Etiket arşivi: Kazım Karabekir

Cumhuriyet’in kurucusu Atatürk, askerin siyasetten uzak durmasını istemişti: Askerler ve Siyaset

Alev CoşkunAlev Coşkun
15 Ocak 2023, Cumhuriyet

Cumhurbaşkanı Erdoğan, Sakarya’da tank palet fabrikasındaki konuşmasında CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu’nu hedef aldı. Konuşmanın, Genelkurmay başkanı, Kara ve Hava Kuvvetleri komutanları tarafından alkışlanması tartışma yarattı. CHP sözcüleri, “Türk milletinin milli bir kuruluşunda, ana muhalefet partisi genel başkanını eleştiriyorsun, Türk Silahlı Kuvvetleri’nin komutanları da seni alkışlıyorlar. Türkiye ne noktaya geldi. Siz Erdoğan’ın değil, Türkiye Cumhuriyeti’nin komutanlarısınız. Siz bir siyasi partinin mensupları değilsiniz.” diyerek sert eleştiride bulundular.

SİYASET ASKERİN İŞİ DEĞİLDİR

CHP Genel Başkanı Kılıçdaroğlu da salı günkü grup toplantısında kendisini hedef alan Erdoğan’ın sözlerini alkışlayan askerlere karşılık vererek,

  • “Komuta kademesi haddini bilsin, siyaset askerin işi değildir. Siyaset mi yapmak istiyorlar, çıkarsınlar o kutsal üniformayı, Erdoğan’ın yanına hizalansınlar” dedi.

Bu konu asker-siyaset ilişkisini yeniden gündeme taşıdı. Cumhuriyetin kurucu babası Atatürk, yaşamı boyunca askerin, siyasetten uzak durmasını istemişti. İttihat ve Terakki’nin Selanik’te toplanan 2. kongresinde, daha yüzbaşı iken bu görüşünü açık ve net olarak ortaya koymuştu.

ATATÜRK’ÜN GÖRÜŞÜ

Mustafa Kemal’in daha 22 Eylül 1909’da İttihat ve Terakki kongresinde yaptığı bu önemli konuşmanın arka planı (ardalanı) özetle şöyledir:

Padişah Abdülhamit’in baskıcı yönetimine karşı, 23 Temmuz 1908’de II. Meşrutiyet ilan edildi. Meşrutiyet’in ilanında İttihat ve Terakki en etkin rolü oynamıştı. İttihat ve Terakki’nin yönetim kadrosunda genç subaylar vardı. Bunlar arasında daha sonra yükselip askeri görevleri sürerken devlet yönetiminde etkili olan Enver Paşa ve Cemal Paşa gibi isimler ön sırada yer alıyordu.

II. Meşrutiyet’in ilanından hemen sonra seçimler yapıldı ve İstanbul’da Millet Meclisi çalışmalarına başlandı. Ne var ki bu sırada, 31 Mart 1909’da İstanbul’da gerici bir ayaklanma, tam bir karşıdevrim hareketi başladı. Alaylı subayların etkisiyle Avcı Taburları harekete geçti. Bunlara medrese öğrencileri ve cami hocaları katıldı. Ellerinde yeşil bayraklarla yürüyüşe geçen ve “Din elden gidiyor”, “Şeriat isteriz” diye bağırarak ilerleyen bu gerici isyan genişledi ve Meclis’e dayandı.

Meclis’te Lazkiye Milletvekili Aslan Bey ve Adalet Bakanı Nazım Paşa’yı öldürdüler. Meclis kürsüsünü işgal ederek “Şeriat isteriz” nutukları söylemeye başladılar. Ertesi gün Yıldız Sarayı bahçesinde toplanan bu karşıdevrimciler, padişahın gözleri önünde Deniz Binbaşı Ali Kabuli Bey’i paramparça ettiler, ayrıca 36 sivil öldürüldü. Bu gerici isyanın üçüncü günü, 15 Nisan 1909’da Selanik’teki 3. Ordu harekete geçti. Hüseyin Hüsnü Paşa komutasında İstanbul’a doğru yönelen ordunun ilk aşamada kurmay başkanlığını Kıdemli Yüzbaşı Mustafa Kemal üstlenmişti.

Rumeli’den gelen ilerici ordu birlikleri tarafından, 31 Mart karşıdevrim hareketi bastırılmıştı. Ancak İttihat ve Terakki’nin “siyaset devinimi”, Orduya girmişti.

ORDU SİYASETTEN ÇEKİLMELİDİR

İttihat ve Terakki’nin 2. büyük kongresi, Hareket Ordusu’nun İstanbul operasyonundan yedi ay sonra 22 Eylül 1909’da Selanik’te toplandı. Bu kongreye Bingazi (Libya) delegesi olarak katılan Mustafa Kemal, İttihat ve Terakki’nin önde gelen liderlerinin hiç de beğenmediği bir öneriyi dile getirdi. Genç Kurmay Subay Mustafa Kemal konuşmasında şöyle diyordu:

  • “Ordumuzun içinde bulunan cemiyet arkadaşlarımız politikada devam etmek istiyorlarsa, Ordudan ayrılmalıdır ve cemiyetimizin halk içindeki teşkilatı arasına girmelidirler. Bu suretle bir gün kaybına bile meydan vermeyerek ordumuz politikadan uzaklaşmalıdır. Ve Ordu içinde kalacak dostlarımız da artık politika ile ilişkisini kesmeli, politikayla meşgul olmamalı ve bütün gayretlerini Ordumuzun kuvvetlenmesine çevirmelidirler. Cemiyetimiz de bir an önce, teşkilatımızı halkın içinde genişleterek milletimize dayanan siyasi bir parti haline gelmelidir.”

‘YA POLİTİKA YA ORDU’ DİYEN MUSTAFA KEMAL’E SUİKAST GİRİŞİMİ

22 Eylül 1909’da Selanik’te İttihat ve Terakki’nin 2. kongresinde konuşan Mustafa Kemal, cemiyet üyesi subaylara, “Ya politika ya ordu” tercihini yapmalarını cesurca öneriyordu. Başta Fethi Okyar olmak üzere kimi delegeler askerlikle politikanın birlikte olamayacağını belirterek O’nun görüşünü desteklediler. İttihat ve Terakki’nin Enver ve Cemal gibi asker olan liderleri bu öneriye hiç de sıcak bakmıyorlardı.

Mustafa Kemal’in kongredeki bu görüşünü içlerine sindiremeyen ve Orduyu bırakmak istemeyen lider takımı, O’nu öldürmeye karar verdi. İlk teklif Yüzbaşı Yakup Cemil ve Yüzbaşı Hüsrev Sami’ye yapılmıştır. İkisi de Mustafa Kemal’i sevdikleri için O’nu “infaz” etmeyi reddettiler. Yakup Cemil, üstelik Mustafa Kemal’e tedbirli olmasını söyledi. Ondan sonra aynı görevi Enver’in amcası Halil Kut’a (sonradan ordu komutanı) ve Abdülkadir’e (Ankara valisi ve İzmir Suikastı nedeniyle idam edilen kişi) verdiler. Mustafa Kemal, geceleri parmağı silahının tetiğinde, köşeleri açıktan dolaşarak her an vurulacakmış gibi evine giderdi. Bir gidişinde evin ileri köşesinde ikisinin de gölgesini görmüş ve hemen silahına davranmıştı. Bu anlattığımız olay, ordu-siyaset ilişkisinin ne derece tehlikeli düzeylere çıktığını göstermesi yönünden ibret vericidir.

MİLLİ MÜCADELE’DE DURUM

Milli Mücadele, işgal kuvvetlerine karşı vatanı kurtarmak amacını taşıdığı için disiplinli bir Milli Mücadele ordusunun kurulması ilk aşamada temel hedefti. Topyekûn savaş esastı. Ordu ve kolordu komutanlarının milletvekili olarak Meclis’te bulunmaları gerekli görülmüştü. Bu nedenle başta Mustafa Kemal olmak üzere Kazım Karabekir, Ali Fuat Cebesoy, Fevzi Çakmak, İsmet İnönü, Fahrettin Altay, Refet Bele, Kazım Özalp Meclis’e girmişlerdi. Milli Mücadele’nin zaferinden sonraki gelişmeler ise şöyledir:

Cumhuriyetin ilanı, saltanat ve halifeliğin kaldırılışından sonra Mustafa Kemal, milletvekili olan komutanların askerliği ya da politikayı seçmeleri için bir çağrıda bulundu. Bu çağrıya uyan Fevzi Çakmak, İzzettin Çalışlar, Şükrü N. Gökberk, A. Hikmet Ayerdem, Fahrettin Altay ve Cevat Çobanlı milletvekilliğinden istifa ettiler, askerlikte kalmayı yeğlediler. Kazım Karabekir, Ali Fuat Cebesoy ve Refet Bele ise milletvekilliğini tercih ettiler. Nitekim bir süre sonra Karabekir, Cebesoy, Bele ve Rauf Orbay Terakkiperver Cumhuriyet Partisi’ni kurdular.

  • Özetle 1923-1950 arasında Atatürk ve ardından İnönü döneminde ordunun politika dışında tutulması temel strateji olarak titizlikle izlendi.

27 MAYIS 1960 ve SONRASI

Türk siyasal yaşamında 1960-1980 arası, askerin siyasete yoğun karıştığı yıllar olarak tarihe geçmiştir. Bu dönemde 27 Mayıs 1960, 1962-1963 Aydemir olayları 12 Mart 1971 ve 12 Eylül 1980 adını taşıyan müdahaleler yapıldı.

27 Mayıs 1960 bir emir komuta zincirinin değil, Ordunun yüzbaşıdan generale kadar çeşitli rütbelerini kapsayan bir oluşumun ürünüdür. 27 Mayıs öncesi, Genelkurmay Başkanı Org. Rüştü Erdelhun, DP hükümetine çok yakındı. Kurulan Milli Birlik Komitesi’nde genç subayların etkinliği vardı. 27 Mayıs’ta oluşan Milli Birlik Komitesi’nde (MBK) 5 general, 15 albay ve yarbay, 18 binbaşı ve yüzbaşı yer almıştı.

  • 27 Mayıs 1960 hareketi bütün yurtta halkın katılımı ile alkışlarla desteklenmişti.

27 Mayıs 1960 hareketini yürüten 38 kişilik MBK, daha sonra kendi içinde bölündü ve 14 üye komiteden alınarak dış görevlere gönderildi. Bu arada, seçimle oluşan Meclis Güçler Ayrılığı ilkesine dayalı, insan hak ve özgürlüklerini koruyan ve hukukun üstünlüğünü gerçekleştiren 1961 Anayasası’nı yarattı. Halkoyalaması ile kabul edilen 1961 Anayasası’nın, Türk tarihinin en ilerici, demokratik, evrensel anayasa kurallarına bağlı olduğu gerçeği tüm dünya anayasa hukukçuları tarafından kabul edilmiştir. Ne yazık ki, DP’nin üç ileri geleninin (Menderes, Zorlu, Polatkan) idamları engellenememiştir. Bunun nedeni de o sırada Ordunun yoğun olarak siyasete karışmasıdır. Kuşkusuz bu duyarlı konu, bir başka yazının konusudur.

Albay Talat Aydemir

KANLI İHTİLAL GİRİŞİMLERİ

Yukarıda belirtildiği gibi, 27 Mayıs 1960’tan hemen sonra, Ordu içinde siyasetle uğraşma önemli bir düzeye çıktı. Silahlı Kuvvetler Birliği (SKB) adını taşıyan bir cunta oluştu. SKB, görünüşte MBK’nin aldığı kararları ve yasaları desteklemek amacını taşıyordu ve üst rütbeli subaylar tarafından kurulmuştu. Generaller çoğunlukta olsa bile TSK girişiminin asıl lideri Kara Harp Okulu Komutanı Albay Talat Aydemir’di.

Aydemir, MBK’ye giremediği için eski arkadaşlarından intikam almak isteyen bir ruh yapısına sahipti. 1961 seçimlerinden sonra İnönü’nün başbakanlığında CHP, Adalet Partisi koalisyonu kuruldu. 1961-63 arasında iki kez kanlı ihtilal girişimi oldu. Bunlar Albay Talat Aydemir’in liderliğinde yürütülen 22 Şubat 1962 ve 21 Mayıs 1963 darbe girişimleridir. Silah, tank, uçakların ve Harp Okulu öğrencilerinin kullanıldığı bu akıldışı darbe girişimleri, Milli Mücadele’nin Batı Cephesi Komutanı İsmet Paşa sayesinde engellenebilmiştir.

En üst komutandan en alt rütbeye dek birçok askerin dahil olduğu bu hareketler başarılı olsaydı, Türkiye sabah erken kalkanın darbe yaptığı bir Ortadoğu devleti durumuna gelecekti.

12 MART 1971 ve 12 EYLÜL 1980

Milli Mücadele’den gelen, Atatürk’ün en yakın silah arkadaşı, devlet adamı, 12 yıl cumhurbaşkanlığı yapan (1938-50), o sırada da Başbakan olan İnönü, Ordu içindeki “cunta” girişimlerine karşı çıkıyor ve 18 Ocak 1962’de şunları söylüyordu:

“Demokratik sistemden vazgeçen kapalı sisteme her ne şekil altında olursa olsun asla müsaade etmeyeceğim. Onun karşısında mücadele edeceğim.”

Aydemir ve cuntasının birinci hareketi 22 Şubat 1962’de başta Ankara ve tüm Türkiye’de başladı. Çok zor saatler yaşandı. Harp Okulu öğrencileri kullanılarak Ankara’nın stratejik noktaları tutulmuştu. Bu hareketin kansız olarak sona erdirilmesi karşılığında, ihtilale katılanların affedileceğini öne sürerek kanlı ihtilalin sona ermesini İnönü sağladı. İnönü, Ordu içindeki cuntalara karşı savaş açmıştı. Ancak affedilen Talat Aydemir, 21 Mayıs 1963’te ikinci darbe girişiminde bulundu. Bu girişim zorlukla bastırıldı. Başta Talat Aydemir olmak üzere yedi subay idam edildi. İsmet İnönü, koalisyon başbakanı olarak bu ihtilal hareketlerine karşı etkinliği ve krizi başarıyla yönetmesiyle de tarihe geçmiştir.

12 MART 1971 HAREKETİ

Talat Aydemir hareketlerinden sonra ortalık bir süre duruldu. 1961 Anayasası’nın getirdiği özgürlükler nedeniyle işçi hareketi yükseliyor, sendikal hareket güçleniyordu. Bu durum, ticaret-sanayi ve finans burjuvazisini ve özellikle dış güçleri rahatsız etmeye başladı. Zamanın Genelkurmay Başkanı Memduh Tağmaç’a göre “toplumsal gelişme, ekonomik gelişmenin üzerine” çıkmıştı. İki süper gücün kozlarını Ortadoğu’da paylaşmaya başlamaları NATO’nun Türkiye’yi bu politikada etkin biçimde kullanma isteklerini gündeme getirdi.

İÇ ÇATIŞMA ve ÇELİŞKİ

12 Mart 1971, bir başka yönden ilerici asker-sivil bürokrat ve aydınlarla, tutucu asker-sivil bürokrat ve onları destekleyen ticaret ve finans burjuvazisinin bir iç savaşı olarak da nitelendirilmelidir. Bu durum sosyolojik olarak anayasanın getirdiği demokratik özgürlükleri çok bulan, kapitalist ekonomiyi benimseyen bir görüşle; ilerici, Atatürk’ün Aydınlanma devrimlerinin sürmesini isteyen, planlı ekonomiyi ve stratejik sektörlerde devletçi ekonomiyi savunan, dış politikada bağımsızlık isteyen ulusalcı görüşün bir savaşıydı. 9 Mart ile 12 Mart kadrolarının çatışması bu noktalarda yoğunlaşıyordu. Sonunda dış etkilerin de yardımıyla “tutucular” kazandılar. 12 Mart 1971 askeri hareketi emir-komuta zinciri içinde Genelkurmay başkanı ve kuvvet komutanlarının girişimiyle gerçekleşti. Sonuç ne oldu? 

  • 12 Mart hareketi, bütün ilerici güçlerin üzerinden buldozer gibi geçti.
  • Deniz Gezmiş, Yusuf Aslan ve Hüseyin İnan idam edildiler.
  • İstanbul’da Ziverbey Köşkü diye bilinen bina, kontrgerillanın işkence merkezi olarak hizmet gördü. İlhan Selçuk’un Ziverbey Köşkü adlı yapıtı, o dönemin ve işkencelerin bir belgeselidir.

12 Mart döneminin işkence ve baskılarını burada uzun uzun anlatmamız olanaksızdır. Aydınlar, yazarlar tutuklandı, işkence gördü. Sol düşünce tasfiye edilme noktasına geldi. Zaten bu işkenceler, davalar, baskılar, idamlar 12 Mart darbesinin faşist niteliğini ortaya koymaya yeterlidir. 12 Mart 1971 darbesi, 27 Mayıs’ın getirdiği 1961 Anayasası’ndaki sosyal devlet ve özgürlükler ilkelerine karşı yapılmıştı. 12 Mart konusu çok yazılmıştır. Özeti, dış etkilerin yönlendirmesiyle asker, askerin 1961’de yaptığını bozuyordu.

12 EYLÜL 1980 DARBESİ

12 Mart’tan 9.5 yıl sonra gerçekleştirilen 12 Eylül ise 12 Mart uygulamalarını da geride bırakan bir noktada “karşıdevrim”ci NATO’ya bağlı bir askeri harekettir. 1980 yaz ve sonbahar günlerinde Meclis’te Cumhurbaşkanlığı seçimleri yapılıyor ama sonuç bir türlü alınamıyordu. Terör başını alıp gitmişti. Her gün sağ-sol çatışması nedeniyle gençler ölüyordu. Türkiye’nin büyük illerinde sıkıyönetim ilan edilmiş, yönetim ve denetim askerlerin elinde olduğu halde terör can almayı sürdürüyordu. Sağ-sol çatışması adeta bir merkezden körükleniyordu.

Sonraları anlaşıldı ki, darbe tarihi birkaç kez ertelenmişti. Devlet başkanı olduktan sonra Kenan Evren, bu ertelemeleri ortamın daha olgun duruma gelmesini bekleme olarak açıkladı. Bunun yalın anlamı, masum insanların ve gençlerin daha çok ölmesinin istenmesidir. CIA şeflerinden birisi olan ve Türkiye’de görev yapmış olan Paul Henze, darbeyi Beyaz Saray’a “Bizim çocuklar başardı” biçiminde duyurmuştur.

YENİ DÜNYA KAPİTALİST DÜZENİ

12 Eylül darbesi aynı zamanda Türkiye’de acımasız bir kapitalist düzeni sağlamak yönünde kararlar almıştır. Tüm aydınlar, işçiler, üniversite gençleri baskılar altında yaşamlarını sürdürdüler. Turgut Özal da Dünya Bankası’ndan ithal ettiği “ekonomik liberalizasyon programı”nı uygulamaya koymuştu. KİT’lerin satışı böyle başladı. 12 Eylül darbesi aynı zamanda 1961 Anayasası’nın özgürlükçü, insan haklarına saygılı ilkelerini ortadan kaldıran 1982 Anayasası’nı getirdi. 12 Eylül, sonunda uygulamalarıyla tümüyle gerici bir nitelik kazanmıştır. “Muhafazakâr” değil, karşıdevrimcidir.

Beş general (Genelkurmay başkanı ve 4 Kuvvet Komutanı) tarafından oluşturulan “Milli Güvenlik Konseyi”, yönetimi tek elde toplamıştı. Yasama ve Yürütme yetkileri, bu 5 kişilik Konsey üzerine kalmıştı. Temel insan hakları ve demokratik süreçlerin askıya alınması, TBMM’nin ve siyasal partilerin kapatılması, liderlerin tutuklanması, milletvekilleri, önde gelen sendikacı ve meslek örgütleri başkanlarının gözaltına alınması, ilk önlemlerdi. Siyasal parti yöneticilerine 10 yıl siyasetten alıkoyma yasağı getirildi.

12 EYLÜL’ÜN ATATÜRKÇÜLÜĞÜ

12 Eylül’ün sözde Atatürkçülüğü, içi boş bir şekil Atatürkçülüğüdür. Her kasabaya, Atatürk büstleri koyarak Atatürkçülük yaptıklarını sanıyorlardı. İmam hatiplere, Kuran kurslarına verilen destek, ortaöğretimde din derslerinin anayasaya konulan bir madde ile zorunlu duruma getirilmesi, din eğitimi gören insanlardan terörist olmaz önyargısının sonuçlarıydı.

TÜRK-İSLAM SENTEZİ

Bu dönem (1980-90) Soğuk Savaş’ın yoğun olarak yaşandığı yıllardır. ABD, Sovyetler Birliği’ni güneyden çembere almak için “Yeşil Kuşak” kuramını uyguluyordu. İslamiyet referansı NATO’ nun ve 12 Eylül’ü yapan generallerin bağlandıkları en önemli olguydu. “Türk-İslam” sentezinin uygulamaya konmasına başlandı. 20 Haziran 1986 günü Cumhurbaşkanı Kenan Evren, “Türk-İslam” sentezini temel alan bir kültürün bütün millete kabul ettirilmesine yönelik” bir raporu kabul etti.

Öğretimde Birlik (Tevhid-i Tedrisat) Yasası delindi. Kendisini Atatürkçü olarak ilan eden Evren, eline Kuran’ı alıp mitingler yapıyor, dini politikaya alet ediyordu. Dört generalden oluşan dört komite, NATO’nun gladyo sistemine bağlılığını her vesileyle gösteriyordu. Özetle, 12 Eylül yönetimi “muhafazakâr” değil, “reaksiyoner” (tepkisel) Atatürk’ün Aydınlanma devrimlerini budayan “karşıdevrimci”dir.

FETÖ OLAYI

12 Eylül 1980’den sonra en büyük ihtilal girişimi 15 Temmuz 2016 tarihinde gerçekleşen kanlı FETÖ darbe girişimidir. FETÖ hareketi temelde, kamu yönetiminin, güvenlik güçlerinin ve özellikle TSK’nin ele geçirilmesi, yönlendirilmesi ve denetlenmesi hareketidir. Polis Koleji ve Kuleli Askeri Lisesi giriş sınavları FETÖ’nün en etkin olduğu konulardı. Yargının ele geçirilmesi de aynı derecede önemliydi.

TÜRKİYE CUMHURİYETİ’Nİ ELE GEÇİRME HAREKETİ

Gülen hareketi bir yandan Ordu içinde örgütlenirken öte yandan Atatürkçülerin Ordudan tasfiye edilmesini gerçekleştirdi. Bunun için kumpas davalar açılmıştı. FETÖ’nün gelişmesinde iktidarların koruyucu ve destekleyici politikaları hiçbir zaman unutulmamalıdır.

  • 15 Temmuz 2016 darbe girişimi emperyalist devletlerin katkılarıyla hazırlanmış
    hain bir tuzak, casusluk ve Türkiye Cumhuriyeti’ni ele geçirme hareketidir.

Bugün güncel konuya gelirsek, Genelkurmay başkanı ve Kuvvet Komutanlarının Sakarya’daki tank palet fabrikasındaki törene katılmaları doğaldır. Cumhurbaşkanının tank palet fabrikasının faaliyetlerini anlattığı bölümlerin alkışlanması da doğaldır. Burada doğal olmayan temel nokta, partili cumhurbaşkanının ana muhalefet lideri hakkında yaptığı eleştirilerin alkışlanmasıdır. Komutanlar, adeta akıntıya kürek psikolojisi içinde hata yapmışlardır.

Orgeneral rütbesine gelmiş komutanlar, özgür iradelerini kullanarak böylesi utandırıcı bir duruma düşmemelidirler.

Bugün Türkiye’de uygulanan partili cumhurbaşkanlığı hükümet sistemi, dünyanın hiçbir yerinde yoktur. 150 yıldır demokrasi için mücadele veren Türk halkı, bu ucube sistemi er ya da geç değiştirecektir. TSK bir hükümetin veya bir partinin ordusu değildir. Komutanlar, özellikle TSK’yi böylesi bir görünümden korumak görek ve sorumluluğundadırlar. Yandaş basın bu konuda çarpıtıcı yayın yapıyor. Kılıçdaroğlu’nun komutanların alış hareketini kınaması, teröre karşı çıkış olarak değerlendiriliyor. Bu, tümüyle saptırmadır, tehlikeli bir “algı operasyonu”dur. Ortada bir terör konusu yoktur. Konu, partili cumhurbaşkanının muhalefet liderine karşı sert eleştirisini, komutanların gereksiz yere alkışlamalarıdır.

Ordunun siyasete karışması, Türkiye için en kötü durumdur. En karanlık yoldur. Bu kısa makalede belirtildiği gibi, TSK’ye vurulan darbelerin en tehlikeli sonucu Orduya siyasetin girmesidir. Bir Orduya siyasetin sokulması o Orduya yapılabilecek en büyük kötülüktür. Türk siyasal tarihi bunun acı örnekleriyle doludur.

Büyük Atatürk’ün daha yüzbaşı iken İttihat ve Terakki kongresinde söylediklerini unutmayalım:

  • Ordu siyasetten uzak durmalıdır.
  • Siyasette uğraşacak olanlar Ordudan ayrılmalıdırlar.

Din Duyguları Sömürücülüğü

Alev Coşkun
Alev Coşkun
27 Kasım 2022, Cumhuriyet

Siyasal iktidar Meclis’teki AKP+MHP tabanına dayanarak türbanla ilgili bir anayasa değişikliği tasarısı vermeye hazırlanıyor. AKP buna, CHP’nin başörtüsünü yasalaştırma girişimiyle başladı. Bugünlerde İran’da kadınlar mollalara karşı başörtüsü mücadelesi verirken Atatürk’ün kurduğu CHP’nin bu yolda yürümesi büyük bir çelişkidir.

Gerçekte sorun türban değil, sorun kutsal din duygularının politik yaşamda kullanılmasıdır. Tanzimat’tan (1839) bu yana 150 yılı aşan toplumsal tarihimizde dinle ilgili konular Türk siyasal yaşamına egemen olmuştur. Temel amaç da kutsal din duygularının oy devşirmek amacıyla kullanılmasıdır.

İLERİCİLİK-TUTUCULUK

İlericilik, muhafazakârlık (tutuculuk) ikilemi Türk siyasal yaşamında sürekli olarak etkin olmuştur. Bu ikilemin köklerinde Batılılaşma yanlılarıyla, muhafazakârlar arasındaki çatışma vardır. Bu çelişki aslında, 1908’de II. Meşrutiyet döneminde başlıyor. II. Meşrutiyet’in öncü partisi İttihat ve Terakki’ye (Birleşme ve İlerleme) karşı Hürriyet ve İtilaf (Hürriyet ve Uyuşma) Partisi kurulmuştu. İttihat ve Terakki ilericiliği, Hürriyet ve İtilaf muhafazakârlığı, tutuculuğu temsil ediyordu.

Bu ikilem Milli Mücadele’de, Birinci Meclis’te de sürdü. Birinci Meclis döneminde “Müdafaa-i Hukuk” grubuna karşı oluşturulan “İkinci Grup” temelde tutucuydu. Üyelerinin çoğunluğu medrese kökenli hocalardan oluşuyordu ve muhafazakâr-ilerici çelişkisi açıkça görülür.

Cumhuriyetin ilanından sonra, Türk siyasal yaşamındaki ilk siyasal parti 17 Kasım 1924’te kurulan “Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası (TCF)”dır. Bu partinin adında “Terakkiperver” (ilerici) ve “Cumhuriyet” olsa da partiyi kuran Rauf Orbay, Kâzım Karabekir, Refet Bele gibi liderler temelde padişahlık ve hilafetin sürmesini istiyorlardı. Partinin programında “Parti, efkâr ve itikad-ı diniyeye hürmetkârdır” maddesi yer alıyordu ve parti, bu “dini düşünce ve inançlara saygılıdır” (AS: halka ve dinsel inanca) ilkesini bayraklaştırmıştı. Böylece yüzyıllardır kökleri olan tutuculara, bağnazlara, hurafelere inananlara hitap ediliyordu.

Atatürk, Nutuk’ta bu konuda şöyle diyor :

  • “Cumhuriyet kelimesini ağızlarına almaktan bile çekinenlerin, Cumhuriyeti doğduğu gün boğmak isteyenlerin, kurdukları partiye ‘Cumhuriyet’ ve hem de ‘Terakkiperver Cumhuriyet’ adını vermiş olmaları, nasıl ciddiye alınabilir ve ne dereceye kadar samimi sayılabilir?”
  • “Cumhuriyetçi ve yenilikçi olduklarını ileriye süren yeni parti, (…) Dini düşünce ve inançlara saygı perdesi altında: “Biz hilafeti yeniden isteriz; (…) medreseler, tekkeler, (…) müritler biz sizi koruyacağız; bizimle birlikte olunuz! Çünkü Mustafa Kemal’in partisi hilafeti kaldırdı. İslamiyete zarar veriyor; sizi gavur yapacak, size şapka giydirecektir” diye propaganda yapıyordu.” (Nutuk, s.601.)

Partinin kuruluşundan dört ay sonra, 13 Şubat 1925’te Doğu’da şeriat isteyen Şeyh Sait ayaklanması başladı ve 3 Haziran 1925’te parti kapatıldı. TCF’nin kapatılmasından bir yıl sonra, Atatürk’e yönelik İzmir suikast girişiminin ortaya çıkışı (14 Haziran 1926) ve kimi TCF ileri gelenlerinin bu suikastla ilişkilerinin bulunması nedeniyle cezalandırılmaları, siyasal yaşamı etkiledi.

SERBEST CUMHURİYET PARTİSİ

1925-30 Aydınlanma Devrimleri’nin uygulamaya sokulduğu dönemdir.

  • Eğitim birliği yasası,
  • Alfabe Devrimi,
  • laik hukuk,
  • laik eğitim,
  • tekke ve zaviyelerin kapatılması

    toplumun çağdaşlaşmasını sağlıyordu. Terakkiperver Fırka’nın kapatılmasının üzerinden beş yıl geçmişti. Atatürk, Meclis’te gereken denetimin yapılması için bir siyasal partinin kurulmasını istiyordu. Cumhurbaşkanlığı Genel Sekreterliği yapmış olan Hasan Rıza Soyak’ın aktardığına göre Atatürk, “kurulacak yeni partinin, devrimin ruhu demek olan laiklik ilkesini peşinen kabul ve ilan etmesi gerektiğine inanıyordu.”

Eski arkadaşı Fethi Okyar’ı bu konuda ikna etti. Yeni partiye kız kardeşi Makbule Atadan, çocukluk arkadaşı Nuri Conker, Tahsin Uzer, Ahmet Ağaoğlu, Reşit Galip, eski hocası Nakiyüddin Yücekök ve Mehmet Emin Yurdakul katıldılar. Fethi Okyar “liberal” ekonomi yanlısı söylemler üzerinde dururken partiye katılanlar dini siyasete alet etmekten kendilerini alamıyorlardı. Atatürk’ün hocası bile… Bu konuda Falih Rıfkı Atay ne diyor, bakalım.

Serbest Fırka’nın kurulması üzerine Yalova’ya  Atatürk’ü görmeye gittim… Daha üç gün içinde kendi kız kardeşinin Yalova köylerinde mukaddesatçılık (kutsal din) propagandası kolaylığına dayanamadığını öğrendim. Atatürk’ün bu yeni partiye geçen eski hocası (Nakiyüddin Yücekök) Kütahya’da, iktidara gelince ilk işleri tekkeleri açmak olacağı müjdesini veriyordu…”

“… Bu gelişmelerden birkaç ay sonra, Atatürk kendi partisi ile seçime girseydi azınlıkta kalacağına şüphe yoktu. Çoğunluğu alacak olanlar ise düpedüz gericilerdi. Kurtarıcı devrimler yıkılıp gidecekti. Aşar (köylüden alınan 1/10 tarım vergisi) ki Anadolu köylüsünü yüzyıllarca inletmiştir, kıvrandırmıştır, bütçenin başlıca gelir kaynağı iken, Atatürk bir kalemde Türk köyünü bu beladan kurtarmıştır, hocalar halka: ‘Bu din borcu idi.. Kalktığı için tarlanızdan da bereket kalktı’ diyorlardı. Aksi gibi havalar da kurak gidiyordu.” (F.R. Atay, Kurtuluş, s.84.)

İZMİR OLAYLARI

12 Ağustos 1930’da kurulan Serbest Cumhuriyet Fırkası (SCF) Başkanı Fethi Okyar, 22 gün sonra 4 Eylül’de İzmir’e gitti. SCF yandaşları İzmir’de önce Cumhuriyet Halk Partisi’nin binasını taşladılar. Ardından Atatürk devrimlerini savunan “Anadolu” gazetelerine saldırdılar. Çatışmada iki kişi öldü, 14 kişi yaralandı.

7 Eylül günü yapılan mitinge katılanlardan kimileri, şapkaları yere atarak çiğnemeye başladılar.

12 Eylül’de Balıkesir’e giden Okyar yeşil bayraklar ve tekbirlerle karşılandı.

SCF’ye sızan karşıdevrimciler yeni Türk harflerinin ve şapkanın kaldırılacağını, medreselerin açılacağını, hatta halifeliğin geri getirileceğini halk arasında yayıyorlardı. Meclis’te milletvekilleri Serbest Fırka yöneticilerinin, gerici eylem ve etkinliklere göz yumduğunu örnekler vererek açıkladılar. Bunun üzerine 17 Kasım 1930’da Fethi Okyar, parti yönetim kurulunun aldığı kararla partinin kapatıldığını açıkladı.

‘CUMHURİYETİN TEMELİ LAİK DÜNYA GÖRÜŞÜDÜR’

Serbest Fırka’nın kapatıldığının açıklanmasından bir ay sonra 20 Aralık 1930’da Atatürk’ün Kırklareli’nde yaptığı konuşma çok önemlidir. Atatürk şöyle diyordu:

  • “Cumhuriyetin temelinin laik bir dünya görüşüne dayalı olduğu hiçbir zaman unutulmamalı ve bu gerçek gözden kaçırılmamalıdır.”

Bu konuşmadan yalnızca üç gün sonra 23 Aralık 1930’da Menemen’de bir gerici ayaklanma baş gösterdi. Derviş Mehmet, yeşil bayrak açarak halkı ayaklanmaya çağırdı. Engel olmak isteyen yedek subay öğretmen Kubilay’ın başı kesildi ve sırığa takılıp halk arasında dolaştırıldı.

Menemen olayı kuşkusuz yeni Cumhuriyetin tarihinde bir dönüm noktasıdır.

ÇOK PARTİLİ SİSTEME GEÇİŞ

Tek parti döneminde yapılan devrimler henüz toplumu dönüştürebilecek kadar yerleşmeden II. Dünya Savaşı başladı. Savaş bitince Türkiye yeni dünya düzeninde yer almak istiyordu. 1945’te, 19 Mayıs töreninde Cumhurbaşkanı İnönü, “demokratik açılımların süreceğini” söyledi. Sonunda, 7 Ocak 1946’da DP kuruldu, dört yıl içinde gelişti ve 14 Mayıs 1950 genel seçimlerini kazandı. Devrimleri yapan CHP barış içinde iktidarı DP’ye devretti.

DP’NİN DEVRİME KARŞI İLK HAREKETİ

Başbakan Menderes, Meclis’e sunduğu hükümet programında, Atatürk devrimlerini, “Millete mal olmuş ve olmamış” diye ikiye ayırıyor ve “millete mal olmuş devrimlerin saklı tutulacağını” belirtiyordu. Böylece devrimleri istenen ve istenmeyen diye ikiye bölüyordu. Karşıdevrim başlamıştı.

  • Menderes, Meclis’te milletvekillerine açıkça,
  • “Siz isterseniz hilafeti de geri getirebiliriz” demiştir.

İktidarının birinci yılında DP,
– Aydınlanma Devrimleri’nin halka ulaşmasını sağlayan Halkevlerini,
– ardından Köy Enstitülerini kapattı.
– Arapça ezanın tekrar okutulmasını ve
– imam hatip okullarının açılmasını sağladı.

Atay (AS: Falih Rıfkı) dinin politikaya alet edilmesiyle ilgili şöyle diyor:

  • “Tuhaftır, Serbest Fırka denemesinde nasıl bir eski Harbiye hocası tekkecilikle seçim yatırımına çıkmışsa, demokrasiye giriş yılında da bir üniversite profesörü Ankara köylerinde Arapça ezan ile dolaşıyordu.” (F.R. Atay, Kurtuluş, s.86.)

1957 seçiminden sonra halk kitleleri arasında giderek gücünü kaybeden DP, dinsel propagandaya daha da sarıldı. Başbakan Menderes, 19 Ekim 1958’de Nur tarikatı lideri Said Nursi’nin yaşadığı Emirdağ’a gitti. Orada hilafet ve saltanatı temsil eden iki tuğralı yeşil bayrakla karşılandı. Bu ziyaretten sonra Said Nursi yurtiçinde gezilere çıktı.

1960’tan sonra kurulan sağ görüşlü, muhafazakâr partiler; Adalet Partisi, Doğru Yol Partisi, Milli Selamet Partisi ve en sonunda AKP dinsel duyguları kullanmaktan vazgeçmediler. Her geçen gün daha da ileriye gittiler. Atatürk devrimlerini koruması gereken parti, yani CHP dinsel konularda ödün verdikçe sağcı partiler daha fazlasını istediler.

17 Kasım 1947’de toplanan CHP kurultayı bir dönüm noktasıdır. CHP’nin “laiklik” ilkesi yüzünden oy kaybettiği belirtiliyor, imam hatip okullarının açılmasına, okullarda isteğe bağlı din dersleri okutulmasına karar veriliyordu.

  • Aslında CHP’nin tutacağı tek bir yol vardı: Atatürk ilkelerine sımsıkı sarılmak.
    Asla ödün vermemek Atatürkçü gençler için bir kale olmak

70 YILLIK ÇOK PARTİLİ DÜZEN

1950’den bugüne 72 yıldır çok partili sistemdeyiz. Bu dönemde iki askeri darbe (12 Mart ve 12 Eylül) siyasal İslamın önünü açtı. Bu dönemin en az 65 yılında ülkeyi sağcı, muhafazakâr partiler yönetti. Demirel, Özal, Çiller tarikatlara olanak tanıdılar. AKP’nin son 20 yılı, siyasal tarihe açıkça “siyasal İslam iktidarı” olarak geçecektir.

AKP’nin sloganı “dindar ve kindar nesil yaratmak”tır. Kime karşı kindar o bellidir:
Atatürk ve devrimlerine” karşı…

Siyasal tarihçiler bu dönemde en başta Gülen tarikatının devlete ortak edildiğini yazacaklardır.

Erdoğan, Gülen’e açıkça “Ne istediniz de vermedik?” dedi. 

15 Temmuz 2016 bir casusluk, bir terör, bir karşı ihtilal girişimidir. Gülenciler gitti ama şimdi bürokraside, jandarmada, TSK’de yeni tarikatların güçlendiği söyleniyor, yazılıyor. Hatta bu konuda Meclis’e soru önergesi veriliyor.

MERKEZ PARTİ KAVRAMI

Merkez parti Batı’da temel ilkeleri “statüko”yu, koruyan partidir. Bizde ise dine, tarikatlara ödün veren parti demektir. Bu partiler 1946’dan itibaren (başlayarak) aşırı milliyetçi ve İslamcı görüşleri benimsiyorlar, bunlardan medet umuyor ve oy devşiriyorlar.

  • CHP’nin bir devrimci parti olarak temel görevi,
  • Aydınlanma Devrimleri’ni korumak olmalıdır.

Dinsel konular, popülist yaklaşımlar ve bu konularda ödün vermekle bir yere varılamaz. Bu yaklaşımlar oy da getirmez. Dine bağlı kitleler aslı varken taklitlere oy vermezler. Bu bir denge, adeta bir tahterevalli olayıdır. Sen devrimci parti olarak ne kadar ödün verirsen karşıdevrimciler bunları alır ve daha da fazlasını ister.

Toplumsal gelişme tarihimiz gösteriyor ki din devleti yaratmak isteyenlerin tek isteği çok partili demokrasidir. Atatürk’ün Aydınlanma Devrimleri’ne karşı çıkmanın en kestirme yolu budur. Üstelik bu yol hukuk ve anayasaya da uygun bir yoldur. Ne yazık ki 70 yıldır bu strateji adım adım uygulanmıştır ve uygulanması sürüyor.

  • Siyasal dincilik, laiklik karşıtı bir ideolojidir.
  • Bu ideoloji ulusalcılığa ve ulus devlete karşıdır.
  • Bu nedenle yurttaşların eşitliğine, milli egemenliğe de karşıdır.
  • Atatürk devrimlerine tamamen  (tümüyle) karşıdır.

Bu gidişi tersine çevirecek güç yeni yetişen gençliktir. Atatürk’ü anlayan ve özümseyen yeni bir dip dalgası gerçeğinin farkında olmalıyız,

  • Atatürk yaşayacaktır.
  • Türk Aydınlanması ilerlemesini sürdürecektir.

İZMİR’DE ATILAN İLK KURŞUN

GÜNGÖR BERK

Atatürkçü Düşünce Derneği Danışma Kurulu üyesi
ADD Fethiye Şb. Eski Bşk.
https://www.add.org.tr/makaleler/

İZMİR’DE ATILAN İLK KURŞUN

Osmanlı Devleti, Birinci Dünya Savaşı’nda yenilince, 30 Ekim 1918 de, savaşın galibi İtilaf Devletleri’yle Mondros Mütarekesi’ni imzaladı. Bu savaş (AS: silah) bırakışması Osmanlı Devleti topraklarının İngiltere, Fransa, İtalya’dan oluşan İtilaf Devletleri arasında paylaşılması için ortam hazırlıyordu. Amerika Birleşik Devletleri de itilaf devletleri yanında yer alarak paylaşıma katıldı. 8 Ocak 1919 da Başkan Wilson bir bildirge yayımlayarak paylaşımın ilkelerini belirledi. Sonrasında ise İngiltere, Fransa, İtalya Mondros Mütarekesi’ne dayanarak Anadolu’yu işgal kararı aldılar. Ama bu devletlerin orduları savaşta yorgun düşmüştü. Bu yüzden Yunanistan’a da işgalden pay verildi. Yunan ordusunun, donanma desteğinde ve bir tümen kuvvetle, İzmir’e çıkması uygun görüldü. İzmir’in işgal edileceğini duyan İzmirliler bir gün önce, 14 Mayıs 1915 Perşembe günü, İzmir Sultanisi’nde toplanıp tepki gösterdiler. Redd-i İlhak Cemiyeti adına Mustafa Necati, Moralızade Halit ve Ragıp Nurettin Beyler öncülüğünde bir bildiri hazırlandı. Bu bildiri Türk mahallelerinde dağıtıldı. Redd-i İlhak Heyet-i Milliyesi imzalı bildiride:

  • “ Ey Bedbaht Türk! Wilson prensipleri unvan-ı insaniyet karanesi altında senin hakkın gasp ve namusun zedeleniyor. Buralarda Rum’un çok olduğu ve Türk’lerin Yunan ilhakını memnuniyetle kabul edeceği söylendi ve bunun neticesi olarak güzel memleketin Yunan’a verildi. Şimdi sana soruyoruz: Rum senden daha mı çoktur? Yunan hakimiyetini kabule taraftar mısın? Artık kendini göster! Tekmil kardeşlerin Maşatlık’tadır. Oraya yüz binlerle toplan ve kahir ekseriyetini orada bütün dünyaya göster. İlan ve ispat et! Burada zengin, fakir, alim, cahil yok. Fakat Yunan hakimiyetini istemeyen bir kitle-i kahire vardır. Bu sana düşen en büyük vazifedir. Geri kalma! Hüsran ve düşkünlük fayda vermez! Binlerle, yüz binlerle Maşatlık’a koş ve Heyet-i Milliye’nin emirlerine itaat et!” deniyordu.

Osmanlı Hükümeti cephesinde ise şaşkınlık ve kararsızlık vardı. İzmir valisi, Harbiye Nazırı bile İzmir’in Yunanlılarca işgal edilmesinin gerçek dışı bir söylenti olduğu konusunda halkı ikna etmeye çalışıyorlardı. İstanbul Hükümeti böyle bir durumda mukavemet gösterilmemesi için İzmir’deki 17. Kolordu Komutanı Ali Nadir paşa’yı uyarmıştı. 15 Mayıs 1919 sabahı Amerikan, İngiliz, Fransız ve Yunan gemileri İzmir Körfezine girdi. Yunan Alayı, sonradan karargah olarak kullanılacak, Kordon Avcılar Kulübü önünden karaya çıktı. İzmir Rum Metropolidi ve Rum halkı tarafından coşkuyla karşılandı. Rumlar çevredeki evlerine, dükkanlarına Yunan bayrakları asmıştı. Yunan Alayı Pasaport ve Gümrük önünden Konak Saat Kulesine doğru ilerlemeye başladı. Yunan Alayıyla birlikte Rum halkı da ‘Zito Venizelos!’ bağırışlarıyla yürüyordu. Yunan Alayı Konak Meydanına ulaştığında kalabalık arasından atılan ilk kurşun Alay sancaktarını yere serdi. Yunan işgaline karşı bu ilk kurşun Hukuk- u Beşer Gazetesi yazarı Hasan Tahsin’in tabancasından çıkmıştı. Sonrasında ortalık karıştı ve Kolordu binası, Vilayet Konağı, Kemer altı girişindeki binalar ateş yağmuru altında kaldı. Silahları alınmış Kolordu Komutanı Ali Nadir Paşa beyaz bayrak çekip teslim oldu, askeriyle birlikte hakaret ve şiddet görerek esir alındı, İzmir ve çevre garnizonları Yunan Ordusunun eline geçti.

  • Şehrin yağmalanmasına girişildi ve Türk’lere karşı katliam başlatıldı. İşgalin ilk gününde öldürülen Türk’lerin sayısı iki bini bulacaktı.

İzmir’in Yunanlılarca (AS: Yunanlarca) işgali tüm yurtta tepkiyle karşılandı. Hasan Tahsin’in işgale ilk direnişi ulusal heyecanı körükledi. Yurdun birçok yerinde işgale karşı mitingler düzenlendi. Binlerce tepki telgrafları çekildi. Anadolu’nun emperyalist devletlerce paylaşılmasına karşı çıkan ve bölgesel savunmalar için örgütlenen Müdafaa-ı Hukuk, Redd-i İlhak, Redd-i İşgal Cemiyetleri pıtrak gibi çoğaldı. Emperyalizme karşı verilecek ve kazanılacak Bağımsızlık Savaşımızın ilk kurşunu 15 Mayıs 1919’ da İzmir’de atılmıştı. (AS: Hasasn Tahsin)

16 Mayıs 1919’ da Mustafa Kemal, bağımsızlık mücadelesini başlatmak üzere, yirmi üç subayıyla Bandırma Vapuruna binecekti. Mustafa Kemal Erzurum’daki 15. Kolordu Komutanı Kazım Karabekir Paşaya gönderdiği telgrafta gidilecek yolu gösterecekti:

  • “Merkezi Hükümetin adeta esir bir vaziyette olması, payitahtın kuvvetli bir askeri işgal altında bulunması hasebiyle milletin mukadderatının yine millet iradesiyle hallini zorunlu kıldığı görülmektedir. Tekmil milleti bir nokta etrafında birleştirmek ve bunu dünyaya Müdafaa-ı Hukuku Milliye cemiyetleri vasıtası ile göstermek karar ve azmindeyim. Esasen milli vicdandan doğan bu kudrete karşı koyacak hiçbir kuvvet tasavvur etmiyorum…
  • En çok önem verdiğim taraf, memleketin geleceğinin ve hayat hakkımızın ancak milli birlikle kurtulacağını halka anlatmak ve bunun için her türlü siyasi ve şahsi ihtirastan arınmış ve yalnız milleti hür ve bağımsız yaşatmaya yönelik teşkilatın, yani Müdafaa-ı Hukuku Milliye ve Reddi İlhak Cemiyetlerinin her nahiyeye varıncaya kadar yaygınlaştırılmasının esaslarını hazırlamak oldu…”

Bundan sonraki süreç, Mustafa Kemal önderliğinde yerel savunma cemiyetlerinin Kuvay –ı Milliye cephesinde birleştirileceği, yapılacak ölüm kalım savaşında emperyalizmin yenileceği ve Anadolu’dan “geldikleri gibi gidecekleri” Bağımsızlık Savaşımız olacaktır. Yaşadığımız günlere gelince…

Yıllardır içerde bölücü terör örgütüyle devam eden mücadele ve dışarıda komşularımızla sürdürülen kavga bizi “Yurtta barış dünyada barış” ilkesinden uzaklaştırıyor ve yarınlar için kaygılandırıyor. Oysa güzel ülkemizde mutlu olmanın yolu belli, kararı da bize bağlı. Bir Cumhuriyet aydınımız İlhan Selçuk’un dediği gibi:

  • “Bir ulusu ayakta tutan en önemli unsur bilinçtir. Ulusal bilinçle barış bilincini bir arada yaşatmayı bilen Atatürkçülüğü benimseyebildiği oranda Türkiye mutlu olacaktır.”

Dahiyi anlamak : ATATÜRK ÜZERİNDEN TARTIŞMAK

Dahiyi anlamak :
ATATÜRK ÜZERİNDEN TARTIŞMAK
– Yılmaz Özdil ve kitabı üzerindeki tartışmalar…

Prof. Dr. Süleyman ÇELİK 
scelik44@gmail.com

Atatürk Nutuk’ta der ki, “Milli Mücadeleye birlikte başladığımız yolculardan bazıları, ulusal yaşamın bugünkü Cumhuriyete ve Cumhuriyet yasalarına kadar uzayan gelişmeleri, kendi düşünme, kavrama ve hayal etme sınırlarını aştıkça bana direnmeye ve karşı çıkmaya başlamışlardır” (M. K. Atatürk, Nutuk, c.1, s.16).

Atatürk burada Kazım Karabekir, Rauf Orbay, Ali Fuat Cebesoy, Adnan- Halide Adıvar gibi sivil ve asker yol arkadaşlarından söz etmektedir.

Gerçekte zaferden sonra Atatürk’ün yaptıkları (devrimler), yalnız yolları ayrılan arkadaşlarının değil, yanında kalıp birlikte yola devam eden İsmet İnönü, Fevzi Çakmak, Celal Bayar gibi arkadaşlarının da “düşünme, kavrama ve hayal etme” sınırlarını aşmaktaydı. Fakat bunlar Atatürk’ün o güne dek başardığı olağanüstü işlerin yakın tanığı olmaları nedeniyle, ona inandıkları/ “o ne yaparsa doğru yapar” diye düşündükleri için ayrılmadılar, onunla birlikte yola devam ettiler.

Atatürk’ün diğerlerinden farkı ne idi?..

Atatürk, öncelikle düşmanlarının bile kabul ettiği gibi müstesna bir dâhi idi (Aydın Sayılı, Atatürk Bilim ve Üniversite, Belleten, vol.45, Ankara 1981, s.27-42).

Ayrıca, kendi deyişi ile “çocukluğundan beri eline geçen iki kuruştan biri ile kitap alarak” çok okuyan bir insandı.

Atatürk’ün okumaya ilgisi o kadar fazladır ki daha lise öğrencisi iken mevcut Türkçe kitaplar O’na yeterli gelmedi. Bunun üzerine okumak için yabancı dil öğrenmeye karar verdi. Bu amaçla Manastır’da, gönüllü Katolik rahiplerin işlettiği yerel bir misyoner okulunda Fransızca dersleri aldı. Yaz tatillerinde gittiği Selanik’te de Fransız Hıristiyan frerlerin açtığı dil kursuna devam etti ve kısa sürede Fransızca kitapları okuyabilecek derecede yabancı dilini geliştirdi. Harp Okulu ve Akademisi’nde Almanca öğrenimi gördü ve bu dili de kitap çevirisi yapabilecek derecede ilerletti.

Cephede, yurtiçi gezilerde vs. her koşulda kitap okuyabilecek ortam oluşturuyor ve zaman yaratıyordu. Okuduğu kitap sayısının 10 binlerce olduğu kestirilmektedir. (Sinan Meydan, Akl-ı Kemal- Atatürk’ün Akıllı Projeleri, Cilt.1, İnkılap Kitabevi, İstanbul, 2012)

Ölene kadar okumayı sürdürdü. Öyle ki, hasta yatağında yatarken Le Monde gazetesinde Maya tarihi ile ilgili yeni bir kitap yazıldığını okuyunca hemen alınmasını istedi. Ne yazık ki bu kitabı okumaya ömrü yetmedi. Askerlik, tarih, hukuk, iktisat, coğrafya, sosyoloji, felsefe, antropoloji, mantık, matematik vs. her konuda, konuların uzmanları kadar kitap okuduğu görülmektedir (Bilal Şimşir, Atatürk’ün Kitap Sevgisi, Atatürk Dönemi- İncelemeler, Atatürk Araştırma Merkezi yayını, Ankara, 2006, s. 251-262). Çanakkale muharebelerinin en kızgın döneminde Madam Corinne’e yazdığı mektupta, “savaşın sıkıntılarından kendisini bir an olsun uzaklaştıracak romanlar göndermesini” isteyecek kadar edebiyatı da sevdiği bilinmektedir.

Tarihe çok önem veren Atatürk’ün saptanabilen 879 tarih kitabı okumuş olduğu belirlenmiştir. Yalnız siyasal ve savaşlar tarihini değil, sanat, dinler, uygarlık ve bilim tarihi ile ilgili kitapları ve başta Kur’an olmak üzere kutsal kitapları da okumuştur.

Yeryüzünde neredeyse hiçbir asker, hiçbir devlet adamı ve hiçbir devrimci, bu derece derin ve geniş bir entelektüel birikime sahip değildir.

Yapılan incelemeler kitapları eleştirel akılcı bakış açısıyla okuduğunu göstermektedir. (Recep Cengiz, Atatürk’ün Okuduğu Kitaplar, 24 cilt, Anıtkabir Derneği yayını, Ankara, 2001). Bu şekilde okumak, aklı geliştirir. Böylece Atatürk, bilgi ve birikimini artırdığı gibi dehasını daha da geliştirmiş ve sonuçta, Clinton’ın deyişiyle “yüzyılın” değil,  “milenyumun” yani “Bin Yılın Dahisi” olmuştur.

1930’lu yıllarda üniversitelerde bilim tarihi kürsüsü yoktur. Ancak o sıralarda Harvard Üniversitesi’nden Prof. George Sarton, “Bilim Tarihine Giriş” adlı bir kitap yazmıştır. Atatürk bu kitabı hemen getirtip okumuş ve seçtiği bir öğrenciyi Harvard Üniversitesi’ne göndererek Prof. Sorton’un yanında doktora yapmasını sağlamıştır. Dünyanın ilk bilim tarihi doktoru unvanını kazanan bu öğrenci, daha sonra Ord. Prof. olacak Aydın Sayılı’dır.

Dünyada üniversite özerkliğinin yeni yeni konuşulduğu o yıllarda Atatürk, Osmanlı’dan kalan tek yükseköğretim kurumu olan Darülfünun’a idari ve mali özerklik vermiştir.

Bunlar Atatürk’ün entelektüel kişiliğinin, zamanının çok ilerisinde olduğunun göstergesidir.

Uygarlıklar insanlığın ortak kültür mirasıdır. İlk uygarlıklar, Tarım Devrimi’nden sonra Çin, HintSümer ve Mısır’da oluşmuş; Babil, Asur vd. uygarlıklarından sonra Anadolu, uygarlıkların beşiği olmuş; bu topraklarda Urartu, Hitit,… İyon  vb. 40’ın üzerinde uygarlık doğmuştur. Roma İmparatorluğu bu uygarlıkların üzerinde büyümüş ve Avrupa’yı uygarlık ile tanıştırmıştır. Onun çökmesi ile Ortaçağ bağnazlığının söndürmek istediği uygarlık ateşini, İslam dünyası sahiplenmiş ve İslam Uygarlığı doğmuştur. İnsanlığın son uygarlığı olan Avrupa veya  Batı uygarlığı, tüm bu uygarlıkların birikimi üzerinden, Rönesans, Reform, bilimsel ve Aydınlanma Devrimi aşamalarından geçerek, uzun bir evrim sürecinin ardından oluşmuştur.

Uygarlık ve bilim tarihini çok iyi bilen Atatürk, mirasçısı olduğu Anadolu uygarlıklarına ait eski eserlerin yok olmaması için, daha Sakarya Muharebeleri sürerken, bunların toplanıp koruma altına alınmasını buyurmuş ve Ankara Anadolu Medeniyetleri Müzesi’nin çekirdeğini oluşturmuş; Cumhuriyet’ten sonra kurduğu Dil ve Tarih- Coğrafya Fakültesi’nde Sinoloji, Sümeroloji, Hititoloji vb. Kürsüleri açtırmış, arkeoloji öğrenimi için yurt dışına öğrenciler göndermiş, kazılar başlatmıştır.

Kendisini Avrupa uygarlığının mirasçısı olarak gören Atatürk, elbette “Aydınlanmacı”dır; ancak Sanayi Devriminden sonra ortaya çıkan kapitalist emperyalizmin, “özgürlük, eşitlik, kardeşlik” ilkeleri üzerinde yükselmiş Aydınlanma değerlerini yok ettiğini ve Avrupa uygarlığının temellerini yıktığını anlamıştır.

Sömürü ve savaşın olmadığı, “yurtta ve dünyada barış”ın egemen olacağı yeni bir uygarlık yaratılması gerektiğini düşünmüş olan Atatürk, Sayın Prof. Dr. Özer Ozankaya’nın deyişiyle uygarlık tasarımı sahibi bir devrimcidir. “Çağdaş uygarlığın üzerine çıkmak” derken, bundan söz eden Atatürk, bir kuramcı değil eylemci olduğu için, ülkemiz çevresinde kurulmasına öncülük ettiği paktlarla, bu düşüncesini yaşama geçirmeyi çalışmıştır

Sonuç olarak, O çağdaşlarının gerçekleştirilmesini hayal bile edemedikleri büyük devrimler yapmış, adeta mucizeler yaratmış, zamanının çok ilerisinde bir dev adamdır. Başta dediğimiz gibi, O’nun yanında çok cüce kalan, birlikte yola çıktığı yakın arkadaşlarından bazıları ile yolları ayrılmış, O’na inanıp yola devam edenler de öldükten sonra, O’nun yolundan ayrılmış ve karşı devrimin kapılarını açmışlardır.

“Bin Yılın Dahisi”, 100 yıl sonra hala bir dev ve O’nun yanında bizler hala birer cüceyiz. Hala O’nun yaptıklarını anlayamadık. Aydınlanmadan ve kapitalizmin yarattığı yozlaşmadan habersiz, (sözde) modernler olarak Batı taklitçiliğini Atatürkçülük sanıyoruz.

Yüz yıl geçti, hala O’nu tanıyamadık. Körlerin fil tarifi gibi kendimize göre bir tanım yapıyor ve esası anlayamadığımız için sözcükler ve şekiller üzerinden büyük kavgalar yaşıyoruz:

Kendilerini ilerici aydın sananlar böyle işlerle uğraşırsa; hala Ortaçağ karanlığında yaşayan, uygarlıktan nasibini almamış, İslam Uygarlığından bile habersiz, Atatürk’ün savaş zamanında toplanıp koruma altına alınmasını istediği eski eserlere, 100 yıl sonra “kırık çanak çömlek” gözüyle bakan gericilerin, O’nun yaptıklarına “gavurluk” demeleri ve ışığından rahatsız oldukları için ülkeyi karartarak O’ndan kurtulacaklarını sanmaları doğaldır.

Birinci Meclis’te “uygarlık nedir?” diye soran bir mollaya, Atatürk’ün “uygarlık adam olmaktır Hocaefendi, adam!” demesi gibi, adam olmak gerek. Adam olmak için de Atatürk gibi çok okumak, ama Atatürk gibi okumak, Atatürk gibi düşünmek, adam gibi tartışmak gerek. Yoksa gideceğimiz yer belli; önümüzde örnekler var, Afganistan gibi, Pakistan gibi….
======================================
Sevgili dostumuz Sn. Prof. Dr. Süleyman Çelik’e bu anlamlı derlemesi için teşekkür ediyoruz…

Dr. Ahmet Saltık
07.02.2019, Ankara

23 NİSAN ULUSAL EGEMENLİK BAYRAMI

23 NİSAN
ULUSAL EGEMENLİK BAYRAMI

-TBMM, ulusun meclisidir…
O, ancak ulusun hizmetkârıdır…

Prof. Dr. Kemal Arı

23 Nisan 1920…
Hay babam, hay!
Gelin o güne, o günün ayrıntılarına odaklanalım…
Tarihçi aynasını, tarihin bu kesiti üzerine tutalım ve alıp önümüze o muhteşem günü, onun anlamını sorgulayalım…
Var mısınız? Evet, başlıyoruz…
23 Nisan, Cuma gününe denk geliyordu. O gün özellikle seçilmişti. Çünkü İslam Dinine göre kutsal yönü olan bir gündü ve İslam Ahali, meşveret için camiye giderdi. Hep birlikte, başta Mustafa Kemal Paşa olmak üzere Hacı Bayram Camisinde namaz kılındı. Sonra camiden çıkılınca, yürüyerek Meclisin açılacağı tarihi yapıya geldiler. Eller açıldı, dualar edildi; kurbanlar kesildi… Türkler, Ankara’nın bozkırında gerçek bir bayram yaşıyorlardı. Ulusal coşku, en üst düzeydeydi.
Kıt olanaklar içinde her yer bayraklarla süslenmişti. Güzel bir ilkbahar günüydü. Güneş, ufuktan gözlerini Meclisin açılması için yığılmış olan kalabalıkların üzerine gözlerini dikmiş; gülümseyerek bakıyor; ılık sıcaklığını tenlerin içine, yüreklere kadar salıyordu. Bu sıcaklık, karanlıkları dağıtacak ışıl ışıl günlerin geleceğini muştuluyor gibiydi.
Belleklere gelince, neleri anımsamıyordu ki! Her şey geçmişin gri, boz renkli dumanları arkasında, bütün acı yanlarıyla sırıtıp duruyordu. İşgaller; tecavüzler; çiğnenen ulusal onur; derken İstanbul Hükümeti’nin acizliği; bu acizlik yetmiyormuş gibi, ulusal tepkileri köreltme çabaları… Ne demekti ki bu şimdi?
Örneğin Heyet-i Nasihalar ne anlama geliyordu? Bu kurulların kuruluş nedenlerini kendince sıralayan arkadaki anlamı neydi?
Olup biten kötülüklere ve kimi zaman insanın kanını donduran yaşanmış acılara bakarak, şunu mu söylüyordu Heyet-i Nasihalar aracılığıyla Osmanlı Devleti’nin neredeyse bugün tanrısal bir değer verilmeye çalışan acz içindeki yöneticileri:
“Ey Ahali… Artık kırıla kırıla ne kadar kaldınız bilmiyoruz ama biz bu olup bitenlere bir çözüm bulamıyoruz. Sizleri bu kötülüklerden kurtarmak için, size karşı sorumluluklarımızı yapamıyoruz… Siz de tepkiler ortaya koymayın! Silahlara sarılmayın! Bırakın tecavüzler olsun! Kirli ayakların altında ülke çiğnensin! En kutsak değerler ayaklar altına alınsın!”
Gerçekte olup bitenler karşısında bunlar söylenmiyordu belki; ama görüntünün arkasındaki gerçekler, bunlardan başka şeyler değildi. Hele kimi sözler vardı ki, bunlar, bu söylenen sözlerden de acıydı. Örneğin kimi resmi duyurularda düşman askeri için, onların Müslümanların dostları ve padişahın konukları olduğu söyleniyordu.
Dostlarımız ve padişahımızın konukları, konuk olarak ülkemize gelmiş ve o nedenle mi analarımızın, bacılarımızın ırzına saldırıyor, ülkenin kaynakları kurutuluyor, direnişi kırılıyor ve onun için mi atalarımızın mezarları, Türk kanı bulanmış çizmelerle çiğneniyordu?
Ve bu dostlar, adım adım Sevr’i bir idam fermanı gibi hazırlamaya uğraştıkları günlerde, sanki şunları söylüyorlardı:
“Biz sizi hukuka göre yargıladık… Hukukun yerine gelebilmesi için Türklerin yok edilmesi gerekiyor. Uzat boynunu kemende ey koca Türk! Ölüm senin için artık hak!”
Allah, Allah; hale bak! Evet, bundan başka hiçbir anlam taşımıyordu gerçekten de olan biten şeylere bakıldığında… Emperyalizmin hukuku buydu işte…
Uzat başını, uzat; hukuku temsil ettiğini söyleyen güçler, yok etsin Türk’ü ve böylece adalet yerini bulsun ha? Sen yok ol ki o senden kalan coğrafyaya hâkim olsun; tıksırıncaya, patlayıncaya kadar sömürsün… Onun derdi zaten baştan beri soymak, el koymak ve sömürmekti. Bu nedenle direnen boyunlara tırpanı çalacaktı elbet… Buna yemini vardı. Yoksa sen yok oluyormuşsun, tarihten siliniyormuşsun; bunların hiçbir anlamı yoktu batının algı dünyasında… Yok etmek, onun doğasında vardı. Bunu ya kendi yapar, ya taşeronlarına yaptırırdı. Daha olmadı seni yine senden olanla karşı karşıya getirir, sonra birbirinizi size kırdırtır; ardından karşına geçer, sen suçlusun, sen ezildin, sen de ezdin der; o başkalarını kırdırırken, kendisi nereden ne elde edeceğinin hesabını yapardı… Güya masum olanın yanında görünür, bu kez sanki hiç kışkırtan kendisi değilmiş gibi sahte gözyaşları dökerdi. Akıl almaz baskılar, onur kırıcı durumlar ve işlerdi bunlar… O günlerde, Anadolu’da Temsilciler Kurulu’nun dayatmasıyla, kapatılmış olan Meclis-i Mebusan, yani Osmanlı mebuslar meclisi açılmıştı. Mustafa Kemal Paşa, bu Meclisin açılmasını şiddetle istemesine karşın; “Hayır!” diyordu; “İngilizlerin gölgesinde açılacak bir meclisten bir yarar elde edilemez. Kaçınılmaz olarak meclis Anadolu’da açılmalıdır… Öyle ki bu meclis açıldığında ben de ulusal işleri izleyebilmek ve onlara yön verebilmek için bu meclise başkan olmalıyım!”
İdealist ve yurtseverdi Atatürk. Yurdu için, her şeyi göze alabilen bir karar adamıydı.
Dolayısıyla yetkiyi hiçbir makamdan, kuruldan ya da kişilerden almıyor; tek “istinatgahı” (AS: dayanağı), ulusun temiz bağrı ve kendi ulusal vicdanı…
Ancak onun önerisi yerine getirilmedi. Kendisi de İstanbul’a gitmedi. Meclis İstanbul’da açıldı. 28 Şubat 1920 günü ulusal andı (Misak-ı Milli) Anadolu’dan tek tek Mustafa Kemal Paşa’nın seçerek gönderdiği özel bir kurulun çabalarıyla Meclis kabul etmiş ve orada ulusal amacı açıklamıştı. Bu and, tek tek Türk Ulusu’nun yurt topraklarının sınırlarını belirliyor; ardından da tam bağımsızlık vurgusu yapıyordu…
Ancak İngilizler bundan olağanüstü rahatsız oldular. Ve bir anda Meclisi basarak, tek tek milletvekillerini tutukladılar. Silahlı müfrezeler, Meclis koridorlarından geçerek, toplantı halinde bulunan milletvekilleriyle karşı karşıya geldiler. Önce bir arbede oldu. “Direniş” bağırmaları, haykırışlar arasında, İngiliz askerleri, kimi milletvekillerini süngü zoruyla, kimi zaman da yakalarından tutup, koyun gibi sürükleyerek, kuytu yerlere tıkıvermişlerdi. Yerlerde sürüklenen, yalnız milletvekilleri değildi ki!
Türklerin onuru da yerlerde sürüklenmişti.
Manastırlı Hamdi Bey adlı yurtsever bir telgrafçı, bu gelişmeleri Mustafa Kemal Paşa’ya telgrafla bildiriyor, bu görevini alnına sıkılıveren düşman mermilerinin hedefi olana kadar fedakârca yerine getiriyordu…

Ne yapılabilirdi ki?

Mustafa Kemal Paşa, bu olaya karşı büyük bir öfke duyarak, derhal karşılık verdi. Lloyd George’un yeğeni olan Albay Rawlinson Erzurum’daydı… Paşa, Erzurum’da bulunan Kazım Karabekir Paşa’ya ünlü buyruğunu verdi: Malta’ya sürülen ulusun vekilleri özgürlüklerine kavuşuncaya dek, Rawlinson ve müfrezesi tutuklanmalıydı. Karabekir Paşa hiçbir duraksama göstermedi. Ardından da Eskişehir ve Afyonkarahisar’da bulunan yabancı birliklere karşı Türk birlikleri harekete geçirerek, bunları tutukladılar.. Bu emri de Mustafa Kemal Paşa vermişti. Dişe diş, politikası uygulanıyordu.
Bununla yetinilmedi; İstanbul Hükümeti’nin Anadolu’daki paralarına el konuldu.
Ardından da işgal güçlerinin, Anadolu’ya ilerleyebileceği düşünülerek, onların olası ilerlemelerini yavaşlatmak için, yer yer demiryolları imha edildi.
İstanbul’un sesi soluğu kesilmişti. Cansız mecalsiz, bir yana atılmış gibiydi ülkenin yazgısını elinde bulunduran yüce kurullar…
Ancak Ankara ulusun gerçek temsilcisi olarak, duyarlılığını göstermeye kararlıydı. Mustafa Kemal Paşa, bir bildiri yayınlayarak, İstanbul’un haksızca işgalini kınadı. Ankara bütün dünyaya işgalin haksız olduğunu, kesinlikle kabul edilmeyeceğini ve geçersiz olduğunu haykırdı.
Bu tarihin akışına karşı sanki karanlıkların ortasına atılmış bir haykırış, bir direniş çığlığıydı. Yurtları işgal altında iken direniş göstermeyenler, onursuz bir yaşamı, zilleti, yüz kızartacak duyguları kendi vicdanlarına karşı nasıl anlatabilirlerdi ki?
İstanbul’un işgalinin üzerinden üç gün geçmişti. 19 Mart günü, Mustafa Kemal Paşa Heyet-i Temsiliye imzasıyla bütün vilayetlere bir genelge göndererek, Ankara’da olağanüstü yetkileri olan bir ulusal meclisin toplanacağını bildirdi. Bu meclis,
Meclis-i Mebusan’ın işgal nedeniyle yasama ve yürütme görevini yapamaz duruma düşürülmesinden dolayı zorunlu olarak toplanacaktı. Ulusun iradesini yansıtan meclis, yabancı güçlerce dağıtılmıştı. Buna boyun eğmek ve bunu kabullenmek, yurda karşı işlenmiş bir ihanetti. Açılacak meclise başkentin korunması, ulusun bağımsızlığı ve devletin kurtarılması için gerekli önlemleri düşünüp uygulamak üzere, ulusça olağanüstü yetkiler verilecekti. Bunun için seçimlerin yapılması ve güvenilir kişilerin Ankara’ya gönderilmesi gerekliydi.
Mustafa Kemal Paşa, açılacak meclisi bir “Meclis-i Müessesan”, yani kurucular meclisi olarak görüyordu. Niçin? Çünkü kurucu meclisler yeni bir sistemi kurarlardı.
O da artık saltanat rejimine karşı, kurucu meclisin ulusun iradesini yansıtacak bir siyasal sistem kuracağını düşünüyordu. Yeni meclis, bu niteliğiyle yeni bir yönetim biçimi getirmek için kurgulamış ve tasarlamıştı. Ancak bunu açıklamak ilk başta sıkıntı doğurabilirdi. Bu nedenle şimdilik bu sözcük kullanılmıyordu. Bu meclisin işlevini tamamlayabilmesi için, yurdun seçilmiş bireyleri Ankara’ya gelmeliydiler…
Artık ülkenin birçok yerinde ulusal güçlerin denetiminde seçimler yapılıyordu.
Bu arada Sultan ve Halife, Mustafa Kemal Paşa ve yakın arkadaşları hakkında kararını çoktan vermişti bile… Onlara göre Mustafa Kemal Paşa bir haindi. Sultan ve Halifeye karşı başkaldırmıştı. Ulusun yanında olmak, sultan ve halifeye karşı başkaldırmaktı, ha?
Bu nedenle; “Beyan buyurula” diye başlayan fetvalar ve fermanlar hazırlandı.
Türkiye böylece bir iç savaşın içine yuvarlanıvermişti. Dini açıdan kutsal olan ne varsa, orta yere dökülmüş, yanlış algılamaların ve tutumların kirli ellerinde didiklenip duruyordu. Dini yücelttiğini, din adına bu eylemlere ve tutumlara giriştiklerini düşünenler, yurt savunması gibi belki dinsel yükümlülüklerin en başında yer alması gereken bir konunun ne kadar dışında kaldıklarının ayırtında bile değillerdi.
Milletvekilleri Ankara’ya doğru, tozlu topraklı yollara dökülmüşlerdi. Yollara dökülenlerin yanı sıra, yola çıkamamış olanlar da vardı:
Kargaşa ve kalkışma eylemleri, kimi kişilerin adları belirlense de onların Ankara’ya doğru yollara dökülüşüne olanak vermemişti.
Milletvekili olacak kişiler yolculuk için hazırlıklarını yaparlarken, Ankara’da da hummalı bir çalışma başlamıştı. Meclis nerede açılacak, hangi bina ilk meclis binası olarak ayrılacak; bunun hazırlıkları yapılıyordu. Gelen önerilere göre kimi binalar gözden geçirildi. Önerilenlerin kimisi küçük, kimisi kentten uzaktaydı. Bu aşamada, meclis için en uygun binanın, İttihat ve Terakki Cemiyeti için hazırlanmış kulüp binası olduğu görülüyordu. Bina gözden geçirildi; eksikleri belirlendi; ardından da ivedi olarak onarımına başlandı. Ulucanlar‘da yapımı süren bir ilkokulun çatısındaki kiremitler alınarak, getirilip meclisin toplanacağı binanın çatısına sıralandı. Bunlar yetmedi; halktan kimi kişiler, kendi çatılarından söktükleri kiremitlerle binanın çatısının eksiklerini tamamladılar. Toplantı salonunda ise oturacak yer yoktu. Bunlar da bir ilkokuldan getirildi. Salonun aydınlatılması için gerekli ışık yoktu; bu nedenle bir kahvehaneden büyük bir asma lamba getirilip, salonun ortasına asıldı.
Ve o gün… 23 Nisan 1920
Hay babam, hay…
Ulus, kendi elleriyle, o günkü dar koşullarda, kendi meclisini kurmuştu.
Türkiye büyük çırpınışların, kaygıların olduğu ortamda; en büyük ulusal kurumunu kendi elleriyle yaratmıştı… O meclis, ulusun yazgısına el koyacaktı.
En yüce güç, ulusun gücü ve onu temsil eden en önemli kurum da Büyük Millet Meclisi’ydi. O günlerden bugünlere ne kaldı?
Ülkemizde olup bitene bakıldığı zaman, kimi zaman düş kırıklıkları yaşamak olanaklı değil… Böyle olmamalıydı diyeceğiniz yığınla şeyler var…
Bir yönden de çok şey anlamını hala koruyor. Bize düşen ne?
Anlamını yitiren şeyleri yeniden anlamlı kılalım, kalan ne varsa, onları da daha nitelikli ve işlevsel yönden güçlendirelim… Tarihi özümüze ve anlamımıza yönelelim.
23 Nisan geliyor: Coşkusu daha bugünlerden sarsın bizi, yüreklerimizi…
Unutmayın; Meclis’i bizler, bizim gibi düşünenler, yurtseverler yarattılar.
Meclis yurtseverlerindir; ulusa ihanet etme eğilimi içine girip, ülkenin birlik ve bütünlüğüne kast edenler değil… Yıpranan imgeyi ve işlevi yeniden diriltelim.
İmgeye ve yapılan işlere, tarihsel derinliği olan yeni anlamlar verelim…
Meclis, ulusun meclisidir. Kimi para babalarının ya da çıkar duygusuyla ulusal istenci önemsemeyenlerin tekelinde olamaz o yüce kurul..
Ulusun gerçek iradesini içinde taşıyan kutsal bir kurum olarak hep ayakta kalmalı ve bu yönüyle ulusun kaderinde, ulusun çıkarlarıyla bütünleşmiş bir politik duruşu inatla kendi içinde taşımalıdır. Bu nedenle şimdiden, bütün yüce Türk Ulusu’nun 23 Nisan Ulusal Egemenlik bayramını kutluyor, yurduma sıcak bahar havalarıyla birlikte nice esenlikler ve güzellikler gelmesini gönülden diliyorum… (13.04.2014)

ATATÜRK’E SALDIRANLAR

 

ATATÜRK’E SALDIRANLAR

Prof. Dr. Süleyman Çelİk

Atatürk, düşmanının deyimiyle “dünyaya 100 yılda bir, nadiren gelen büyük bir dahidir.” (AS : İngiltere Başbakanı Lloyd George!)

9 Eylül 1922’de düşman denize döküldükten sonra İngiliz donanmasına ait zırhlılar Güzel İzmir’imizin limanından demir almak zorunda kalınca,
Büyük Britanya İmparatorluğu Parlamentosunda muhalefetteki İşçi Partisi, Hükümet hakkında gensoru önergesi verir. Muhalifler Hükümeti ağır biçimde eleştirirler.

“Almanya ve Avusturya- Macaristan İmparatorluğu ile birlikteyken yendiğimiz Türklere, yalnız başına iken nasıl yeniliriz?
Üstelik karşımızda Türklerin hepsi de yoktu. Müslümanların
Kutsal Halifesi Padişah ve ona bağlı olan asıl güçler bizim yanımızdaydı. Karşımızda sadece, ellerinde hiçbir şey olmayan,
bir avuç eşkıya vardı.”
derler.

Eleştirileri yanıtlamak üzere Başbakan Lloyd George söz alır:

Yapılan tüm eleştiriler haklı” der. “Doğrudur. Karşımızda, ellerinde hiçbir şeyleri olmayan bir avuç eşkıya vardı.
Ancak hesapta olmayan bir şeyle karşılaştık. Büyük dahiler dünyaya 100 yılda bir, nadiren gelir. Ne yazık ki yüzyılımızda bunu Allah Türk Milletine nasip etti. Bu nedenle yenildik.”

der ve sorumluluğun kendisine ait olduğunu kabul ederek
“istifa ettiğini” bildirip kürsüden iner.

Atatürk’ün büyüklüğü konusunda başka dünya liderlerinin, komutanların, düşünürlerin söylemiş olduğu binlerce söz var. Bunlar içinde benim önemsediğim, mazlumlar içinde emperyalizme karşı ilk başkaldıranlardan biri olduğu için, çok saygı duyduğum Hindistan Bağımsızlığının önderi Mahatma Gandi’nin sözüdür. Arkadaşlarıyla birlikte Kurtuluş Savaşımızı büyük bir heyecanla izleyen Gandi, 

“Mustafa Kemal Paşa İngilizleri yenene kadar,
Allah’ın İngiliz olduğuna inanırdım.”
demiştir.

* * *

Atatürk Türk Milletinin kurtarıcısıdır.
O’ndan başka kurtuluşun olanaklı olduğuna inanan yoktu.
Yalnızca çıkarlarını düşünen ve düşmanla işbirliği yapmaktan çekinmeyen hainler değil, vatanseverler de kurtuluş umudu görmemekteydiler.
Bu nedenle “olmasaydı olmazdık”.

“Olmasaydı olurduk” diyenler de haklı. Evet, olabilirlerdi ama, Neyzen Tevfik’in dediği gibi, “anaları gene olurdu fakat babaları belli olmazdı!” Kanıt istiyorsanız, görsel medyanın, uluslararası iletişimin bu denli yaygınlaştığı, Birleşmiş Milletlerin ve öbür uluslararası insan hakları örgütlerinin bunca etkin olduğu 21.Yüzyılın başında Bosna’da yaşananları anımsayın…

Başlangıçta Atatürk’ün yanında yer alanlar, yalnızca O’na inanan, Çanakkale’de ‘imkansızı mümkün kılmış olması’ nedeniyle,
“yaparsa O bir şey yapabilir” diye düşünen bir avuç vatan severdi.

Birlikte Samsun’a çıkanlar bile umutsuzdu. Nitekim Kurmay Başkanı
Hüsrev Gerede Havza’dan Kazım Karabekir Paşa’ya yazdığı mektupta
bunu belirtmekte ve özetle “boşa kürek çekiyor gibiyiz” demektedir.

Çare arayan vatanseverler, “ehven-i şer” arayışına girdiler ve
“Amerikan mandası” peşine düştüler. Oysa Sevr planını hazırlayan Amerikan Başkanı Wilson’du.

İsmet İnönü, Rauf Orbay, Kazım Karabekir, Ali Fuat Cebesoy, Refet Bele gibi komutanlar; Halide Edip, Adnan Adıvar, Bekir Sami (AS: Bekir Sami de askerdi) gibi aydınlar da bunlar arasındaydı. Sivas Kongresi tutanakları bunun belgesidir. Daha sonra Atatürk’ün bir şeyler yapabileceğini görünce hepsi O’nun yanında yer aldılar ve Kurtuluş Savaşı’nda canlarını
ortaya koydular.

* * *

O günlerde ‘Mütareke Basını’nda Atatürk’e saldıran / hakaret eden,
O’na ve arkadaşlarına ‘idam fetvası/ fermanı’ verenler, düşmanla işbirliği yapan hainlerdi. Başlarında Halife Sultan Vahidettin olduğu halde,
Ali Kemaller, Refik Halitler, Refi Cevatlar, Damat Feritler, Rıza Tevfikler, Dürrizadeler, Mustafa Sabriler, İskilipli Atıflar vs. Bunların yazdıkları yazılar, verdikleri fetvalar/ fermanlar, Kuvayı Milliye aleyhtarı bildiriler
İngiliz uçakları tarafından askerlerimizin üzerlerine atılarak firar etmeleri isteniyordu.

Bu hainler işgal güçlerinin desteğiyle, Kuvayı Muhammediye adını verdikleri bir ordu oluşturarak Millicilerin üzerine gönderdiler; yurt içinde birçok
isyan çıkarttılar. Bunlara karşın kazanılan zaferden sonra, köpekliğini yaptıkları düşmanla birlikte yurttan kaçıp gittiler. Fakat emperyalistler, bunların yüzüne bakmadı, çiğnenmiş sakız gibi tükürüp attı.
İngilizler kendilerine sığınan Halife Sultanı bile İtalya sahiline atıp gittiler. Çünkü kendi halkına ihanet edenlere kimse güvenmez ve değer vermez, sadece kullanılırlar. 

Günümüzde de Atatürk’e saldıranlar ya haindir ya da
hainler tarafından kandırılmış geri zekalı / aptal zavallılardır.

Bugün ‘Mütareke Basını’ benzeri medyada Atatürk’e saldıranlara bakın! Her devirde kemiğini yaladıkları efendilerinin köpekliğini yapmışlardır. Örneğin, dün Cem Uzan’ın köpekliğini yapanların, bugün Uzanların düşmanının köpekliğini yapıp Atatürk’e havlamalarında şaşılacak bir şey yoktur.

==================================

Dostlar,

Dün Menemen “Kemal Paşa” Parkı’nın tabelasında ilk 2 harfin “K ve e” silindiğini ve Menemen Belediye Başkanı Sayın Tahir Şahin‘in yarım saat içinde sorunu düzelterek saldırıyı kınadığını sitemizde yazmış, Sayın Başkana teşekkür etmiş ve olayı kısaca değerlendirmiştik.
(http://ahmetsaltik.net/2015/07/30/menemende-ataturke-cok-cirkin-saldiri/)

Dostumuz, Samsun 19 Mayıs Üniversitesi Tıp Fakültesi’nden meslektaşımız,
Atatürkçü Düşünce Derneğinden dava arkadaşımız Sayın Prof. Süleyman Çelik’in yazdıklarına nerede itiraz edilebilir ki?

Olsa olsa söylemi biraz sert bulunabilir..
İnsaf etmek gerekir, fazlasını bile haketmiyorlar mı  bu zavallılar??

Sevgi ve saygı ile.
30 Temmuz 2015, Ankara

Dr. Ahmet SALTIK
www.ahmetsaltik.net
profsaltik@gmail.com

Türkiye Cumhuriyeti’nin önsözü: Lozan Antlaşması

Türkiye Cumhuriyeti’nin önsözü:
Lozan Antlaşması


Orhan_Cekic

Yrd. Doç. Dr. Orhan Çekiç
Maltepe Üniversitesi öğretim üyesi
AYDINLIK, Temmuz 2015

 

Saygıdeğer baylar, Lozan Barış Antlaşması’ndaki hükümleri, öbür barış önerisiyle daha çok karşılaştırmanın yersiz olduğu düşüncesindeyim. Bu antlaşma Türk ulusuna karşı yüzyıllardan beri hazırlanmış ve Sevr Antlaşması ile tamamlandığı sanılmış, büyük bir yok etme girişiminin yıkılışını bildirir bir belgedir. Osmanlı tarihinde benzeri görülmemiş bir siyasal utku yapıtıdır.” 
Gazi Mustafa Kemal – Büyük Nutuk; 1927


Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluş senedi olan Lozan Antlaşması’nın imzalanmasından bu yana 92 yıl geçmiş bulunuyor. Gazi Mustafa Kemal, işte bu Lozan Antlaşması’nı, Büyük Nutku’nda bu sözlerle değerlendiriyor.

Türkiye Cumhuriyeti’nin önsözü: Lozan Antlaşması

Oysa Cumhuriyet’e karşı olanlar elbette Lozan’a da karşı oldukları için ve sırf bu nedenle, içlerindeki kin ve nefretin verdiği narkoz etkisiyle olsa gerek, Lozan’ı bir “hezimet” olarak gösterme gayretlerini bu yıl da sürdürecek, kimileri gazete köşelerinden, kimileri TV ekranlarından bu aşağılık komplekslerini tatmin etmeye gene çabalayacaklardır.

Oysa bu Lozan Konferansı sonrasında cumhuriyet kurulmasaydı da, onun yerine çürümüş, çökmüş, iflas ettiğini daha 1876 yılında yayınladığı “moratoryum” ile bütün dünyaya resmen ilan etmiş olan Osmanlı Devleti, yarı sömürge bir şeriat devleti olarak devam etseydi, bu güruh işte eleştirdiği bu Lozan’ı da, bu Gazi’yi de o zaman yere göğe sığdıramazdı. Buna elbette hiç kuşku yok.
Fakat o zaman da, sanayileşmenin ve çağdaş eğitimin tamamen dışında kalmış, 200 milyon altın borçla, bugünkü Yunanistan’dan beter bir duruma düşmüş böyle bir Osmanlı Devleti, bugün
hangi coğrafyaya sığıştırılıvermiş, kaç parçaya bölünmüş olurdu, işte onu tahmin etmek zor.
Zira ne yazık ki benim milletim, Osmanlı Devleti’nin Mısır’daki Hidivi’nin İngiltere’ye aşırı borçlanması sonucu, bu borcu ödeyememesi nedeniyle, koskoca Mısır’ı İngiltere’ye verdiğini bilmez. Halkın bunları bilmesi de istenmez. Lozan’ı küçümseyenler bu gerçekleri hep bilmezden, görmezden gelirler. Yanlış okumadınız, bildiğiniz nakit borç karşılığında Osmanlı Devleti, koskoca Mısır’ı İngiltere’ye bırakmak zorunda kalmıştır. Küçük Mustafa işte tam da bu günlerde gözlerini Selanik’te, böylesi bir Osmanlı dünyasına açmıştır.

Ardından Tunus, derken koskoca Trablus, onun ardından tüm Balkanlar, onun ardından koskoca Dünya Paylaşım Savaşı kaybedilmiştir. Ve bütün bu zilletin sonucu olarak da bu devlet, SEVR ile idama mahkûm edilmiştir. Bu antlaşmaya göre Anadolu’nun ortasında sıkışıp kalmış bir yarı-sömürge Osmanlı Devleti, hangi illerini satardı da bu borcun altından nasıl kalkardı acaba? Böyle bir soru aklınıza hiç geldi mi? Bu idam hükmünü yırtıp atabilmiş isek, bu elbette Lozan sayesinde olmuştur. Selanik’te doğan o Küçük Mustafa büyümüş, Mustafa Kemal olmuş, sonra Gazi Mustafa Kemal Paşa olmuş… Cumhuriyeti kurmuş, Atatürk olmuş ve o Cumhuriyet, Osmanlı Devleti’nin borçlarının
son taksidini 1953 yılında ödeyip bitirmiş.
Yani alacaklılar alacaklarını gene tahsil ettiler. Ama toprak olarak değil, nakit olarak.
Çünkü Cumhuriyet hükümetlerinin buna gücü vardı. Cumhuriyetin kazanımları bunu fazlasıyla sağlayacak konumdaydı. Osmanlı Devleti’nin ise Sevr’in imzalandığı günlerde artık parmağını bile kımıldatacak gücü kalmamıştı.

LOZAN SÜRECİ NASIL BAŞLADI?

Burada uzun uzun Kurtuluş Savaşı’nı anlatmaya elbette gerek yoktur. Fakat Mustafa Kemal’in önderliğinde sürdürülen Türk Kurtuluş Savaşı’nın önemli evrelerini de hatırlamakta yarar vardır. Bir başkaldırının hayal bile edilemediği bir dönemde Mustafa Kemal Paşa ulusun önüne düşmüş, önce sivil halkı örgütleyerek, günü geldiğinde ordularını kurarak, koskoca Dünya Savaşı’nın galiplerini perişan etmiş, onları “barış” istemeye mecbur bırakmıştır.

Önce Doğu’da Kâzım Karabekir Paşa harekete geçerek, Sarıkamış, Kars ve Gümrü kurtarılmış (1920), ardından Güney’de Çukurova, Gaziantep,Kahramanmaraş ve Şanlıurfa Savunmaları başarılmış (1919 – 1921), Fransa bölgeden çekilmek zorunda kalmıştır. Bu başarıları 1. ve 2. İnönü Savaşları ile Sakarya Savaşı izlemiştir (1921). Nihayet Büyük Taarruz sonucunda da işgalci Yunan orduları Ege’nin sularına, hayalleriyle birlikte gömülüp gitmişlerdir.

Bunun üzerine İtilaf Devletleri Ateşkes talep etmek zorunda kalmışlar, 11 Ekim 1922’de
Mudanya Ateşkes Antlaşması imzalanmış ve bunun doğal sonucu olarak da barış görüşmeleri hazırlığına girilmiştir. Süreç işte böyle başlamıştır.
SALTANAT NEDEN KALDIRILDI?
İtilaf Devletleri barış görüşmelerinin 13 Kasım 1922’de Lozan’da yapılmasını Ankara Hükümetine bildirmişlerdir. Aynı davet İstanbul Hükümetine de yapılınca Ankara buna büyük tepki göstermiş ve bu çift başlılığa bir son vermek üzere 1 Kasım 1922’de Saltanat kaldırılmıştır.
Sinop Milletvekili Dr. Rıza Nur ve arkadaşları bir önerge sundular :
“Osmanlı İmparatorluğu’na son verilip TBMM hükümetinin onun yerine geçtiğine, Anayasa ile egemenlik hakkı milletin kendisine verildiğinden Padişahlığın ortadan kalktığına, İstanbul’da meşru bir hükümet tanınmadığına ve Hilafet makamının esir bulunduğuna” karar verilmesini istediler.

1 Kasım 1922’de TBMM saltanata son vererek, Osmanlı Devleti’nin tarihe karıştığına ilişkin kararı almıştır. 4 Kasım’da İsmet Paşa bu kararı İtilaf devletlerine bildirmiştir. Bu gelişme üzerine
17 Kasım 1922’de Sultan Vahdettin yurdu terk etmiştir. Kanun gereği halifelik bir gün sonra
BMM tarafından Abdülmecit Efendi’ye verilmiş, böylece Lozan’da ikilik çıkması önlenmiştir.

LOZAN İÇİN HAZIRLIK ÇALIŞMALARI

 

Lozan’da Türkiye’yi sadece TBMM Hükümeti temsil edecektir. Gazi henüz cumhurbaşkanı değildir. Gazi TBMM Reisi ve Başkomutandır. Başbakan Rauf Orbay’dır. Genelkurmay Başkanı Fevzi Çakmak Paşa, Dışişleri Bakanı İsmet Paşa’dır.

Aslında Dışişleri Bakanı Yusuf Kemal Tengirşenk’tir. Mustafa Kemal Paşa Yusuf Bey’in bu önemli görevi gereğince yapabileceğinden kuşkuludur. Ondan istifa etmesini rica eder. Bunun üzerine
İsmet Paşa Dışişleri Bakanı seçilir. Başdelege odur. Dr. Rıza Nur ile Hasan Saka Bey delege olarak seçilmişlerdir.

Bakanlar Kurulu Lozan’da Savunulacak temel ilkelere dair 14 maddeden oluşan bir “talimatname”yi imzalayıp İsmet Paşa’ya vermiştir. Bunlar aşağıdaki gibidir :

*****
1-
Anadolu’da bir ERMENİSTAN kurulması asla kabul edilemez.
2- Musul, Kerkük, Süleymaniye istenecektir. Bir sorun çıkarsa Ankara’dan talimat.
3- Suriye sınırı haliyle korunmalıdır.
4- Adalar: Duruma göre hareket edilecek. Yakındakiler istenecek. Başarı sağlanmazsa Ankara’ya sorulacak.
5- Trakya Batı Sınırı: 1914 sınırı elde edilmeye çalışılacaktır.
6- Batı Trakya : Misak-ı Milli maddesi.
7- Boğazlarda ve Gelibolu’da yabancı asker kabul edilmez.
8- Kapütilasyonlar kabul edilemez. Gerekirse masadan kalkılır.
9- Azınlıklar: Esas olan “mübadele”dir.
10- Borçlar: Türkiye’den ayrılan devletlere paylaştırılır. Borçlar İdaresi kapatılır.
11- Ordu ve donanmayı sınırlandıran konu olmayacaktır.
12- Yabancı kurumlar Türk kanunlarına tabi olacaklardır.
13- Türkiye’den ayrılan memleketler için Misak-ı Milli’nin özel maddesi yürürlüktedir.
14- Cemaatler ve İslam Vakıflar Hukuku eski antlaşmalara göre düzenlenecektir.

*****

Lozan imzalandığında bu talimatların çok büyük bir bölümünün gerçekleştiği görülmüştür. İsmet Paşa bu talimatı alarak, delegasyonuyla birlikte Lozan’a gitmek üzere 5 Kasım 1922 günü Ankara’dan trenle yola çıkar. 7 Kasım’da İstanbul’dadır. İki gün kadar bazı temaslarını sürdürür ve 9 Kasım günü öğle vakti, heyetiyle birlikte Sirkeci garından törenle uğurlanır.

 

40 kişilik olan bu heyet 12 Kasım Pazar günü saat 22.00’de Lozan’a ulaşmıştır. Ne var ki toplantı
20 Kasım’a ertelenmiş fakat Türk Heyeti durumdan haberdar edilmemiştir. Bu sürpriz karşısında
İsmet Paşa Paris’e gidecek ve henüz kapatılmamış olan Osmanlı Elçiliğini ve personelini Ankara Hükümeti’nin Paris Temsilciliğine, dolayısıyla Ankara’ya bağlayacak, bu tarz işlerle uğraşacaktır.

HEYET DÖNÜYOR

 

Birinci görüşmelerde pek çok konuda mutabakat sağlanmasına rağmen, İsmet Paşa masayı
terk edecektir. Sebep, Osmanlı Borçlarının Ödenmesi, Kapitülasyonlar ve Musul meselesinde katılımcıların Türk tezini kabul etmeyip kendi görüşlerini dayatmak istemeleridir.
Tarih: 4 Şubat 1923.
İsmet Paşa ve Heyeti, hükümetin verdiği talimattan bir adım geri atmadıkları hatta masadan kalkıp Lozan’ı terk ettikleri halde, Ankara’da TBMM son derecede karışıktır. Sanki Heyet vatanı satmış gibi bir tavırla karşılanmıştır. Oysa ortada olmuş bitmiş herhangi bir şey yoktur. Aksine İsmet Paşa ve Heyeti Lozan’daki durumu olduğu gibi aktarmak ve TBMM’nden yeniden talimat almak üzere Ankara’ya gelmişlerdir.
LOZAN İÇİN GÜVENOYU

Sonuçta Lozan için TBMM’nde güvenoyu oylaması yapılır. Muhaliflerden 60 mebusun katılmadığı
bu oylamada, 20 ret oyuna karşılık , 170 oyla Hükümete, izlenen Lozan politikasına ve İsmet Paşa Başkanlığındaki Delege Heyetimize güvenoyu verilir.

Bunun üzerine hazırlanan 15 maddelik bir “Barış Projesi” devletlere gönderilir ve yeniden Lozan’da bir araya gelinir.
YENİ BAŞTAN LOZAN

4 Şubat 1923’te kesintiye uğrayan Lozan Konferansı 23 Nisan 1923’te yeniden çalışmalarına başlayacaktır. Bu arada Ankara Batı’ya olumlu mesajlar gönderecek, yabancı sermaye ve
batılılaşma yönünde açılımlar yapacaktır. Bu dönem İngiltere daha yakın bir politika izleyecektir.

KONFERANSA KATILAN DEVLETLER

 

Bu devletleri 3 grupta toplamak mümkündür:

 

– Davet Eden Ülkeler: İngiltere, Fransa, İtalya ve Japonya.
– Davet Edilen Ülkeler: Türkiye, Yunanistan, Romanya, ABD, Sırp-Hırvat-Sloven Devleti
– Boğazlar Rejimi İçin Çağırılan Devletler: Sovyet Rusya ve Bulgaristan.
– Sadece Belli konular için Çağırılan Devletler: Belçika ve Portekiz

Lozan Konferansı İsviçre Cumhurbaşkanı’nın açış konuşmasıyla, 20 Temmuz 1922 günü çalışmalarına başladı. Önce 3 komisyon oluşturuldu.
 

– Ülke ve Askerlik Komisyonu: Başkan: Lord Curzon.
Boğazlar, Trakya Sınırı, Batı Trakya, Ege Adaları, Azınlık Hakları, Savaş Esirleri, Ermeni Meselesi, Musul konuları bu komisyona verildi.

– Yabancılara Uygulanacak Rejim Komisyonu:
Başkan: Marki Garroni (İta).
Kapütilasyonlar bu komisyonda ele alındı.

– İktisat ve Maliye Komisyonu:
Başkan: Mösyö Barrier (Fr.)
Borçlar İdaresi (Düyun-u Umumiye ve Osmanlı Borçları bu komisyonda ele alındı.
LOZAN’DA ÇÖZÜME KAVUŞAN SORUNLAR:

SINIRLAR

 

Doğu Sınırı: Moskova ve Kars Antlaşmaları esas alınmıştır. Böylece bir “Ermenistan” kurulması hayal olmuştur.
Irak Sınırı: Lozan’da bu sınır saptanamaz. Bu sorun İngiltere ile Türkiye’ye bırakılır. 1926 Ankara Antlaşması ile, Musul Irak sınırları içinde kalır. Bunda, uygulanan plebisitte Arap halkının Irak’ı seçmesinin büyük rolü olmuştur.
Batı Sınırı: Batı Trakya hariç, Misak-ı Milli’ye uygun olarak çizilmiştir.
Suriye Sınırı: Fransa ile 20 Ekim 1921 tarihinde yapılan Ankara Antlaşmasına uygundur. Atatürk ileride Sınırımız dışındaki Hatay’ın da anavatana katılabilmesi için gerekeni yapacak ve Hatay 1939 yılında Anavatana katılacaktır.
ADALAR
Bozcaada ve İmroz (Gökçeada) Türkiye’de kalmış, Batı Trakya, Midilli, Sakız ve Sisam adaları Yunanistan’da kalmıştır. 12 Ada İtalya’ya bırakılmıştır.
KAPÜTİLASYONLAR
Üzerinde en çok tartışma yapılan ve görüşmelerin kesilmesine yol açan her türlü adlî ve ekonomik kapütilasyonlar kaldırılmıştır.
DIŞ BORÇLAR
Düyun-u Umumiye (Borçlar İdaresi) kaldırılmıştır. Osmanlı Devleti’nden kalan borçlar, Osmanlı sınırları üzerinde kurulan devletler arasında paylaşılacak, büyük bir kısmı da TBMM tarafından taksitler halinde ödenecektir.
BOĞAZLAR
Boğazların idaresi, başkanlığını bir Türk temsilcinin yaptığı komisyon tarafından yönetilecektir. Boğazlardan barış zamanında ticaret gemileri serbestçe geçebileceklerdir.
20 Temmuz 1936 MONTREAU ANTLAŞMASI ile Boğazlar tümüyle Türk egemenliğine geçecektir.
SAVAŞ TAZMINATI
Yunanistan ekonomik açıdan çökmüş bulunduğu için, savaş tazminatı olarak Türkiye’ye Karaağaç’ı verecektir.
PATRİKHANE
Zararlı faaliyetler yapmaması ve dış devletlerle irtibata geçmemesi şartıyla, sadece Türkiye sınırları içindeki Rumların dinsel eğitim ve ihtiyaçlarını karşılamak üzere, varlığını tamamen Türk yasalarına uygun bir “kilise” olarak sürdürmesine izin verildi. Başındaki ruhban “papaz” olarak anılacaktı. Bugün “ekümeniklik” iddası peşinde koşan Patrik, Atatürk ve İnönü hükümetleri süresince ancak böyle bir statüye sahiptiler. Bugün ise nereden nereye gelindiğini büyük bir ibretle izliyoruz. Bu konuda Mülkiye’den rahmetli hocam Prof. Dr. Seha Meray’ın 8 ciltlik “Lozan Tutanakları” eseri, bu konudaki inanılmaz anekdotları içermektedir. O zabıtlarda Venizelos’un, İngiliz Lord Curzon’u da arkasına alarak İsmet Paşa’ya ne diller döktüğünü, ne ricalarda bulunduğunu ibretle okumak mümkündür.
AZINLIKLAR
Lozan’da tüm azınlıklar Türk vatandaşı sayılmıştır. Amaç Avrupa devletlerinin azınlıkları bahane edip içişlerimize karışmalarını önlemektir.
YABANCI OKULLAR
Türkiye’nin iç sorunu sayılmış, bu okulların Türk yasalarına uyarak varlıklarını devam ettirmelerine karar verilmiştir.

LOZAN ANTLAŞMASI’NIN ÖNEMİ

 

Birinci Dünya Savaşı’na son veren barış antlaşmalarının hiçbiri uzun süreli olamamış, kısa bir süre sonra bozulmuş ve yeniden milyonlarca insanın hayatına mal olacak savaşlar birbirini takip etmiştir. İkinci Dünya Savaşı bunun tipik bir örneğidir. Oysa Lozan Antlaşması, imzalandığı günden bu yana maddelerinde hiçbir değişiklik yapılmamış olan tek uluslar arası antlaşmadır. Hatay ve Montreau konularındaki düzenlemeler Türkiye lehine olan düzenlemelerdir. Bu da Lozan’ın ne denli gerçekçi temellere oturduğunun bir kanıtıdır.

 

Lozan Heyeti 10 Ağustos 1923 günü dönecektir. Lozan Antlaşması 23 Ağustos 1923 tarihinde TBMM tarafından 14 red oyuna karşılık 213 kabul oyu ile onaylanacak ve böylece yürürlüğe girecektır.
Lozan’ın diplomatik bir zafer olduğu tartışmasız bir gerçektir. Lozan’da ödünler verilmiş, barış için fedakârlıklar yapılmıştır. Bu tavizler ileride Hatay Meselesi ve Boğazlar Meselesinde olduğu gibi telafi de edilmiştir. Bütün bunlara karşın, tam bağımsız, egemen, demokratik, laik , sosyal bir hukuk devleti niteliklerine sahip, çağdaş Türkiye Cumhuriyeti, Lozan Antlaşması sayesinde kurulmuştur.

İki sarhoş, kısacası kafa kafaya vermişler, koskoca bir ulusun tüm desteğini arkalarına almışlar, aslanlar gibi bir devlet kurmuşlardır. Onların sarhoş kafayla kurdukları bu devletin birliğini, dirliğini günümüzdeki bu ayıklar ise nereye kadar sürdürebilecek, yanıtı hiç de kolay olmayan soru işte budur.

====================================

Dostlar,

Yetkin ve yurtsever tarihçi sayın Yrd. Doç. Dr. Orhan Çekiç hocamıza bu özlü derlemesi için
teşekkür ederiz.

Asıl şükranımız, minnetimiz, ödenerek bitirilemeyecek borcumuz Kurtuluş savaşımızın şehit ve gazileri ile bu görkemli savaşımı planlayan, yürüten ve inanılmaz bir başarıya ulaştıran öncüleredir. Mustafa Kemal Paşayadır..

Lozan kahramanı İsmet İnönü‘yedir..

Öbür devlet büyüklerimize, komutanlarımızadır..

Lozan Antlaşması hakkında biz de bu gün kapsamlı bir dosya” yayımladık web sitemizde..
Başlığı ve erişkesi (linki) aşağıda..
Okunması, paylaşılması ve “gereğinin yapılması” dileğimizdir.

92. Yılında Lozan Antlaşması ve Türkiye’nin Geleceği /
The Lausanne Treaty at the 92nd year and future of Turkey

http://ahmetsaltik.net/2015/07/24/89-yilinda-lozan-antlasmasi-ve-turkiyenin-gelecegi-the-lausanne-treaty-at-the-89th-year-and-future-of-turkey/

Lozan Antlaşması ülkemizin hem tapusu hem de tabusudur..
O bizi biz de onu kollamalıyız..

Sevgi ve saygı ile.
24 Temmuz 2015, Ankara

Dr. Ahmet SALTIK
www.ahmetsaltik.net
profsaltik@gmail.com

19 Mayıs ve İnkârlar Dizisi…


19 Mayıs ve İnkârlar Dizisi…

Ertugrul_Kazanci_portresi

 

Ertuğrul Latif KAZANCI
Eğitimci – Hukukçu
Cumhuriyet, 20 Mayıs 2014

  • Cumhuriyet ve Devrime yönelik kasıtlı eleştiriler, bir özgürlük sahteciliğidir. ‘Mütareke’ döneminin ‘Hürriyet ve İtilâf’ zihniyeti, sanki yaşamsal yazgımız olmuştur. Ayırımcı, feodal, neoliberal ve teokratik eğilimlere göre; ‘19 Mayıs 1919’da temeli atılan Cumhuriyet ve devrim binası, yıkılmaya yüz tutmuştur’. Ama yanılmaktadırlar. Çünkü bunca ‘şakîliğe’ karşın Atatürkçü düşünce, değerbilmez inkârcıların üstesinden gelecektir.

19 Mayıs 1919 tarihi bu ülke ve halkın onur günüdür. Emperyalist boyundurukta ezilen dünyanın da insanlık hukukunun kazanımına yönelik ilk adımıdır.
Ulusal eksenli antiemperyalist bir isyan, artık Anadolu’nun devrimci geleceğidir.
Bu isyan bir yönüyle de halkın egemenlik iradesine yüzyıllarca el koymuş ‘saltanathilafet’ rejimini alaşağı etme hareketidir.

Devrimci ideoloji, toplumun ilerici kıstaslardaki dirlik ve esenliğini öngörür.
Ülke toprakları üzerinde tasa ve kıvançta beraberlikle tarihsel derinlikten gelen ideal ve kültür birliği, ulusal bilinci oluşturur.19 Mayıs 1919 işte böylesine bir bilincin temelidir. Ama giderek yoğunlaşan olumsuz hız ve çabalarla 19 Mayıs olgusunun getirdikleri, kimilerince reddedilmektedir.

İnkârcılık:

Bir anekdotu tekrar etmemizde yarar vardır: İzmir’in kurtuluşundan sonra Atatürk  ve Halide Edip arasında bir konuşma geçer.

“Zafer kazanıldı. Artık bir kenara çekilir, dinlenirsiniz..”

diyen Adıvar’a verilen yanıt şudur:

HayırBundan sonra birbirimizle didişeceğiz !..”.

Halide Edip, yalnızca meraklı bir yazar mı yoksa bir niyet yoklayıcısı mıdır?
Aslında tek amaç Atatürk’ün gelecekteki işlevini öğrenmektir. Askeri başarılardan sonra kurulacak devletin niteliği ne olacaktır? Bir halk devleti mi inşa edilecek veya
Saltanatın sürdürülmesi mi söz konusu edilecektir?

Halide Edip yani Sultanahmet mitinginin o parlak yıldızı, yaşamsal çelişkilerle doludur. Söylevinden sonra Amerikan mandacısı ama ulusal mücadelede cephede onbaşıdır. Ardından da Türkiye’yi terk ederek Britanya sömürgelerinde öğretim üyesi olacaktır. Devrimle uyuşamayan “Türk’ün Ateşle İmtihanı” yazarı, İngilizlerle uyuşabilmiştir. 1950’de de DP milletvekilidir.

Lozan’dan dönen İnönü’yü karşılamamak için Başbakanlıktan bile istifa eden Rauf Orbay’la fikir arkadaşları; Kazım Karabekir, Ali Fuat Cebesoy, Refet Bele
ve Adnan 
Adıvar Terakkiperver Cumhuriyet’ Partisinde kümeleşmişlerdir.
Bu adlar ulusal mücadelenin askeri aşamasında önemli uğraşlar verirlerken,
ilerisinde niçin başka yerlerdedir? Çünkü Cumhuriyet ve Devrim düşüncesine
yabancı ama Hanedanlık ve Hilafete yakındırlar.

Atatürk, ‘Nutuk’ ta şöyle der:

  • “Bu parti, kendine ad olan ‘terakki’ ve ‘Cumhuriyet’ sözcüklerinin tam tersi anlamlarla gelişmiştir. Program hain kafaların işidir. Memlekette suikastçıların, gericilerin sığındığı ümitlerin dayanağı oldu”.

Sonrası             :

19 Mayıs 1919 çıkışının içerik, anlam ve yönünü sindiremeyenleri, düpedüz inkârcı (AS: yadsımacı) bir kadro izler. Bu süreç,14 Mayıs 1950 günü kıyasıya başlatılır ve günümüze doğru yoğunlaştırılır. Tam bir “yalan rüzgârı” kıvamıyla siyasal, tarihsel ve gerçek dışı ahlaksızlıklara dönüşür.

Atatürk’ün Başbakanlığını yapmış Bayarın 1950’ler sonrası tavrı, Atatürk-İnönü dönemlerini hedefleyen:

27 yıl bu ülkede çivi bile çakılmadı..” noktasıdır. Bayar, yeraltı ve yer üstü kaynaklarını ecnebi (AS: Yabancı) elinden alan, demiryolları döşeyen, kağıt, çay, ağır sanayi, deri, tuz, tekstil başta olmak üzere KİT’leri kuran başarıyı yok saymaktadır. İktisat Bakanı olarak yer aldığı işleri de inkâr etmektedir (AS: yadsımaktadır).

İnönü’ye “Milli Şef ve Değişmez Genel Başkan” sanının verildiği 26 Aralık 1938 tarihli CHP Kurultayı’nı toplantıya çağıran Başbakan Bayar’dır. Önergeyi okuyan
divan üyesi de Menderes’tir. Gün gelecek, DP’nin üst politikalarını çizen bu adlar, Devrim aşamaları için:

“ Yalnızca halka mal olmuşları saklı tutacağız..” veya “İsterseniz Hilafeti bile geri getirilebilirsiniz” ya da: “Kapitalizm, iktisaden geri kalmış bir ülkeyi kalkındıracak en iyi sistemdir” sözleriyle, geçmişi inkâr edeceklerdir.

16 Kasım1938 tarihli ‘Cumhuriyet’ gazetesindeki yazısında Necip Fazıl, Atatürk’ün vefat töreninden konu açarak: “Osmanlı İmparatorluğunun yarı dünyaya sahip olduğu devirlerde bile böyle bir uğurlanışa hedef olabilmiş hükümdar yoktur ” dedikten sonra övgüler yağdırmaktadır. Ama aynı Kısakürek, zamanla: “Bir şapka, bir eldiven, bir maymun ve inkılâp” diyebilecek ve1960 öncesi Başbakanlık örtülü ödeneğinde adı geçenlerden olacaktır (*).

Önce İnönü’nün ; “ Ak saçlarında parıltılar seyrettikten” sonra siyaseten yer değiştiren ve tam100 şiir içeren hiciv kitabı çıkaran şair Orhan Seyfi, örtülü ödeneğin içindedir. “Akbaba” mizah dergisinin DP karşıtı çizgisini birdenbire bırakan sahibi Yusuf Ziya’nın ödenek istek dilekçeleri unutulabilir mi? İlkin sol siyasette yer alıp sonra yön şaşıran yazar Peyami Safa’dan tutunuz da ressam Çallı, hatip Hamdullah Suphi, tarihçiCemal Kutay, şair Yahya Kemal’lere kadar sıraya girenler, saymakla bitirilemez. Tamamı, 27 yıllık sürecin eleştirisiyle saf tutmuşlardır.

19 Mayısları inkârların başını, Kurtuluş savaşı zaferlerini küçülterek neredeyse yok saymak çeker. Uşak’ta esir düştükten sonra Atina’ya salıverilen General Trikopisyıllarca TC Büyükelçiliğinde Atatürk’e saygılarını kaleme almıştır. Ama “İnönü,SakaryaDumlupınar” zaferleriyle, Mudanya ve Lozan’da atılan imzaları görmek istemeyen Sevr’in iç destekçileri, Yunanlı komutanın düzeyine ulaşamamışlardır. “Jenosit” deyimini onaylamayan AİHM kararına karşın: “Ermenileri katlettik” diyenler, “Yunanlılara zulmettik ” saptırmasını öne sürenler, gerçekleri tersyüz edenlerdir.

Sonuç   :

Anadolu İhtilâli; sömürgecilik, bağımlılık ve bağnazlığa karşı başkaldırıdır. Cumhuriyet ve devrim için, halkçı-devletçi sosyal gelecek adına, ulusalcı ve laik amaçlar uğruna görkemli bir kalkışma, 19 Mayıs 1919’da başlatılmıştır. Devrimci demokratik irade, inkârcılığa ders veren; siyasal, sosyo- ekonomik ve kültürel anlayışıyla 19 Mayıslara mutlaka sahip çıkacaktır.

———————————–

(*)YAD Tutanakları/1961

Kurtuluş’un İlk Adımı : Atatürk’ün Doğumu; 19 Mayıs 1919


Kurtuluş’un İlk Adımı : Atatürk’ün Doğumu; 19 Mayıs 1919

Naci_Bestepe_portresi
E. Tümg. İSTANBUL’A GELİŞ

Osmanlı İmparatorluğu 1. Dünya Savaşı’nda yenik sayıldı.
30 Ekim 1918’de imzalanan Mondros Ateşkes Antlaşması bir idam fermanı idi.
Mustafa Kemal Paşa, Yıldırım Orduları Komutanlığına atanalı 10 gün olmuştu. İskenderun’u teslim etmesi emredildi. Bu stratejik şehrin teslimini kabul etmeyince İstanbul’a çağrıldı.

13 Kasım 1918 günü Haydarpaşa Garı’na geldiğinde Müttefik Donanması da
hemen önünden geçerek İstanbul Boğazı’na girmekteydi.

Acı ve hüzünle manzarayı seyrederken, “Çanakkale’de gösterilen çabanın, verilen
on binlerce şehidin boşuna mı olduğunu” düşünerek, İstanbul’a geldiğine pişman oldu.
İlk fırsatta Anadolu’ya geçmeye karar verdi. Kararını ve kararlılığını üç kelimeyle
ifade etti,

“GELDİKLERİ GİBİ GİDERLER!”

İSTANBUL’DAKİ ALTI AYİstanbul’da kaldığı altı ay süresince bu kararını gerçekleştirmek için çalıştı.
Çeşitli çevrelerle görüşmeler ve toplantılar yaptı. Bilgi aldı. Nabız yokladı.
Gelecekle ilgili tasarıları için ortam hazırladı.Saray çevresinden; Harbiye, Dahiliye, Bahriye Bakanları, yardımcıları ve
Padişah Vahdettin..
İşgal Kuvvetlerinden; İngiliz, İtalyan ve Fransızların ileri gelenleri,

Komutanlardan; Fevzi Çakmak, İsmet İnönü, Kâzım Karabekir, Ali Fuat Cebesoy,
Refet Bele, Rauf Orbay, İsmail Canbolat, Cafer Tayyar, Fethi Okyar..
görüştüklerinden bazılarıdır.

Bu hareketliliği İngiliz istihbaratının dikkatini çekmiş ve tutuklanmasını talep etmişlerdir.
Bu çalışmalar sonunda ulaştığı tespitlere göre, ülkenin kurtuluşu için üç yol düşünülüyordu;

1. İngiliz korumacılığına (himayesine) sığınmak,
2. ABD güdümüne (mandasına) girmek,
3. Bölgesel olarak kendi başının çaresine bakmak.
Padişah ve Sadrazam Damat Ferit İngiliz korumacılığından yanaydı ve
İngilizlere resmi talepte bile bulundu.Mustafa Kemâl Paşa için ise tek geçerli çözüm vardı;
  • Ya tam bağımsızlık, ya ölüm!
Bu amaçla Ali Fuat Cebesoy ile birlikte, MİLLİ DİRENİŞ’in temelini oluşturacak
şu kararları aldı:
1. Ordu’nun terhisini durdurmak,
2. Vatan savunmasında gerekli silah, cephane ve donanımı düşmana vermemek,
3. İstanbul’dakileri Anadolu’ya yollamak.
4. Milli direnişe taraftar idare amirlerinin yerlerinde kalmasını sağlamak,
5. Vilayetlerde particilik adına yapılan kardeş mücadelesine engel olmak,
6. Halkın moralini yükseltmek.
SAMSUN’A ÇIKIŞI HAZIRLAYAN OLAY
Müttefikler, Sinop-Trabzon bölgesinde Rum-Pontus devleti kurdurmak istiyordu.
Bu amaçla Rusya da dahil olmak üzere dışarıdan Rumlar getirildi.
Rumlarınolay çıkarmaları üzerine bölgedeki milislerimiz de karşılık verdiler.
Bundan rahatsız olan İngiliz komiseri saraya verdiği ültimatom ile milislerin hareketlerine son verilmesini istedi.Anadolu’ya geçiş için fırsat kollayan Mustafa Kemâl Paşa, iyi ilişkilerini kullanarak
bu görevin ve istediği yetkilerin kendine verilmesini sağladı.

9. Ordu Müfettişi olarak atandı.
Bütün askeri birlikler ve mülki amirler üzerinde yetkili kılındı.
Asıl görev bölgesi; Trabzon, Erzurum, Sivas, Van illeri ile Canik (Samsun) ve Erzincan livaları (İl – ilçe arası) idi.

Buna ek olarak komşu iller olan; Diyarbakır, Bitlis, Elazığ, Ankara ve Kastamonu da isteklerine öncelikle cevap verecekti.

Görev tanımı şöyle idi:

1. Bölgede iç düzenin kurulması ve düzen dışı olayların nedenlerinin saptanması,
2. Bölgede dağınık haldeki silah ve cephanenin toplanarak emniyete alınması,
3. Ordu’nun da desteğini alarak oluşturulan toplulukların kaldırılması.

MUSTAFA KEMAL’i KİM, NE İÇİN GÖNDERDİ?

Bu konu çok saptırılmakta ve kötüye kullanılmaktadır..
Bazıları, Mustafa Kemâl’i padişahın seçtiğini, vatanı kurtarma görevi verdiğini ve
maddi destek sağladığını iddia ederler.
Seçim konusu kısmen doğrudur. Son kararı veren padişahtır. Ancak, O’na gelene dek ilgili makamlarla kurulan iletişim ve iyi ilişkiler Mustafa Kemâl Paşa’nın aday olmasını sağlamıştır.

Vahdettin de, kendisini, prensliği sırasında birlikte seyahat ettiklerinden ve Çanakkale’deki kahramanlığından tanımakta ve güvenmektedir.

“Vatanı kurtarma görevi” vermesi tam anlamıyla safsatadır.

İngiliz korumacılığı için resmi başvuruda bulunmuş biri (Padişah ve Sadrazam)
böyle bir görev verir mi?

Vatanı kurtarmasını değil de Sinop-Trabzon bölgesinin Rumlara verilmesinin
engellenmesini talep etmesi kabul edilebilir.

Bu görevi verdiğini varsayalım :

Daha iki ay geçmeden geriye çağırmak ve ardından asi ilan ederek
idam fermanı çıkartmak nasıl açıklanabilir?

Mali destek sağladığı konusu :
Yolculuklar sırasında çekilen sıkıntılar bu yalanı da çöpe atmaktadır.

BANDIRMA VAPURU

Mustafa Kemâl Paşa, 16 Mayıs akşamı Bandırma Vapuru ile yola çıktı.
Vapurda, Mustafa Kemâl’le birlikte bulunanların sayısı değişik kaynaklarda farklı olarak verilmektedir. Yol arkadaşı Hüsrev Gerede’ye dayanarak verilen rakam 55 kişidir.
Kimi kaynaklara göre 18 kişidir. Samsun’da Ata’nın kaldığı ev olan
Gazi Müzesi
’nde bu 18 kişinin mumyası bulunmaktadır.

Yolda uzun süre bir İngiliz savaş gemisi takipte bulunmuştur.

Bandırma, 19 Mayıs 1919 sabahı Samsun’a varmış, Mustafa Kemâl Paşa
saat 07:30’da İLK ADIM İSKELESİ’nden Samsun’a çıkmıştır.

ANADOLU’NUN HALİ, MUSTAFA KEMÂL’İN GÜVENCESİ, DOĞUM GÜNÜ

NUTUK‘ta ifade ettiği gibi, Samsun’a çıktığı gün elinde hiçbir maddi güç yoktu.
Ülke işgal altında, halk aç-sefil, cahil; ordu dağılmış, padişah kendini kurtarma derdine düşmüştü.

Ancak, büyük Türk milletinin asaletinden doğan ve vicdanını dolduran
yüksek manevi kuvvete güvenerek KURTULUŞ MÜCADELESİ’ni başlatmıştır.

Samsun’da Atamızın karaya çıktığı iskelenin bulunduğu semtin adı İLK ADIM,
19 Mayıs günü de O’NUN DOĞUM GÜNÜDÜR

BU GÜN ÖRNEK GENE O’DUR

13 Kasım 1918’de İstanbul’a geldiği günkü üzüntüsü burada yeni bir umut ışığına dönüşmüştür.

Bu gün benzer bir üzüntüyü, Türk subayları ve Türk ulusu yaşamaktadır.

  • Yıllarca ülkenin bölünmez bütünlüğü için her şeyini ortaya koyarak mücadele eden insanlar; yasa dışı yöntemlerle terör örgütüne (PKK) sağlanan olanaklar, örgüt liderinin getirildiği konum ve kendilerinin
    sahte davalarla hapishanelere doldurulması karşısında kahrolmaktadır.
Ülke bölünme-parçalanma,
– Cumhuriyet’in temel değerleri ve laik-demokratik rejim
değiştirilme tehlikesi altındadır.
Bu gün de örnek Mustafa Kemâl ATATÜRK’tür.Yüce ulusumuz bu karanlığı da boğacak azim ve kararlılığa sahiptir.Koşullar 19 Mayıs 1919 sabahından kötü değildir.Kaynaklar :
6 AY; Alev COŞKUN, 2009
Atatürk ve Samsun; Özen TOPÇU, 2005
Atatürk’ün Yolculuğu; Prof.Dr. Osman Zümrüt
Nutuk, CHP, 2008

Naci BEŞTEPE
ADD Bilim Danışma Kurulu ve
Yazı Kurulu Üyesi

“Soykırım” ve Çanakkale


“Soykırım” ve Çanakkale

portresi

 

Lütfü Kırayoğlu
www.add.org.trt, 23.4.14

 

 

Türkiye 40 yılı aşkın süredir her 24 Nisan‘ı diken üstünde geçiriyor.
24 Nisan emperyalist destekli “Ermeni soykırımı” iddialarının simgesel günü haline getiriliyor.

23 Nisan’da kutladığımız Ulusal Egemenlik ve Çocuk Bayramı’nın coşkusunu
tam olarak yaşayamadan, 25 Nisan 1915 tarihinde başlayan Çanakkale kara savaşları ile tarihin en kanlı boğazlaşmasını anımsamamıza fırsat kalmadan,
Ermeni iddiaları ortalığı kaplıyor.

Ne yazık ki halkımızın büyük çoğunluğu Ermeni iddiaları karşısındaki gerçekleri bilmiyor. Bu konuda daha çok zehirli bilgilerle karşı karşıya kalıyor. Türkiye 40 yılı aşkın süredir bu iddialarla karşılaşmasına ve çok sayıda diplomatik görevlisini şehit vermesine rağmen tarih öğretmenlerine bile bu konudaki gerçek bilgileri öğretememiştir.
Dahası bu konuda Rus arşivlerindeki orijinal bilgileri bulup tercüme eden, yalanları
teşhir eden Araştırma Görevlisi Mehmet Perinçek tutuklanmış ve araştırmaları durmuştur.

24 Nisan 1915 günü ne olduğunu çok az yurttaşımız bilmektedir. Pek çok kişi 24 Nisan 1915 günü çok sayıda Ermeni asıllı yurttaşın öldürüldüğünü sanmaktadır.
Bazı “aydınlar” da bu olaya “soykırım” adını vermektedir. Bu yalanı dillerine dolayanlar arasında Nobel ile ödüllendirilenler bile çıkmıştır.

Peki 24 Nisan 1915 tarihinde ne olmuştur?

Osmanlı devletinin 1. Dünya Savaşında paylaşım konusu olması nedeniyle savaşa katılmasından sonra uzun süredir yer yer ayaklanmalar çıkartan, suikastlar düzenleyen Ermeni çeteleri Osmanlı ordusunu Doğu cephesinde arkadan vurmaya başlamışlardır. Buna savunmasız kalan Türk köylerine yapılan baskınlar ve katliamlar eklenmiştir. Sarıkamış faciasından sonra Çarlık ordusunun ilerleyişi ile
Ermeni baskınları dayanılmaz boyutlara ulaşmış ve nihayet 19 Nisan’da Van’da
büyük bir ayaklanma başlatmışlardır.

İtilaf devletlerinin 18 Mart’ta Çanakkale’de uğradıkları yenilgiden sonra kara savaşına hazırlandıkları artık gizlenemez olmuş, çıkartma an meselesi haline gelmiştir.

Bu koşullar altında 25 Nisandaki Çanakkale çıkarmasından yarım gün önce Osmanlı hükümeti, Ermeni Komite merkezlerinin kapatılması, elebaşılarının tutuklanması ve
her türlü belgelerine el konulması ile ilgili 24 Nisan 1915 kararlarını aldı.

24 Nisan 1915 genelgesi üzerine İstanbul’da ilk etapta 235 Ermeni Komite mensubu tutuklanarak Çankırı ve Ayaş’a gönderildi. Ağustos 1916’ya dek İstanbul’da tutuklanan Ermeni komite mensuplarının sayısı 290’a ulaştı. Kimi kaynaklarda ise bu rakamın
24 Nisan 1915 gününü izleyen birkaç ay içinde 2.345’e ulaştığı belirtilmektedir.
Bunlar arasında siyasal militanların yanında milletvekilleri, tanınmış yazar ve şairler, sanatçılar, din adamları ve işadamları da vardı.

Esas ölümlerin yaşandığı tehcir olayı ise 27 Mayıs 1915’te çıkarılan “Tehcir Kanunu” Kanun-ı Muvakkat (geçici yasa) ile yerel mülki ve askeri yöneticilere, uygun görecekleri kişileri geçici olarak başka yere naklettirme yetkisi verilmesi ile başladı.
30 Mayıs günü Bakanlar Kurulu kararıyla tehcir süresiz hale getirildi.

10 Haziran’da “Ermenilere Ait Mal, Mülk ve Arazilere Uygulanacak İdare Hakkında Yönetmelik” bir kararname ile nakledilen kişilerin mallarının nasıl tasarruf edileceği açıklandı. Ermenilerin boşalttığı yerler muhacirlere verilecek, buna karşılık Ermeni’lere mal ve mülklerine karşılık ödenecekti.

Göç ettirilen Ermenilerin bir bölümü yollarda hastalıktan öldü. Bir kısmı çetelerin saldırısına uğradı. Bir kısmı ise gittikleri Suriye’de öldü. Bu konuda hiçbir tarihçinin rakamları birbirini tutmamaktadır. Ancak bütün bu olaylar sırasında en az Ermeni yurttaşlar kadar Türk asıllı yurttaşlarımız da can vermiş tam bir boğazlaşma yaşanmıştır.

Koskoca Osmanlı devletinde, Osmanlı toprakları üzerinde çok sayıda insan can verdi. Ancak Osmanlı devletinin çok küçük bir toprak parçası olan Çanakkale’nin Gelibolu yarımadasının çok dar bir bölümünde 55 bin vatan evladı şehit oldu. Yaralı ve kayıplarla genel zayiat 250 bini buldu. Bir o denli kayıp da işgal kuvvetlerince verildi.

Ulusal Kurtuluş Savaşımızın ilk yıllarında Doğu bölgemizde Ermeni ayaklanmaları
sürse de Sovyet askerlerinin çevirmesi ile Kazım Karabekir Paşa tarafından
kısa sürede bastırılmıştır.

Anadolu’da bozguna uğrayan emperyalizm bu zaferi karalamak için “Ermeni soykırımı” yalanı geliştirmiş ve Ulusal Kurtuluş Savaşımız “katliam” olarak nitelenmiştir.

Cumhuriyetin kuruluşundan sonra Ermeni çeteleri başta Atatürk’e yönelik olmak üzere bazı suikast girişimleri oldu. Ancak güçlü bir Türk devletinin varlığı bir süre sonra Ermeni iddialarını geri plana itti.

Ne zaman ki Türkiye dış müdahalelerle bağımsızlığını ve gücünü yitirdi, işte o andan itibaren Ermeni iddiaları yeniden ortaya çıktı. 1973 yılından başlanarak
Türk diplomatlarına yönelik saldırılar başladı. Aslında herhangi bir ölüm olayının olmadığı 24 Nisan “Soykırım” günü ilan edildi. Fransa başta olmak üzere bazı ülkelere “soykırım anıtları” dikildi. Her 24 Nisan öncesi Türkiye emperyalist ülkelerin tehdidine açık hale getirildi.

Özellikle AKP iktidarının teslimiyetçi dış politikaları sonucu bazı ülkelerde “soykırım yoktur” demek suç olarak kabul edildi. Bu karara isyan edip çiğneyenler ise ülkemizde “Ergenekon” tertibi ile zindanlara dolduruldu.

Türkiye şimdi yeni bir Çanakkale savaşını “Ermeni soykırımı” iddialarına karşı yürütmektedir.

Ermeni iddialarını yürütenler önümüzdeki yıl “soykırım”ın 100. yılı bahanesi ile büyük bir hazırlık içindeler. Önümüzdeki yıl Çanakkale zaferinin 100. yılını kutlayacağız.
Kararlı politikalarla Emperyalist yalanlarının yenilgisini Çanakkale Zaferinin 100. yıl kutlamalarına ekleyebiliriz.

Yeter ki cesur olalım.