı neden önlenemiyor?
Ve Devlet adaletin mi yoksa adaletsizliğin mi temeli? Hukuksuzluğun hukuku ne amaçla yaratıldı.

Kemalizm’de milli tasarrufun kullanımı, hukuk ile ekonominin bütünselliği ve yönetimin kaynağının ekonomi olması (bir başka deyimle ekonomi politiği) nasıl gerçekleştirildi, görelim bunu:

Kemalizm’de bu sorunun yanıtı planlı sanayileşme ile sağlanmıştır. 1932 ve 1935 yıllarında hazırlanan sanayi planları Sovyet Rusya’da bile bir örneğine rastlanmayan yatırım projelerine ilişkin “fizibilite raporları” ile yürürlüğe girmiştir. Yani, yatırım projelerinin tümü, ne kadar süre içinde kendisini ekonomiye geri ödeyeceğinin hesaplarına dayalıdır. Türkiye’mizde henüz İktisat öğrenimi ve fakülteleri yokken o hesaplar Sovyetler Birliği’nde bile örneği olmayan bilimsel yöntemlerle hazırlandı ve uygulandı.

Mustafa Kemal, emperyalizme avuç açmadan, ülkemizi korumanın gizini bir temel ilkeyle açıklamıştı: Beş Beyazlar Ekonomisi. Eğer Türkiye “bez, kağıt, şeker, un ve çimento” olarak betimlenen bu beş beyaz ürünü kendi emeği ve kendi tasarrufu ile yaratabilirse işte o zaman tam bağımsızlığını sağlayabilirdi. (Osmanlının 1913-14 yılında 518.9 milyon Mark olan toplam dış alımının beş beyazlar %53.4’ünü oluştururken 1932 yılında bu oran % 26.8’e indi. Milli iktisat böyle doğdu).

Bir önemli sorun vardı:

Devlet nasıl örgütlenmeli ve hangi kurumları yaratmalıydı. Bu soruların yanıtı varsa ancak o zaman Kemalizm’in bütünselliği doğabilirdi. Bu soruna Kemalizm, iki ana “kurumlaşma süreci” ile çözüm getirmiştir:

A. Nesnel kurumlar:

1. Devlet vatanın doğal varlığını tanımalıydı. Bunun için ilk iş olarak 25 Nisan 1926 günü
3517 sayılı Bakanlar Kurulu Kararı ile “Merkezi İstatistik Teşkilatı”nı kuruldu.
Osmanlı Devleti, ülkemize ne ka­dar yağmur yağdığını, akarsularımızdan yılda
kaç milyon metreküp su akıp gittiğini ve en düşük ya da en yüksek ısının nasıl değişime uğradığını merak etmeyen, buna gereksi­nim duymayan devletti.

2. Devlet Etibank, Sümerbank’ı kurarak sahip olduğu vatanın doğa varlığını tanımları, bilmeli ve üretime nasıl dönüştürüleceğini hesaplamalıydı. (Osmanlı kendi ülkesini tanımayan devletti)

3. İller Bankası kurulmalı yerel yönetimlerin (yol, içme suyu gibi) altyapı yatırımlarını
milli tasarrufla finanse etmeliydi.

Bu üç temel kuruluş ancak genç kuşakların bilgi ve kültür donanıyla yaşayabilirdi. O halde

Kemalizm;

B. Kendi kültürünü yaratmalıydı.

1. Ulus kendi tarihini bilmeliydi: Türk Tarih Kurumu kuruldu.

2. Ulus Osmanlı’nın yasakladığı öz Türkçesini öğrenmeliydi:
    Türk Dil Kurumu bu amaçla kuruldu.

3. Gençler bir araya gelebilmeli, Anadolu kültürünü, sanatını folklorunu tanımalı, öğrenmeli geliştirmeliydi. Halkevleri bu amaçla kuruldu. Halkın okulu olmalıydılar.

4. Kırsal alan gençleri, sanayinin temel nesnelerini tanımalı, onu kullanmalı ve
üç boyutlu yapıya dönüştürürken okul denilen o yapı içinde öğrenim görmeliydi.
Kırsal alanın feodal yapıdan kurtularak sanayi toplumuna dönüşümü ancak böyle sağlanabilecekti. Köy Enstitüleri bu amaçla kuruldu.

Ne yazık ki bu kurumlar ihanet çemberinde yok edildiler.
Kemalizm’in özü ve özeti budur. Ve bu bütünsellik sayesinde:

1. Bütçe dış açık vermiyordu.

2. Enflasyon söz konusu değildi.
Enflasyona yer vermeyen ekonomi yaratılmıştı.
O halde yaratılan ekonomi enflasyonun da çözümüydü.

3. Yatırımların finansmanı milli tasarrufla sağlandığı için, dış ticaret açığı söz konusu olmuyor ve o sayede 1 ABD doları 1.20 TL’de değerini koruyordu. TL olan milli paranın gücü, onuru ve uluslararası geçerliliği üst düzeydeydi, şimdiki gibi ayaklar altına düşmemişti. Yani ekonomi emperyalizme karşı kendisini koruyabiliyordu. KİT’ler
(Kamu İktisadi Kuruluşları) bu amaçla yaratıldı. (AKP tarafında yok pahasına satıldılar).

Görülüyor ki; Kemalist devrimlerin yeryüzünde benzeri olmayan bir özelliği vardı.
Teorisi, uygulaması kendi kültürünü ve o kültürün kurumlarını yaratarak evrim içinde gerçekleştirilmişti. Oysa Fransa’daki devrimde giyotinler işleyerek; Sovyet Rusya’da karşı çıkanlar Çar ailesi dahil yaşamlarını yitirerek gerçekleştirildi.

  • Kemalist devrimlerde gözyaşı dökülmemiştir; tarihin ilk insancıl devrimidir.

Mustafa Kemal‘in kurduğu yeni devletin esası iktisat programın­dan çıkacaksa,
önce doğa varlığını tanımak ve sanayileşme sürecine adım atmak gere­keceğini belirtmiştik. O nedenle, 1925-1927 döneminde Sovyet Rusya’dan tarım uzman­ları
davet edilerek “Türkiye’nin Zirai Bünyesi” 860 sayfa tutarında bir yapıt ile ortaya çıkarıldı. Örneğin, 1951 yılında kitap olarak basılarak dağıtımı sağlanan bu çalışmanın 557’inci sayfasında haşhaşın morfin, kodein, tebain ve papaverin oranlarının ne düzeyde olduğunu aşağıda çizelgede görmekteyiz:

Morfin            Kodein         Tebain         Papaverin
Türkiye        %10.0-28.0   %0.2-0.8       %0.2-0.5     %05-1.0
Hindistan     % 4.6- 8.9     %0.5-4.0       –                  –
Çin              % 4.3- 11.2    %0.06-0.18  %0.7-0.9     %0.3-0.8
İran             %10.4-10.8    %0.29-.57    –
Yugoslavya %10.0-16.0    %0.46          –                   –

Çizelgenin sonunda “Türkiye’de haşhaş bitkisindeki morfin miktarının öbür ülkeleri
pek geride bıraktığı” yazılıdır. Bu bilgiye şunun için değinmeye gereksinim duymaktayım: Çünkü alkoloid projesi, afyon ekimini sağlık sektörüne katkıda bulu­nacak yatırım projesinin temel girdisi olmasını ön görülmüştü. Mustafa Kemal Atatürk, yaşamını
erken yitirip aramızdan ayrılmasaydı bu sanayi da­lındaki yatırım kesinlikle gerçekleşir
ve Türkiye’miz, afyonu tıp dünyasına sun­muş olurdu.

1924 yılında dünya afyon üretimi 8600 ton olarak tahmin edilmekteydi. Alkoloid için
afyon istemi ise yalnızca  370 ton idi ve Türkiye bunun %61’ini karşılayacak bir
yatırım projesine Mustafa Kemal sayesinde 2. Sanayi Planı’nda kavuşmuştu.

Sanayi planlarına alınan yatırım projelerine ilişkin fizibilite he­sapları bilimsel açıdan
üst düzeydedir. Örneğin alkoloid yatırım projesinde yılda 120 ton afyonun işlenerek
12 ton baz morfin üretilmesi öngörülmüştü. 120 ton afyo­nun dış satımıyla 944 000 TL
gelir sağlamak yerine onu alkoloid türevlerine dönüştüren yatırım projesiyle 1 454 000 TL dışalım geliri sağlanacağı yapılan hesapların sonucuydu. Ne yazık ki, bu yatırım projesi unutuldu.

İkinci Sanayi Planı‘nda bir önemli yatırım projesinin de linyit ya antrasitten
sentetik benzin üretimi tasarımıydı. Çok önceleri Batı dünyasında kömürden
sentetik benzin üretimi düşünülmekteydi ve fakat buna ilişkin teknoloji ancak Almanya’da 1930’lu yıllarda keşfedildi. 2. Sanayi Planı’na böylesi bir yatırım projesinin fizibilite hesapları yapılarak 1935 yılında girdiğini görüyoruz. İki seçenek incelenmişti. 1 kg linyit
ya da antrasit kömürünün fiyatı X ise üretilecek sentetik benzinin,

1. Antrasit kömür katranından üretilen benzinin litre fiyatı F:
F=7.04+(0.113 X+0.113)/n

2. Linyit kömüründen üretilecek benzinin litre fiyatı:
F=7.22+1.15 X bulunmuştu.

Antrasit kömüründe katran oranının n=%8’den az olması durumunda linyitten üreti­len benzinin daha ekonomik olacağı anlaşılmıştı. Linyit kömürünün birim fiyatı X=4 ku­ruş olduğu için üretilecek sentetik benzinin litre fiyatı 11.83 kuruş olarak bulunmuş,
dış alım fiyatının 3 katı olduğu görülerek Sanayi Planı’na alınmamasına karar verilir­ken, Mustafa Kemal’in karşı çıkması ile Plana alınmıştı.

Mustafa Kemal’e göre:

İktisat meselesinden ziyade milli müdafaa mevzuu önemli idi.
2. Sanayi Planı’nı (1935) İktisat Bakanı Celal Bayar, Meclis’e sunarak savunmuş olmasına karşı 1950 yılında Cumhurbaşkanı olduğunda 2. Sanayi Planı’nda savunduğu yatı­rım projelerinden hiçbirini anımsamamıştır.

Mustafa Kemal Atatürk, İzmir’de İktisat Kongresi’nin açılış konuşmasında
sözünü (1923) ettiğimiz İktisat Programı’nın temel ilkelerini şöyle özetlemişti:

  • İstiklal-i tam için şu düstur var: Hakimiyet-i Milliye, hakimiyeti iktisadiye ile
    tersim edilmelidir. Yegâne kuvvet, en kuvvetli temel iktisadiyattır. Siyasi ve askeri muzafferiyetler ne kadar büyük olursa olsun, iktisadi zaferle tetviç edilmedikçe (taçlanmadıkça) semere, netice payidar (sürekli) olamaz. Bugünün devlet ve siyaset adamları O’nun bu sözünü anımsayarak uygulamaya çalış­salardı şimdiki sorunların hiçbirini yaşamazdık.

Bugün Mustafa Kemal’in okullarında yetişenlerin Mustafa Kemal Atatürk’e ve onun devrimlerine sahiplenmeleri bir yana karşı çıkmaları ve yadsımaları hangi sözcükle açıklanabilir?

İhanet sözcüğüyle!

R.T. Erdoğan eğer sadrazam olsaydı, kim bilir hangi padişahın eteğini öpecekti.
Eğer Köy Enstitüleri ve Halkevleri yok edilmeseydi gelişen kültür düzeyinde

R.T. Erdoğan gibi cahil biri başbakan olabilir miydi?

Ve ABD’nin Dışişleri Bakanı John Kerry sağ eli göğsünün üzerinde Anıtkabir’de
saygı duruşundayken, bir başbakan “sap gibi duruyorlar” diyebilir miydi?

Kraliçe Elizabeth, Anıtkabir özel defterine;

  • “Modern tarihin büyük şahsiyetlerinden biri olan Mustafa Kemal Atatürk’e
    saygılarımı sunmak benim için büyük bir onurdur.”

diye yazarken, AKP iktidarı tarih kitaplarından Mustafa Kemal’in adını silecek kadar küçülebilir miydi? Hayır! AKP gibi bir siyasal parti zaten kurulmaz,
kurulsa da toplumun kültür düzeyi, ona iktidar kapısını açmazdı.

Ülkemizde kimileri var ki, onlar, kendilerine bugünkü olanakları yaratan devlet ve
siyaset adamlarımızdan İsmet İnönü ve Mustafa Kemal Atatürk’e neden karşılar,
bu şizofrenik davranışı sosyal psikoloji uzmanları analiz etmeli ve tedavi çarelerini aramalıdırlar. Eğer olay siyasal amaç ve art niyet ürünü değil de, patolojik ise.
Türk ulusu sosyal patoloji uzmanlarına gereksinimi olduğunu kabul ederek buna
çare bulursa kendisini esenliğe kavuşturabilir.

O zaman haklı olarak “ne mutlu Türk” olduğumuzu söylediğimizde buna hiç kimse
karşı çıkmaz ve hiç kimse annesinden alacağı kültür ve terbiye gereği Milliyetçiliği
ayak altına alacağını söyleyecek kadar küçülemezdi.. Kültür erozyonuna çare bulmak başta gelen sorunumuz olsa gerek. (7 Mart 2013)

Dr. Ali Nejat Ölçen