Etiket arşivi: İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi

İslâm’ın zulme yaklaşımı ve referandum

İslâm’ın zulme yaklaşımı ve referandum

  • “Sosyalistler insanlık tarihinin, sömüren sınıflarla, sömürülen sınıflar arasında
    cereyan eden mücadelelerin tarihi olduğunu ileri sürerler.

    Kur’ân-ı Kerîm ise tarihin; mazlumlarla zalimlerin savaşları tarihi olduğunu açıklar.”  

Şakir keçeli ile ilgili görsel sonucu
Şakir Keçeli
– Bektaşi Babası

(AS: Bizim katkımız yazının altındadır…)

Zulme sessiz kalanlar dilsiz şeytanlardır.” (Hz. Muhammed)

Sosyalistler insanlık tarihinin, sömüren sınıflarla, sömürülen sınıflar arasında cereyan eden mücadelelerin tarihi olduğunu ileri sürerler. Kur’ân-ı Kerîm ise tarihin; mazlumlarla zalimlerin savaşları tarihi olduğunu açıklar. Gerçekten de kendisine kitap gönderilen dört peygamberin dördü de mazlumdur, yoksuldur ve zalimlere karşı savaşmıştır. Peygamberimizin yoksul ve yetim olduğu 93. Duha Sûresi 6, 7 ve 8. âyetlerde şöyle açıklanır:

“Seni yetim buldu da O, konuk etmedi mi?/ Yol görmez buldu doğru yola iletmedi mi?
/ Yoksul buldu darlıktan kurtarmadı mıydı? (…)”

Gerçekten de, ilk Müslümanların neredeyse tamamı ya köledir ya da yoksuldur.
İslâm devrimine karşı çıkanlar ise ya varsıldır ya da Mekke’nin ceberrutlarıdır. Örneğin
Hz. Muhammed’in yoksul olan amcaları, İslâma inanmasa bile, O’nun yanında yer almışlardır. Fakat zengin amcası Ebû Leheb (kabile geleneklerini ayakları altına alarak) şiddetle Peygamberimize karşı çıkmıştır. Ebû Leheb’in zenginliği, Tebbet Sûresi 2. âyetinde,
“ne malı kâr eyledi onun, kazancı ne de” denilerek belirtilmiştir.

Aslında bütün dinler insanlar arasında eşitliği ve özgürlüğü sağlamak amacıyla tarih sahnesine çıktılar. Bu nedenle dinler, zulme karşı ayaklanmadan başka bir şey değildir. Fakat adaleti gerçekleştirmek amacıyla tarih sahnesine çıkan dinler, mazlumların beğenisini kazanınca,
yani iktidar olunca, yıkılan zalimlerin veya onların çocuklarının ellerine geçmiştir.
Önceki iki makalemizde, insana sınırsız, denetimsiz yetki vermenin çok tehlikeli olduğu ve adalet kurallarının ayaklar altına alınacağı, adaletsizliğin de zulüm olduğunu açıklamıştık.
Şimdi de, zulme yardım edenlerin başlarına gelecekleri açıklamak istiyoruz:

KUR’ÂN ZULME ISRARLA KARŞI ÇIKAR

“Kur’ân’da tam üç yüze yakın yerde zulüm kınanmıştır. Sözcüğün kökü olan ve karanlık anlamına gelen zulmet sözcüğünü de, birlikte ele alırsak, bu rakam yaklaşık olarak 350 olur. [Öztürk, c.2, s.635]” Kur’ân-ı Kerîm, zulümle yönetilen bütün devletlerin yıkılacağını,
zulme razı olan toplumların da yok [helak] olacağını ısrarla yinelemiştir:

11. Hud Sûresi 108. âyetinin buyruğu şöyledir: “İşte Rabbin, memleketleri zulme saptıklarında yakalayınca, böyle yakalar, şüphe yok ki, O’nun yakalaması acı ve şiddetlidir. 18. Kehf Sûresi 54. âyetinde; “İşte o şehirleri, zulümleri yüzünden helâk [yok] ettik(…)” denilmiştir. 27. Neml Sûresi 51 ve 52. âyetlerde, “zulmetmeleri yüzünden evlerin” ve kentlerin yok edildiği açıklanmıştır. 28. Kassas Sûresi 59. âyette de şöyle denilmektedir: “Biz ancak halkı zulmeden memleketleri helâk etmişizdir.” 29. Ankebut Sûresi 14. âyeti de benzer uyarıyı yapmaktadır: “Sonunda zulmettikleri halde tufan onları yakaladı.” Bu örnekleri çoğaltmak olanaklıdır.

PEYGAMBERİMİZ DE ZULMÜ KINAMIŞTIR

Zulmü kınayan hadis-i şeriflerden bazılarının sözleri şöyledir:

Kıyamet günü, insanların en şiddetli azaba uğrayanı, hükmü altındakilere zulmeden insandır.” “Zulümle bir şey elde eden bizden değildir. Sakının zulüm görenin duasından [ve] ilenmesinden, hatta kâfir bile olsa… Çünkü yüce ve ulu Tanrı’yla [mazlum] arasında perde yoktur.”
“Zalimlerle onlara yardım edenler cehennemliktir.”7 “ [Allahım] Sana sığınırım (…) zulmetmekten veya zulüm görmekten.” “Zalim olduğunu bile bile birisine yardım eden kişi, gerçekten de Müslümanlıktan çıkmıştır.” “Kim bir zalime yardım ederse, Allah o zalimi
ona musallat eder.”

Peygaberimiz, “zulme sessiz kalanlar dilsiz Şeytanlardır” diye buyurmuştur.
Hz. Alî’ye göre zulmün üç suçlusu vardır, bunlar:
“Zalimler, zalime yardım edenler, zalime sessiz kalanlardır.”

Kur’ân-ı Kerim’e göre tarihten silinen ve yok edilen bütün toplumlar, zulümleri yüzünden cezalandırılmışlardır. İlginçtir Allah insanları uyarmadan asla onları cezalandırmamıştır. Nitekim, 6. En’âm Sûresi’nde de; “Senin Allah’ın şehirlerin halkını işledikleri zulümden dolayı onları uyarmadan, onları ikaz etmeden asla yok etmez.” diye buyrulmuştur. Burada bu Fakîr’e (AS: Sn. Şakir Keçeli “Fakir” sözcüğüyle kendisini kastediyor..) şu soru sorulacaktır:
Allah insanları nasıl uyaracak? Onun eli, kolu, mikrofonu, anteni televizyonu mu var?

  • Allah insanlara akıl vermiştir. Bir toplumu düzenlemeye kalkışanlar bütün yetkileri bir kişiye veriyorsa, o insanı denetleyecek bütün kurumları yok ediyorsa, felaket hazırlıyor demektir.

Bir ülkede hakimlerin atanması ve yükselmesi, bütün yetkileri elinde bulunduran
tek bir insanın eline veriliyorsa, o ülkede adalet yok edilmek istenmektedir.
Oysa İslâm, “Adalet egemenliğin / devletin temelidir” demektedir.

Devletin temeli olan adalet yok ediliyorsa, orada bu gün olmasa bile hemen yarın
zulüm başlayacaktır. Bizim görevimiz uyarmaktır.
Yüce Allah uyarmayı ve uyarılmayı her kuluna nasip eder inşallah..

Saygılarımla. ((AYDINLIK, 21.3.2017)
==========================================
Evet Dostlar,

Değerli dostumuz Av. Şakir Keçeli gerçekte Sünni bir aileden gelmektedir.
Sonradan Alevi – Bektaşi inancını ve yol – yolağını benimsemiştir.
Dinsel bilgileri oldukça derinliklidir yukarıdaki yazısında da görüldüğü üzere..
(Not : “Üzre” diye bir sözcük Türkçemizde yoktur, ünlü uyumu kuralına uymamaktadır,
doğrusu “üzere” dir. Ne yazık ki R.T. Erdoğan’ın yanlış kullanımı kötü örnek oluyor..)

Değerli dostumuz, Cumhuriyet aydını  Sn. Keçeli’ye önemli makalesi için teşekkür ediyoruz.

İnsanlık mutlaka “zalim ve zulüm” den kurtulmak zorunda.. Hem de çok oyalanmadan..

İNSAN HAKLARI EVRENSEL BİLDİRGESİ Madde 5 : 

  • “Hiç kimseye işkence ya da zalimce, insanlık dışı ya da aşağılayıcı muamele
    ya da ceza uygulanamaz.”

Sevgi ve saygı ile. 27 Mart 2017, Ankara

Dr. Ahmet SALTIK
Ankara Üniv. Tıp Fak. – Mülkiyeliler Birliği Üyesi
www.ahmetsaltik.net     profsaltik@gmail.com

Dr. Ebru Basa : GÖÇ YOLLARI

GÖÇ YOLLARI…

ebru basa

Dr. Ebru Basa
Ankara Tabip Odası Genel Sekreteri
HEKİM POSTASI, Aralık 2015
http://www.hekimpostasi.org.tr/2015/12/07/goc-yollari/ 

Suriye nüfusu emperyalist savaştan önce 22.4 milyonmuş. Savaşın başladığı 2011 yılından bugüne kadar Suriye halkının ağır kayıplar verdiğini, yaklaşık 200 bin kişinin savaş nedeniyle yaşamını kaybettiğini ve yüz binlercesinin de yaralandığını biliyoruz. Bu süre zarfında 6 ile 9 milyon arası Suriyeli yaşadığı şehri terk etmek ve yaklaşık 4 milyon Suriyeli de yaşamını sürdürebilmek için ülke dışına çıkmak bir başka deyişle “sığınmacı” olmak durumunda kaldı. Açıkçası yerinden edilen Suriyelilerin sayısının üç milyon gibi yaklaşık olarak ifade edilmesi bile aslında savaşın yarattığı kıyımın ve tahribatın büyüklüğü hakkında fikir verebiliyor.

Birleşmiş Milletler Mülteciler Yüksek Komiserliği’nin (UNHCR) verilerine göre Suriye’den en fazla göç alan ülkeler -kabul ettikleri sığınmacı nüfusun yoğunluğuna göre-sırasıyla Türkiye, Lübnan, Ürdün, Irak ve Mısır. UNHCR verilerine göre bu beş ülke haricinde kalan Suriyeli sığınmacı sayısı 23 bin 468 ve bu da toplam sığınmacı sayısının yüzde 0.73’üne karşılık geliyor.

Suriye’den Türkiye’ye yönelik ilk toplu nüfus hareketi 29 Nisan 2011’de yani çatışmaların başlamasından 6 hafta sonra gerçekleşmiş. Antakya’nın Yayladağı ilçesindeki Cilvegözü sınır kapısından gerçekleşen bu ilk girişte 252 Suriyeli içeri alınmış ve Antakya’da geçici konaklamaları sağlanmış. Grup ilk çadır kent alanı olarak Yayladağ merkeze yerleştirilmiş ancak göçün devam etmesi üzerine 9 Haziran 2011’de Altınözü ve 12 Haziran 2011’de de Boynuyoğun çadır kentleri kurulmuş. Temmuz 2012’de henüz sığınmacı sayısı 45 bin iken dönemin Dışişleri Bakanı ve bugün yeni kabinenin de Başbakanı olan Ahmet Davutoğlu Türkiye’nin kırmızı çizgisinin yüz bin kişi olabileceğini; sayının artması durumunda tampon bölge oluşturulabileceğini belirtmiş.

Bugün itibarıyla bu kırmızı çizgi çoktan aşılmış durumda. Bundan bir yıl kadar önce, 20 Aralık 2014’te Türkiye’deki sığınmacı sayısı 1 milyon 650 bine ulaşmıştı. AFAD’ın verdiği sayılara göre Türkiye’de yalnızca barınma merkezlerine (kamplara) yerleştirilen Suriyeli sayısı Eylül 2011’de 11 bin, Mart 2012’de 65 bin, Eylül 2012’de 133 bin, Mart 2013’te 173 bin, Kasım 2013’te 200 bin ve Haziran 2014’te 220 bine yükselmiş. 7 Kasım 2014 itibarı ile kamplarda yaşayan Suriyelilerin sayısı 218 bin 847’e ulaşmış. Barınma merkezlerinin sayısı 22 ve bu merkezler 13 ile dağılmış durumda. Kampların 6’sı konteyner-kent. Kapasiteleri 4850 ile 24 bin 53 kişiyi ağırlamaya elveriyor. Kampların barınma merkezi olarak adlandırılması Suriyelilerin Türkiye’deki statüsüyle yani “geçici koruma altında” kabul edilmeleriyle ilişkili.

Suriyelilerin kaldığı kamplardan Başbakanlık Afet ve Acil Durum Yönetimi Başkanlığı sorumlu. Çadır kentler Kızılay tarafından kurulmuş. Kampların koordinasyonu da Başbakanlık AFAD Başkanlığınca sağlanıyor. Göçmen sayısının önlenemeyen yükselişi bir kriz başlığına dönüştüğünden krizin yönetimi adına Başbakanlığa bağlı Suriyeli Sığınmacılar Genel Koordinatörlüğü oluşturulmuş . 20 Eylül 2012 tarihli Başbakanlık genelgesiyle de sığınmacılarla bağlantılı olarak kamu kurumlarını ilgilendiren her türlü konuda koordinasyon sorumluluğu Gaziantep’te görev yapan bir koordinatör Valiye verilmiş.

Suriyelilerin %87’sinin yaşamını kampların dışında sürdürdüğü biliniyor. Dönemin Başbakan yardımcısı Beşir Atalay’ın açıkladığı kadarıyla kampların dışında yaşayan Suriyeliler Türkiye’deki 72 ile dağılmış durumda. En çok sayıda Suriyeli İstanbul’da yaşıyor; İstanbul’u Gaziantep, Antakya ve Şanlıurfa izliyor. Erzincan, Giresun, Gümüşhane, Kastamonu, Sinop, Tunceli, Bayburt, Ardahan ve Iğdır’da Suriyeli sığınmacı bulunmadığı belirtilmiş.
Türkiye’deki Suriyeliler konusunda bir diğer önemli veri de sığınmacı nüfusun yarıdan fazlasının uluslararası mevzuata göre çocuk sayılanlardan oluşmasıdır. Kadın ve çocukların oranı toplam nüfusun dörtte üçüdür. Suriyeli sığınmacıların 1 milyon 450 bininin biyometrik kaydı Göç İdaresi Genel Müdürlüğü tarafından gerçekleştirilmiş.

Göçmen Hukukunda Mültecilik
Uluslararası hukuk bakımından sığınmacılar ve mülteciler konusundaki hukuksal zemin
1951 tarihli Mültecilerin Hukuki Durumuna Dair Cenevre Konvansiyonu ve bunu tamamlayan 1967 protokolü. 2014 yılı itibarıyla 1951 sözleşmesine 144, 1967 Protokolüne
145 devlet taraf. Bu sözleşmeye göre:

Mülteci; ırkı, dini, tabiiyeti, belirli bir toplumsal gruba mensubiyeti veya siyasi düşünceleri yüzünden, zulme uğrayacağından haklı sebeplerle korktuğu için vatandaşı olduğu ülkenin dışında bulunan ve bu ülkenin korumasından yararlanamayan, ya da söz konusu korku nedeniyle yararlanmak istemeyen yahut tabiiyeti yoksa ve bu tür olaylar sonucu önceden yaşadığı ikamet ülkesinin dışında bulunan, oraya dönemeyen veya söz konusu korku nedeniyle dönmek istemeyen şahıstır.”

Bu tanımdan da anlaşılacağı gibi sığınılan ülkedeki mevzuat ve statüden bağımsız olarak “bir zorunluluk nedeniyle ülkesinden ayrılmak zorunda kalan herkes” mülteci. Cenevre Konvansiyonunun ardından “yeni mülteci ortamlarının ortaya çıkması nedeniyle” 1967 Protokolü kabul edilmiş. Türkiye Cenevre Sözleşmesini iki önemli çekince belirterek imzalamış. Bu çekincelerden biri “ Bu sözleşmenin hiçbir hükmü, mülteciye Türkiye’de Türk uyruklu kimselerin haklarından fazlasını sağladığı şeklinde yorumlanamaz” biçiminde.

Diğeri ise “coğrafi sınırlamaya” yönelik. Buna göre Türkiye Cenevre Sözleşmesindeki genel tanım yerine sadece Avrupa ülkelerinden, teknik ifadesiyle Avrupa Konseyine üye ülkelerden gelecek sığınmacıları mülteci (refugee) kabul etmekteyken Avrupa ülkeleri dışından gelenleri sığınmacı (asylum seeker) olarak tanımlamaktaydı. 2013 tarihli Yabancılar ve Uluslararası Koruma Kanunu çerçevesinde 22 Ekim 2014’te çıkarılan Geçici Koruma Yönetmeliği ile “sığınmacı” kavramı kaldırılmış, yerine “şartlı mülteci” , “ikincil koruma”, “geçici koruma” kavramlarıyla tanımlanan yeni statüler getirilmiştir.

Türkiye Bakanlar Kurulu’nun 1 Temmuz 1968 tarihli kararıyla 1967 Protokolüne katılmış ancak 1951 Sözleşmesine düşülen coğrafi çekinceyi aynen korumuştu. Bu nedenle Türkiye’nin asıl olarak muhatap olduğu Suriye, Irak, İran, Afganistan gibi Avrupa kıtası dışındaki ülkelerden gelenlerin Türkiye’de mültecilik statüsü alması bu coğrafi çekince kaldırılmadığı sürece söz konusu değildir.

Türkiye’nin bu çekincesine rağmen İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi‘ne taraf olmuş bir ülke olarak gelen mültecileri kabul etme zorunluluğu bulunuyor. Kaldı ki halen sadece 4 ülkede ( Türkiye, Madagaskar, Kongo ve Monako) uygulanan “coğrafi çekince” ilkesinin teorik ve pratik bir anlamı da kalmamış durumda. İnsanlar zaten geliyor ve kalıyor.

Türkiye mülteciler hukuku bakımından 1951 ve 1967 düzenlemelerini “coğrafi kısıtlama” politikasından ayrılmadan esas almış ve bu düzenlemeler iç hukuktaki karşılığına ancak 2013 yılında kavuşturulmuş.
2013 yılında çıkartılan Yabancılar ve Uluslararası Koruma Kanunu (YUKK) ile birlikte Türkiye’deki mevzuatta daha önce yer almayan bazı kavramlar kullanıma girmiştir. Yasa “mülteci”, “şartlı mülteci”, “ikincil koruma” ve “geçici koruma” terimlerini getirirken “sığınmacı” kavramından da vazgeçilmiş. Ancak yeni yasa coğrafi kısıtlılık bakımından bir öncekinden hiçbir fark taşımıyor. YUKK yasası kitlesel göç hareketleri konusunda “geçici koruma” ilkesinden hareket ediyor. Geçici Korumanın kapsamı ise bir yönetmelikle tarif edilmiş.

Geçici Koruma Yönetmeliği
6458 Sayılı YUKK’un 91.maddesinde tanımlanan Geçici Koruma’nın içeriği Bakanlar Kurulu tarafından bir yönetmelikle belirlenmiş. Yönetmelik 22 Ekim 2014’te Resmi Gazetede yayınlanarak yürürlüğe girmiş. Ancak yönetmelikte “geçici koruma” statüsünün süresi belirtilmemiş yanı sıra geçici koruma statüsünün başlangıç ve bitiş tarihlerini ve hangi bölgelerde kimler için geçerli olacağını belirleme yetkisinin Bakanlar Kuruluna bırakıldığı da vurgulanmış.

Bu yönetmelik kapsamında geçici koruma statüsünde işlem görecek ya da görmekte olan yabancılara yabancıya ait kimlik numarasını da içeren bir “Geçici Koruma Kimlik Belgesi” veriliyor. Yönetmelik coğrafi sınırlama ilkesini olduğu gibi muhafaza ederken göçmenler için hak tarif etmekten çok hizmet tanımlamış ve göçmenlerin bireysel başvuru haklarını da askıya almıştır. Dolayısıyla yönetmeliğe göre Suriye Arap Cumhuriyeti yurttaşları için:
“28 Nisan 2011 tarihinden itibaren Suriye Arap Cumhuriyetinde meydana gelen olaylar nedeniyle geçici koruma amacıyla Suriye Arap Cumhuriyetinden kitlesel veya bireysel olarak Türkiye sınırına gelen veya sınırları geçen Suriye vatandaşları ile vatansızlar ve mülteciler, uluslar arası koruma başvurusunda bulunmuş olsalar dahi geçici koruma altına alınacaklar.

Geçici korumanın uygulandığı süre içinde, bireysel uluslararası koruma başvuruları işleme konulmaz.” denilmektedir. Türkiye’deki Suriyelilerin biyometrik fotoğraf ve kayıtlama işlemlerine ancak 2013’te başlanabilmiş. UNHCR’ın kayıtlama için özel olarak düzenlediği tırlarla Suriyeli nüfusun yüzde 87’si kayıt altına alınabilmiş. Kampların dışında yaşayan ve çeşitli nedenlerle kayıt olmaktan kaçınan ya da konudan habersiz olanlar için devletin kullandığı en önemli enstrüman sağlık hizmetlerinden ücretsiz olarak yararlanma olanağı. Kamplarda ikamet zaten bir kayıt zorunluluğu gerektiriyor. Kaydı yapılan göçmenlere bir kart veriliyor. Bu kartla -tıbbi bakım hizmeti dahil- kamp içinde ve dışındaki hizmetlere de çoğunlukla ücretsiz olarak erişilebiliyor.

Kayıt işlemleri halihazırda İçişleri Bakanlığı Göç İdaresi Genel Müdürlüğünce yürütülüyor. Yabancıların fotoğrafları çekilip parmak izleri ve diğer bilgileri alınarak Emniyet Genel Müdürlüğünün veri tabanına işleniyor. Geçici Koruma Kimlik Belgesinde 9’la başlayan 11 haneli bir “yabancı kimlik numarası” yer alıyor. Geçici koruma statüsü için göçmenler yalnızca Türk makamları tarafından kayıt altına alınabiliyor, UNHCR Türkiye, Suriyelilerin kayıt ya da mülteci statüsü belirleme işlemlerini gerçekleştiremiyor. Bu şemsiyenin altına girildiği anda mülteciliğe bireysel olarak başvurma hakkı ortadan kalkıyor. Suriyelilerin kayıt altına alınma konusunda gösterdikleri direnç esasen üçüncü ülkelere gitmenin kayıt altına alınmayla birlikte yasal olarak da engellenmiş olmasından kaynaklanıyor.

Sığınmacıların Türkiye’de çalışabilmeleri 4817 Sayılı Yabancıların Çalışma İzinleri Hakkında Kanun hükümlerine bağlı. Çalışma Bakanlığı yetkilileri Türkiye’de bulunan 1.6 milyon Suriyelinin içinde 300 bin civarında çalışabilecek kişi bulunduğunu öngörmüş. TÜİK’in 2013’te açıkladığı verilere göre istihdam yaparak “iş piyasasını büyüten” üç il Suriyeli sığınmacıların en yüksek oranda bulunduğu Gaziantep, Adıyaman ve Kilis. Bölgede işsizliğin en düşük oranda saptandığı iller de bunlar.

Suriyeliler eğitim hizmetlerinden nasıl yararlanıyor?
Milli Eğitim Bakanı Nabi Avcı’nın 16 Ekim 2014’te yaptığı açıklamaya göre Türkiye’de 150 bin civarında Suriyeli öğrenci eğitim görüyor. Kampların dışında yaşayan ancak pasaportla giriş yapan ve bu çerçevede ikamet izinleri olan okul çağındaki Suriyeliler, eğer Türkçe biliyorlarsa devlet okullarına kayıt yaptırabiliyor. İkamet izni olmayanlara da Türkçe bilmeleri halinde resmi kayıtları olmadan okula misafir statüsünde devam edebilme imkanı tanınmış. Yerel makamlarca ya da STK’lar tarafından desteklenen gönüllü Suriyeli öğretmenlerin çalıştığı resmi olmayan okullar da açılmış. Türkiye’de 2014 yılına kadar Suriyeliler tarafından kurulan 60’dan fazla STK mevcut. Eğitimle ilgili olanların arasında en çok dikkat çeken “rejim muhalifi” bir STK; Suriye Eğitim Komisyonu. Suriye Eğitim Komisyonu Suriye müfredatından Suriye Arap Cumhuriyeti Devlet Başkanı Beşar Esad’ı öven ifadelerin ayıklanması ve bir nevi Suriye tarihinin yeniden yazımı işlevini üstlenmiş durumda.

Suriyeliler sağlık hizmetlerinden nasıl yararlanıyor?
Nisan 2011-Ocak 2013 tarihleri arasında sağlık hizmetlerine yalnızca kamplarda barınan Suriyeliler ücretsiz olarak erişebilmekteyken bu hak bugün kamp dışında kalan bölge illerindeki Suriyelilere de tanınmış durumda.
AFAD verilerine göre 17 Temmuz 2014 itibarıyla barınma merkezlerindeki sağlık merkezlerinde 62 bin 216 ameliyat gerçekleştirilmiş, 18 bin 764 doğum yaptırılmış, 3.7 milyon kez poliklinik hizmeti verilmiş. Türkiye’deki Suriyelilerin yalnızca yüzde 13’ünün yaşadığı kamplarda günde ortalama 16.6 bebeğin doğduğu anlaşılıyor. Kamp dışında kalanlar toplam nüfusa oranlandığında ise günde ortalama 80 bebeğin dünyaya geldiği anlaşılıyor. Bu hesaba göre altmış bini aşkın Suriyeli bebek Türkiye’de doğmuş.

AFAD’ın 18 Ocak 2013 tarihli genelgesiyle kampların dışında yaşayan Suriyelilerin sağlık merkezlerine gidebilmeleri sağlanmış ve önleyici ya da temel sağlık hizmetini kapsayan tedavi masraflarının AFAD tarafından karşılanması da esasa bağlanmış. İlaçların karşılanmasında ise genel tutum Suriyeli sığınmacıların ilaç masraflarının yüzde 20’sinin karşılanması doğrultusundadır.

Çocuklar ne durumda??
BM Çocuk Haklarına Dair Sözleşmenin ilk maddesinde “çocuğa uygulanabilecek olan kanuna göre daha erken yaşta reşit olma durumu hariç, 18 yaşına kadar her insan çocuk sayılır” deniyor. Çocukların yetişkinlerden farklı olarak hem Türkiye’nin taraf olduğu başta BM Çocuk Hakları Sözleşmesi olmak üzere uluslararası anlaşmalardan doğan ve hem de ulusal çocuk koruma mevzuatından gelen hakları var. Türkiye’ye sığınmacı olarak gelen Suriyeliler içinde BM sözleşmesine göre çocuk yaştakilerin oranı yüzde 53.3. UNİCEF ve UNHCR verilerine göre Suriye’de savaşın üçüncü yılında ülkeden kaçmak zorunda kalan çocuk sayısı ise 1 milyon.

Vatansızlık
BM Vatansız Kişilerin Statüsüne İlişkin Sözleşme (28 Eylül 1954) ve Vatansızlığın Azaltılması Konusunda Sözleşme (30 Ağustos 1961)’lerin her ikisi de TC devleti tarafından onaylanmamış. Ancak Türkiye’de tabiiyetine bakılmaksızın tüm çocuklara koruma sağlanması 5395 sayılı Çocuk Koruma Kanunuyla mümkün olabiliyor 16 Aralık 2013’te imzalanan Geri Kabul Anlaşmasına göre Türkiye, bir AB ülkesine legal koşullarda giren, ikamet eden ve çalışan ancak bu koşulları artık sağlamadığı fark edilen yurttaşlarını geri kabul etme yükümlülüğü altına girmek durumunda kalmıştı. Aynı durum, Türkiye’den transit geçerken uygun kabul koşullarını taşıyan ama AB ülkelerindeki legal konumlarını artık sağlayamayan üçüncü ülke yurttaşları veya vatansız kişiler için de geçerlilik taşıyor.

Ben Senin Tampon Olabilme İhtimalini Sevdim ya da Alman Emperyalizmi
Bizi Neden Öptü?

30 Kasım 2015’te imzalanan Brüksel Anlaşmasıyla birlikte bu içeriğin güncel karşılığı halihazırda kimisi yerli ve milli kimisi Suriyeli patronların emri altında kayıt ve insanlık dışı koşullarda güvencesiz çalışan binlerce göçmene binlerce yenisinin daha eklenmesi olacak.
Bu Anlaşmayla birlikte Türkiye’nin de taraf olduğu BM Temel İnsan Hakları Sözleşmeleri ve Mültecilerin Hukuki Statüsüne İlişkin Sözleşme bakımından ağır hak ihlallerinin yaşanacağı açık. AKP iktidarının attığı imza ile Türkiye AB ülkeleri üzerinden gelecek göç dalgalarını soğurmak durumunda kalacak. Doğu ve Güneydoğu Anadolu için öngörülen tampon bölge olma ihtimali artık ülkenin bütünü için kuvvetle olası. Avrupalı emperyalistlerin her zaman önemser göründüğü anti-demokratik uygulamalar göçmen sorununun 3 milyar Avro muhayyer bedelle Türkiye’ye transfer edilmesi karşılığında unutulmuş görünüyor. Bu yıl Avrupa ülkelerine varabilmiş olan 900 bin göçmen bir yıl içinde Geri Kabul Anlaşmasının tümüyle
uygulanması ile Türkiye’ye dönecek. Brüksel’deki anlaşmanın fiili sonucu Türkiye’nin dış sınırlarının Avrupa Birliği sınırları haline gelmiş olması. Vize serbestisi sayesinde Kavala’da frappe içmenin karşılığı 2 milyon yeni mültecinin işgücü piyasasına eklemlenmesi olacak. Prusya saraylarından boy vermiş Alman emperyalizmi seçimden hemen önce tahttan bozma o sakalette boşuna kırıtmamış.

Gerisini de yaşayıp göreceğiz.

===========================================

Dostlar,

Bizim de üyesi olduğumuz Ankara Tabip Odası’nın Genel Yazmanı değerli meslektaşımız
Dr. Ebru Basa‘nın nefis bir yazısını paylaşmak istiyoruz. Dr. Basa’nın bu yakıcı sorunu içselleştirdiği ve epey bilgi birikimi sağladığı rahatlıkla görülüyor.. Biraz uzunca ama yeterli ayrıntıya yer verince de böyle oluyor.. Sabırla okunmalı..

Biz uzatmayalım ama eklemek isteriz ki, “Güncel Hukuk” adlı aylık derginin Ekim 2015 sayısı büyük ölçüde mülteciler sorununa ayrılmış..

Bir önemli makale de RT Erdoğan’ın habire dava açtığı TCY’nın CB’na hakretle ilgili 299. maddesi işleniyor ki mutlaka okunmalı.. Gerçekte bu maddenin hukuksal olarak ilga edildiği, yürürlüğünün olmadığı 2 uzman hukuk akademisyenince çok doyurucu biçimde işleniyor..

Dr. Basa yazısını çok çarpıcı ve usta bir söylemle bağlıyor:

“Vize serbestisi sayesinde Kavala’da frappe içmenin karşılığı 2 milyon yeni mültecinin işgücü piyasasına eklemlenmesi olacak. Prusya saraylarından boy vermiş Alman emperyalizmi seçimden hemen önce tahttan bozma o sakalette boşuna kırıtmamış.
Gerisini de yaşayıp göreceğiz.”

Sevgi ve saygı ile.
14 Aralık 2015, Ankara

Prof. Dr. Ahmet SALTIK
Halk Sağlığı – Toplum Hekimliği Uzmanı
AÜTF Halk Sağlığı AbD
www.ahmetsaltik.net
profsaltik@gmail.com

Not : Bu yazının 5 sayfalık pdf biçimi için tıklayınız..
GOC_YOLLARI_Ebru_Basa

7 Nisan 2015 : DÜNYA SAĞLIK GÜNÜ

“7 Nisan Dünya SAĞLIK Günü”

Logo_WHO_DSO

 

 

 

 

Nedeniyle Dünya Sağlık Örgütü (WHO/DSÖ) Anayasası’nın yürürlüğe girdiği
7 Nisan (1947) günü tüm dünyada ‘Sağlık Günü’ olarak kutlanmaktadır.
2015 Yılıı Dünya Sağlık Günü’nün teması

‘Tarladan Tabağa Gıda Güvenliği’

olarak belirlenmiştir. Dünya genelinde “Gıda Güvenliği” konusunda farkındalık oluşturulması hedeflenmektedir.

Gıdalar ve beslenme, insanların en temel ve vazgeçilmez gereksinimlerinden biridir. Herkes güvenilir, nitelikli, uygun bedelle ve sağlıklı besinleri sürekli olarak
satın alabilme ve tüketme hakkına sahiptir.

Bu temel insanlık hakkı, İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi’nde de güvence altına alınmıştır (md. 259.

Gıda güvenliği; gıda ürünlerinin tarladan sofraya dek üretimin ve dağıtımın
her basamağında gerekli denetimlerin düzenli yapılmasıdır.
Kimyasal, Fiziksel, Biyolojik ve Nütrisyonel bakımlardan alınan önlemler bütünüdür.

Sağlıklı toplum için, toplumun en küçük birimi olan tüm insanların sağlıklı olması gerekir.

Her – kes, dünyanın neresinde olursa olsun, gereksindiği besinlere ulaşma
ve nitelikli bir yaşam sürdürme hakkına sahiptir.

7 Nisan 2015 – 7 Nisan 2016 arasında 1 yıl boyunca bu yakıcı konuyu / sorunu
öncelikle konuşacağız.
Dileriz, küresel ölçekte yaygın beslenme hatta AÇLIK sorununun çözümünde yol alırız..

  • DSÖ / FAO verileriyle Dünyada 805 milyon insan karnını doyuraMAmaktadır =  AÇTIR! Bu, her 9 kişiden birinin
    AÇ olduğu anlamına gelmektedir; insanlık için yüz karasıdır!

Hemen hemen 5-6 ölümden biri (yaklaşık 10 milyon / yıl) AÇLIK nedenlidir
ve bu verilerle AÇLIK Dünyada 1 numaralı “temel” ölüm nedenidir!

Dünya Sağlık Günü, bu önemli hatta utanç verici halk sağlığı sorununun çözümüne anlamlı katkı sağlasın dileriz. Bunun için küresel emperyalizmin geriletilmesi ve
odağına kârı – sermayeyi değil; insansı – toplumu koyan bir yeni Dünya Düzenine
gerek var. Daha adil, daha sosyal, daha paylaşımcı bir dünya düzeni ve bu olanaklı!

Güney Amerikalı yoldaşlarımızın her yıl Porto Allegre‘de, Davos kepazeliğine seçenek olarak meydan okudukları gibi haykıralım :

  • OTRO MUNDO ES POSSIBLE!… OTRO MUNDO ES POSSIBLE!
    Başka Bir Dünya Mümkündür.. Küresel emperyalizme mahkum değiliz!

3. Bin Yıl Kalkınma Hedefleri (3rd Miilenium Developmental Goals – 3rdMDG) arasında 2000’den  2015’e 15 yılda Dünya’da AÇ insanların sayısını 400 milyonlara indirerek yarılama da vardı.. Olmadı, başarılamadı..

Temel nedeni KüreselleşTİRme = Yeni emperyalizmden başka ne olabilir ki??

*****

Dünya Sağlık Örgütü / CENEVRE                :
– “Her yıl çoğu çocuk 2,2 milyon kişi gıda ve su kaynaklı hastalıklılar nedeniyle yaşamını yitiriyor”
– “Güvensiz gıdalar; böbrek ve karaciğer yetmezliği, beyin ve sinir hastalıkları,
uzun süreli engellilikler ve kanser de içinde 200’den çok hastalığın temel nedeni.

Dünya Sağlık Örgütü (DSÖ), Dünya Sağlık Günü’nde güvenilir gıda tüketilmesi önerisinde bulunarak, her yıl 2,2 milyon kişinin güvenilir olmayan gıda ve su kaynaklı hastalıklılar nedeniyle yaşamını yitirdiğini bildirdi.

DSÖ, bu yıl Dünya Sağlık Günü’nün temasını “Gıda Güvenliği” olarak belirledi.

DSÖ’nün Cenevre’deki merkezinde düzenlenen basın toplantısında konuşan DSÖ
Genel Müdür Yardımcısı Keiji Fukuda; bakteri, virüs, parazit ve kimyasal maddeler içeren güvensiz gıdaların 200’den çok hastalığa neden olduğunu söyledi.

7_Nisan_2015_DUNYA_SAGLIK_GUNU

Fukuda, “Her yıl çoğu çocuk 2,2 milyon kişi gıda ve su kaynaklı hastalıklılar nedeniyle yaşamını yitiriyor.” dedi.

Gıda kaynaklı hastalıklar arasında en yaygın sorunun ishal olduğunu belirten Fukuda, güvensiz gıdaların böbrek ve karaciğer yetmezliği, beyin ve sinir hastalıkları, uzun süreli engellilikler ve kansere neden olabildiğini ifade etti.

DSÖ’ye göre, güvensiz gıdalar arasında;

– Pişirilmemiş hayvansal ürünler,
– Dışkı ile kirlenmiş sebze ve meyveler ve
– Biyotoksin içeren kabuklu deniz ürünleri yer alıyor.

Güvensiz gıda kaynaklı bağırsak hastalıklarının en çok görüldüğü yerler arasında
Afrika bölgesi başı çekiyor. Afrika’yı Güneydoğu Asya ülkeleri izliyor.

DSÖ Genel Müdür Yardımcısı Fukuda, gıda güvenliliğinin önemine vurgu yaparken, güvensiz gıdanın doğurduğu ekonomik risklere de dikkat çekti. DSÖ verilerine göre,
2011’de Almanya’da ortaya çıkan ölümcül E. coli (EHEC) salgınında çiftçilerin yitiği
1,3 milyar $ olmuştu.

DSÖ Genel Müdürü Margaret Chan ise yaptığı yazılı açıklamada,

  • “Herhangi bir yerel gıda güvenliği sorunu, çok hızlı bir biçimde 
    uluslararası bir bunalıma dönüşebilir.” uyarısında bulundu.

Ankara Üniversitesi Tıp Fakültesi Halk Sağlığı Anabilim Dalı’nda
10 yılı aşkın bir zamandan beri verdiğimiz bir ders olan

GIDA GÜVENİĞİ ve SANİTASYONU 

başlıklı ders notlarımızı güncelleyerek paylaşmak istiyoruz..
Lütfen tıklar mısınız 148 yansıdan oluşan bu güncel ve varsıl dosya için?

Gida_Guvenligi_ve_Sanitasyonu

Sevgi ve saygı ile.
07 Nisan 2015, Ankara

Dr. Ahmet SALTIK
www.ahmetsaltik.net
profsaltik@gmail.com

Not   : Türkiye, DSÖ Anayasasını 5062 sayılı yasa ile 1947’de TBMM’de benimseyerek bu BM uzmanlık Örgütünee üye olmuştur..

==========================

 

DSÖ Açıklamasının
İngilizce tam metni aşağıdadır..

World Health Day 2015:
From farm to plate, make food safe

News release

New data on the harm caused by foodborne illnesses underscore the global threats posed by unsafe foods, and the need for coordinated, cross-border action across the entire food supply chain, according to WHO, which next week is dedicating its annual World Health Day to the issue of food safety.

World Health Day will be celebrated on 7 April, with WHO highlighting the challenges and opportunities associated with food safety under the slogan “From farm to plate, make food safe.”

“Food production has been industrialized and its trade and distribution have been globalized,” says WHO Director-General Dr Margaret Chan. “These changes introduce multiple new opportunities for food to become contaminated with harmful bacteria, viruses, parasites, or chemicals.”

Dr Chan adds: “A local food safety problem can rapidly become an international emergency. Investigation of an outbreak of foodborne disease is vastly more complicated when a single plate or package of food contains ingredients from multiple countries.”

Unsafe food can contain harmful bacteria, viruses, parasites or chemical substances, and cause more than 200 diseases – ranging from diarrhoea to cancers. Examples of unsafe food include undercooked foods of animal origin, fruits and vegetables contaminated with faeces, and shellfish containing marine biotoxins.

Today, WHO is issuing the first findings from what is a broader ongoing analysis of the global burden of foodborne diseases. The full results of this research, being undertaken by WHO’s Foodborne Disease Burden Epidemiology Reference Group (FERG), are expected to be released in October 2015.

Some important results are related to enteric infections caused by viruses, bacteria and protozoa that enter the body by ingestion of contaminated food. The initial FERG figures, from 2010, show that:

  • there were an estimated 582 million cases of 22 different foodborne enteric diseases and 351 000 associated deaths;
  • the enteric disease agents responsible for most deaths wereSalmonella Typhi (52 000 deaths), enteropathogenic E. coli (37 000) and norovirus (35 000);
  • the African region recorded the highest disease burden for enteric foodborne disease, followed by South-East Asia;
  • over 40% people suffering from enteric diseases caused by contaminated food were children aged under 5 years.

Unsafe food also poses major economic risks, especially in a globalized world. Germany’s 2011 E.coli outbreak reportedly caused US$ 1.3 billion in losses for farmers and industries and US$ 236 million in emergency aid payments to 22 European Union Member States.

Efforts to prevent such emergencies can be strengthened, however, through development of robust food safety systems that drive collective government and public action to safeguard against chemical or microbial contamination of food. Global and national level measures can be taken, including using international platforms, like the joint WHO-FAO International Food Safety Authorities Network (INFOSAN), to ensure effective and rapid communication during food safety emergencies.

At the consumer end of the food supply chain, the public plays important roles in promoting food safety, from practising safe food hygiene and learning how to take care when cooking specific foods that may be hazardous (like raw chicken), to reading the labels when buying and preparing food. The WHO Five Keys to Safer Food explain the basic principles that each individual should know all over the world to prevent foodborne diseases.

“It often takes a crisis for the collective consciousness on food safety to be stirred and any serious response to be taken,” says Dr Kazuaki Miyagishima, Director of WHO’s Department of Food Safety and Zoonoses. “The impacts on public health and economies can be great. A sustainable response, therefore, is needed that ensures standards, checks and networks are in place to protect against food safety risks.”

WHO is working to ensure access to adequate, safe, nutritious food for everyone. The Organization supports countries to prevent, detect and respond to foodborne disease outbreaks—in line with the Codex Alimentarius, a collection of international food standards, guidelines and codes of practice covering all the main foods.

Food safety is a cross-cutting issue and shared responsibility that requires participation of non-public health sectors (i.e. agriculture, trade and commerce, environment, tourism) and support of major international and regional agencies and organizations active in the fields of food, emergency aid, and education.

For more information, contact:

Paul Garwood, WHO
Telephone: +41-22-7911578
Mobile: +41-79 603 72 94
E-mail: garwoodp@who.int

Fadela Chaib, WHO
Telephone: +41-22-7913228
Mobile: +41-794755556
Email: chaibf@who.int

Olivia Lawe-Davies, WHO
Telephone: +41-22-7911209
Mobile: +41-794755545
Email: lawedavieso@who.int

Haluk Koç: Allah belanızı versin!


Haluk Koç: Allah belanızı versin!

Şubat 18, 2015, DHA

Haluk Koç: ‘Ananızın dizinin üstünün görülmesi dahi bir tahriktir’ diyor. Allah belanızı versin’

Cumhuriyet
Halk Partisi
Genel Başkan Yardımcısı ve
Parti Sözcüsü
Haluk Koç

CHP MYK toplantısı sürerken açıklama yaptı.

 

Meclis’te yaşanan kavgayı eleştiren Koç,

“Biz dindarız diye geçindiler. Kendilerine direnenlere karşı zalim oldular. Vurun öldürün
emri verdiler. Sonra da evlerine gidip gönül rahatlığı ile çocuklarını sevebildiler.” dedi.

“HAVUZ MEDYASI DÖRT KOLDAN TOPLUMU ZEHİRLEMEYE ÇALIŞIYORLAR”

Koç, “Haramdan beslenip haram ile yaşayanlar kendi düzenlerini sürdürmek için en alçak iftiralar dahil her yola başvuracaklarını örnekleri ile maalesef ortaya koyuyorlar. Avanta ve vurgun sermayesi ile kurulan havuz bataklığının yayın organları aldıkları talimatlar ile dört koldan saldırmaya başladı. Ne Özgecan onların gündeminde ne öbür sorunlar. Merkezden aldıkları talimatla toplumu zehirlemeye çalışıyorlar. Bundan utanmıyorlar.” diye konuştu.

“YENİ BİR GEMİ DAHA FİLOYA KATILDI”

Koç, “Günah, ayıp, hak gasp etmek, iftira, alçaklık bu kadronun elindeki son silahlar bunlar. Hırsızlıklar, yolsuzluklar ortaya döküldü mü döküldü. Kanıtlandı mı kanıtlandı.
Karun gibi zenginleştiler ama hesap veremiyorlar. En basiti yeni bir gemi daha filoya katıldı. Torpil, iltimas rutinleşti mi rutinleşti. Bunlar açıklandı bu kürsüden biri de çıkıp
açıklama yapamadı. Rütbe sırasına göre avantalarını aldılar. Çaldılar.” açıklamasında bulundu.

“BİZ DİNDARIZ DİYE GEÇİNDİLER”

Koç, “Biz dindarız diye geçindiler. Kendilerine direnenlere karşı zalim oldular. Vurun öldürün emri verdiler. Sonra da evlerine gidip gönül rahatlığı ile çocuklarını sevebildiler.” dedi.

“BUNLAR FİRAVUN OLDULAR, AH ALDILAR, BEDDUA ALDILAR”

Koç, “Bunlar firavun oldular, ah aldılar, beddua aldılar almaya da devam ediyorlar.
Bir gün hesap verecekler bunun farkına varamıyorlar. Türkiye’nin birliğine gasp ettiler. Emperyalist oyunların baş aktörü oldular. İşbirlikçi oldular yine de utanmadılar.” dedi.

“O SÖZLERİ SÖYLEYENLER ÖZGECAN CİNAYETİNİN AZMETTİRİCİLERİDİR”

Koç, “AKP’lilerin kadınlar hakkında yaptığı açıklamaları tek tek hatırlatacağım.
O sözleri söyleyenler Özgecan cinayetinin azmettiricileridir.
Özgecan cinayeti hepimizin canını yaktı.”
dedi.

“GEBEKADININ SOKAKTA DOLAŞMASI TERBİYESİZLİK DİYOR,
SANKİ KENDİSİ KULUÇKADA YUMURTADAN ÇIKTI”

Koç, “Bir densiz çıkmış diyor ki gebe kadının sokakta dolaşması terbiyesizlik diyor.
Sanki kendisi kuluçkada yumurtadan çıktı..” dedi.

“BATAKLIK MEDYASININ GÖREVİ CHP İLE PARALEL ARASINDA
İLİŞKİ KURMAK”

Koç, “Bataklık medyasının görevi CHP ile paralel arasında ilişki kurmak. Bu kadar mı talimatlandırıldınız. Bırakın o kartlarınızı, mühürleyin vicdanlarınızı. Biz gazetecilik yapamıyoruz deyin. Teslim olun gidin. Merak etmeyin aç kalmazsınız.” ifadelerini kullandı.

“SENDE NE ŞANZIMAN, ROT NE DE BALANS KALMIŞ”

Koç, “Bilmem kaçıncı muhtar toplantısını yapıyor. Amaç muhtar değil. Amaç günlük konuşmak ihtiyacını gidermek. O kişinin söylediği vakti zamanında “Makyaj yapan kadının kaportası bozuktur.” diyor. Sende ne şanzıman, rot ne de balans kalmış.” dedi.

ANANIZIN DİZİNİN ÜSTÜNÜN GÖRÜLMESİ DAHİ BİR TAHRİKTİR” DİYOR.
ALLAH BELANIZI VERSİN”

Koç, “En iğrenci en yaralayıcısı, utanç vericisi ise “Ananızın dizinin üstünün görülmesi dahi
bir tahriktir.”
diyor. Allah belanızı versin. Ben anamı hastayken yıkayan adamım. Nur içinde yatsın. Böyle bir zihniyet olabilir mi? Hedef evine hapis edilen kadın. Öldürülmeye ve tecavüze teşvik çıkartılan kadın. Bu sözü söyleyenler Özgecan ve benzeri cinayetlerinin azmettiricisisiniz. Yürekli bir savcı varsa gider üzerine.” dedi.

“CHP’YE KARŞI BAŞLATILAN BU KARALAMAYA KARŞI MÜCADELE DE BUGÜN İTİBARİYLE BAŞLATILMIŞTIR”

Koç, “Vekillerimizin konuyla ilgili açıklamalarını tekrar etmeyeceğim. Ahlak, vicdan diyeceğim, ama bu karanlık yapı bu kavramları unutalı çok oldu. Ama kimse merak etmesin bağımsızlaştırılacak Türk yargısı karşısında yargılanacaklar. CHP’ye karşı başlatılan
bu karalamaya karşı mücadele de bugün itibariyle başlatılmıştır.”
diye konuştu.

“SIR KÜPÜ İNDİ SARAYDAN AÇILIRSA NE OLACAK?”

Koç, “Kendi içinde sarayında siyasi karantinaya alınmaya devam edilecek.
Çünkü altta bu gidişattan rahatsız olan geniş bir kadro olduğuna da inanıyorum AKP içinde.
Sır küpü indi saraydan. Açılırsa ne olacak?” ifadelerini kullandı.

========================================

Dostlar,

Prof. Haluk Koç, politikaya girdiği 1999 öncesinde Ankara Üniversitesi Tıp Fakültesinde parlak bir hekimdi. Bizim de yakın dostumuzdu, halen de öyledir.. Politikaya geçmesi
Akademik camia adına bir yitiktir, politika alanı için ise ciddi bir kazanımdır. Galatasaray Lisesi mezunu, çok iyi Fransızca ve İngilizcesi olan, son derece zeki ve birikimli bir insandır.

Yukarıdaki isyanını paylaşmamak olanaksızdır..

* “Ananızın dizinin üstünün görülmesi dahi bir tahriktir..”

değerlendirmesi gerçekten mide bulandırıcısıdır. Anasının dizinin üstünü görerek tahrik olan “yaratık”, bırakın Müslüman ve insan olmayı, –lütfen bağışlayın bizi– hayvan bile olamaz…
Hayvanlar aleminde bile dişi isteksiz ise erkek onu zorlamaz..

Özgecan vahşetine ne demeli bu bağlamda??

Pek çok din ve ahlak öğretisinde “nefsinize egemen olun” buyruğu en temel olanlardandır.

Örn. Alevi – Bektaşilikte Hünkâr Hacı Bektaşı Veli’nin “Eline – Beline – Diline hakim ol!” buyruğu bu yolun omurgası – pusulası işlevindedir.

Kuran’da da birçok yerde “nefsinize tutsak olmayın,,”, “nefsinize hakim olun..”
içerikli buyruklar vardır (Bakara 54, Nisa 128, Maide 70 ve 80, Enam 98, Yusuf 18.. gibi).
Dolayısıyla bir Müslüman’ın önce nefsini terbiye etmesi ve cinsel dürtülerini denetlemesi gerekir. 

Günümüzde, tıbbi terimle bu “dürtü denetiminin” = nefis terbiyesinin yolu,
toplum içinde sosyalleşerek ahlaksal normları öğrenmek ve içselleştirmektir.

Bu bağlamda uygar insan, plajda, havuzda, saunada, spor karşılaşmalarında … cinsel dürtülerini denetlemede hiç zorluk çekmez.. Kadınlı – erkekli yaşam süreçleri bu yetileri kişilere doğal süreçte kazandırır.

Dolayısıyla kadını giysilerle kapatmak ve yalıtmak, haremlik – selamlık düzenleri
insanların bu bağlamda sosyalleşmelerini ve cinsel dürtülerini denetlemeyi = nefislerini
terbiye etmelerini engeller..

Dürtü denetim bozukluğu (impulse control disorder) psikiyatrik bir hastalıktır ve
sağaltımı gerekir.

Dahası, cinsler arası olağan – meşru cinsel yakınlaşmaları tabu sayarak katı biçimde sınırlayan – yasaklayan insanın doğasına aykırı kurallar, cinsel tercih sapmalarına hatta inseste yol verir!

Bu bakımdan, “pembe otobüs” vb. oyunlara gelmemek, toplumsal yaşamda kadın – erkek birlikteliğini asla bozmamak gerekir.

İlgililerinin deyimi ile söyleyelim; kadın – erkek birlikteliği, birlikte toplumsal yaşam
insanın fıtratı gereğidir. Hiç kıvırmayın kadını eve cariye = kadın köle olarak hapsetmek için..
Günümüz kadını eşit yurttaş kazanımlarından asla ödün vermeyecektir, vermemelidir.

Türkiye laik toplum düzeni ve seküler devlet yapısını korumalı;
kadın arkadalarımız hiçbir toplumsal cinsiyet (gender) ayrımına zorlanmadan
yaşamın her alanında erkeklerle birlikte eşit haklara sahip olarak var olmalıdırlar.
Bu amaçla gerekli tüm hukuksal düzenlemeler yapılmalı;
ailede, okulda, evde.. hiçbir ayrım yapılmadan kadın – erkek eşitliği vurgulanmalıdır..

İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi (10 Aralık 1948) daha ilk maddesinde
tüm insanların haklar ve özgürlükler bakımından EŞİT doğduklarını kural altına almaktadır.

Geri dönüş asla söz konusu değildir…

Sevgi ve saygı ile,
18.02.2015 

Dr. Ahmet Saltık
www.ahmetsaltik.net

10 Aralık 2014 İnsan Hakları Günü : 1937-38’de Tunceli-Dersim’de Neler Oldu?


10 Aralık 2014 İnsan Hakları Günü :

1937-38’de Tunceli – Dersim’de Neler Oldu ??

10_Aralık_Dunya_Insan_Haklari_Gunu

 

 

 

 

 

Dostlar,

Tunceli – Dersim olayları, tarihin çok acı olaylarından biridir.
Çok söylenmiş ve yazılmıştır.
Siyasiler de genellikle gerçeğin peşinde olmamış, siyasal sömürü konusu edinmişlerdir.

Nesnel ve birikimli, saygın yazar Prof. Dr. Emre Kongar, Kasım 2014 sonu ve
Aralık 2014 başlarında Cumhuriyet’teki köşesinde ardışık yazılarla bu yakıcı sorunu irdeledi. 9 makale ile..

1. Bir Dersimli Anlatıyor! Cumhuriyet, 28.11.2014
2. TUNCELİ NASIL BİR DERSİM’di?? Cumhuriyet, 29.11.2014
3. Şeyh Sait ve Dersim; Cumhuriyet, 30.11.2014
4Dersimliler ve Cumhuriyet; Cumhuriyet, 02.12.2014
5. Hacı Bektaş Çeşmesinden… Cumhuriyet
, 04.12.2014
6. Dersim Mektubu Üzerine… Cumhuriyet
, 05.12.2014
7. Sorun Tarihte Değil, Gelecekte! Cumhuriyet, 06.12.2014
8. Dersim / Tunceli: Ders Almak! Cumhuriyet, 07.12.2014
9. Aleviler Demokrasinin Güvencesidir.. Cumhuriyet, 09.12.2014

*****
Dersim'de_1937-38'de_ne_oldu

Bu 9 yazıyı tek bir dosyada pdf olarak paylaşmak istiyoruz.
Okumak için lütfen aşağıdaki erişkeyi (linki) tıklar mısınız??

Dersim_Tunceli_Yazilari

Emre hoca 8. yazısını şöyle bağlıyor :

  • “Bence Dersim / Tunceli olaylarından alınacak en büyük ders,
    Alevilere bugün de uygulanan
     ayrımcılığın ve zulmün sona erdirilmesi olmalıdır… Elbette farklılıklarımızla birlikte yaşayacağımız demokratik bir toplum inşa etmek istiyorsak! 

Emre hoca 9. yazısını ise aşağıdaki gibi bağlıyor :

  • Dersim/Tunceli için özür dilemeler, “Özür dile” demeler, CHP’yi, İnönü’yü, Atatürk’ü suçlamalar, zulmü sürekli anımsatıp yaraları kaşımalar ve kanatmalar, bu dışlayıcı politikayı örtbas edemez… 
  • Alevilere eşit vatandaşlık hakları, vicdan ve ibadet özgürlüğü tanınmalı, Cemevleri ibadethane statüsüne kavuşturulmalı, din dersleri zorunlu olmaktan çıkarılmalı, seçmeli din derslerinin müfredatında Alevi kültürü, tarihsel ve felsefi köklerine uygun olarak yer almalıdır.

Teşekkürler Sayın Kongar..
Artık bu iğrenç duygu – tarih sömürüsüne bir son vermeli..

O sıralarda ağır hasta olan Büyük ATATÜRK ve görevde olmayan önceki başbakan İsmet İNÖNÜ‘nün saygın anılarını kirletme amacıyla günlük siyasete alet edilmesi
son derece yersiz ve yanlıştır; tarihsel kanıtlardan tümüyle yoksundur.

Buna asla izin verilemez!

  • Şahinleşen Başbakan Celal Bayar ve Genelkurmay Başkanı Fevzi Çakmak başlıca 2 sorumludur.
  • Tarihsel fatura bu ikiliye kesilmeli ve Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin
    tüzel kişiliğinin de haksız ve yersiz – kasıtlı yıpratılmasına izin verilmemelidir.

Günümüz Türkiye Cumhuriyeti Devleti, acı olaylardan 75-80 yıl sonra sürecin
masum mağdurlarına sevecenlikle yaklaşmalı, insancıl ölçülerle yitiklerini gidermeye çaba göstermelidir. Ülkemizde tüm ayrıcalıklar yok edilerek “eşit yurttaşlık”
ortak paydasında demokrasimizi (siyasal ve ekonomik) kulvarlarda geliştirmeye çabalamalıyız..

Toplumsal bellekte travma sonrası stres bozukluğunun kuşaklar boyunca
sürgit süregenleşmesi (örneğin Kerbela vahşeti!) ülkemizin ve halkımızın
yararına asla değildir.

Konuya ilişkin bizim de 5 sayfa dolayında bir makalemiz bu sitede yayımlanmıştı.
Ona da şu erişkeden (linkten) ulaşılabilir :

http://ahmetsaltik.net/2014/11/25/dersim-tartismalari-tunceli-dersim-debates/

*****

Ayrıca Soner Yalçın, Hüsnü Merdanoğlu, Naci Beştepe.. gibi yazarların konuya ilişkin makalelerine de sitemizden erişilerek okunabilir..

*****

10 Aralık 1948‘den bu yana 66 yıl geçti..

Artık, İNSAN HAKLARI EVRENSEL BİLDİRGESİ‘nin (İHEB) tam anlamıyla
yaşama geçirilmesini ve uygulanmasını diliyoruz..

Hatta daha da geliştirilerek “İHEB’in 3. Bin Yıl Türevi” nin yazılmasını..

Türkiye’de de elbette.. Türkiye, BM’nin kurucu üyelerinden biri olarak
bu Evrensel Bildirge’ye hukuksal olarak taraftır ve Anayasa md. 90 / son fıkra uyarınca
bu Bildirge, iç yasalarımızla denk hukuksal güçtedir. Yine aynı madde uyarınca
İHEB metninin Anayasa’ya aykırılığının ileri sürülmesi olanak dışıdır. Bunlara ek,
temel insan hak ve özgürlüklerine ilişkin uluslararası antlaşma ve sözleşmelerin
iç yasalarla çelişmesi durumunda ilki üstün sayılarak uygulanacaktır. (AY md. 90 / son)

Türkiye’nin ve insanlığın bu bağlamda katedeceği daha çooook yol var..
Küreselleşen emperyalizm İNSAN HAKLARININ en büyük engeli, düşmanı!
Öncelikle bu hakları bölücü – ayrıştırıcı olarak ikiyüzlü biçimde kullanıyor.
İkinci olarak da vahşi kapitalizmi sürdürerek milyarlarca insanı yoksullaştırıyor.

Tunceli – Dersim olaylarında da İngilizler ve Fransızlar kışkırtıcı rol üstlenmeseler, kendilerine ulaşan kimi istemlere, “Biz bağımsız – egemen bir Devletin (Türkiye’nin!)
içişlerine karış(a)mayız..” diye geri çevirseler, sorun bu denli yakıcı boyutlara tırmanmayabilirdi. Yardım istemlerini gerekiyorsa Milletler Cemiyeti‘ne taşıyabilir
ve dostane-barışçı çözümlere destek verebilirlerdi.. Bunu yapmamışlar, tersine,
Türkiye’de kanlı gelişmelere çanak tutmuşlardır; bu bir Emperyalizm klasiğidir..

Elbette bu saptamalar Bayar – Çakmak ikilisinin temel tarihsel – politik sorumluluğunu ortadan kaldırmaz, hatta hafifletmez de..

10 Aralık Dünya İnsan Hakları Günü‘nün
tüm insanlığa kutlu ve mutlu olmasını diliyoruz.

insan_haklari_ozgur_esit_yasamaktir

 

 

 

 

 

 

 

Sevgi ve saygıyla.
10.12.2014, Ankara

Dr. Ahmet SALTIK
www.ahmetsaltik.net

İlkokula Türban Yönetmeliği Yürürlüğe girdi : Bravo AKP!


İlkokula Türban Yönetmeliği  Yürürlüğe girdi : Bravo AKP!


Dostlar
,

Bu konuyu geçtiğimiz günlerde sitemizde işledik :

Türban İlkokul 5. Sınıfta Başlayabilecek; YAŞASIN AKP!
(http://ahmetsaltik.net/2014/09/24/27491/)

Turban_bebeklere_de


AKP iktidarı
söz konusu Yönetmelik değişikliğini de yaptı ve dün, 27.9.14 günü RG’de yayımlanarak aynı gün yürürlüğe girdi. Üstelik Bakanlar Kurulu kararı ile, Bakanlar Kurulu Yönetmeliği ile.. Yalnızca Milli Eğitim Bakanlığı’nın düzenlemesi ile olanaklı iken, (Anayasa md.124) tüm Hükümet bu kritik manevranın arkasına tam kadro yığınak yaptı..

*****

MİLLÎ EĞİTİM BAKANLIĞINA BAĞLI OKUL ÖĞRENCİLERİNİN KILIK VE KIYAFETLERİNE DAİR YÖNETMELİKTE DEĞİŞİKLİK YAPILMASI HAKKINDA YÖNETMELİK (RG 29132, 27.9.14)

MADDE 1 – 26/11/2012 tarihli ve 2012/3959 sayılı Bakanlar Kurulu Kararı ile yürürlüğe konulan Millî Eğitim Bakanlığına Bağlı Okul Öğrencilerinin Kılık ve Kıyafetlerine Dair Yönetmeliğin 3 üncü maddesinin altıncı fıkrası yürürlükten kaldırılmış ve 4 üncü maddesinin birinci fıkrasının (d) ve (e) bentleri aşağıdaki şekilde değiştirilmiştir.

“d) Okullarda yüzü açık bulunur; siyasî sembol içeren simge, şekil ve yazıların yer aldığı fular, bere, şapka, çanta ve benzeri materyalleri kullanamaz; saç boyama, vücuda dövme ve makyaj yapamaz, pirsing takamaz, bıyık ve sakal bırakamaz,

e) Okul öncesi eğitim kurumlarında ve ilkokullarda okul içinde baş açık bulunur.”

************

Eski biçimi (RG 28480, 26.11.2012)

d) Siyasî sembol içeren simge, şekil ve yazıların yer aldığı fular, bere, şapka,
çanta ve benzeri materyalleri kullanamaz ve giysileri giyemez,

e) Okul içinde baş açık, saçlar temiz ve boyasız olarak bulunur, makyaj yapamaz,
bıyık ve sakal bırakamaz. 3 üncü maddenin altıncı fıkrası hükümleri saklıdır.

*****************

Bir yandan AİHM’nin zorunlu din derslerini artık kaldırması gerektiğine ilişkin yorumlu kararı geçtiğimiz hafta verilmiş iken ve kararın nasıl uygulanması gerektiğinin de kararda yer almasına karşın (yukarıda erişkesini – linkini verdiğimiz yazımıza bakılması lütfen..), AKP hükümeti adeta meydan okurcasına bir salvo ile
Türbanı ilkokul 5. sınıfa dek indirmiş bulunuyor..

Bir yandan gündem değiştirme.. IŞİD fiyaskosu, BM’de yaşanan sıkıntı, RTE’ye
180 derece çark ettirilmesi, ekonomide bunalım ve dövizin alıp başını gitmesi… AÇILIM krizi, HSYK seçimlerine abanma vd.

Bir yandan iyice sıkıştıran AİHM’nin bağlayıcı kararı..

Ve meydan okuyan bir AKP..

Apaçık ülkeye İSLAMİ FAŞİZMİ DAYATAN ve giderek
YEŞİL KUŞATMAYI DARALTAN bir AKP baskısı…

Bunlar, AKP hükümetini bilmem kaçıncı kez meşruluk sınırları dışına savurur..

Bu durum son derece sakıncalı, tehlikelidir. Bir iktidar meşruluk (meşruiyet) sınırı dışına çıkarsa, tarihten örnekleri bilindiğine göre (bkz. 1961 Anayasası’nın gerekçesi!)
halkın da meşru direnme hakkı doğacaktır. Hiçbir hukuk dinlemeden insanlara – çocuklara zorla bir dinin bir mezhebinin kuramı – pratiği – Arapça sureleri..
ezberletilebilir mi??

Başbakan Davutoğlu gözdağı vererek bu derslerin bir de camide uygulamasından
söz edebilir mi? Ortadoğu’da İslami terörü reddedip insan haklarına aykırı,
çocuklara Sünni öğreti – şeriatı eğitimini bu lanet olası kanlı teröre reçete olarak gösterebilir mi??

Hangi çağda yaşıyoruz?

AKP siyasal intiharını sürdürüyor..

İktidarda 12. yılın sonuna doğru yanlışlar iyice artmış ve ağırlaşmıştır.
Parti kadroları çok yorulmuştur ve agressiftir, iç çelişkiler derinleşmiştir.

AKP kadrolarını bir “mola” almaya ve sonu yıkım olacak bu siyasal kumarı
durdurmaya çağırıyoruz..

Bu dayatmalar apaçık iç hukuka (Anayasaya, Anayasa Mahkemesi ve yüksek yargının kesinleşmiş kararlarına) – uluslararası hukuka (İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi, AİHS ve BM Çocuk Hakları Sözleşmesi başta olmak üzere…) kesin olarak aykırıdır.

İktidar bilerek ve isteyerek hukuku ayaklar altına almakta ve
ağır anayasal suç işlemektedir.

Bu tehlikeli durum sürdürülemez – sürdürülMEmelidir.

“HEDEF 2023” ün kodları çözülmüştür..

Türkiye buna izin veremez!
Türkiye bir din – şeriat devleti yapılamaz!
Laik – seküler yapısını sürdürmek zorundadır!

Bu tehlikeli serüvenden AKP iktidarı derhal vazgeçmeli, rejimle kavgalarını bitirmelidir.

En büyük sorumluluk AKP’ye iyi niyetle oy veren yurttaşlarındır.
2. olarak da her düzeyden AKP yöneticileri, özellikle milletvekilleridir.

Köşk’te yalıtılan ve politik sönümlenmeye terkedilen RTE’nin
agresyonuna ve ölçüsüz ihtiraslarına koskoca bir ülke feda edilemez.

Ey AKP’liler duyuyor musunuz?

Duymalı ve artık gereğini yapmalısınız… Bu vatan hepimizin..

***********

Dileriz Danıştay, bu açıkça hukuka ve insan haklarına kökten aykırı Yönetmeliğin yürütülmesini kendisine yapılacak başvuru üzerine durdurur ve sonra da iptal eder ve ülkemiz çok ciddi bir karmaşadan (kaostan) kurtulur..

Türban’ın Kuran’da yeri yoktur !
https://www.facebook.com/video/video.php?v=124977754198460

Acımasız bir dinci sömürü siyaseti ülkemizin geleceğini karartmasın!

Bu konuda sayısız kanıt var..
Ayrıca da AİHM, AYM, Danıştay ve Yargıtay kararları..
AKP, ülke gündemini bir kez daha Türbana çekerek utanmazca bir dinci istismar ile 2015 seçimlerine yatırım yapmaya epey erken başladı..

Türkiye bu lanetli kuşatmayı da yaracak..
Büyük ATATÜRK‘ün aydınlık yoluna devam edecek;
yarasalar bir kez daha karanlık inlerine çekilecekler..

Başka yolu yok!

Sevgi ve saygı ile.
28.9.2014, Ankara

Dr. Ahmet Saltık
www.ahmetsaltik.net

Not : Metni pdf olarak indirmek için lütfen tıklayınız..

Ilkokulda_Turban_Yonetmeliği_Yururluge_girdi

Türkiye’de Erken Cumhuriyet Dönemi Sağlık Hizmetleri


Türkiye’de Erken Cumhuriyet Dönemi Sağlık Hizmetleri

Dostlar,

Ülkemizin “Altın yılları” olarak bilinen “Erken Cumhuriyet Dönemi”
pek çok bakımdan insanlık tarihine mal olmuştur..

Yeryüzünün en köklü KÜLTÜR DEVRİMLERİNDEN biri TÜRK DEVRİMİdir.

Fransız Devrimi (Öncü Aydınlar ve köylüler, Temmuz 1789)
Rus Devrimi (Vİ Lenin, Bolşevikler, Ekim 1917)
Çin Devrimi (Mao Zedung, köylüler, Ekim 1949)
Veee..
Türk Devrimi.. (Mustafa Kemal ATATÜRK).. 29 Ekim 1923…………

Dünyanın 4 büyük devrimi arasında kabul görmektedir ve yerleşik tarih yazımı / yazını
bu yöndedir. (Amerikan Devrimi ve böyle adlandırılması bile tartışmalıdır..)

  • Bu 4 devrimden en az kanlı hatta kansız olanı TÜRK DEVRİMİdir.

Fransız Devrimi çok kanlı olmuş ve Kral 16. Louis Antoinetté ve eşi Marie Antoinetté başta olmak üzere, hanedan ve yandaşları giyotinle başları kesilerek
vahşetle idam edilmişlerdir!

Rus Devriminde Çarlık rejimi yıkılırken
Bolşevikler Menşevikleri neredeyse yok etmiştir.

Çin Devrimi de ülke içinde karşıtlarıyla ve Japon savaşıyla korkunç yitiklere malolmuştur. Mao’nun Büyük Yürüyüşünde 300 bin kişi 30 binlere inmiştir..

Türkiye’de ise Osmanlı hanedanının kılına dokunmadan – kan dökmeden yurt dışına sürgün edilmişlerdir. Dahası, son padişah hain 6. Mehmet Vahidettin,
kendisi İngilizlere sefilce sığınarak Malaya zırhlısı ile kaçmıştır. (17 Kasım 1923)

*****

Devrimin yaratıcısı ve yürütücüsü Büyük ATATÜRK,

  • “Türkiye Cumhuriyet’nin temeli KÜLTÜRDÜR..” 

sözünü boşuna söylememiştir.

İnsanlık kültürüne katkıda bulunacak, özgün kültür ürünleri ile onu varsıllaştıracak
bir toplumun, öncelikle her bakımdan “sağlıklı” olması gereklidir..

Her şeyin başı sağlıktır gerçekten de..

Bu yüzden de Mustafa Kemal Paşa 1. önceliği sağlık hizmetlerine vermiş ve

  • “Devlet olma iddiasındaki siyasi teşekküllerin EN BİRİNCİ VAZİFESİ
    SAĞLIK HİZMETLERİDİR..” buyurmuştur..

Bu bağlamda, 1923-38 arası 15 yılda Sağlık alanında gerçekleştirilen ve tüm dünyanın hayranlığını – takdirini kazanan erken Cumhuriyet dönemi sağlık hizmetlerinin
ayrı bir tarihsel – stratejik önemi vardır. Bu görkemli sağlık atılımlarıdır ki,
somut başarılara erişmiş ve Anadolu halkını, yeni Türk Devletini tam anlamıyla
YOK OLMAKTAN KURTARMIŞTIR!

Yoksa “Kurtuluş ” sonrası “Kuruluş” yıllarında başta SITMA,
bulaşıcı hastalıklar Anadolu halkının kökünü kazıyabilirdi..

Sıtma, böylesi bir “hüneri” (!) geçmişte de sergilemiş ve uygarlıklar yıkmış bir hastalıktı..

*****

Şöyle giriyoruz dosyamıza…

Giriş

Erken Cumhuriyet dönemi sağlık hizmetlerine girmeden, öncesine kısa bir bakışta yarar vardır. Ülkemizde, sağlık hizmetlerinin kırsal kesimde sunulmaya başlanmasının yaklaşık 145 yıllık bir geçmişi vardır. İzlenen süreç, devletin
kırsal kesimde koruyucu ve sağaltıcı (tedavi edici) hizmetleri birarada sunma çabasıdır. Osmanlı yönetimi, sağlık hizmetlerini ülkeye yaymak için ilk girişimi 1861’de belediyeler aracılığıyla yapmıştır ve illere, belediyelere hekim atanması koşulu konmuştur. Sonra kent ve kasabalarda görevlendirilmek üzere hekim yetiştirecek bir Sivil Tıp Okulu açılmıştır (2. Mahmut, 1827). Ardından 1870’te Sivil Tıp İşleri Bakanlığı kurulmuş ve bir kurul aracılığıyla sağlık ve özlük işleri yönetilmiştir. “Memleket Tabibi” adı altında ülke çapında hekim atanması kararı 1871’e rastlar. Memleket Tabipleri, Belediyece belirlenecek yerde, haftanın
2 günü varsıl-yoksul ayrımı yapmadan parasız hasta muayenesi ve isteyenlere aşı yapmakla görevlendirilmişlerdir. 1913’ten başlayarak il merkezlerinde
Sağlık Müdürlükleri (Sıhhat Müdüriyeti) kurulmuştur.

Sağlık Müdürlükleri ilin tüm sağlık işlerinden sorumlu kılınmıştır. Bu dönemde artık il ve ilçelerde görevlen-dirilen hekimler için “Hükümet Tabibi” görev sanı (unvanı) kullanılmaktadır. Sağlık Hizmetleri 1914’ten başlayarak, İçişleri Bakanlığı’na bağlı bir Sağlık İşleri Genel Müdürlüğü’nce yürütülmeye başlanır.
O dönemde yeni bir kurumlaşma, “Sıhhiye Meclisleri” olmuştur. Sağlık Meclisleri Cumhuriyet Döneminde, önce “Umumi Hıfzıssıhha Meclisi”, 1961 sonrasında Sosyalleştirme Yasası ile “Sağlık Kurulları” olarak yer almıştır.
Osmanlı döneminde taşra sağlık hizmetlerinin örgütlenmesinde atılan adım,
hekim atayarak sağlık çalışanı altyapısını sağlama ile sınırlıdır. 

**********************

Ve… dolu dolu 20 sayfanın (calibri 11 punto ve tek dize aralıklı, görsellerle..) sonunda şöyle bağlıyoruz

Üzgünüz, fakat Büyük Önder’in buyurduğu gibi Egemenlik bağsız koşulsuz ulusundur ilkesi, Atatürk Türkiye’sinde, Cumhuriyet’in 91. yılında artık epeydir geçerli değil! Egemen olan para oligarşisi, Atatürk’ün baştacı ettiği cefalı halkının hemen hiçbir değeri yok! Büyük önder Gazi M. Kemal ATATÜRK’ün buyurduğu gibi çıkış; “Ayrıcalıksız, sınıfsız, kaynaşmış bir kitle olacağız..” dadır. Veya
yine Gazi’nin; “Devlet olma savındaki siyasal kuruluşların en 1. ödevi,
halkın sağlığı ve sağlamlığıdır
.”
inanç ve ülküsündedir. Günümüz kuşaklarının, yöneticilerin ve politikacılarının, Atatürk’ün uygulanmış ve çok başarılı olmuş insancıl ve akılcı sağlık politikasından öğrenecekleri o denli çok şey var ki.. Halen tam tersini, çekinmesiz (pervasız) gelişmekte olan ülkelere dayatan
sözde
Yeni Dünya Düzeni kurucuları, gerçek nitemiyle
Yeni Emperyalistler = KüreselleşTİRmecilerin bile!


“Irk, din, dil, politik inanç, ekonomik ve sosyal durum ayrımı gözetmeden
HER – KES, erişilebilecek en yüksek düzeyde sağlıklı olma TEMEL hakkına sahiptir.” (İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi, md. 25, 10.12.1948)
Türk insanının önce sağlıklı sonra eğitimli olması, salt makro-ekonomik bir
teknik girdi değildir! 
Aynı zamanda, Devrimci anti-emperyalist Cumhuriyetin
tam bağımsızlık ekseninde çağdaş uygarlık düzeyinin de üstüne çıkacak
sürekli gelişme sağlayabilmesi için;
aydınlatılmış koruyuculara gereksinimi vardır. Bu bakımdan, sağlıklı bir Türk toplumu, Türkiye Cumhuriyeti’nin sonsuza dek yaşaması için stratejik bir gerekliliktir.

Türkiye, KüreselleşTİRmeci = piyasacı sağlık hizmetlerini hemen terk etmeli; sağlıklı toplum odaklı, kamu öncülüğünde, koruyucu sağlık hizmeti ağırlıklı
ulusal politikalar izlemelidir.

******

Okunması, okutulması, paylaşılması içten dileğimizdir..
Epey emek ürünüdür..

Lütfen okumak – indirmek için aşağıdaki erişkeyi (linki) tıklar mısınız??

Erken_Cumhuriyet_Donemi_Saglik_Hizmetleri

Sevgi ve saygı ile.
10 Haziran 2014, Ankara

Dr. Ahmet SALTIK
www.ahmetsaltik.net

 

 

 

 

 

 

 

CHP İstanbul Milletvekili Umut Oran’dan Haşim Kılıç’a “Adalet Nöbeti” mektubu


Dostlar,

CHP’nin çalışkan ve üretken İstanbul Milletvekili Sayın Umut Oran,
Anayasa Mahkemesi Başkanı Sn. Haşim Kılıç’a aşağıdaki gibi etkili bir mektup yazdı.
(Bu arada geçen hafta CHP’nin MYK’ndan neden alındığını anlayamadık?!..)

Kimse bu mektubu Yüksek Mahkemeye telkin – tavsiye vb. olarak yorumlamaya kalkışmasın. Bize göre bu mektup adeta, “bir an önce adalet” için haykıran bir dilekçedir ve Anayasa’nın 74. maddesinde güvenceye alınan bir haktır.

Son derece dengeli ve haklı, somut kanıtlara – hukuksal gerekçelere dayanmaktadır.

Bu tertip davalarla yaratılan istendik adaletsizlik ortamında,
zaten ülkemizde yıllarca, yeterinden çok fazla gecikmiştir.
Karanlık bir Balyoz – Ergenekon 10 Yılı‘ndan söz edebiliriz.

7+ yıldır sürdürülen kökü dışarıda bu kurgulu zulmün neden olduğu acı ve
geri döndürülemez ardışık (seri) ölümler – katiller bir yana, son derece olağan olan
rutin ADALET REJİMİNE geri dönüş bir türlü olanaklı olamamaktadır.

Bu tablonun sürdürülebilirliği artık kalmamıştır.
Süreç, seri katillik suçu üretmiştir!

  • Türkiye’de “birileri” artık bu tertip davalar nedeniyle seri katildir!

Oysa ADALET ÜLKENİN TEMELİDİR.

Adalet yoksa, ülkede barış da olamaz ve kaçınılmaz olarak doğacak karmaşa (kaos) ortamı herkesi boğar.

Sorun AİHS bağlamında AİHM’ne taşınmadan ve yıllarca daha uzatılmadan ülke içinde ADALETLE ve hızla çözülmelidir. Gecikme yeni can yitikleri, hastalıklar, özekıyımlar ve kanayan toplumsal vicdandır.. Toplumsal gerilim ve ayrışmadır ki; ülkeye ve ulusa zararları kestirilemeyecek ölçüde derindir.

Anayasa Mahkemesi tarihsel bir dava, sorumluluk ve sınavla yüz yüzedir.

BALYOZ, artık adaletsizliğe inmeli, indirilmelidir..

Sevgi ve saygı ile.
12 Mayıs 2014, Ankara

Dr. Ahmet Saltık
www.ahmetsaltik.net

=============================================

CHP İstanbul Milletvekili Umut Oran’dan Haşim Kılıç’a
“Adalet Nöbeti” mektubu

portresi

 

CHP İstanbul Milletvekili Umut Oran, Anayasa Mahkemesi Başkanı Haşim Kılıç’a mektup yazarak, mahkeme önünde başlayan Adalet Nöbeti’ne karşı duyarsız kalınmamasını istedi. Oran mektubunda Kılıç’ın 27 Nisan (AS: 2014) konuşmasına gönderme yaparak

– “Kaleyi işgal edenler” ve
– “rakiplerinden intikam alma aracı” şeklindeki sözlerini anımsattı.

– “Geçen süre Albay Özenalp gibi geri dönülemez acılara yol açmakta.
ÖYM’lerde insanların itibarları toplum önünde linçe uğratılmıştır.
” diyen Umut Oran,
AYM’ye bu davalar nedeniyle yapılan bireysel başvuruların sonuçlanmadığına işaret etti.
Oran, mektubunda “Mahkemeniz bu sorumluluğu yerine getirmemiş, bu davaların mağdurlarının başvuruları gündeme alınmamış, hak ihlallerinin devam etmesine
göz yumulmuştur… Hapishanelerde bugün yargıyı bir bıçak gibi intikam almak için kullananların mağdurları hala adalet beklemektedir. Bu çağrı cevapsız bırakılamaz, bu talepler yok sayılamaz… Bu nedenlerle, bu davaların biran önce ele alınarak görüşülmesi için gereğini sunar, Türkiye’de milyonlarca insanın vicdanını kanatan uygulamaların son bularak, adalet ve demokrasi yolunda gerekenin yapılmasını temenni ederim.
” dedi.

CHP Parti Meclisi Üyesi ve İstanbul Milletvekili Umut Oran, ÖYM ve TMK’nun
10. maddesiyle görevli (AS: özel yetkili) mahkemelerdeki davalarda duruşmalarını
en başından beri izlediği davalar kapsamında bu kez Anayasa Mahkemesine başvurarak yaşanan sıkıntılara dikkat çekti.

CHP’li Oran’ın, 7 Mayıs 2014’te doğrudan Haşim Kılıç’ın Özel Kalemine elden
teslim edilen (7 Mayıs 2014) mektubu şöyle:

**********

Sayın Haşim Kılıç,
Anayasa Mahkemesi Başkanı 

Hasim_Kilic
Tarafınızca da bilindiği üzere Terörle Mücadele Kanunu (TMK) 10. maddesiyle görevli mahkemelerce görülen davalarda büyük hak ihlalleri yaşanmış, hukuk devletinin ayrılmaz bir parçası olan adil yargılanma hakkı,
masumiyet karinesi ve savunma hakkının sistematik ihlalleri gözlenmiştir.

Bu davalar hemen hemen aynı usul ve yöntemlerle hayata geçirilmiş, isimsiz ihbar mektupları, internet üzerinden yapılan bildirimler veya aramalarla şahıslar zan altında bırakılmış, yapılan araştırmalarda bu ihbarlarda bulunanların kimliğini gösterebilecek hiçbir bilgiye ulaşılamamıştır.

Davalarda gizli tanıkların ifadelerine yer verilmiş, hakkında çok ağır suçlardan mahkumiyet kararı olan şahısların hiçbir delile dayanmayan ifadeleri suç isnatlarının (AS: atılmasının) temelini oluşturmuştur. Teğmen Mehmet Ali Çelebi’nin yaşadığı gibi “sehven yüklenen” delillerle de sanıklar aleyhine kanıt oluşturulduğu görülmüş,
bütün bunların tüm kanıtlarıyla ortaya çıkmasına karşın yargılanan kişilere yönelik uygulamalar sürmüş, hatta sehven yüklendiği kabul edilen deliller gerekçe gösterilerek hüküm oluşturulmuştur.

Yine bu davalarda soruşturma aşamasında elde edilen kimi bulgular çeşitli medya organlarına sızdırılmış, haklarında soruşturma yürüten kişiler kendileriyle ilgili dosyaları göremezken, bu kişiler hakkında birçok iddia kamuoyunu yönlendirmek için kullanılmış, bir hukuk devletinde mutlaka korunması gereken masumiyet karinesi ihlal edilerek,
insanların itibarları toplum önünde linçe uğratılmıştır.

Balyoz davasında ise tüm bunlara ek olarak, hiçbir imza veya geçerliliği olmayan dijital veriler delil kimliği kazanmış, bu dijital verilerin sahte olduğunu gösteren 30 kadar ulusal ve uluslararası rapora itibar edilmemiştir. Davanın temeli olan 5 numaralı hard diskin sahte olduğuna ilişkin TÜBİTAK tarafından hazırlanan 20 Ocak 2014 tarihli dijital adli analiz raporu da dikkate alınmamış, bu şekilde oluşturulan delillerle hüküm kurulmuştur.

Davada sanıkların lehine 1466 hata, çelişki gerçekliğe aykırılık saptanmıştır.
Örneğin Başsavcılığa 30 Ocak 2010’da bavulla verilen belgeler ve 19 CD ile dava açılmış, söz konusu CD’lerden 11 ve 17 No’lu olanlarla ilgili bilirkişi raporunda CD’lerin en erken 2006 ortasında oluşturulmuş olabileceği ifade edilmiş, bu CD’lerde yer alan toplam 66 dokümanın Calibri yazı fontu tipi ile yazıldığı Yıldız Teknik Üniversitesi bilirkişilerince tespit edilmiştir. Halbuki Calibri yazı tipi Microsoft tarafından 2007 yılı sonunda piyasaya sürülen Office programında kullanılmış olup, herhangi bir belgenin
bu yazı tipi ile 2006 yılında kullanılması olanaksızdır.

Özellikle Balyoz davasında uzun tutukluluk süresi de hak ihlallerine neden olmuş,
Birleşmiş Milletler Keyfi Tutuklamalar Grubu (UN-GWAD) vermiş olduğu
6/2013 No’lu 22 Temmuz 2013 tarihli kararında, Balyoz davası kapsamında özgürlüğünden alıkonulan 250 sanığın keyfi olarak tutuklandığına hükmetmiştir.
Yapılan bu uygulamanın Medeni ve Siyasal Haklara İlişkin Uluslararası Sözleşme’nin 9 ve 14. maddeleri ile İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi’nin 9, 10 ve 11. maddelerini
ihlal ettiği karara bağlanmıştır. Bu kararın gerekleri de hâlâ yerine getirilmemiş olup,
hak ihlali sürmektedir.

Dava kapsamında savunma hakkının da kısıtlandığı görülmüş, “silahların eşitliği ilkesi” çerçevesinde savunma hakkını kullanmak isteyen avukatların görevlerini yapması engellenmiş veya bu olanaktan yoksun bırakılmıştır. Bütün bu hak ihlallerinin yanı sıra, 12 Haziran 2011’de yapılan milletvekili genel seçimlerine katılarak, milli iradenin vermiş olduğu kararla milletvekili olarak seçilen Sn. Engin Alan’ın da hâlâ tutukluluğu sürmekte, kendisi yasama görevinden alıkonulmakta, milletin verdiği görevi yerine getirememektedir. Anayasamıza göre millet adına yasama yetkisini kullanan TBMM’nin bir üyesi bugün özgürlüğünden yoksundur.

Bu durum çeşitli araştırma önergeleri ile de gündeme getirilmiştir. Balyoz Davası’nda yaşanan hukuk dışı uygulamaların tespiti için 29 Kasım 2013’te TBMM’ye verdiğim araştırma önergesi TBMM’de halen görüşülmeyi beklemektedir. Geçen zaman içinde yürütme organının üyeleri bu davaların birer ‘katakulli’ ve ‘kumpas’ olduğunu ifade etmiş, yargı organı içinde yer alan kimi ögelerin Devletin organlarına karşı komplo kurduğunu da söylemiştir. Bu iddialar yanıtlanmayı bekleyen çok ciddi iddialardır.

TMK’nun 10. maddesiyle görevli (AS: özel yetkili) mahkemelerde görülen davalarda yaşananlar ve özellikle Balyoz Davası ile ilgili olarak Başkanlık görevini yürütmekte olduğunuz Anayasa Mahkemesi’ne bireysel başvuru hakkı kapsamında yapılan
birçok başvuru bulunmaktadır. Bu başvuruların önemli bir bölümü bugün hâlâ görüşülmemiş olup, burada yaşanan hak ihlalleri de sürmektedir. Albay Murat Özenalp’ın ölümünde gördüğümüz gibi geçen süre geri dönülemez zararlara da
neden olmakta, birçok insan kalıcı hastalıklarla uğraşmakta, ailelerinden ve özgürlüklerinden yoksun kalmaktadır.

Bu başvuruların ivedilikle ele alınarak karara bağlanması Anayasamıza ve hukuka karşı çok ciddi bir zorunluluktur. 27 Nisan 2014’te yapmış olduğunuz konuşmada belirttiğiniz gibi;

  • Evrensel değerlerin ağırlıklı olarak uygulandığı,
    (AS: İdarenin) tüm eylem ve işlemlerinin yargı denetimine tabi tutulduğu, hukukun üstünlüğünün egemen olduğu bir devlet,
    hukuk devleti olarak tanımlanmıştır.” ve
  • Kaleyi işgal edenler de yargıyı, siyasal düşüncelerine ve ideolojilerine
    lojistik destek sağlamak için ya da rakiplerinden intikam alma aracı olarak kullanmışlardır
    .”

Hukukun üstünlüğünü ve temel insan haklarını korumak, yargı organını rakiplerinden intikam alma aracı olarak kullananların yapmış olduğu uygulamaları da
boşa çıkarmak, bir hukuk devletinin tüm organlarının asli sorumluluğudur.

Yargı intikam almak için kullanılamaz. 

Politik, ideolojik veya kurumsal bağları nedeniyle kimse ayrımcılığa uğratılamaz.
Bir görüşün veya kimi kişilerin tasfiye edilmesi için yargının bir bıçak gibi kullanılması demokratik bir hukuk devletinde normal karşılanamaz.

Bu kapsamda, mahkemeniz önünde bekleyen bireysel başvuruların bir an önce görülerek, Anayasamızda yer bulan hakların korunması tarihsel bir sorumluluk olarak önünüzde durmaktadır.

Bu zamana dek mahkemeniz bu sorumluluğu yerine getirmemiş, bu davaların mağdurlarının başvuruları gündeme alınmamış, hak ihlallerinin sürmesine
göz yumulmuştur. Ne yazık ki Türkiye hapishanelerinde bugün yargıyı bir bıçak gibi
intikam almak için kullananların mağdurları hala adalet beklemektedir.

Bu çağrı yanıtsız bırakılamaz, bu istemler yok sayılamaz.

Bu nedenlerle, bu davaların biran önce ele alınarak görüşülmesi için gereğini sunar; Türkiye’de milyonlarca insanın vicdanını kanatan uygulamaların son bularak,
adalet ve demokrasi yolunda gerekenin yapılmasını temenni ederim.

Saygılarımla,
07 Mayıs 2014, Ankara

Umut Oran
CHP İstanbul Milletvekili

“İNSAN HAKLARI EVRENSEL BİLDİRGESİ“ nin 65. Yılında Görünüm..


Dostlar
,

Geçtiğimiz yıl, Dünya İnsan Hakları Günü‘nün ya da
İNSAN HAKLARI EVRENSEL BİLDİRGESİ‘nin 64. yılı nedeniyle kapsamlı bir yazı yazmıştık.. Bu yazıyı anımsayalım istiyoruz..

Gözden geçirerek yeniden paylaşmak istiyoruz..

Aşağıda..

Acıyla vurgulayalım ki, günümüzde kişi hak ve özgürlükleri İngiltere’de Krala karşı 1679’da yürürlüğe konan HABEAS CORPUS rejiminin bile gerisindedir!

Orada, “Habeas Corpus” ta, özce denilmektedir ki;

  •  Korkma, Kralın adamları seni haksız tutarsa, suçsuzsan bağımsız yargıçlar seni ilk fırsatta salıverecektir..

Oysa günümüzde Ergenekon – Balyoz – Casusuluk vb. düzmece davalarda,
sahte ve hatta düzmece oldukları kezlerce kanıtlanan sözde kanıtlarla (delilerle)
masum insanlar yıllardır zindanlarda tutsaktır ve birçoğu da yaşam boyu hapis cezasına çarptırılmıştır. Zindanlarda ölümler / öldürmeler başlamıştır!..

Ayrıca TSK; kurumsal olarak büyük ölçüde güç yitiğine uğratılmıştır!
Bu durum kabul edilemez, çünkü ulusal savunmayı zayıflatarak ülke – ulus çıkarlarına giderimi olanaksız zararlara yol verebilecektir.

Medya tutsak alınmıştır.. Halk gerçekleri öğrenememektedir.
4. güç devre dışıdır, ülkemizde apaçık AKP dinci faşizmi yürürlüktedir!
“Güçler ayrılığı” felç edilmiştir.. Her şey tek adamın 2 dudağı arasındadır.

Bu görünümüyle Türkiye’nin AKP rejimi Platon’on, Aristo’nun, Montesquieu’nun öngörülerinin bile gerisine savrulmuştur ancak 2 yüzlü Batı ve maşası
sözde insan hakları kuruluşları, yakıcı sorunun özünü görmezden gelerek,
insan haklarını “ayrılıkçı” biçimde kullanmayı utanmazca sürdürmektedirler.

Ülkemizde inanç ve etnisite temelli kışkırtıcı ayrımcılıkla kanlı bir iç savaşı ve bölünmeyi hedeflemektedirler.. Yabanıl (vahşi) kapitalist sözde serbest piyasa ile ekonomik Sevr’i uygulamak ve ülkeyi borçlandırarak yoksullaştırmak, özelleştirme ile talan etmek yetmemiştir. Siyasal – coğrafi bağlamda da Sevr; Lozan yırtılarak yürürlüğe konmalıdır; Başbakan RTE, bu süreçte, BOP eşbaşkanı olarak sonuçlarını
bilerek – bilmeyerek Batı’dan bir “görev” almıştır.

Bir ülke halkının kaynaşarak uluslaşması ve yurt tutup uğrunda ölerek vatanlaştırdığı topraklarında dünya uluslar ailesinin eşit haklara sahip onurlu bir üyesi olarak
yaşama hakkını görmezden gelerek o halkı türlü iğrenç oyunlarla iç savaşa sürüklemek insan haklarının neresinde yazılıdır?

İnsan hakları şampiyonu Batı emperyalizminin bu onmaz hastalığı nasıl ve ne zaman düzel(til)ecektir??

İçeriye dönersek; önleyici gözaltı diye hiçbir çağcıl hukuk düzeninde yeri olmayan bir biçimde, Başbakan R.T. Erdoğan’ın gittiği yerlerde TGB (Türkiye Gençlik Birliği) üyesi gençler peşin olarak, potansiyel suçlu ilan edilmekte ve gözaltına alınmaktadırlar..

Başbakan R.T. Erdoğan o kentten ayrılana dek, bu TGB’li gençler,
geceyi polis karakollarının nezarethanelerinde geçirmektedir.

Bu uygulama hangi pozitif hukuk normuna dayalıdır??

Cumhuriyet Savcıları kolluğun (kentlerde polisin / kırsalda jandarmanın) bu istemine hangi yasa maddesine dayanarak izin vermektedir?

Bu hususun Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığınca açıklığa kavuşturulmasını diliyoruz.
Ayrıca HSYK’yı da göreve çağırıyoruz..

  • Bu savcılar yasaları çiğneyerek suç işlemektedir.

Türk Hukuk Kurumu ve Türkiye Barolar Birliği sorunu üzerine gitmelidir.

Türkiye, yüz kızartıcı bu hukuk dışı uygulamadan kurtarılmalıdır.
İnsan haklarının en başında “kişi dokunulmazlığı” gelmektedir.
Hiç kimse keyfi biçimde özgürlüğünden alıkonulamaz.

Anayasa madde 19 : Herkes, kişi hürriyeti ve güvenliğine sahiptir.

Fakat 19882 Anayasası’nın kişi hak ve özgürlüklerini oldukça sınırlayıcı dokusu kapsamında temel hak ve özgürlükler ülkemizde pervasızca çiğnenmektedir.
Bu hukuk tanımaz ürkünç durum, AKP iktidarında katlanılmaz düzeye tırmandırılmıştır.

Habeas Corpus’tan bu yana aradan 344 yıl geçmiştir ve ülkemizde
AKP, hukuku bir toplumsal terör aracı olarak kullanmaktadır.

Geçtiğimiz hafta emekli olan bir Yargıtay Daire Başkanı yüksek yargıcın bu yöndeki sözleri kulaklarda yer etmiştir.. Bu sayın yargıca göre hukuk Türkiye’de adaletin aracı değil, terörün silahına dönüştürülmüştür.

65 yıl sonra Dünya İnsan Hakları Günü‘nde Türkiye’nin dökülen görünümü
(hal-i pür melali) özetle böyledir..

Sevgi ve saygı ile.
10.12.13, Ankara

Dr. Ahmet SALTIK
www.ahmetsaltik.net

=====================================

“İNSAN HAKLARI EVRENSEL BİLDİRGESİ“ nin 64. Yılında Görünüm..

Prof. Dr. Ahmet SALTIK
Ankara Üniversitesi Tıp Fakültesi, ADD Bilim-Danışma Kurulu Yazmanı
profsaltik@gmail.com,   www.facebook.com/profsaltik,  www.ahmetsaltik.net  

     2. Büyük Paylaşım Savaşı’nın ardından ciddi yıkım yaşayan insanlık, bir daha bu çapta savaş olmasın özlemiyle Birleşmiş Milletler (BM) örgütünü kurar (1945) ve 3 yıl sonra 10 Aralık 1948’de uluslararası bir Bildirgeyi benimser: İNSAN HAKLARI EVRENSEL BİLDİRGESİ (İHEB)..

Türkiyemiz de, BM’nin kurucu üyelerinden biri olarak, söz konusu İHEB’ne imza koyar. Bu Bildirge, insan hakları tarihinde son derece önemli bir dönemeçtir. MÖ 1760’a uzanan Hammurabi Yasalarından, 1215’e tarihlenen Magna Carta’ya, 1679’da yayınlanan Habeas Corpus’a, 1776 ABD ve 1789 Fransız Devrimi Yurttaş Hakları Bildirileri’ne, Osmanlı’da 1839 “güdükTanzimat Fermanı’na, giderek 1. ve 2. Meşrutiyet’e (1876 ve 1908) dek, oradan da 1923’te Atatürk’ün Cumhuriyetimizi kurmasına, 1944’te Filadelfiya Bildirgesi’ne, 1950 Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’ne (AİHS, Türkiye’nin onayı 1954) dek uzanan en azından 4 bin yıllık çook uzun bir tarihsel süreç. Paris’te Louvre Müzesi’nde sergilendiği üzere, İnsan Haklarının temel metni olan Anayasalara erişmek hiç ama hiç kolay olmamıştır. Egemenler insan haklarını tanımamak üzere çok direnmişlerdir. Sonuçta temel özgürlükler metni anayasalar adeta “insan derisi ile kaplı” dırlar! Ne mutlu ki; İHEB, ilk maddesinde “Tüm insanlar özgür; onur ve haklar bakımından eşit doğar.” diye gürler.
Bunun anlamı, binlerce yıllık “köleliğin son bulması” dır.

Büyük ATATÜRK, -çağında henüz telaffuz edilmemekle birlikte- gerçek bir insan hakları eylemcisi olarak, Sevr ile yok edilmek istenen Türk Ulusunun yaşam hakkını sağlayarak tarihte benzersiz bir destan yazmıştır.

İronik olarak da, “şanlı” (!) Batı uygarlığının çok ağır bir insanlık suçu (soykırım, jenosit) işlemesine engel olmuştur! Daha sonra Anadolu halkına Cumhuriyet’i armağan ederek çağdışı saltanat ve halifeliğe son vermiş ve egemenliğin kaynağını “sözde” gökyüzünden yeryüzüne indirerek, ulusu egemen kılarak Türkiye’de insan haklarına dayalı çağcıl bir devlet kurmuştur. Aşağıdaki sözleri, 1944’te benimsenen
Filadelfiya Bildirgesi’nde öz olarak yer almıştır:

     “ Eğer sürekli barış isteniyorsa, insan yığınlarının durumlarını iyileştirecek uluslararası önlemler alınmalıdır. İnsanlığın tümünün gönenci, açlık ve baskının önüne geçmelidir. Dünya yurttaşları çekememezlik, aç gözlük
ve kinden uzaklaşacak biçimde eğitilmelidir.”

Anılan Bildirge’nin öz içeriği ise; “Dünyanın hangi köşesinde yoksulluk ve sefalet varsa; bu, Dünyanın gönenç içindeki köşeleri için büyük tehdittir.“ yönündedir. Doğumunun 100. yılına (1981) armağan için UNESCO’da 156 ülkenin oybirliğiyle onanan karar ise, ATATÜRK hakkında şu değerlendirmeye yer vermektedir;
altı çizili sıfata lütfen dikkat :

  • Uluslararası anlayış ve barış için çaba harcamış üstün bir kişi, olağanüstü
    bir devrimci, sömürgecilik ve emperyalizme karşı savaşan ilk önder,
    İNSAN HAKLARINA SAYGILI,
    dünya barışının öncüsü, insanlar arasında
    hiçbir renk, din, ırk ayrımı gözetmeyen eşsiz devlet adamı;
    Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucusu.”

İnsan hakları, tarihsel zamanda 3. Kuşağa erişmiştir :

– Temel hak ve özgürlükler ilk kuşaktır.

– 2. Kuşak Haklar sosyal ve ekonomik hak ve özgürlükleri içerir.

– Günümüzde ise sağlıklı-güvenli bir çevrede yaşama, tarihsel kalıtın korunmasını isteme … vb. haklar 3. Kuşak İnsan Hakları kümesindedir.

Günümüzde İHEB ne yazık ki, tüm dünyada yaşama geçirilememiştir.
Dahası, giderek özü boşaltılmakta ve kendisini “Küreselleşme” diye zihinlere
-retorik- tuzak kurarak sunan yeni emperyalizm, insan haklarının en büyük engeli
hatta düşmanı durumuna gelmiştir.

ABD eski Dışişleri Bakanı, Küresel Elit devletinin örtük Başbakanı Dr. Henry Kissinger açıkça,

  • Küreselleşme; Amerikan hegemonyasının öteki adıdır.” diyebilmiştir!

Dünya ağır bir sömürü, işsizlik, yoksullaştırma, sağlıksızlaşma, sosyal güvencesizlik, eğitimsizlik, adaletsizlik, soğuk ve sıcak çatışma, “post-modern 3. kuşak savaş” ortamına sürüklenmiştir. Oysa Atatürkçülük = Kemalizm; “Yurtta barış dünyada barış!”ı öğütlemektedir. İkiyüzlü Batı, insan haklarını bölücülük yaparak sömürmektedir!

Gazi Mustafa Kemal ATATÜRK’ün; şu önermelerine ne demeli, ne denebilir ki??
Ders, hedef alınmalı elbette..

– “Resmi makam ve üniformaya sığınarak mücadele devri bitmiştir.
Artık açıkça ortaya çıkmak ve milletin hakları adına gür sesle bağırmak gerekir.
– Her birey istediğini düşünmek, istediğine inanmak, kendine özgü bir siyasal düşünceye sahip olmak, seçtiği bir dinin gereklerini yapmak veya yapmamak
hak ve özgürlüğüne sahiptir. Kimsenin fikrine ve vicdanına egemen olunamaz.
– Bu ülkenin halkı üzerinde kimsenin egemenlik kurma hakkı yoktur; ama bu ülkeyi başkalarına el açmadan geçindirmek ve yaşatmak da size düşen bir ödevdir.”

Gönül isterdi ki, 10 Aralık 1948’den günümüze dek geçen 64 yılda İHEB “eskisin” ve
3. Binyıl türevini yapalım.. Bunun için ise “aklın ve bilimin egemen kılınması” gerek. Tıpkı Atatürk’ün bize bıraktığı tinsel (manevi) kalıt gibi :

Yaşamda en gerçek yol gösterici akıl ve bilimdir.”

Kemalizm’in = Atatürkçülüğün gerçek özü olan bu ilke, yalnız Türkiye’yi değil,
tüm insanlığı kurtaracak, insan haklarının gerçek anlamda yaşanmasını sağlayacak evrensel bir ilkedir.

Dolayısıyla başta ülkemizde, “her-ke-si” –özellikle iktidarı– , kapitalizmi akla-bilime, adalete davet ederiz.

Tarih, insanların er-geç haklarını aldığının tanığıdır; insana yakışan, bu akışa karşı koymak değil, savunmaktır.

“İNSAN HAKLARI EVRENSEL BİLDİRGESİ“ nin 64. Yılında İstemlerimiz       : 

  1. İNSAN HAKLARI EVRENSEL BİLDİRGESİ (İHEB), tüm kavram, kural ve kurumlarıyla yaşama geçirilmelidir. “Her-ke-sin, ülkesinin kamu hizmetlerinden
    eşit olarak yararlanma hakkı vardır.” (md.21).
    KüreselleşTİRmeciler, insanlığın binlerce yılda oluşturduğu uluslararası
    hukuk metinlerini; başta İHEB, BM ve Dünya Sağlık Örgütü Anayasaları,
    ILO (Uluslararası Çalışma Örgütü)  özleşmeleri, Avrupa Sosyal Konvansiyonu..
    vb. kazanımları pervasızca çiğniyorlar. Kendi eylemsel (de facto) hukuklarını (sözde!?) dayatıyorlar..
    Bunun ilk ve vazgeçilmez koşulu Yeni Emperyalizmin = KüreselleşTİRmenin yeryüzünden yok edilmesidir.
  2. Büyük ATATÜRK bu tarihsel olguyu görmüş ve “bizi mahvetmek isteyen emperyalizm ve yutmak isteyen kapitalizme karşı ulusça savaşımı
    meslek edinmemiz
    ” gerektiğini vurgulamıştır. Bu amaçla, M. Kemal Paşa’nın mazlum anti-emperyalist Türkiye’si, dünyaya öncülük ederek KüreselleşTİRmecilere (ABD-AB’nin yeni emperyalistlerine)
    yem olmamalı 
    ve benzer durumdaki ülkelere çağrıda bulunarak;
    DİRENİŞİN KÜRESELLEŞTİRİLMESİni örgütlemelidir.
  3. Post-modern ekonomik çökertme savaşı 1. öncelikli tehdit olarak tanımlanmalı ve tüm ulusal refleksler bu bağlamda canlandırılmalıdır. ÖZELLEŞTİRME, emperyalizmin yıkıcı, ideolojik bir talan aracı olup,
    kesinkes son verilmeli, kritik satışlar geri alınmalıdır. İç ve dış borçta konsolidasyona gidilerek vadeler uzatılmalı,  1 kezlik Servet-varlık vergisi konulmalıdır. Gelir dağılımı iyileştirilmeli, işsizlik çözülmelidir.
  4. Anayasamızın 2. maddesinde yer alan ve Cumhuriyetimizin değiştirilemez ve değiştirilmesi teklif bile edilemeyecek 6 temel niteliği,
    – toplumun huzuru /
    – ulusal dayanışma ve
    – adalet
    içinde ödünsüz uygulanmalıdır :

1. İnsan haklarına saygılı,
2. Atatürk milliyetçiliğine bağlı,
3.
Demokratik,
4. Laik
5. S o s y a l bir
6. Hukuk Devleti..

  1. Avrupa Birliği, Gümrük Birliği, IMF, Dünya Bankası, Dünya Ticaret Örgütü gibi emperyalist kurumlarla yapılan tüm teslimiyetçi 2’li ya da çok yanlı anlaşmalar halka açıklanmalı ve köktenci biçimde gözden geçirilmelidir.
    Dış politika ve dış ticarette yeni seçenekler yaratılmalı, Türkiye yüzünü Batı dışındaki ülkelere de çevirmelidir. AVRASYA, BRICS ülkeleri gibi yeni stratejik seçenekler üzerinde gecikmeden ve büyük ciddiyetle durulmalıdır.
  2. Yaşayageldiğimiz yıkım süreci göstermiştir ki, devletimiz, milletimiz, vatanımız ve çağdaşlaşma kazanımlarımız, ancak Atatürk Devrimi temelinde yaşatılabilir. Atatürk Devrimi, Türkiye için herhangi bir seçenek değil, tek seçenektir.
    Atatürk önderliğindeki kurucu irade, Türk Devrimi’nin deneyimlerine göre Cumhuriyet’imizin temel niteliklerini 1937’de Anayasa’nın en başına koymuştur. İnsan haklarının ülkemizde ve dünyada yaşama geçirilmesinde 6 Ok’u; denenmiş, başarmış evrensel bir model olarak görüyor ve kararlılıkla savunuyoruz.
  • “Türkiye Devleti;Cumhuriyetçi,
    – Milliyetçi,
    – Halkçı,
    – Devletçi,
    – Laik ve
    – Devrimcidir.”

     

  1. Batı’dan devşirme emperyalist ezberleri bırakarak, ulusal devrim sürecimizde ürettiğimiz ve dünyaya model bu temel stratejik formülü, yeniden Anayasamıza koymak koşuldur. Atatürk Devrimi temelinde Cumhuriyeti yeniden örgütlemek amacıyla aşağıdaki ilkelere dayalı yeni Anayasa, “kurucu iktidar eliyle” yapılabilir:

– Bağımsız ve güçlü devlet,
– Etkin hükümet,
– Hızlı adalet,
– Örgütlü halk,
– Özgür ve eşit yurttaş,
– Planlı, halkçı, karma ekonomi,
– Bölgelerarası denge,
– Çalışan ve üreten Türkiye.

  1. Atatürk’ün “Türkiye Cumhuriyeti’ni kuran Türkiye halkına Türk milleti denir.” tanımı temelinde Ulus Devlet pekiştirilmeli hiçbir etnik, mezhepsel, dinsel, sosyal, kültürel vb. nedenle ayrışmaya izin verilmemelidir. Sorun, bu alt aidiyetlerin sorunu olmayıp; insan haklarının en üst demokratik standartlara çıkarılması ile çözülecektir.
  2. Gönül isterdi ki, 10 Aralık 1948’den günümüze dek geçen 64 yılda İHEB “eskisin” ve 3. Binyıl türevini yazalım.. Bunun için ise “Dünyada us ve bilimin egemen kılınması” gerek. Tıpkı Atatürk’ün bize bıraktığı tinsel (manevi) kalıt gibi :“Yaşamda en gerçek yol gösterici, us (akıl) ve bilimdir.” Kemalizm’in = Atatürkçülüğün gerçek özü olan bu “bilimsel akılcılık” ilkesi, yalnız Türkiye’yi değil, tüm insanlığı kurtaracak, insan haklarının gerçek anlamda yaşanmasını sağlayacak evrensel bir ilkedir. Başta ülkemizde, “her-ke-si” -özellikle iktidarı- akla ve bilime, ülkenin temeli olan toplumsal adalete, Silivri ve Hasdal’dan başlayarak, BOP’u derhal bırakmaya çağırırız.Gelir dağılımını iyileştirmeye, işsizliği azaltmaya, Batı’nın insan haklarını sömüren ikiyüzlülüğüne ödün vermemeye çağırırız.

    Çevreye saygıya, hayvan halkLarına, doğaya hürmete;

    Büyük Atatürk’ün YURTTA BARIŞ, DÜNYADA BARIŞ’ına çağırırız.

Tarih, insanların er-geç haklarını aldığının aynasıdır; insana yakışan, doğala karşı koymak değil, omuz vermektir. Türkiye’nin insan hakları sicili kapkaradır ve sorumlular; kritik muhasebe için geç kalmaktadır. (10.12.2012)

İHEB, Anayasamızın 90. maddesinin son fıkrası uyarınca yasa gücündedir;
ek olarak

* İç yasalarla çelişmesi durumunda üstün hukuk normudur,

* Anayasaya aykırılığı ileri sürülemez…

Mahkemeler karar gerekçelerinde bu Bildirge’ye giderek daha çok dayanmaktadırlar.

30 maddelik Bildirge’nin tümünü (İngilizce ve Türkçe) okumak için erişkeyi (linki) tıklayabilirsiniz..

Universal_Declaration_of_Human_Rights_UDHR

INSAN_HAKLARI_EVRENSEL_BILDIRGESI

Sevgi ve saygı ile.
Ankara, 10.12.12

Dr. Ahmet Saltık
www.ahmetsaltik.net

Saygı Öztürk : 2 yıl 181 gün sonra


Dostlar
,

Deneyimli, dürüst, çalışkan gazeteci Saygı Öztürk bu günkü yazısında
SÖZCÜ‘de önemli irdelemeler yaptı.

10 Aralık Dünya İnsan Haklar Günüdür..

Yani, İNSAN HAKLARI EVRENSEL BİLDİRGESİ‘nin
(UNIVERSAL DECLARATION of HUMAN RIGHTS)

Anılan Bildirge, günümüzden tam 65 yıl önce bu gün 10 Aralık 1948 günü
BM Genel Kurulu’nda kabul edilmiştir.

Türkiye’de bu Bildirge’ye (İHEB) uluslararası hukuk bağlamında “taraf” tır ve
Yargı organlarımız (mahkemelerimiz) son dönemlerde kimi kararlarında
doğrudan gönderme yaparak gerekçe olarak göstermektedirler..

Çok sevindirici bir durumdur..

Ancak aradan geçen 65 yıla karşın, bu Bildirge’nin günümüzde çok önemli ölçüde yaşam alanlarında uygulanmadığını biliyoruz.

Sevgili Balbay’a tüm yüreğimizle “geçmiş olsun”,
“hoşgeldiniz dışardaki hapishaneye!” diyoruz buruk bir sevinçle..

Bu gün Dünya İnsan Haklar Günü ve bir yandan da yaşamını Güney Afrikalı zencilerin özgürlüğüne adayan ve eli kanlı İngiliz sömürge yönetimince 26 yıl hapiste tutulan ama asla başeğmeyen bir efsanenin de cenaze töreni var..

MADİBA..

Batı’lının, adını kültür emperyalizmi bağlamında “Nelson” yaptığı kahraman..

Kara ve talihsiz kıta Afrika’nın güney ucunda yaşayan kara derilileri beyaz adam,
WASP (White – Anglo Sakson & Protestant) ASİL İngilizler (!) en kanlı biçimde sömürgeleştirmişti.

İşte bu tutsaklığa başkaldıran özgürlük savaşçısı “Madiba” (Nelson Mandela)
bu gün başkent Johannesburg’ta sonsuzluğa uğurlanıyor.. En ateşli söylevleri de emperyalist Batı’nın lider(cik)leri atıyorlar..

Güle güle Madiba, güle güle Nelson Mandela dede!

Açtığın ışıklı yol, süregelen özgürlük kavgamızı hep güçlendirecek ve aydınlatacak..
Asla emekler boşa gitmez.. Bütün enerjiler toplumun dokusuna derinlemesine işler.. Termodinamik yasalarının şaşmaz kurallarıdır; eytişimin (diyalektiğin) de
bilimsel temelini oluşturur.

*******************

Sözü uzatmayalım,

Sayın Balbay ve Haberal artık kodes dışındadırlar, milletvekili dokunulmazlıkları vardır. “İçeride” kalanların da tutsaklıklarının sona erdirilmesi için, “damdan düşen halden anlayan” lar olarak en önde savaşım vermelerini bekliyoruz pek doğallıkla.

Bu güne dek Sayın Haberal’dan bu yönde herhangi bir girişim duymadık ne yazık ki.
Dileriz ve umarız ki, Sn. Balbay ile birlikte bir dayanışma (sinerji) içinde davranırlar..

Yeminlerini anımsatabilir miyiz, gerek var mı??

  • “Devletin varlığı ve bağımsızlığını, vatanın ve milletin bölünmez bütünlüğünü, milletin kayıtsız ve şartsız egemenliğini koruyacağıma; hukukun üstünlüğüne, demokratik ve laik cumhuriyete ve Atatürk ilke ve inkılaplarına bağlı kalacağıma; toplumun huzur ve refahı, milli dayanışma ve adalet anlayışı içinde herkesin insan haklarından ve temel hürriyetlerden yararlanması ülküsünden ve Anayasa‘ya sadakatten ayrılmayacağıma;
    büyük Türk milleti önünde namusum ve şerefim üzerine ant içerim.”

Yeminde kırmızı boyayıp altını çizdiğimiz bölüm Balbay’a ve Haberal’a özellikle borçtur.

Sevgi ve saygı ile.
10.12.13, Ankara

Dr. Ahmet SALTIK
www.ahmetsaltik.net

=======================================

2 yıl 181 gün sonra

portresi

Saygı Öztürk
saygi@sozcum.com
SÖZCÜ, 10.12.13

 

Ce­za­evin­de tu­tuk­lu ola­rak bu­lun­duk­la­rı dö­nem­de aday gös­te­ri­len­ler­den bi­ri MHP,
iki­si CHP, be­şi BDP’­den mil­let­ve­ki­li se­çil­di.

Geç­miş­te, ce­za­evin­de bu­lu­nan­lar­dan mil­let­ve­ki­li se­çi­len­ler, do­ku­nul­maz­lık ka­zan­dık­la­rı için de­ğil, “Mil­let­ve­ki­li olan ki­şi kaç­ma­z” ka­ra­rı doğ­rul­tu­sun­da ser­best bı­ra­kı­lır­ken,
bu kez mah­ke­me­ler fark­lı bir tu­tum iz­le­di.

CHP Mil­let­ve­kil­le­ri Mus­ta­fa Bal­bay ile Prof.Dr. Meh­met Ha­be­ra­l’­ın avu­kat­la­rı
tu­tuk­lu­lu­ğun mil­let­ve­ki­li tem­sil gö­re­vi­ni olum­suz et­ki­le­di­ği­ni be­lir­tip, tah­li­ye edil­me­le­ri için Ana­ya­sa Mah­ke­me­si­’ne bi­rey­sel baş­vu­ru­da bu­lun­muş­tu. Hak­kın­da ve­ri­len
mah­ku­mi­yet ka­ra­rın­dan son­ra Ha­be­ral tah­li­ye edil­miş­ti. Bal­bay ise ce­za­evin­de kal­dı.
İş­te, Ana­ya­sa Mah­ke­me­si’nin ge­çen çar­şam­ba gü­nü ver­di­ği ka­rar, Bal­bay ve öbür
tu­tuk­lu mil­let­ve­kil­le­ri için umut ol­du. MHP’­den se­çi­len En­gin Alan’ın ise
“Bal­yoz Da­va­sı­”n­dan hü­küm giy­di­ği ve ce­za­sı Yar­gı­tay ta­ra­fın­dan onan­dı­ğı için
tah­li­ye edil­me­ye­ce­ği be­lir­ti­li­yor…

Tah­li­ye­yi is­te­me­yen­ler var­dı

Ana­ya­sa Mah­ke­me­si­’n­de, baş­lan­gıç­ta ha­va, tah­li­ye yö­nün­de de­ğil­di. En çok tar­tı­şı­lan ko­nu da “Hak­la­rın­da mah­ku­mi­yet ka­ra­rı ve­ril­me­miş olan PKK ve KCK’­lı tu­tuk­lu be­le­di­ye baş­ka­nı, be­le­di­ye mec­li­si, il ge­nel mec­li­si üye­si olan­lar ile önü­müz­de­ki se­çim­de
ce­za­evin­dey­ken aday gös­te­ri­len­ler, ay­nı ge­rek­çey­le tah­li­ye ta­le­bin­de bu­lu­nur­sa ne
ola­cak?” Ana­ya­sa Mah­ke­me­si, bu du­ru­mun hu­kuk­çu­lar ta­ra­fın­dan tar­tı­şı­la­bi­le­ce­ği­ni,
da­va ko­nu­su­nun ise mil­let­ve­kil­le­riy­le il­gi­li ol­du­ğu­nu de­ğer­len­di­r­di.

İş­te, bu açık­la­ma­lar ve yo­rum­lar baş­lan­gıç­ta “tah­li­ye­ye ta­raf­tar ol­ma­yan­la­rı­n” da
gö­rüş­le­ri­ni de­ğiş­tir­di. Za­ten, mah­ke­me­le­rin ver­di­ği ka­rar­la­rın de­ğer­len­dir­me­si de
nor­mal­de Ana­ya­sa Mah­ke­me­si ta­ra­fın­dan ya­pıl­mı­yor. Key­fi­lik, adil yar­gı­la­ma­ya ay­kı­rı bir durum ol­ma­dı­ğı sü­re­ce Ana­ya­sa Mah­ke­me­si­’nin ka­rar ve­re­me­ye­ce­ği de ya­sa­da
açık­ça yer alı­yor.

Ka­rar, yalnızca ve­kil­ler­le il­gi­li

Mus­ta­fa Bal­ba­y’­ın tu­tuk­lu­lu­ğu 5 yı­lı dol­dur­ma­dı­ğı için “ih­lal yo­k” de­nil­di.
Da­va­cı­lar­dan Prof. Dr. Meh­met Ha­be­ral da 5 yı­lı dol­dur­ma­dan tah­li­ye edil­miş­ti.
Tah­li­ye yo­lu, mil­let­ve­ki­li se­çi­len ki­şi­nin ce­za­evin­de de­ğil, TBMM’­de ol­ma­sı ge­rek­ti­ği için açıl­dı. Mil­let­ve­ki­li se­çi­len ki­şi­nin kaç­ma­sı, bun­dan son­ra kanıt (de­lil) ka­rart­ma­sı­nın
bek­le­ne­me­ye­ce­ği üze­rin­de du­rul­du.

Mil­let­ve­ki­li se­çil­miş olan­lar için ye­rel mah­ke­me kli­şe­leş­miş ge­rek­çe­ler­le “tu­tuk­lu­lu­ğun
de­va­mı­na­” ka­rar­la­rı al­dı­ğı, mil­let­ve­ki­li se­çil­miş ol­ma­la­rı­nın da hep yok sa­yıl­dı­ğı be­lir­til­di. Mus­ta­fa Bal­bay hak­kın­da Ana­ya­sa Mah­ke­me­si­’nin ver­di­ği asıl ka­rar “u­zun
tu­tuk­lu­lu­k” de­ğil, mil­let­ve­ki­li ol­ma­sı­nın yok sa­yıl­ma­sı­dır.
Ya­ni, mil­let­ve­ki­li se­çi­len
ki­şi­nin tu­tuk­suz yar­gı­lan­ma­sı ge­rek­ti­ği esas alın­dı.

Bal­bay ve Ha­be­ra­l’­la il­gi­li ka­rar, ce­za­evin­de bu­lu­nan tu­tuk­lu ya da ce­za­la­rı Yar­gı­tay
ta­ra­fın­dan onan­ma­mış olan mil­let­ve­kil­le­ri­ni ya­kın­dan il­gi­len­di­ri­yor. Alı­nan ka­ra­rın,
öbür tu­tuk­lu­lar­la bir il­gi­si yok. An­cak, tu­tuk­lu be­le­di­ye baş­kan­la­rı da “biz de hal­kın
oy­la­rıy­la se­çil­di­k” de­yip tah­li­ye­si­ni is­ter ve Ana­ya­sa Mah­ke­me­si­’ne baş­vu­rur­sa
na­sıl bir ka­rar çı­kar, onu da an­cak ka­rar ve­ril­di­ğin­de öğ­re­ne­bi­le­ce­ğiz.

Dün sa­bah Ha­kim­ler ve Sav­cı­lar Yük­sek Ku­ru­lu (HSYK) 1. Dai­re Baş­ka­nı
İb­ra­him Oku­r’la ko­nuş­muş­tum. Ka­ra­rın ve­ril­me­si­ni bek­li­yor­du. İş­te o ka­rar ak­şam
sa­at­le­rin­de gel­di. Mus­ta­fa Bal­bay ve avu­kat­la­rı uzun bir mü­ca­de­le ver­di. Hiç umut­la­rı­nı yi­tir­me­di­ler. Ana­ya­sa Mah­ke­me­si “hak­lı­sı­nı­z” de­yin­ce­ye ka­dar, Bal­ba­y’­ın mil­let­ve­kil­li­ği­nin üze­rin­den tam 2 yıl 181 gün geç­miş ol­du… Bu­na da şü­kür…

Hakim Şengün: Ağır muhalefet şerhim olurdu

“Ergenekon” olarak bilinen davanın başladığı dönemde 13. Ağır Ceza Mahkemesi’nin Başkanlığı’nı Köksal Şengün yürüttü. Üyelerin aksine tutukluluğun devamı yönünde farklı düşündü ve kararlarında yalnız kaldı.

Dün, kendisine Anayasa Mahkemesi kararını hatırlattığımda,

“Mahkeme hiç beklemeden tahliye kararını vermesi gerekiyordu.
Çünkü bu Anayasal bir zorunluluk.”
dedi.

Kararın Yargıtay tarafından verilmesine ilişkin hukuki görüşleri ise “ipe un sermek” olarak niteledi. Deneyimli hukukçuya Milletvekili Engin Alan’ın durumunu sordum.

“Engin Alan hakkında hüküm verildiği için bir şey yapılamaz.
Ancak KCK’dan tutuklu olan milletvekilleri de karardan yararlanır.” dedi.

Acaba, Köksal Şengün, o mahkemede başkan olarak devam etseydi,
bugünkü gibi mahkumiyetler verilir miydi? Şengün’ün yanıtı şöyle oldu:

“O mahkemede ben olsaydım, karar yine bugünkü gibi ama benim çok ağır muhalefetimle çıkardı. Dosyanın içeriğini bilen bir hukukçu olarak verilen mahkumiyet kararlarına üzülüyorum.”

Balbay tamam da, “Ergenekon Davası”ndan ağır cezalar alan meslektaşlarımız
Tuncay Özkan, Hikmet Çiçek, Deniz Yıldırım, siyasetçilerden Doğu Perinçek,
çok sayıda değerli bilim adamı, komutan ne olacak?

  • 4 aydır haklarındaki mahkumiyet kararının gerekçesi bile yazılmadı.

Bu haksızlıkları TBMM ve her ortamda en iyi anlatacak olan Balbay ve Haberal olmalı.
(http://sozcu.com.tr/2013/yazarlar/saygi-ozturk/2-yil-181-gun-sonra-421249/, 10.12.13)