Etiket arşivi: laiklik ilkesi

BAYRAMI OLMAYAN BİR 23 NİSAN (2020) (ULUSAL EGEMENLİK ???)

BAYRAMI OLMAYAN BİR 23 NİSAN (2020) (ULUSAL EGEMENLİK ???)

Güzide Filiz Tuzcu
Büyük Atatürk’ün siyaset bilimci ve tarihçi kız evlâdı

(AS: Sayın Tuzcu’nun uzun makalesi 12 sayfa olup, giriş, gelişme ve sonuçtan bölümler aktarılmıştır. Yazının tümüne erişmek için tıklayın.. Yazıdaki görüşler yazarını bağlamaktadır.)

23 NİSAN 1920 – ANKARA

Büyük Önderimiz Mustafa Kemal Paşa liderliğinde Türk Ulusunun “kendi kaderini kendi eline aldığı, yani hayattaki varlığını ve bağımsızlığını ilân ettiği ve böylece  kendi vatanında yüzyıllarca süren esaretinin son bulduğu”, o tarihsel ve kutlu gündür. Aziz Türk Ulusunun kurtuluş ve özgür yaşam iradesini temsil etmek üzere – Ahi Türklüğünün Başkenti – Kutlu Ankara’mızda büyük umutlarla ve içten dualarla açılan Büyük Millet Meclisimizin açılışının 100’cü yılını gururla, ancak buruk kutluyoruz.  Nice 100 yıllara, hatta bin yıllara inşallah…

Evet 23 Nisan 1920 tarihi, bir ölüm ve kalım savaşı içinde kalmış, dehşete düşmüş Türk Milleti için tam bir dönüm noktası olmuştur. Dünyada bilinen en eski milletlerin başında gelen Türk Milleti, kendi vatan topraklarında yüzyıllarca her türlü haksızlığa ve baskıya maruz kalarak, ezilmiş, ulusal kimliğinden – kültüründen ve tarihi köklerinden kopartılmış, emeği – alın teri, malı, kanı ve canı son damlasına dek Osmanlılarca sömürülmüştür; hatta bunlar da yetmezmiş gibi Birinci Dünya Savaşı sonrasında vatan toprakları, topyekûn düşman kuvvetlerinin işgaline uğramıştır.

       Tüm bu korkunç olaylar olurken, Türklerin yüzyıllarca sadakatle bağlanarak, baş tacı ettikleri, hatta “kulu” oldukları sözde halife padişah silsilesinden Vahdettin ise Türklere sahip çıkmak bir yana, tam tersini yaparak Türkleri, mezbahaya teslim edilen  “kurbanlık koyunlar” gibi,  düşmanın kanlı ellerine teslim etmiştir! Tamamen sahipsiz, biçare ve şaşkın kalan Türkler, bu yüzden “insanlık ve ahlâk dışı saldırılara, tecavüzlere ve ölümlere” maruz kalmışlardır… İşte o kapkaranlık ve çaresiz günlerde Türk Ulusunun imdadına Mustafa Kemal Paşa yetişmiştir.

Evet 23 Nisan 1920 günü, Türklerin karanlık dünyasına Mustafa Kemal Paşa’nın bir güneş gibi doğduğu, o kutlu gündür. Türk Ulusunun varlığını ve canını hiçe sayarak, kendi saltanatının derdine düşen, bu bağlamda işgalci düşmanlarla işbirliği içine giren son Osmanlı padişahı Vahdettin ve onun emrindeki Osmanlı hükümetinden tümüyle bağımsız, yalnızca ve yalnızca TÜRK MİLLETİNİN İRADESİNİ TEMSİL EDECEK ve TÜRKÜN KURTULUŞUNA REHBERLİK EDECEK OLAN BÜYÜK MİLLET MECLİSİ işte o kutlu günde, Kutlu Kadim Türk Şehrimiz – Ankara’mızda açılmıştır. O tarihte ve o adeta olanaksız koşullarda, hatta en yakın silâh arkadaşlarının bile itirazları ve engellemeleri altında, söz konusu bu KUTLU TÜRK MECLİSİ’NİN açılabilmesi, tam anlamıyla, mucizevi bir MUSTAFA KEMAL PAŞA başarısıdır.

Bu yüzden 23 Nisan ULUSAL EGEMENLİK VE ÇOCUK BAYRAMI’MIZ,  Büyük  Atatürk tarafından “TÜRKİYE’MİZİN umudu, geleceğimizin güvencesi olan Türk Çocuklarına” ve Türk Çocuklarının yanı sıra tüm dünya çocuklarına da armağan edilmiş en güzel – en anlamlı Ulusal Bayramlarımızın başında gelmektedir.  Bu BAYRAMDA İKİ ÖNEMLİ HUSUSUN özellikle altı çizilmiştir;

………………
………………………………
…………………….

Bu bağlamda Büyük Atatürk, “Kuran Âyetlerinin” TÜRKÇE açıklamalı olarak öğretildiğinde, bireylerin manevi dünyasına manevi güzellik ve güç katacağı görüşünü benimsemiştir. Bu amaçla O, İslâm Dinini, onun tek kaynağı Kuran’dan – Türkçe olarak – anlayarak – ibret alınarak öğretilmesini hedeflemiştir. Kuran’da Allah’ın istediği de tam budur: ÂYETLERİNİN ANLAŞILMASIDIR – ÂYETLER   ÜZERİNDE DÜŞÜNÜLMESİDİR – DERS VE İBRET ALINMASIDIR. (O’nun bu hedefi de, 1938 sonrasında maalesef engellenmiştir!)

Yani Büyük Atatürk’ün, “dine” değil, “dini saptırarak, kendi siyaset ve çıkarlarına alet eden takiyyeci siyasetçilere, yöneticilere, yobazlara, sahte şeyhlere, tarikatlara ve bunların uydurdukları hadislere, yalanlara, yasaklara ve hurafelere” karşı olduğunun bir kez daha altını kalın bir çizgiyle çizmek istiyorum.)

      Atatürk, Devrim İlkelerini ilgilendiren meseleler dışında, Millet Meclisi çalışmalarına karışmamıştır. Tartışmalar serbestti. Hele salı günkü parti toplantılarında yapılmadık eleştiri kalmazdı. Ben ömrümde Atatürk kadar tartışmalara katlanan bir devlet veya hükümet adamına rastlamadım. Çok genç yaşımdan itibaren devamlı Onun yanında bulundum, ben hiçbir düşüncemi Ondan saklamak ihtiyacı duymadım. Atatürk ile tartışmak için yiğit olmaya gerek yoktu.

(Ancak 1938 sonrasından günümüze kadar olan dönemden söz edersek, yiğit olmak bir yana, gözü kara büyük bir kahraman olmak gerekiyor! Ben Yüksek Lisans’a (Antalya’da) ve Doktora’ya (İstanbul’da) başlarken,   deneyimli arkadaşların bana yaptıkları uyarılarını hiç unutamam! Bana şöyle demişlerdi; “Aman sakın ha rengini belli etme – gerçek düşünceni söyleme; hocaların siyasetine uymayan şeyler söylersen, sorular sorarsan  hocalar sana takar; örneğin “filanca prof. hocanın dersinde sakın Avrupa Birliğini eleştirme, bununla ilgili gerçekleri anlatma; ya da filanca prof. dersinde Osmanlılar hakkında sakın olumsuz bir şey söyleme vs…”  gibi;  yani “konuşurken – yazarken çok dikkatli  ol,  yoksa  allâme  olsan (yani BİLGİN OLSAN) seni yıllarca süründürürler… unvanını vermezler!” diye uyarmak gereği duymuşlardı! Ben ise bu uyarılara gerçekten çok şaşırmıştım; kendi kendime burası siyaset meydanı mıdır, Osmanlı sarayı mıdır – yoksa bir bilim yuvası mıdır, aman Allah’ım ben nereye gelmişim diye kendime sordum!  Arkadaşlara “siz düpedüz bana “tiyatro yap, rol yap, bilimsel gerçeklerden söz etme” diyorsunuz! Burası tiyatro mu?, Ben rol yapamam ki, bilim ne söylerse, gerçek ne ise, kanaatim neyse ancak onu söyler ve onu yazarım” dedim ve öyle de yaptım. Evet gerçekte arkadaşlar haklı çıktılar; elbette onlar boşa konuşmuyorlarmış ve onların dediği gibi oldu! Ancak ben karakterimden ve bilimden asla ödün vermedim.

Bilimi – tarihi gerçekleri tamamen arka plana atmış, siyasi tavırda politikacıları bile geride bırakan, takiyye yapmakta adeta ustalaşan ve böylece kendine üniversitede saltanat kurmuş, keyfine bakan sözde hocaların önünde eğilip, el-pençe durmadım, onların yazılarını yazıp, çay ve kahvelerini yapıp, bardaklarını / fincanlarını yıkayıp, misafirlerini ağırlamadım! Ne acı ve düşündürücüdür ki, kendi vatanımda ve kendi vatanımın üniversitelerinde çok haksızlıklara, zorluklara ve sıkıntılara maruz kaldım! Ancak çok şükür ki bilimin yolundan şaşmadım. Bu bağlamda bilgime güvenim ve kendime saygım tamdır. Bunun içinde kendimle gurur duyuyorum.)

Bir tek parti devri iken ve yalnız o devirde, yolsuzluk yüzünden bakanlar Yüce Divan’a verilmiştir. (“Atatürk diktatördü – demokrasi yoktu – o devir tek parti rejimiydi vs…” gibi iftiralar atanlara duyurulur!) Bakanların yolsuzluğunu ispat hakkı  kullanılması,  çok partili devirde yasaklanmıştır (1945). (Demek ki keramet çok partili sistemde veya sözde kalan demokraside değilmiş!)

Atatürk sonrasında dinin, korkaklar ve cüceler elinde yozlaştırılmasına engel olamadık! Din, politikacıların oyuncağı haline geldi. Cahil ve kaba softanın kışkırttığı kalabalığın despotluğu ve gericiliği neredeyse bütün Türkiye’yi kaplamıştır. Ben 1932 yılında bir ramazan günü hanımlarla birlikte bir öğle yemeyi yemiştim. Bize bir yan bakan bile olmamıştı. Daha sonra (yani 34 yıl sonra geriye gidiş…), bu ramazanda (yıl 1966) Bursa yolundaki bir kasabada ilacımı almak için bir bardak su bile bulamadım! Turistler, Müslüman bile değilken hepsi aç kalmışlardı! Anayasa’nın “LAİKLİK İLKESİ” her gün ayaklar altında çiğneniyor…
…………………
……………………………….
………………………………………

 

Bu tarihsel gerçekleri bilmek ve Ulusal  Egemenlik  ve  Çocuk Bayramımızı” içimize sinerek kutlamak, nasıl olacaktır? )

Prof. Çetin Yetkin, 1945 – 1950 Karşı Devrim Kitabında şunları yazmıştır: “Karşı devrim Atatürk’ün ölümüyle eşzamanlı olarak gündeme gelmiştir. Atatürk’ün birçok eserini tersyüz eden, yıkan da İnönü’nün ta kendisidir. İmam Hatip okullarının, tekke ve zaviyelerin açılması ve okullara din derslerinin konması gibi birçok geriye dönüş İnönü zamanında gerçekleşmiştir.”

(Atatürk’ün, “Türk Milletinin menfaatleri ve güvenliği için tesis ettiği ilkelerine, devrimlerine – milli politikalarına ve bin bir emekle tesis ettiği VATANIN TAM BAĞIMSILIZĞINA” en ağır darbelerin vurulduğu, ABD ile, ABD’nin talepleri ve menfaatleri doğrultusunda, Türk tarafının hiçbir kaydı ve itirazı olmaksızın yapılan “İKİLİ ANTLAŞMALARIN” yapıldığı, Milli Eğitimimizin, yani Türk Milletinin geleceği Türk çocuklarının ve gençlerinin eğitim ve öğretiminin  Amerikan elçisine teslim edildiği dönem, evet bunların hepsi de 12 yıl içinde 11 Kasım 1938  ile 1950 arasında gerçekleşmiştir!

Bu tarihsel gerçeklerin sayısız kanıtları ve belgeleri elbette vardır. Biz de o bilgi ve belgelere dayanarak konuşuyor ve yazıyoruz.  Bazıları İnönü’ye sempati duyuyor diye ya da babası – dedesi ondan nemalandı diye, tarihsel gerçekleri gizlemek – örtbas etmek vicdan sahibi hiçbir insana yakışmaz, hatta bir bilim insanına hiç yakışmaz. O halde her Türk Vatandaş silkinip, kendine gelecek, tarihsel gerçeklerle yüzleşecek, ezberlerini bozacak, kişileri ve olayları sorgulayacaktır. Eğer kandırılmak ve aymazlık (gaflet) içinde uyutulmak istemiyorsa!)

 Sn. Cüneyt Arcayürek’in son sözleriyle yazımızı bitiriyoruz:

“TÜRKİYE’NİN NEREYE GÖTÜRÜLMEK İSTENDİĞİNİ ANLAMAK VE BUGÜN GELİNEN NOKTANIN SORUMLULARINI ARAMAK GEREKİRSE, ŞÖYLE 1945’LERE VE ONDAN SONRAKİ YÖNETİMLERİN YAPTIKLARINA BAKMAK… YETER DE ARTAR BİLE.“

3 Mart Devrim Yasalarının Hedefi: Cumhuriyeti Koruyacak Kuşaklar Yetiştirmek !!!!

3 Mart Devrim Yasalarının Hedefi: Cumhuriyeti Koruyacak Kuşaklar Yetiştirmek !!!!

Lütfü Kırayoğlu
3 Mart 2020

3 Mart 1924 tarihli Devrim Yasalarının 96. yılını kutluyoruz. 1 Kasım 1922 tarihinde Osmanlı saltanatının kaldırılmasıyla yapılan ilk devrimin üzerinden 16 ay, Cumhuriyetin ilanından yalnızca 4 ay geçtikten sonra yapılan bu büyük devrim atılımı, aynı zamanda günümüzde karşı devrimin de ilk saldırı hedefi oldu.

Yürürlükteki Anayasanın 174. maddesi ile koruma altına alınan 3 Mart tarihli 3 Devrim yasası şunlardır:

• Şer’iye ve Evkaf Vekaletlerinin (din ve vakıf işleri ile ilgili bakanlık) kaldırılarak, Diyanet İşleri Başkanlığının kurulmasını sağlayan 429 sayılı Yasa.

• 430 sayılı “Tevhidi Tedrisat (Öğretimde Birlik) Yasası.

Halifelik kurumunun kaldırılmasını sağlayan 431 sayılı Yasa.

Bu yasaların laiklik ilkesi yolunda ilk önemli adımlar olması yanında, gelecek kuşakları etkileme açısından en önemlisi 430 sayılı Tevhidi Tedrisat Yasasıdır. Bu yasa günümüz diline, öğretimde birlik ya da öğretim birliği olarak çevrilse de “birlik” sözcüğünün farklı anlaşılması nedeniyle yasanın gerçek hedefini ve ruhunu ifadede eksik kalmaktadır. Arapça kökenli “tevhid” sözcüğü “vahid” (tek-teklik) kökünden türemiştir. Tek tanrılı dinlerdeki tanrının tekliğini ifade ettiği için İslamiyet’te Kelime-i Tevhid, temel kavramdır. Mustafa Kemal ve devrimci arkadaşları bu sözcüğü bilinçli şekilde kullanmıştır.

Atatürk, eğitim konusuna Ulusal Kurtuluş Savaşının ateşi içinde bile büyük önem vermiş, her fırsatta öğretmenlerle toplantılar düzenlemiş, bu toplantılarda gelecek kuşakların yapılacak Devrimlere nasıl sahip çıkıp ilerleteceklerinin stratejisi belirlenmiştir.

Mustafa Kemal Paşa, çizmelerinde zaferin tozu ile geldiği Bursa’da, 27 Ekim 1922’de Şark sinemasında öğretmenlere eğitimin hedefini şöyle özetlemektedir:

  • “Çocuklarımıza ve gençlerimize vereceğimiz öğrenimin sınırı ne olursa olsun, onlara temel olarak şunları öğreteceğiz:

1. Ulusuna
2. Türkiye Devletine
3. Türkiye Büyük Millet Meclisine düşman olanlarla mücadele nedenleri ve araçlarıyla donanmamış uluslar için, var olma hakkı yoktur.”

Mustafa Kemal Atatürk, bu hedefleri 15-21 Temmuz 1921’de ve 16 Aralık 1921’de toplanan Maarif Kongrelerinde olgunlaştırmış, 1 Mart 1922’de Meclisin açış konuşmasında ayrıntılarını açıklamış, zaferden hemen sonra 27 Ekim 1922’de Bursa’da öğretmenlere anlatmış, 17 Şubat 1923 günü İzmir’de toplanan Türkiye İktisat Kongresi katılımcıları ile de paylaşmıştır. Ve nihayet 1 Mart 1924 günü Meclis açılış konuşmasında ayrıntılarını bir kez daha açıkladıktan sonra 3 Mart 1924 günü bu büyük devrimi gerçekleştirmiştir.

Tevhidi Tedrisat Yasasının çıkarılmasından önce ülkede birbiri ile hiç ilgisi olmayan 3 ana eğitim sistemi dışında hiç bilinmeyen, denetlenmeyen ve adına “eğitim” denen sistemler ile çocuklar “geleceğe” hazırlanıyordu. Yüzyıllar öncesinden gelen medrese sistemi yanında tümüyle yabancıların denetiminde olan misyoner okulları ile 1. Meşrutiyet ile birlikte başlayan modern eğitim sistemi rekabet edemiyordu.

O günlerde Osmanlı’dan devralınan eğitimin genel durumu içler acısıdır. Cumhuriyetten hemen önce ülkede ilkokuldan üniversiteye dek öğrenci sayısı nüfusun yalnızca % 3’üdür. Toplam nüfusun yalnızca % 6’sı okur-yazardır. Darülfünun’da 185’i kız 2088 öğrenci, bütün ülkede 230’u kız toplam 1241 lise öğrencisi, 543’ü kız, 5905 ortaokul öğrencisi, 783’ü kız 2526 öğretmen okulu öğrencisi, 62954’ü kız, 273107’si erkek toplam 336061 ilkokul öğrencisi vardır. Okulların çoğu misyoner okullarıdır. Tanzimat sonrası misyoner okullarının sayısı artmış, 1914’te yalnızca Amerikan okullarının sayısı 435’tir. Azınlıklar için açıldığı söylenen misyoner okullarında Türk öğrenci oranı 1920’de tüm okullarda okuyan öğrencilerin % 75’idir.

İşte bu hedefsiz, ulusal birliğe hizmet etmeyen ve Ortaçağ sistemlerini de barındıran eğitim sistemini kırıp atmanın biricik yolu vardır: Ülkesini, ulusunu ve cumhuriyetini seven, çağdaş uygarlık düzeyinin ötesine geçmeyi hedefleyen, pozitif bilgi ile donanmış genç bir kuşak yaratmak. Bu hedefe ulaşmadan genç cumhuriyeti ayakta tutmanın olanağı yoktur.

İşte bu nedenle, bin yıllar öncesinin karanlık  kafalı tek tip insanını hedefleyenler de, misyoner okullarında gençleri emperyalist kültürile tek tip yetiştirmek isteyenler de Mustafa Kemal Atatürk’ün Tevhidi Tedrisat yasasına “tek tip insan yetiştirmek istiyorlar” söylemleri ile saldırmışlar ve ne yazık ki başarılı da olmuşlardır. Günümüzde öğrenci sayıları yukarıdaki gibi olmasa da “öğrenim” kurumlarındaki denetimsizlik ve çeşitlilik 100 yıl öncesi ile aynıdır.

Bir yanda bu saldırıya direnmeye çalışan Cumhuriyetin eğitim kurumları, bir yanda ancak varsıl ailelerin çocuklarını gönderebildikleri ve içlerinde ulusal birliği zedeleyici kimi okulların da bulunduğu yerli ya da yabancı misyoner eğitim kurumları, öbür yanda da Ortaçağ karanlığına gömülmüş, çocukların tecavüze ve cinsel istismara uğradığı, beyinlerinin iğdiş edildiği denetim dışı karanlık odaklar…

Bu karanlık tabloyu dağıtmanın yolu, Cumhuriyet devriminin en temel yasası olan Tevhidi Tedrisat yasasını doğru kavrayarak yeniden yaşama geçirmek, Cumhuriyete sahip çıkacak ve onu sonsuza dek yaşatacak Atatürk devrimcisi gençler yetiştirmektir.

Türkiye Cumhuriyetinin varlığını sürdürebilmesinin başka yolu yoktur.

ADD’DEN SUÇ DUYURUSU

ATATÜRKÇÜDÜŞÜNCE DERNEĞİ

ADD’DEN SUÇ DUYURUSU

ANAYASAL DÜZENİ İHLAL EDEN İŞLEMLER SUÇTUR VE YOK HÜKMÜNDEDİR!

14 Aralık 2019 tarihli ve 30978 sayılı Resmi Gazetede yayımlanan “Faizsiz Finans Kuruluşlarının Bağımsız Denetimini Yürüten Denetçiler İçin Etik Kurallar” düzenlemesinin Anayasamızın laiklik ilkesine, laik devlet ve laik toplum yapısına aykırı olduğu tartışma götürmeyecek biçimde açıktır.

Yürürlükte olan Türkiye Cumhuriyeti Anayasası’nın 2. maddesi: “Türkiye Cumhuriyeti, toplumun huzuru, milli dayanışma ve adalet anlayışı içinde, insan haklarına saygılı, Atatürk milliyetçiliğine bağlı, başlangıçta belirtilen temel ilkelere dayanan, demokratik, laik ve sosyal bir hukuk Devletidir.” hükmünü içermektedir. Bu maddenin değiştirilmesi ve değiştirilmesinin teklif edilmesi bile Anayasa’nın 4. maddesi ile yasaklanmıştır.

Bu düzenleme, idare hukukunda “yok hükmünde” olan idari işlemler denen; sakatlıkları çok ağır olan ve hukuk dünyasında hiç doğmamış kabul edilen “batıl” işlemlerdir.  Söz konusu idari işlem de “ANAYASAL DÜZENİ İHLAL EDEN” bir işlem olduğu için “yok” hükmündedir.

Atatürkçü Düşünce Derneği Genel Merkezi, yukarıda sözü geçen ve Resmi Gazetede yayınlanan düzenleme için Kamu Gözetimi Muhasebe ve Denetimi Standartları Kurumu Yöneticileri ve Cumhurbaşkanlığı İdari İşler Hukuk ve Mevzuat Genel Müdürlüğü Yöneticileri hakkında suç duyurusunda bulunmuştur.

Anayasamızın laiklik ilkesine, laik toplum ve laik devlet yapısına aykırı işlem uygulama ve eylemlerde direnen siyasal iktidarı bir kez daha uyarıyoruz: Laiklik yalnızca Anayasa hükümleri ile değil; yurtsever, aydınlıktan, bilimden yana olan demokratik kitle örgütleri ve yurttaşlarca da korunmaktadır. Anayasamıza 5 Şubat 1937’de giren Laiklik İlkesi tüm vatan toprağımıza sarsılmaz şekilde kök salmıştır.

Bu tür girişimler sonuçsuz kalacak demokratik, laik Türkiye Cumhuriyeti sonsuza dek yaşayacaktır. 25.12.2019

ATATÜRKÇÜ DÜŞÜNCE DERNEĞİ GENEL YÖNETİM KURULU
===============================================
Dostlar,

ADD’nin bu girişimini yerinde buluyor ve destekliyoruz.

Ek olarak, 30978 sayılı Resmi Gazetede yayınlanan bu düzenleyici idari işlemin Danıştay’a taşınarak iptal davası açılmasını da öneriyoruz. ADD’nin basın açıklamasında RG’de yayın tarihi yanlışlıkla 12 Aralık olarak belirtilmiştir. Biz metinde düzelterek yayınlıyoruz. Dava zaman aşımına uğramadan, 60 gün içinde Danıştay’da dava açılarak, anayasal lalik sisteme meydan okuyan bu şeriatçı düzenlemenin, yürütülmesinin durdurulması da istenerek iptali sağlanmalıdır.

Sevgi ve saygı ile. 29 Aralık 2019, Ankara

Prof. Dr. Ahmet SALTIK MD, MSc, BSc
ADD Genel Başkan Yard. (2004-2006)
Ankara Üniv. Tıp Fak. – Halk Sağlığı Uzmanı
Sağlık Hukuku Bilim Uzmanı – Mülkiyeliler Birliği Üyesi
www.ahmetsaltik.net    profsaltik@gmail.com

Din adına yapılan katliamlar

Din adına yapılan katliamlar

Örsan K. Öymen
Cumhuriyet, 25.3.19
  • Ahlak dinin tekelinde değildir.
  • Ahlaklı olmak için dine gereksinim yoktur.

Ahlakın tarihi dinin tarihinden daha eskidir. Ancak dinlerin de bir ahlak anlayışı vardır. Dinler de insanlara merhametli olmayı, vicdanlı olmayı, adil olmayı öğütlerler. Ancak nasıl oluyorsa, din adına hareket ettiğini iddia eden bazı odaklar, ahlakı yerle bir ediyorlar, her türlü merhametsizliği, vicdansızlığı ve zulmü gerçekleştiriyorlar, insanları katlediyorlar.

Ortaçağda haçlı seferlerinde yaklaşık 2 milyon insan katledildi.

Yine aynı çağda Avrupa’da, yaklaşık 35 bin kadın, cadı ve büyücü olduğu iddiasıyla yakıldı.

Avrupa’da 1618- 1648 yılları arasında gerçekleşen 30 yıl savaşlarında, yaklaşık 7 milyon insan öldürüldü. Ortaçağdan sonra Fransa’daki mezhep savaşlarında yaklaşık 3 milyon insan katledildi.
1960’lı yıllarda Nijerya iç savaşında yaklaşık 2 milyon insan, 1980’lerde ve 1990’larda Sudan iç savaşında yaklaşık 1.5 milyon insan, 1970’li ve 1980’li yıllarda Lübnan iç savaşında yaklaşık 200 bin insan öldürüldü. 1980’li yıllarda İran’da yaklaşık 8 bin kişi idam edildi. 2000’li ve 2010’lu yıllarda El Kaide, Taliban, El Nusra, IŞİD gibi terör örgütleri 10 bini aşkın insanı katletti.

Türkiye’de 1970’li yıllarda Çorum ve Maraş olaylarında, 1990’lı yıllarda Sivas olaylarında yüzü aşkın insan katledildi. Yine Türkiye’de 1990’lı yıllarda,
– Turan Dursun,
– Muammer Aksoy,
– Bahriye Üçok,
– Ahmet Taner Kışlalı ve
– Uğur Mumcu..

gibi gazeteciler, yazarlar, akademisyenler, siyasetçiler öldürüldü.

Geçen hafta Yeni Zelanda’da yaşanan katliam da bu büyük tablonun bir parçasıdır.

  • İnsanlar yüzlerce yıldır, Hıristiyanlık adına, Müslümanlık adına, Musevilik adına, Katoliklik adına, Ortodoksluk adına, Protestanlık adına, Sünnilik adına, Şiilik adına birbirlerini katlediyorlar. Oysa Tevrat’ta, İncil’de ve Kuran’da insanların canını almanın, bir insanı öldürmenin büyük bir günah olduğu, bunun Tanrı’nın buyruklarına aykırı olduğu, bunu yapanların Tanrı tarafından öte dünyada sonsuz bir acıyla, yani cehennem azabıyla cezalandırılacağı belirtiliyor.

Yaşananlar karşısında sorulması gereken sorular şunlardır:

Din adına bu kadar çok vahşet neden gerçekleştirilmektedir?

Dindar olduğunu iddia eden bazı insanlar, neden din adına dine aykırı hareketler içinde yer almaktadırlar? Dindar olduğunu iddia eden bazı insanlar neden

merhamet,
vicdan,
sevgi ve
adalet

duygusundan yoksun bir biçimde yaşamaktadırlar? Dindar olduğunu iddia eden bazı insanlar neden ahlaklı olmayı bir türlü becerememektedirler?

Bu vahşetlerin sorumlusu dinler midir, yoksa dini kullanan siyasetçiler midir?

Din üzerinden öfke, kin ve nefret duygularını teşvik eden siyasetçilerin ve yöneticilerin bu vahşetlerin ve katliamların yaşanmasındaki rolü nedir? Din adına şiddet ve terör eylemi yapanlar bu cesareti nereden almaktadırlar? Bu eylemleri yapanların esin kaynağı nedir?

Laiklik ilkesinin bireysel, toplumsal ve siyasal bağlamda içselleştirilmediği ve özümsenmediği bir ortamda din ve mezhep adına yapılan katliamlar önlenebilir mi?

Din ve mezhep üzerinden siyaset yapmak, insanların bütünleşmesi yerine, farklı dinlerden, mezheplerden ve dünya görüşlerinden olan insanların kutuplaşmasına ve önünde sonunda bir çatışma kültürünün içinde yer almasına yol açmaz mı?

Bu soruların sorulmadığı ve bu sorulara yanıtların aranmadığı bir ortamda söylenen tüm sözler boş laftan ibarettir. Yöneticiler, siyasetçiler, akademisyenler, gazeteciler, televizyoncular boş işlerle uğraşacaklarına, biraz da bunlarla uğraşsalar, insanlığa büyük bir katkı yapmış olurlar.
Ama bunu yapabilmek için de akılla birlikte, bir ahlak ve erdem anlayışına, bir vicdan, merhamet ve adalet duygusuna, bir insan sevgisine gereksinim vardır.

TÜBAKKOM BASIN AÇIKLAMASI : İl ve İlçe müftülüklerine de evlendirme memurluğu” yetkisi

TÜBAKKOM BASIN AÇIKLAMASI

Basın ve kamuoyuna;İçişleri Bakanlığınca hazırlanıp; Türkiye Büyük Millet Meclisine sunulan Nüfus Hizmetleri Kanunu ve Bazı Kanunlarda Değişiklik Yapılmasına İlişkin Kanun Tasarısına eklenen 6-madde ile “İl ve İlçe müftülüklerine de evlendirme memurluğu” yetkisi verilmektedir.

Anayasamızın 2. maddesinde belirtildiği üzere Türkiye Cumhuriyeti “demokratik, laik ve sosyal” bir hukuk devletidir.

  • Laiklik ilkesi ülkemizin içinde bulunduğu coğrafyada bizi kargaşadan ve iç savaştan koruyan en önemli ilkelerden biri olup, Anayasamızın değiştirilmesi dahi teklif edilemeyen hükümlerinden biridir.

Hal böyleyken; vatandaşımızın evlenme işlemlerini kolaylaştırmak ve daha kolay ve hızlı bir şekilde hizmet almalarını sağlamak gerekçesiyle yapılmaya çalışılan bu değişiklikle; Anayasamızın 174/4- maddesiyle koruma altına alınan İnkılap Kanunları içinde olan
evlilik akdinin evlendirme memuru önünde yapılacağı” hükmünün ihlaline ve laiklik ilkesinin dolaylı olarak çiğnenmesine yol açılacaktır.

Bu değişiklikle;
– Anayasamızın laiklik ve eşitlik ilkeleri ihlal edilecek,
hukuk birliği ortadan kaldırılacak,
– Medeni Kanun’un kabulüyle elde edilen kadın kazanımlarının kaybedilmesine yol açılacak,
– kadın ve çocuklara yönelik şiddet, taciz ve istismarlar artacak;
– toplum aile düzeyinde de ayrışacak,
– kadının ve çocukların hak ihlalleri artacaktır.

Bu nedenle Türkiye Barolar Birliği Kadın Hukuku Komisyonu olarak; millet ve ülke olarak birlik ve beraberliğe en çok ihtiyaç duyduğumuz bir süreçte;

– Anayasamızın değiştirilmesi teklif dahi edilemez ilkelerinden olan laiklik ilkesinin çiğnenmesine,
– kazanılmış kadın haklarının kaybedilmesine neden olacak,
– kadın ve çocukların hak ihlallerini artıracak

bu kanun değişikliği teklifini (AS: Anayasa md. 87 uyarınca teklifini değil tasarısını olacak..) kabul edilemez bulduğumuzu ve şiddetle reddettiğimizi belirtiyor; söz konusu değişikliğin Meclisten geri çekilmesi için hükümete ve tüm siyasi partilere çağrı yapıyoruz.

Kamuoyuna saygıyla sunulur.
(http://www.barobirlik.com/Detay77914.tbb, 27.07.17)

TÜRKİYE BAROLAR BİRLİĞİ
KADIN HUKUKU KOMİSYONU

Neresi Yanlıştı?

HUKUK POLİTİKASI

Prof. Dr. Hayrettin Ökçesiz
okcesizhayrettin@gmail.com

Neresi Yanlıştı ??

1 – Anayasamızda Cumhuriyet’in temel nitelikleri arasında yer alan ve yine Anayasanın 4’üncü maddesi ile güvence altına alınan laiklik ilkesi büyük bir titizlik ve hassasiyetle korunmalı, bunun korunması için mevcut yasalar hiçbir ayırım gözetmeksizin uygulanmalı, mevcut yasalar uygulamada yetersiz görülüyorsa yeni düzenlemeler yapılmalıdır.

2 – Tarikatlarla bağlantılı özel yurt, vakıf ve okullar, devletin yetkili organlarınca denetim altına alınarak, Tevhid-i Tedrisat Kanunu gereği Milli Eğitim Bakanlığı’na devri sağlanmalıdır.

3 – Genç nesillerin körpe dimağlarının öncelikle Cumhuriyet, Atatürk, vatan ve millet sevgisi, Türk milletini çağdaş uygarlık düzeyine çıkarma ülkü ve amacı doğrultusunda bilinçlendirilmesi ve çeşitli mihrakların etkisinden korunması bakımından:
a – 8 yıllık kesintisiz eğitim, tüm yurtta uygulamaya konulmalı.
b – Temel eğitimi almış çocukların, ailelerinin isteğine bağlı olarak, devam edebileceği Kuran kurslarının Milli Eğitim Bakanlığı sorumluluğu ve denetiminde faaliyet göstermeleri için gerekli idari ve yasal düzenlemeler yapılmalıdır.

4 – Cumhuriyet rejimine ve Atatürk ilke ve inkılaplarına sadık, aydın din adamları yetiştirmekle yükümlü, milli eğitim kuruluşlarımız, Tevhid-i Tedrisat Kanunu’nun özüne uygun ihtiyaç düzeyinde tutulmalıdır.

5 – Yurdun çeşitli yerlerinde yapılan dini tesisler belli çevrelere mesaj vermek amacıyla gündemde tutularak siyasi istismar konusu yapılmamalı, bu tesislere ihtiyaç varsa, bunlar Diyanet işleri Başkanlığı’nca incelenerek yerel yönetimler ve ilgili makamlar arasında eşgüdümle gerçekleştirilmelidir.

6 – Mevcudiyetleri 677 sayılı yasa ile men edilmiş tarikatların ve bu kanunda belirtilen tüm unsurların faaliyetlerine son verilmeli, toplumun demokratik, siyasi ve sosyal hukuk düzeninin zedelenmesi önlenmelidir.

7 – İrticai faaliyetleri nedeniyle Yüksek Askeri Şûra kararları ile Türk Silahlı Kuvvetleri’nden (TSK) ilişkileri kesilen personel konusu istismar edilerek TSK’yi dine karşıymış gibi göstermeye çalışan bazı medya gruplarının Silahlı Kuvvetler ve mensupları aleyhindeki yayınları denetim altına alınmalıdır.

8 – İrticai faaliyetleri, disiplinsizlikleri veya yasadışı örgütlerle irtibatları nedeniyle TSK’dan ilişkileri kesilen personelin öbür kamu kurum ve kuruluşlarında istihdamı ile teşvik unsuruna olanak verilmemelidir.

9 – TSK’ya aşırı dinci kesimden sızmaları önlemek için mevcut mevzuat çerçevesinde alınan tedbirler; öbür kamu kurum ve kuruluşları, özellikle üniversite ve diğer eğitim kurumları ile bürokrasinin her kademesinde ve yargı kuruluşlarında da uygulanmalıdır.

10 – (…)

11 – Aşırı dinci kesimin Türkiye’de mezhep ayrılıklarını körüklemek suretiyle toplumda kutuplaşmalara neden olacak ve dolayısıyla milletimizin düşmanca kamplara ayrılmasına yol açacak çok tehlikeli faaliyetler yasal ve idari yollarla mutlaka önlenmelidir.

12 – (…)

13 – Kıyafetle ilgili kanuna aykırı olarak ortaya çıkan ve Türkiye’yi çağdışı bir görünüme yöneltecek uygulamalara mâni olunmalı, bu konudaki kanun ve Anayasa Mahkemesi kararları taviz verilmeden öncelikle ve özellikle kamu kurum ve kuruluşlarında titizlikle uygulanmalıdır.

14 – 16 (…)

17 – Ülke sorunlarının çözümünü “Millet kavramı yerine ümmet kavramı” bazında
ele alarak sonuçlandırmayı amaçlayan ve bölücü terör örgütüne de aynı bazda yaklaşarak onları cesaretlendiren girişimler yasal ve idari yollardan önlenmelidir.

18 – (…) (Yer darlığı yüzünden bazı ikincil önemdeki maddeleri yazamadım.
Tam metin için. Bkz. www.uludagsozluk.com/k/28-şubat-kararları/)

Bu maddeler içinde, temel hak ve özgürlükleri özünde ihlale yol açabilecek olanları elbette vardır. Bunlar ülkemizin üyesi bulunduğu ulusalüstü ve uluslararası hukuk kazanımları çerçevesinde bağımsız ve yansız yargıyla kesinlikle durdurulabilirdi. Ancak hükümet partisinin on yıldan beri bu belgeyi, gericiliğin kapılarını sonuna kadar açan ve ülkemizi uçurumun eşiğine getiren siyasetine kalkan yapmış olması bağışlanabilecek bir durum değildir.

Yanlış olan şey, bunları 12 Eylül Kafası’yla uygulamaya çalışmaktı
ve şimdi 31 Mart kafasıyla reddetmektir.

Bundan sonra bize düşen şey,

  • Tam Bağımsız bir Türkiye Cumhuriyeti”ni özgürlükçü, demokratik sosyal bir hukuk devleti felsefesiyle yeniden kurup, yaşatmaktır.
    (Cumhriyet Bilim Teknik, 16.08.13)

Atatürk Devrimi, Atatürkçülük Nedir?

Dostlar,

Tarihçi Prof. Dr. Sina Akşin’den çok çğretici bir derlemeyi sunmak istiyoruz.
Yakın tarihin özlü bir irdelemesi.. Lütfen okuyalım ve oktalım..

Sevgi ve saygı ile.
13.2.13, Ankara

Dr. Ahmet SALTIK
www.ahmetsaltik.net

=====================================

sina aksin

Atatürk Devrimi, Atatürkçülük Nedir?*

 

1. Atatürkçülüğün Yeniden Doğması                                  :

Türkiye’ye gelen yabancılar çok kez Mustafa Kemal Atatürk’ün her yerde görünür olmasına şaşmaktadırlar. Her yerde O’nun heykelleri, büstleri, resimlerine rastlamaktadırlar. Sanırım bunu çoğunlukla bir kişi yüceltmesi olarak görüp olumsuz yönde yorumlamaktadırlar. Atatürk’ün böyle her yerde olmasının açıklaması şudur: O, Türk devrimini temsil eden kişidir. Çoğu devrimler birçok kişilerin yapıtıdır. Fransız Devrimi bir kişiyle özdeşleştirilemez. Sovyet Devriminde Lenin’in ağırlığını görüyoruz, fakat iktidar olduktan sonra
Devrimi ancak 7 yıl yönlendirilebildi. Stalin olmadan Sovyet Devrimi anlaşılamaz.
Belki Mao Zedong’un Çin Devrimindeki rolü Atatürk’ünkine benzetilebilir.
27 yıl Çin’i yönetti. Ne var ki ardılları onu neredeyse yadsımışlardır. Bir de değişik komünist önderlerin “tamamlayıcıları” sorunu var. Mao deyince Stalin, Lenin ve Marx’ın rol ve tamamlayıcılıkları görmezlikten gelinemez. Atatürk deyince böyle tamamlayıcı kişiler akla gelmiyor. Atatürk bağımsızlık mücadelesinin muzaffer önderidir, Türkiye Cumhuriyetinin kurucusudur, Türk Devriminin önderdir. Buna dört başı mamur bir başarı öyküsü diyebiliriz. Onun içindir ki kişiliği Cumhuriyetin ve Devrimin simgesidir. Özgürlük-eşitlik-kardeşlik düsturu Fransız Devrimi için neyi temsil ediyorsa,
Türk Devrimi için Atatürk onu temsil ediyor, onun simgesidir. Türk devriminden yana olup da Atatürk’e karşı olamazsınız. Fakat Fransız Devriminden yana olup,
diyelim Robespierre, Rousseau, Danton ya da Voltaire’e karşı olabilirsiniz.

Atatürk’ün ölümünden sonra nice onyıllar, Türklerin büyük çoğunluğu O’na katıksız bir sevgi ve hayranlık beslemişlerdir. Açıktır ki böyle bir düşünce ortamı Atatürkçülüğün eleştirel bir değerlendirmesine uygun değildi. Atatürkçülük hayli yüzeysel biçimde daha sonra Anayasa’ya da giren resmi Altıokla (Cumhuriyetçilik, Milliyetçilik, Laiklik, Halkçılık, Devletçilik, Devrimcilik) açıklanıyordu. Bu ilkelerin genellikle derinlemesine çözümlenmediği söylenebilir. İslam köktendincileri arasında Atatürk’e yönelik eleştiri, hatta nefret vardı, ama 1945’e değin bastırıldılar. Bu bastırma işi 1945’ten sonra da sürdü, ama çok daha gevşek olarak. Buna rağmen genellikle sıradışı, bir çeşit anormallik olarak değerlendiriliyordu. 1972’de dinci Milli Selamet Partisinin (MSP) kurulması ve 1973 seçimlerinde %12 oy almasıyla işler ciddileşti. Dinci parti ve ardıllarının desteği yıllar geçtikçe artacaktı. Hatta 12 Eylül 1980 darbesini yapan askeri cunta, bir yandan “Türk-İslam sentezi” diye gerici resmi bir ideoloji yaratmaya kalkışırken, Atatürkçüler dahil sola karşı sert bir bastırma siyaseti uygulayacaktı.
İşin tuhafı, bu siyaset güya Atatürkçülük adına yapıldı. (1)

1983’te çok partili siyasete dönülmesiyle birlikte, sol aydınlar cuntayı eleştirmeye başladılar. Bu eleştiri aynı zamanda cuntanın sözümona Atatürkçülüğüne de yöneliyordu. Bunlar kendilerini “sivil toplumcu” diye tanımlayan bir kesimdi. Aralarında kimileri Atatürk’ün kurduğu cumhuriyetin yıkılarak “ikinci cumhuriyetin” kurulmasını savunuyorlardı. Çok kez şiddetli olabilen bu Atatürkçülüğe yönelik eleştiriler İslamcıları, Atatürkçülük hakkındaki olumsuz görüşleriyle ortaya çıkmaya özendirdi. Böylece Atatürkçülüğün laik eleştirmenleriyle kimi İslamcılar arasında garip bir ittifak oluştu.(2)

Bütün bunlar, Atatürkçülük karşıtlarının görüşlerinin nasıl çürütülebileceğini düşünmek zorunda kalan Atatürkçüler için acı bir durumdu. Denilebilir ki, Atatürkçülük karşıtı eleştiriler Atatürkçülüğün daha iyi anlaşılması sürecini hızlandırmıştır. Hızlandırmıştır diyorum, çünkü genellikle toplumsal olayların zaman geçtikçe daha iyi yorumlanması ve anlaşılması doğaldır. Rönesans ve Aydınlanma gibi hareketler bir zaman sonra adlandırılır ve daha iyi anlaşılır. Türkiye Atatürkçülüğü 1919’dan 1938’de Atatürk’ün ölümüne, sonra da 1950’ye değin yaşadı. Bugün Türkiye Atatürkçülüğü daha iyi anlıyor ve bu anlayış Atatürkçülüğün yeniden doğmasına (rönesansına) yol açmıştır.

2. Atatürkçülüğün Felsefi Niteliği                                     :

Atatürkçülük bir aydınlanma hareketidir.
Tek bir örnek vermek gerekirse Atatürk öğretmenlerden “fikri hür, vicdanı hür, irfanı hür” kuşaklar yetiştirmelerini istemektedir (3). Böylece Atatürk şair Tevfik Fikret’in bir şiirinde kendini tanımlamak için söylemiş olduğu ünlü sözünü benimsemiş oluyordu.
Suat Sinanoğlu Atatürkçülüğün felsefi görünümünü “zihnin sınırsız özgürlüğü” diye tanımlıyor (4). Felsefe profesörleri Bedia Akarsu ve Macit Gökberk de Atatürkçülüğü
bir aydınlanma hareketi olarak betimlemişlerdir (5).

Atatürk hümanisttir. Bağımsızlık savaşının en tehlikeli anlarında bile cihat ilan etmedi. 1922’de tutsak düşen Yunan komutanı Trikupis’le nazik görüşmesi, önüne serilen
Yunan bayrağına basmayı reddetmesi, 1934’te Anzak ölüleri için söylediği sözler (6) hümanizminin kanıtıdır. Bir seferinde anayurdu savunmak için yapılmayan savaşı cinayet olarak betimlemiştir (7). Avrupa’nın çoğu yerlerinde bütüncül (totaliter) ve ırkçı diktatörlükler muzaffer olurken ve birçok Türkler bunların çekiciliğine kapılmışken Atatürk sıkı durdu. Yahudi ya da muhalif oldukları için Hitler düzenince 1933’te üniversitelerinden kovulan 142 Alman bilim adamını Türkiye’ye çağırıp
onları yüksek eğitim kurumlarında çalıştırması bu yönde anlamlı bir göstergedir.

3. Bir Kalkınma Modeli Olarak Atatürkçülük                             :

Atatürkçü kalkınma modeli “bütünsel kalkınma” olarak açıklanabilir. Bu topyekûn kalkınma demektir. Batının makine, alet, fabrikalarını edinmek yetmez. Bu teknolojinin gerisinde Batının bilimi vardır. Onu da benimsemek durumundayız. Yoksa benimsediğimiz teknoloji elimizde iğreti ve yapay duracaktır. Fakat bilimin üst katmanları felsefenin alanına girmektedir. Onun için Batı felsefesini ve onun bir parçası olduğu insan bilimlerini de benimsememiz gerekmektedir. Tabii sosyal bilimlerin bilimin onsuz olmaz bir parçası olduğunu da unutmayacağız. Öte yandan felsefenin sanat ve genel olarak kültürle yakın ilişkisini gözardı etmemeliyiz. Böylece teknoloji, bilim, felsefe, sanat ve kültürün bir bütün oluşturduğunu görüyoruz. Bunların gelişmesi için, düşünce özgürlüğü gereklidir. Bilim, kültür ve sanata ve bu işlerle uğraşan insanlara saygı ve değerbilirlik önemli bir gereksinimdir. Bu insanlar toplumsal, siyasal, dinsel dogmaların baskısı altında olmamalıdır. Atatürkçülüğün bütünsel kalkınma modelinde, bir üniversitenin kurulması, bir demiryolunun yapımı denli önemlidir; bir konservatuarın açılması, bir fabrikanın yapılması denli önemlidir.

Bütünsel kalkınma modelini anlamak için karşıtı olan maddi kalkınma modeliyle karşılaştırabiliriz. Bu modelin en iyi örneklerinden biri petrol zengini şeyhliklerdir.
Bu ülkeler en son teknolojiyi edinebilecek durumdadırlar. En modern otomobiller, uçaklar, bilgisayarlar, fabrikalar. Deniz suyunu arıtabiliyorlar, çölde tarım yapabiliyorlar. Buna karşın bunlar en son teknolojinin ürünlerinden yararlanırken, toplumsal ve kültürel koşullarıyla aşağı yukarı 9. yüzyılda yaşıyorlar. Türkiye’de 1950’den sonra bütünsel kalkınma modeli bir ölçüde terk edilerek maddi kalkınma modeline bir kayma olmuştur. Böylece yol, baraj, fabrika yapımı ön düzleme geldi ve toplumsal, kültürel kalkınma
ikincil duruma düştü.

4. Atatürkçülüğün İdeolojik Programı                                          :

Bu, Atatürk’ün Cumhuriyet Halk Partisi‘nin ilan etmiş olduğu “6 ilke” ya da “6 Ok” tur. İlk ilke Cumhuriyetçiliktir. Atatürkçülüğü eleştirenler, demokrasi ilkesinin yokluğuna dikkat çekmişlerdir. Hatta kimilerine göre cumhuriyetçilik, birçok diktacı, hatta bütüncül (totaliter) cumhuriyetler varken, anlamlı bir ilke değildir. Bu, tabii anlaşılır bir görüştür ama Atatürk’e uygulanamaz. 1929’da Afet İnan’ın yardımıyla bir Yurttaşlık Bilgisi ders kitabı yazdı. Kitap Afet İnan’ın imzasıyla yayımlandı. İnan, 1969’da kitabın yeni basımını yaptığında, kitabın büyük ölçüde Atatürk tarafından yazılmış olduğunu açıkladı ve O’nun el yazısıyla yazılmış sayfaların fotokopilerini yayımladı. Siyasal düzenlerle ilgili bölümler bunlar arasındaydı. O’na göre demokrasi en iyi düzendi. Demokrasilerden cumhuriyet türü meşrutiyet türünden daha mükemmeldi.

Yalnızca Atatürk’ün kuramsal görüşü değildi sözkonusu olan. O sıra birçok Avrupa ülkeleri şu ya da bu türden bütüncül diktatörlüğe doğru giderken Atatürkçü düzen görece demokratikti. Bir ülke düzeninin demokrasi derecesi onu çağdaş diğer düzenlerle karşılaştırarak saptanabilir. Eski Atina kölelerinin, yabancı ve kadınların hiçbir siyasal hakları olmamasına karşın, çağdaş öbür düzenlerden daha demokratik olduğu için demokrasi sayılmaktadır. Aynı biçimde Atatürkçü düzen, tek partili olmasına karşın, Avrupa’nın demokrasi derecesi ortalamasının üstünde bir demokrasi derecesine sahipti. Bu yüzdendir ki Hitler hükümetinin üniversitelerden tasfiye ettiği 142 Alman bilim insanı Türkiye’ye yerleşmeyi seçmişlerdir. Bu kişilerin, ki içlerinde birçok parlak kişiler vardı, bir diktatörlükten diğerine gidecek kadar saf ya da çaresiz olduklarına inanmak için neden yoktur. Bugün Türkiye belki Atatürk döneminden daha demokratiktir.
Bununla birlikte bu bizi mutlu kılmıyor, çünkü II. Dünya Savaşından sonra Avrupa bize yetişip daha da ileri gitmiştir.

Milliyetçilik (ulusçuluk) ilkesi saldırgan olmayan, yayılmacı olmayan, barışçı nitelikteydi. Atatürk’ün düsturu “Yurtta sulh; cihanda sulh” idi. Bu milliyetçilik ırkçı değildi. Atatürk “Ne Mutlu Türk’üm diyene!” (8) demişti (“Ne mutlu Türk olana” değil), Türk Milletinin tanımı şöyleydi:

Türkiye Cumhuriyetini kuran Türkiye halkı” (1929) (9). Türkiye Cumhuriyeti’nin
her yurttaşı, etnik bakımdan Rum, Çerkez, Kürt, Ermeni, Yahudi olsalar da
Türk sayılıyordu. Bu milliyetçilik sağcı, tutucu değildi. Türkiye’yi bölgenin ya da
İslam dünyasının en güçlü ülkesi yapmak gibi sınırlı hedefler gütmüyordu. Her alanda Türkiye’yi dünyanın en ileri ülkelerinden biri yapmayı amaçlıyordu. Yalnız iktisadi ya da askeri anlamda değil, Türkiye sanat ve edebiyatta, insan hakları ve bilimde de en önde olmalıydı. Sağcı, tutucu milliyetçiler genellikle, iktisat, askeri güç ve siyaset alanları üzerinde dururlar, onunla yetinirler.

Devrimcilik (İnkılapçılık) aydınlanmayı her yere ve olanaklıysa herkese yaymak, bütünsel kalkınmayı gerçekleştirmek ve bu amaçlara ulaşmak için canla başla
çaba göstermek demektir.

Bu amaçlara henüz ulaşılamamıştır ve görece uzun erimlidir, fakat bunlara olanaklı olduğu kadar önce ulaşmak gerekmektedir. O zaman değin devrimciliğin gündemde kalması zorunludur.

Halkçılık, halktan yana siyaset gütmektir.

Halk kavramı nüfusun bütün sınıf ve kesimlerini içerecek biçimde yorumlanabilir
(öyle yorumlanıyordu), fakat en çok köylü, işçi gibi düşük gelirli kesimleri amaçlıyordu. Böyle kesimlerin maddi ve kültürel gelişmesini hedefler. Yığınlara dalkavukluk yapmak anlamındaki popülizm ile karıştırılmamalıdır. Tabii, çok partili bir düzende popülizme direnmek çok kolay değildir. En azından kuramsal olarak denebilir ki, tek partili bir düzende yığınların hoşlanmadığı, fakat uzun erimde onlara yararlı olacak siyasalar yürütmek daha kolaydır. Atatürk düzeni, iki çok partili siyaset girişimi dışında tek partili bir düzendi. Eğer devrim halk arasında hatırı sayılır bir yaygınlık kazanmışsa, çok partili bir dizgede de gelişmesini sürdürebilir. Bunun için, iktidarda olmasa bile en az bir büyük parti ilkeli bir Atatürkçülüğü savunmalı ve diğer büyük partiler de son çözümlemede Atatürkçü olmalıdır.

Devletçilik deneyimle oluşmuş bir ilkedir.

Türkiye’nin yeni doğan kapitalist sınıfı 1920’lerde hatırı sayılır bir sanayileşme düzeyi yaratamamıştı. Üstelik 1929 dünya bunalımı her yerde büyük sefalete yol açmış bulunuyordu. Devletçilik bu gereksinimlerden doğmuştu. Atatürkçü dönemde ve sonrasında bir sanayi temeli yaratılabilmiştir. Sanayi yaratmanın ve devlete ekonomiyi düzenleme olanağını sağlamanın ötesinde, devletçilik işçilere işletmelerde doğru dürüst barınma, okullar, sağlık hizmetleri, toplumsal ve kültürel bir ortam yaratıyordu. Başka bir deyişle halkçılığın, sosyal devletin gerekleri de karşılanmış oluyordu. 1980’e değin devletçilik yalnız Türkiye’de değil, kimi gelişmiş kapitalist ülkelerde de önemli işlevler gördü. Örneğin Fransa’da Renault otomobil firması yıllardan beri başarılı bir kamu iktisadi kuruluşudur. 1980’lerde kamu işletmelerine karşı dünya çapında bir kampanya açıldı. Sovyetler Birliğinde komünizmin çökmesi bu kampanyayı besledi.
Yalnız eski komünist ülkelerie değil, başka yerlerde de kamu işletmelerinin özelleştirilmesi gündeme gelmiştir.

Türkiye bakımından şu denebilir: Türk kapitalist sınıfı büyük ilerlemeler göstermiş olsa da, gelişmiş ülkelerdeki düzeye ulaştığı söylenemez. Demek ki Türkiye’de devletçiliğin bir işlevi olmaya devam edecektir. Dahası kamu işletmeciliğinin verimsiz olduğuna inanmıyorum. Hükümetler, yani siyasal irade isterse, devlet işletmelerini kazançlı yapabilirler. Fakat bunları gereksiz işçilerle doldururlarsa, nitelikli yöneticiler görevlendirilmezse, demek ki, söz konusu hükümetler bu işletmelerin verimli olmasını, hatta yaşamasını istememektedirler. Bugün Tekel bütün ülkeye üç marka rakı sağlayabiliyor, fakat yeterince bira ve kibrit yapamıyorsa, bunun böyle olması istendiği içindir. Bira ve kibrit üretimi özel girişime açılmıştır. Özel kesim işletmelerinin daha çok satış yapabilmesi için devletin bu ürünleri az miktarda üretmesi, kaliteye dikkat etmemesi vb. gerekmektedir.

Başka bir nokta : Kamu işletmeciliğinin günahları konusunda kimi insanlar ne kadar inanmış olurlarsa olsunlar, bunların istihdam sağladığının da farkındadırlar. Kamuoyu yoklamaları bunu belli ediyor. Böylece özelleştirmeye daha yatkın bir partinin daha az oy alacağı düşünülebilir. Bu da seçmenlerin uç partileri güçlendirecek protesto oyları vermelerine yol açabilir. Bu, herhangi bir çok partili düzen için sağlıksız bir durum olacaktır. En azından Türkiye bakımından, bu ülke Avrupa düzeyinde gelişmişliğe ulaşıncaya değin devletçiliği gündemde tutmak gerekir gibi görünüyor. Topyekûn bir özelleştirme siyasası demokratik bir çok-partili düzenle pek bağdaşmaz gibime geliyor.

Gelelim laiklik ilkesine                                                  :

Bu, dinle devlet işlerinin ayrı tutulması demektir. Hiçbir din, mezhep ya da dinsel küme devlet işlerine karışamaz, devletten ayrıcalıklar isteyemez. Devletin yasa ya da siyasaları herhangi bir din ya da dinsel küme tarafından etkilenemez. Devlet bütün dinsel kümeler karşısında yansız olmalıdır. Öte yandan, devlet de din işlerine karışmamalıdır. Kural budur, fakat devlet bazen dinsel işlere karışmak durumunda olabilir. Örneğin, dinsel bir küme mensuplarının insan kurban etmesini ya da mensuplarının intihar etmesini isterse devlet müdahale etmelidir. ABD’de Hıristiyan Bilimciler (Christian Scientists) adındaki bir tarikat, inancın bütün hastalıkların üstesinden geleceğine inandığı için her türlü tıbbi yardımı reddetmektedir. Bana göre böyle bir cemaatten bir çocuk apandisit bunalımına girerse ve anne-babası tıbbi yardımı geri çevirirlerse, devlet müdahale ederek çocuğu kurtarmalıdır.

Türkiye’de Sünnilerin dinsel işlerine bakan bir Diyanet İşleri Genel Müdürlüğü var.
Bu, devletin dine müdahalesidir, fakat gerekli olduğunu düşünüyorum. İki yararı var: Sünni çoğunluğu gözlem altında tutarak, onların arasında laiklik karşıtı hareketlerin çıkmasını önleyebilir. İkincisi, Diyanet İşleri kaldırılacak olsa, Sünniliğin içindeki kümeler arasında camileri denetimleri altına almak için bir savaşım başlayacaktır.
Bunu başaramayan küme ya da kümeler kendi camilerini yapmaya zorlanacaklardır. Ulusal servetin büyük bir bölümü yeni camiler yapmaya ayrılacaktır. Oysa şimdi camiler Diyanetin gözetimi altında ve dolayısıyla bütün Sünni kümelere açıktır.

Kimi şeriatçılar laikliği İslamiyete karşı yapılmış bir kötülük olarak görmektedirler.
Bu görüşe katılmak olanaksızdır. Şeriat, İslamiyeti Orta Çağa bağlayan, 9. Yüzyılda oluşturulmuş bir hukuk dizgesidir, bir zincirdir. Türkiye’de bu zincirin kırılması İslamiyet’e çağcıl (modern) dünyanın, ileri ülkelerinin bir dini olmak fırsatını vermiştir. Çağcıl insanlar için Orta Çağ İslamiyetinin bir çekiciliği pek olamaz. Ayrıca, şeriatın kaldırılması hem Türkiye, hem öbür Müslüman ülkeleri için bir kalkınma ve ilerleme sorunudur.
Şeriat ve yandaşları kadınların kapatılmasını isterler. Bu demektir ki nüfusun yarısı evrensel kalkınma ve ilerleme yarışının dışında tutulacaktır. Tek ayakla yarışmak olanaklı değildir. Kadınları kapatan ülkelerin dünyanın ileri ülkelerinden biri olmak umudu olamaz. Kadınların kapatılması sözkonusu ülkelerin kültür düzeylerinin gerilemesi anlamını taşır, çünkü erkek çocukları dili annelerinden öğrenirler, babalarından değil (ana dili). En önemli kültür aletimiz dilimizdir ve annelerin çocuklara dil öğretmesi
en temel eğitimdir. Annesi yalnızca 500 sözcük kullanabilen bir oğlanın temel eğitimi annesi 1500 sözcük bilen bir anneninkinden çok farklı olacaktır.

Demek ki kadınların kapatılması erkeklerin niteliğini de olumsuz etkileyecektir.

Laikliğin başka bir yararı da devletin bütün dinsel kümeler karşısında yansızlığını gerektirdiği için iç barışın da bir garantisidir. Türkiye’de Sünnilerle Aleviler arasındaki geleneksel geçimsizlik ancak laiklik siyasalarıyla sonlandırılabilir. Öyle olmayınca, 1978’de Kahramanmaraş’ta, 1995’te İstanbul’da (Gazi olayları) olduğu gibi kanlı kavgalar ya da kırımlara tanık oluruz.

Türkiye’de kimileri, ki ne yazık ki aralarında devlet adamları da vardır, “devlet laik olabilir, bir kişi (örneğin bir Müslüman) laik olamaz” görüşündedirler. Bu görüşe katılmıyorum. Laikliği kabul eden bir kişi, laik bir insandır. Böyle bir kişi, dinli, hatta dindar da olabilir (Müslüman, Hıristiyan vb.). Devrim sayesinde Türkiye’de pek çok laik Müslümanlar, yani laikliği benimsemiş insan var. Birçokları da dinsel vecibelerini tam olarak yerine getirmektedirler. Aydınlanma yayıldıkça, laik Müslüman sayısının daha da artması beklenebilir.

İslamiyet dünyanın pek çok köşesine yayılmış bir dindir. Öbür büyük dinler gibi İslamiyet’in birçok mezhep, tarikat, anlayış içermesi beklenebilecek bir durumdur.
Hepsi de Müslümandırlar ama farklıdırlar da. Öyle olmasa ayrı kümeler olmazlardı. İslamiyette barış ve kardeşlik olması için başka kümelere saygı gerekir. Laik İslamiyet bugün bu kümelerden biridir. Öbür kümelerin laik İslamiyete saygı göstermeleri,
laik Müslümanların da onlara saygı göstermeleri gerekir.

5. Atatürk Devrimi’nin Zorunluluğu                                      :

Zaman zaman kimi gözlemcilerin Atatürk Devrimi’nin, kendisini felaketten kurtarmış muzaffer bir önderin isteksiz bir halka uyguladığı bir çeşit kişisel program olduğu görüşlerine rastlanıyor. Oysa böyle olsaydı Atatürk’ün ölümünden sonra Devrim uzun sürmezdi. Kısa zamanda son bulur ve Türkiye eski yoluna dönerdi. Oysa ölümünden bu yana 75 yıl oldu ve 1950’lerden sonra esaslı biçimde yavaşlatıldıysa da, Devrimin yapısı birçok bakımdan olduğu gibi duruyor. Böylece zorunlu olarak Devrimin bir diktatörün keyfi uygulaması olmayıp nesnel bir zorunluluk olduğu sonucuna varmamız gerekiyor.

Şimdi bu zorunluluğun ne olduğuna bakalım.

Türkler, Osmanlı Devleti çerçevesinde “Viyana kapılarına değin” Güneydoğu Avrupa’yı fethetmeyi başardılar. 1699 Karlofça antlaşmasıyla birlikte Orta Avrupa ve Balkanlar’dan çekilme süreci başladı. Ardı ardına gelen askeri yenilgilerin sonucu,
200 yıl sürdü. Balkan ulusçuluğu, başından itibaren son zamanlarda “etnik temizlik” denen siyasası uyguladığı için süreç Türkler için çok acıklı olmuştu. Çünkü Balkanlar
öz yurtlarıydı. Bütün bu sınav boyunca Türklerin bir tesellisi vardı: Son kertede, yüzlerce yıl önce yurtları olan Anadolu’ya yerleşip şerefli bir yaşam sürdürebilirlerdi. I. Dünya Savaşı arefesinde Osmanlı Devletinin hala Rumeli’de küçük bir ülke parçası vardı: Edirne dahil, doğu Trakya.

I. Dünya Savaşı Osmanlılar için yeni bir felaket oldu. Sevr’de Osmanlının 1920’de imzalamak zorunda kaldığı barış antlaşması bütün Türkler için dev boyutta bir travmaydı. Anladılar ki, nasıl Rumeli’den çıkarıldılarsa, şimdi de Anadolu’dan çıkarılıyorlardı. Osmanlı Doğu Trakya’yı, Ege Bölgesinin kuzeyini Yunanistan’a Kuzeydoğu Anadolu’yu Ermenistan’a verecekti. Bu bölgelerin etnik yapısını belirlemek söz konusu değildi. Yapılan düzenleme tümüyle “tarihsel hak” esasına dayanıyordu. Bin yıl önce buralarda Türk yoktu, bu yüzden muzaffer devletler o sıradaki etnik yapı ne olursa olsun,
buraları Yunanistan ve Ermenistan’a vermekte hiçbir tereddüt duymuyorlardı.
Sözümona devamına izin verilen gölge Osmanlı Devleti de maliyesi ve ordusu olmayan kurbanlık bir koyun durumuna getirilmişti. Böylece Türkler Anadolu’dan çıkarılıyor
ya da bir çeşit köleliğe mahkum ediliyorlardı. Birçok Türkler için apaçık ortadaydı ki,
süreç Sevr ile durmayacak ve Rumeli’de olduğu gibi kaçınılmaz sona doğru gidecekti.

Kurtuluş Savaşı sayesinde bu büyük felaket önlendi ve Lozan Antlaşması Sevr’in yerine geldi. Fakat ortaya çıkmıştı ki Lozan’ı sürekli kılmak için Türk toplumunun geri toplumsal, siyasal, iktisadi, kültürel koşullarının kökten, devrimci bir değişime uğraması gerekiyordu. Türkler Ortaçağdan çıkıp çağcıllaşmak zorundaydılar. İşte Atatürk Devrimi bunu gerçekleştirmek amacıyla yapıldı. Devrimin uzun zaman sürmüş olmasının nedeni de budur. Devrim yapılmasaydı Sevr Antlaşması ya da bir benzerinin ilk fırsatta yeniden bize dayatılması çok olasıydı. Devrimin amacı Türklere Avrupalılarınki kadar eğitim ve kültür vermek, onları Avrupalılar kadar üretken kılmak, başka deyişle Türkiye’yi bir Avrupa ülkesi düzeyine yükselmekti.

6. Kısmi Karşıdevrim                                           :

Türkiye’de Atatürkçülüğün bugünkü durumunu anlayabilmek için 1950 Kısmi Karşıdevrimini açıklamak gerekiyor. Atatürk’ün zamanında bile Cumhuriyet Halk Partisinde karşıdevrimci unsurlar vardı. Dediğim gibi, sözkonusu karşıdevrim kısmiydi. Herhalde Atatürk’ün yandaşları arasında tam bir karşıdevrim isteyen hiç yoktu.
Sevr travması bu derece bir gericiliğe engeldi. Tutucuların istedikleri, Devrimin başlıca kazanımlarını muhafaza ederken Devrimi dondurmak ya da yavaşlatmaktı. II. Dünya Savaşının sonu bekledikleri fırsatı verdi. Savaşa katılmamanın sonucu olan Türkiye’nin yalnızlığı, Atatürk’ün ardılı olan İsmet İnönü’yü çok partili dizgeyi benimsemeye götürdü. Ama muhalefet partisinin Atatürk Devrimini sorgulamaması için CHP içindeki rakiplerini kısmen zorlayarak, kısmen ikna ederek Demokrat Partiyi kurdurdu.
Bu kişiler çoğunlukla sağcı, tutucu kimselerdi.

Bu sağcılık iki gelişmeyle pekişti. Sovyet Rusya’nın 1945’te 1925 Dostluk ve Saldırmazlık Antlaşmasını feshetmesi ve Boğazlarda denetim kurma ve Doğu Anadolu’da toprak kazanma girişimi şiddetle sol düşmanı, McCarthy’ci bir hareket için bahane oldu. İnönü sosyalist parti ve yayınları yasaklayarak bu hareketi güçlendirmiş oldu. Sağa doğru bu savrulma CHP’yi de etkiledi. Başarılı Milli Eğitim Bakanı Hasan Âli Yücel, ki ünlü Köy Enstitülerinin ileri gelen mimarlarındandı, görevine devam ettirilmedi (1946). Yerine gelen bakan bu mucize kurumları bozmaya girişti. 1950’de Demokrat Parti iktidara geldiğinde bu yönelişler genel bir harekete dönüştü. 1951’de kültür ve toplumsal yardım merkezleri olan Halkevleri (478 tanesi) ve daha küçük ölçekli Halkodaları (4322 tane) kapatıldılar. 1954’te Köy Enstitüleri aynı yazgıyı paylaştı.

Devrimin aydınlanma programı rafa kaldırılmış, karanlık bir dönem başlamıştı.
Bütünsel kalkınma modeli bu gelişmeyle ağır darbeler yedi.

Atatürk Devrimi donduruldu. Bunu gizlemek için tören Atatürkçülüğü büyük önem kazandı. Devrimin yıldönümleri gittikçe artan bir heyecanla kutlanır oldu. Atatürk’ün resim ve büstleri kamusal alanları doldurdu. Nasıl olduysa, CHP Atatürk Devrimine dönüşü isteyen bir muhalefet yürütemedi ya da bunu istemedi. Çok kez hayli sert olan muhalefeti daha çok siyasal özgürlük talebinde yoğunlaştı. Siyasal dizgeye yeni bir anayasa ve büyük ölçüde bir özgürlük getiren 27 Mayıs 1960 askeri müdahalesinden sonra, aydınlar Atatürkçülükten çok sosyalizm ve sosyal demokrasiyle ilgilenmeye başladılar. Fakat Sovyetlerde ve Doğu Avrupa’da komünizmin çökmesi, Türkiye’de köktendinciliğin çoğalması, Atatürkçülüğe yöneltilen sert eleştiriler yukarıda sözünü ettiğim Atatürkçülüğün yeniden doğmasına yol açtı. (1998)

Dipnotları:

1. Sina Akşin, Kısa Türkiye Tarihi (İstanbul, T.C. İş Bankası Kültür Yayınları);
Sina Akşin (Yayın Yönetmeni), Türkiye Tarihi V: Bugünkü Türkiye, 1980-1995 (İstanbul, Cem Yayınevi).

2. Sina Akşin, Düşünce Tarihi, Bugünkü Türkiye, 1980-1995, s. 267-273.
3. 25 Ağustos 1924, Enver Ziya Karal, Atatürk’ten Düşünceler
(İstanbul, Devlet Kitapları, 1986) s.82.

4. Suat Sinanoğlu, Türk Hümanizmi (Ankara, Türk Tarih Kurumu Y.,1980).
5. Daha 1960’ta Bedia Akarsu Atatürk Devrimini Türk Aydınlanması diye tanımlamıştı. “Atatürk ve Aydınlanma”, Atatürk Devrimi ve Temelleri (İstanbuli İnkılap Kitapevi,1995) s. 93-97. Macit Gökberk, “Aydınlanma Felsefesi, Devrimler ve Atatürk”, Çağdaş Düşüncenin Işığında Atatürk (İstanbul, Eczacıbaşı Y.,1983).
6. Uluğ İğdemir, Atatürk and the Anzacs (Ankara, Türk Tarih Kurumu Y.).
7. 16 Mart 1923, Mustafa Kemal Atatürk, Atatürk’ün Söylev ve Demeçleri, II. 
8. Cumhuriyetin 10. yıldönümü söylevi (1933).
9. Afet İnan, Medeni Bilgiler ve Mustafa Kemal Atatürk’ün El Yazıları
(Ankara, Türk Tarih Kurumu y,1988).

* Yazar tarafından İngilizceden çevrilmiştir: Sina Akşin,

The Nature of the Kemalist Revolution”, The Turkish Republic at Seventy – Five Years (D. Shankland, ed., Huntingdon, The Eothen Press, 1999).

Prof.Dr. Sina AKŞİN
ADD Genel Merkez Yönetim Kurulu Üyesi
11.2.13, http://www.add.org.tr/ataturk-devrimi-ataturkculuk-nedir-*.html