Etiket arşivi: Ankara Tabip Odası Hekim Postası

Dr. Ebru Basa : GÖÇ YOLLARI

GÖÇ YOLLARI…

ebru basa

Dr. Ebru Basa
Ankara Tabip Odası Genel Sekreteri
HEKİM POSTASI, Aralık 2015
http://www.hekimpostasi.org.tr/2015/12/07/goc-yollari/ 

Suriye nüfusu emperyalist savaştan önce 22.4 milyonmuş. Savaşın başladığı 2011 yılından bugüne kadar Suriye halkının ağır kayıplar verdiğini, yaklaşık 200 bin kişinin savaş nedeniyle yaşamını kaybettiğini ve yüz binlercesinin de yaralandığını biliyoruz. Bu süre zarfında 6 ile 9 milyon arası Suriyeli yaşadığı şehri terk etmek ve yaklaşık 4 milyon Suriyeli de yaşamını sürdürebilmek için ülke dışına çıkmak bir başka deyişle “sığınmacı” olmak durumunda kaldı. Açıkçası yerinden edilen Suriyelilerin sayısının üç milyon gibi yaklaşık olarak ifade edilmesi bile aslında savaşın yarattığı kıyımın ve tahribatın büyüklüğü hakkında fikir verebiliyor.

Birleşmiş Milletler Mülteciler Yüksek Komiserliği’nin (UNHCR) verilerine göre Suriye’den en fazla göç alan ülkeler -kabul ettikleri sığınmacı nüfusun yoğunluğuna göre-sırasıyla Türkiye, Lübnan, Ürdün, Irak ve Mısır. UNHCR verilerine göre bu beş ülke haricinde kalan Suriyeli sığınmacı sayısı 23 bin 468 ve bu da toplam sığınmacı sayısının yüzde 0.73’üne karşılık geliyor.

Suriye’den Türkiye’ye yönelik ilk toplu nüfus hareketi 29 Nisan 2011’de yani çatışmaların başlamasından 6 hafta sonra gerçekleşmiş. Antakya’nın Yayladağı ilçesindeki Cilvegözü sınır kapısından gerçekleşen bu ilk girişte 252 Suriyeli içeri alınmış ve Antakya’da geçici konaklamaları sağlanmış. Grup ilk çadır kent alanı olarak Yayladağ merkeze yerleştirilmiş ancak göçün devam etmesi üzerine 9 Haziran 2011’de Altınözü ve 12 Haziran 2011’de de Boynuyoğun çadır kentleri kurulmuş. Temmuz 2012’de henüz sığınmacı sayısı 45 bin iken dönemin Dışişleri Bakanı ve bugün yeni kabinenin de Başbakanı olan Ahmet Davutoğlu Türkiye’nin kırmızı çizgisinin yüz bin kişi olabileceğini; sayının artması durumunda tampon bölge oluşturulabileceğini belirtmiş.

Bugün itibarıyla bu kırmızı çizgi çoktan aşılmış durumda. Bundan bir yıl kadar önce, 20 Aralık 2014’te Türkiye’deki sığınmacı sayısı 1 milyon 650 bine ulaşmıştı. AFAD’ın verdiği sayılara göre Türkiye’de yalnızca barınma merkezlerine (kamplara) yerleştirilen Suriyeli sayısı Eylül 2011’de 11 bin, Mart 2012’de 65 bin, Eylül 2012’de 133 bin, Mart 2013’te 173 bin, Kasım 2013’te 200 bin ve Haziran 2014’te 220 bine yükselmiş. 7 Kasım 2014 itibarı ile kamplarda yaşayan Suriyelilerin sayısı 218 bin 847’e ulaşmış. Barınma merkezlerinin sayısı 22 ve bu merkezler 13 ile dağılmış durumda. Kampların 6’sı konteyner-kent. Kapasiteleri 4850 ile 24 bin 53 kişiyi ağırlamaya elveriyor. Kampların barınma merkezi olarak adlandırılması Suriyelilerin Türkiye’deki statüsüyle yani “geçici koruma altında” kabul edilmeleriyle ilişkili.

Suriyelilerin kaldığı kamplardan Başbakanlık Afet ve Acil Durum Yönetimi Başkanlığı sorumlu. Çadır kentler Kızılay tarafından kurulmuş. Kampların koordinasyonu da Başbakanlık AFAD Başkanlığınca sağlanıyor. Göçmen sayısının önlenemeyen yükselişi bir kriz başlığına dönüştüğünden krizin yönetimi adına Başbakanlığa bağlı Suriyeli Sığınmacılar Genel Koordinatörlüğü oluşturulmuş . 20 Eylül 2012 tarihli Başbakanlık genelgesiyle de sığınmacılarla bağlantılı olarak kamu kurumlarını ilgilendiren her türlü konuda koordinasyon sorumluluğu Gaziantep’te görev yapan bir koordinatör Valiye verilmiş.

Suriyelilerin %87’sinin yaşamını kampların dışında sürdürdüğü biliniyor. Dönemin Başbakan yardımcısı Beşir Atalay’ın açıkladığı kadarıyla kampların dışında yaşayan Suriyeliler Türkiye’deki 72 ile dağılmış durumda. En çok sayıda Suriyeli İstanbul’da yaşıyor; İstanbul’u Gaziantep, Antakya ve Şanlıurfa izliyor. Erzincan, Giresun, Gümüşhane, Kastamonu, Sinop, Tunceli, Bayburt, Ardahan ve Iğdır’da Suriyeli sığınmacı bulunmadığı belirtilmiş.
Türkiye’deki Suriyeliler konusunda bir diğer önemli veri de sığınmacı nüfusun yarıdan fazlasının uluslararası mevzuata göre çocuk sayılanlardan oluşmasıdır. Kadın ve çocukların oranı toplam nüfusun dörtte üçüdür. Suriyeli sığınmacıların 1 milyon 450 bininin biyometrik kaydı Göç İdaresi Genel Müdürlüğü tarafından gerçekleştirilmiş.

Göçmen Hukukunda Mültecilik
Uluslararası hukuk bakımından sığınmacılar ve mülteciler konusundaki hukuksal zemin
1951 tarihli Mültecilerin Hukuki Durumuna Dair Cenevre Konvansiyonu ve bunu tamamlayan 1967 protokolü. 2014 yılı itibarıyla 1951 sözleşmesine 144, 1967 Protokolüne
145 devlet taraf. Bu sözleşmeye göre:

Mülteci; ırkı, dini, tabiiyeti, belirli bir toplumsal gruba mensubiyeti veya siyasi düşünceleri yüzünden, zulme uğrayacağından haklı sebeplerle korktuğu için vatandaşı olduğu ülkenin dışında bulunan ve bu ülkenin korumasından yararlanamayan, ya da söz konusu korku nedeniyle yararlanmak istemeyen yahut tabiiyeti yoksa ve bu tür olaylar sonucu önceden yaşadığı ikamet ülkesinin dışında bulunan, oraya dönemeyen veya söz konusu korku nedeniyle dönmek istemeyen şahıstır.”

Bu tanımdan da anlaşılacağı gibi sığınılan ülkedeki mevzuat ve statüden bağımsız olarak “bir zorunluluk nedeniyle ülkesinden ayrılmak zorunda kalan herkes” mülteci. Cenevre Konvansiyonunun ardından “yeni mülteci ortamlarının ortaya çıkması nedeniyle” 1967 Protokolü kabul edilmiş. Türkiye Cenevre Sözleşmesini iki önemli çekince belirterek imzalamış. Bu çekincelerden biri “ Bu sözleşmenin hiçbir hükmü, mülteciye Türkiye’de Türk uyruklu kimselerin haklarından fazlasını sağladığı şeklinde yorumlanamaz” biçiminde.

Diğeri ise “coğrafi sınırlamaya” yönelik. Buna göre Türkiye Cenevre Sözleşmesindeki genel tanım yerine sadece Avrupa ülkelerinden, teknik ifadesiyle Avrupa Konseyine üye ülkelerden gelecek sığınmacıları mülteci (refugee) kabul etmekteyken Avrupa ülkeleri dışından gelenleri sığınmacı (asylum seeker) olarak tanımlamaktaydı. 2013 tarihli Yabancılar ve Uluslararası Koruma Kanunu çerçevesinde 22 Ekim 2014’te çıkarılan Geçici Koruma Yönetmeliği ile “sığınmacı” kavramı kaldırılmış, yerine “şartlı mülteci” , “ikincil koruma”, “geçici koruma” kavramlarıyla tanımlanan yeni statüler getirilmiştir.

Türkiye Bakanlar Kurulu’nun 1 Temmuz 1968 tarihli kararıyla 1967 Protokolüne katılmış ancak 1951 Sözleşmesine düşülen coğrafi çekinceyi aynen korumuştu. Bu nedenle Türkiye’nin asıl olarak muhatap olduğu Suriye, Irak, İran, Afganistan gibi Avrupa kıtası dışındaki ülkelerden gelenlerin Türkiye’de mültecilik statüsü alması bu coğrafi çekince kaldırılmadığı sürece söz konusu değildir.

Türkiye’nin bu çekincesine rağmen İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi‘ne taraf olmuş bir ülke olarak gelen mültecileri kabul etme zorunluluğu bulunuyor. Kaldı ki halen sadece 4 ülkede ( Türkiye, Madagaskar, Kongo ve Monako) uygulanan “coğrafi çekince” ilkesinin teorik ve pratik bir anlamı da kalmamış durumda. İnsanlar zaten geliyor ve kalıyor.

Türkiye mülteciler hukuku bakımından 1951 ve 1967 düzenlemelerini “coğrafi kısıtlama” politikasından ayrılmadan esas almış ve bu düzenlemeler iç hukuktaki karşılığına ancak 2013 yılında kavuşturulmuş.
2013 yılında çıkartılan Yabancılar ve Uluslararası Koruma Kanunu (YUKK) ile birlikte Türkiye’deki mevzuatta daha önce yer almayan bazı kavramlar kullanıma girmiştir. Yasa “mülteci”, “şartlı mülteci”, “ikincil koruma” ve “geçici koruma” terimlerini getirirken “sığınmacı” kavramından da vazgeçilmiş. Ancak yeni yasa coğrafi kısıtlılık bakımından bir öncekinden hiçbir fark taşımıyor. YUKK yasası kitlesel göç hareketleri konusunda “geçici koruma” ilkesinden hareket ediyor. Geçici Korumanın kapsamı ise bir yönetmelikle tarif edilmiş.

Geçici Koruma Yönetmeliği
6458 Sayılı YUKK’un 91.maddesinde tanımlanan Geçici Koruma’nın içeriği Bakanlar Kurulu tarafından bir yönetmelikle belirlenmiş. Yönetmelik 22 Ekim 2014’te Resmi Gazetede yayınlanarak yürürlüğe girmiş. Ancak yönetmelikte “geçici koruma” statüsünün süresi belirtilmemiş yanı sıra geçici koruma statüsünün başlangıç ve bitiş tarihlerini ve hangi bölgelerde kimler için geçerli olacağını belirleme yetkisinin Bakanlar Kuruluna bırakıldığı da vurgulanmış.

Bu yönetmelik kapsamında geçici koruma statüsünde işlem görecek ya da görmekte olan yabancılara yabancıya ait kimlik numarasını da içeren bir “Geçici Koruma Kimlik Belgesi” veriliyor. Yönetmelik coğrafi sınırlama ilkesini olduğu gibi muhafaza ederken göçmenler için hak tarif etmekten çok hizmet tanımlamış ve göçmenlerin bireysel başvuru haklarını da askıya almıştır. Dolayısıyla yönetmeliğe göre Suriye Arap Cumhuriyeti yurttaşları için:
“28 Nisan 2011 tarihinden itibaren Suriye Arap Cumhuriyetinde meydana gelen olaylar nedeniyle geçici koruma amacıyla Suriye Arap Cumhuriyetinden kitlesel veya bireysel olarak Türkiye sınırına gelen veya sınırları geçen Suriye vatandaşları ile vatansızlar ve mülteciler, uluslar arası koruma başvurusunda bulunmuş olsalar dahi geçici koruma altına alınacaklar.

Geçici korumanın uygulandığı süre içinde, bireysel uluslararası koruma başvuruları işleme konulmaz.” denilmektedir. Türkiye’deki Suriyelilerin biyometrik fotoğraf ve kayıtlama işlemlerine ancak 2013’te başlanabilmiş. UNHCR’ın kayıtlama için özel olarak düzenlediği tırlarla Suriyeli nüfusun yüzde 87’si kayıt altına alınabilmiş. Kampların dışında yaşayan ve çeşitli nedenlerle kayıt olmaktan kaçınan ya da konudan habersiz olanlar için devletin kullandığı en önemli enstrüman sağlık hizmetlerinden ücretsiz olarak yararlanma olanağı. Kamplarda ikamet zaten bir kayıt zorunluluğu gerektiriyor. Kaydı yapılan göçmenlere bir kart veriliyor. Bu kartla -tıbbi bakım hizmeti dahil- kamp içinde ve dışındaki hizmetlere de çoğunlukla ücretsiz olarak erişilebiliyor.

Kayıt işlemleri halihazırda İçişleri Bakanlığı Göç İdaresi Genel Müdürlüğünce yürütülüyor. Yabancıların fotoğrafları çekilip parmak izleri ve diğer bilgileri alınarak Emniyet Genel Müdürlüğünün veri tabanına işleniyor. Geçici Koruma Kimlik Belgesinde 9’la başlayan 11 haneli bir “yabancı kimlik numarası” yer alıyor. Geçici koruma statüsü için göçmenler yalnızca Türk makamları tarafından kayıt altına alınabiliyor, UNHCR Türkiye, Suriyelilerin kayıt ya da mülteci statüsü belirleme işlemlerini gerçekleştiremiyor. Bu şemsiyenin altına girildiği anda mülteciliğe bireysel olarak başvurma hakkı ortadan kalkıyor. Suriyelilerin kayıt altına alınma konusunda gösterdikleri direnç esasen üçüncü ülkelere gitmenin kayıt altına alınmayla birlikte yasal olarak da engellenmiş olmasından kaynaklanıyor.

Sığınmacıların Türkiye’de çalışabilmeleri 4817 Sayılı Yabancıların Çalışma İzinleri Hakkında Kanun hükümlerine bağlı. Çalışma Bakanlığı yetkilileri Türkiye’de bulunan 1.6 milyon Suriyelinin içinde 300 bin civarında çalışabilecek kişi bulunduğunu öngörmüş. TÜİK’in 2013’te açıkladığı verilere göre istihdam yaparak “iş piyasasını büyüten” üç il Suriyeli sığınmacıların en yüksek oranda bulunduğu Gaziantep, Adıyaman ve Kilis. Bölgede işsizliğin en düşük oranda saptandığı iller de bunlar.

Suriyeliler eğitim hizmetlerinden nasıl yararlanıyor?
Milli Eğitim Bakanı Nabi Avcı’nın 16 Ekim 2014’te yaptığı açıklamaya göre Türkiye’de 150 bin civarında Suriyeli öğrenci eğitim görüyor. Kampların dışında yaşayan ancak pasaportla giriş yapan ve bu çerçevede ikamet izinleri olan okul çağındaki Suriyeliler, eğer Türkçe biliyorlarsa devlet okullarına kayıt yaptırabiliyor. İkamet izni olmayanlara da Türkçe bilmeleri halinde resmi kayıtları olmadan okula misafir statüsünde devam edebilme imkanı tanınmış. Yerel makamlarca ya da STK’lar tarafından desteklenen gönüllü Suriyeli öğretmenlerin çalıştığı resmi olmayan okullar da açılmış. Türkiye’de 2014 yılına kadar Suriyeliler tarafından kurulan 60’dan fazla STK mevcut. Eğitimle ilgili olanların arasında en çok dikkat çeken “rejim muhalifi” bir STK; Suriye Eğitim Komisyonu. Suriye Eğitim Komisyonu Suriye müfredatından Suriye Arap Cumhuriyeti Devlet Başkanı Beşar Esad’ı öven ifadelerin ayıklanması ve bir nevi Suriye tarihinin yeniden yazımı işlevini üstlenmiş durumda.

Suriyeliler sağlık hizmetlerinden nasıl yararlanıyor?
Nisan 2011-Ocak 2013 tarihleri arasında sağlık hizmetlerine yalnızca kamplarda barınan Suriyeliler ücretsiz olarak erişebilmekteyken bu hak bugün kamp dışında kalan bölge illerindeki Suriyelilere de tanınmış durumda.
AFAD verilerine göre 17 Temmuz 2014 itibarıyla barınma merkezlerindeki sağlık merkezlerinde 62 bin 216 ameliyat gerçekleştirilmiş, 18 bin 764 doğum yaptırılmış, 3.7 milyon kez poliklinik hizmeti verilmiş. Türkiye’deki Suriyelilerin yalnızca yüzde 13’ünün yaşadığı kamplarda günde ortalama 16.6 bebeğin doğduğu anlaşılıyor. Kamp dışında kalanlar toplam nüfusa oranlandığında ise günde ortalama 80 bebeğin dünyaya geldiği anlaşılıyor. Bu hesaba göre altmış bini aşkın Suriyeli bebek Türkiye’de doğmuş.

AFAD’ın 18 Ocak 2013 tarihli genelgesiyle kampların dışında yaşayan Suriyelilerin sağlık merkezlerine gidebilmeleri sağlanmış ve önleyici ya da temel sağlık hizmetini kapsayan tedavi masraflarının AFAD tarafından karşılanması da esasa bağlanmış. İlaçların karşılanmasında ise genel tutum Suriyeli sığınmacıların ilaç masraflarının yüzde 20’sinin karşılanması doğrultusundadır.

Çocuklar ne durumda??
BM Çocuk Haklarına Dair Sözleşmenin ilk maddesinde “çocuğa uygulanabilecek olan kanuna göre daha erken yaşta reşit olma durumu hariç, 18 yaşına kadar her insan çocuk sayılır” deniyor. Çocukların yetişkinlerden farklı olarak hem Türkiye’nin taraf olduğu başta BM Çocuk Hakları Sözleşmesi olmak üzere uluslararası anlaşmalardan doğan ve hem de ulusal çocuk koruma mevzuatından gelen hakları var. Türkiye’ye sığınmacı olarak gelen Suriyeliler içinde BM sözleşmesine göre çocuk yaştakilerin oranı yüzde 53.3. UNİCEF ve UNHCR verilerine göre Suriye’de savaşın üçüncü yılında ülkeden kaçmak zorunda kalan çocuk sayısı ise 1 milyon.

Vatansızlık
BM Vatansız Kişilerin Statüsüne İlişkin Sözleşme (28 Eylül 1954) ve Vatansızlığın Azaltılması Konusunda Sözleşme (30 Ağustos 1961)’lerin her ikisi de TC devleti tarafından onaylanmamış. Ancak Türkiye’de tabiiyetine bakılmaksızın tüm çocuklara koruma sağlanması 5395 sayılı Çocuk Koruma Kanunuyla mümkün olabiliyor 16 Aralık 2013’te imzalanan Geri Kabul Anlaşmasına göre Türkiye, bir AB ülkesine legal koşullarda giren, ikamet eden ve çalışan ancak bu koşulları artık sağlamadığı fark edilen yurttaşlarını geri kabul etme yükümlülüğü altına girmek durumunda kalmıştı. Aynı durum, Türkiye’den transit geçerken uygun kabul koşullarını taşıyan ama AB ülkelerindeki legal konumlarını artık sağlayamayan üçüncü ülke yurttaşları veya vatansız kişiler için de geçerlilik taşıyor.

Ben Senin Tampon Olabilme İhtimalini Sevdim ya da Alman Emperyalizmi
Bizi Neden Öptü?

30 Kasım 2015’te imzalanan Brüksel Anlaşmasıyla birlikte bu içeriğin güncel karşılığı halihazırda kimisi yerli ve milli kimisi Suriyeli patronların emri altında kayıt ve insanlık dışı koşullarda güvencesiz çalışan binlerce göçmene binlerce yenisinin daha eklenmesi olacak.
Bu Anlaşmayla birlikte Türkiye’nin de taraf olduğu BM Temel İnsan Hakları Sözleşmeleri ve Mültecilerin Hukuki Statüsüne İlişkin Sözleşme bakımından ağır hak ihlallerinin yaşanacağı açık. AKP iktidarının attığı imza ile Türkiye AB ülkeleri üzerinden gelecek göç dalgalarını soğurmak durumunda kalacak. Doğu ve Güneydoğu Anadolu için öngörülen tampon bölge olma ihtimali artık ülkenin bütünü için kuvvetle olası. Avrupalı emperyalistlerin her zaman önemser göründüğü anti-demokratik uygulamalar göçmen sorununun 3 milyar Avro muhayyer bedelle Türkiye’ye transfer edilmesi karşılığında unutulmuş görünüyor. Bu yıl Avrupa ülkelerine varabilmiş olan 900 bin göçmen bir yıl içinde Geri Kabul Anlaşmasının tümüyle
uygulanması ile Türkiye’ye dönecek. Brüksel’deki anlaşmanın fiili sonucu Türkiye’nin dış sınırlarının Avrupa Birliği sınırları haline gelmiş olması. Vize serbestisi sayesinde Kavala’da frappe içmenin karşılığı 2 milyon yeni mültecinin işgücü piyasasına eklemlenmesi olacak. Prusya saraylarından boy vermiş Alman emperyalizmi seçimden hemen önce tahttan bozma o sakalette boşuna kırıtmamış.

Gerisini de yaşayıp göreceğiz.

===========================================

Dostlar,

Bizim de üyesi olduğumuz Ankara Tabip Odası’nın Genel Yazmanı değerli meslektaşımız
Dr. Ebru Basa‘nın nefis bir yazısını paylaşmak istiyoruz. Dr. Basa’nın bu yakıcı sorunu içselleştirdiği ve epey bilgi birikimi sağladığı rahatlıkla görülüyor.. Biraz uzunca ama yeterli ayrıntıya yer verince de böyle oluyor.. Sabırla okunmalı..

Biz uzatmayalım ama eklemek isteriz ki, “Güncel Hukuk” adlı aylık derginin Ekim 2015 sayısı büyük ölçüde mülteciler sorununa ayrılmış..

Bir önemli makale de RT Erdoğan’ın habire dava açtığı TCY’nın CB’na hakretle ilgili 299. maddesi işleniyor ki mutlaka okunmalı.. Gerçekte bu maddenin hukuksal olarak ilga edildiği, yürürlüğünün olmadığı 2 uzman hukuk akademisyenince çok doyurucu biçimde işleniyor..

Dr. Basa yazısını çok çarpıcı ve usta bir söylemle bağlıyor:

“Vize serbestisi sayesinde Kavala’da frappe içmenin karşılığı 2 milyon yeni mültecinin işgücü piyasasına eklemlenmesi olacak. Prusya saraylarından boy vermiş Alman emperyalizmi seçimden hemen önce tahttan bozma o sakalette boşuna kırıtmamış.
Gerisini de yaşayıp göreceğiz.”

Sevgi ve saygı ile.
14 Aralık 2015, Ankara

Prof. Dr. Ahmet SALTIK
Halk Sağlığı – Toplum Hekimliği Uzmanı
AÜTF Halk Sağlığı AbD
www.ahmetsaltik.net
profsaltik@gmail.com

Not : Bu yazının 5 sayfalık pdf biçimi için tıklayınız..
GOC_YOLLARI_Ebru_Basa

Asistan eğitimine “tam gün” engeli

Dostlar,

Bizim de üyesi olduğumuz Ankara Tabip Odası, düzenli olarak
aylık HEKİM POSTASI adlı yayını çıkarıyor. Son sayısında, asistanların eğitimini “Tam Gün” uygulamasının nasıl olmusuz etkilediği aktarılmakta.

Bilindiği gibi asistan hekimler geleceğin uzmanları.

Dolayısıyla, özellikle beceri kazandırmaya yönelik uygulamalı eğitimleri
son derece önemli. Uluslararası standartları Türkiye yakalamak ve sürdürmek zorunda. Tersi durumda ülkemizde sağlık hizmetlerinin niteliğinin tehlikeli biçimde düşebileceği ve gideriminin (telafisinin) olanaksız olabileceğini ve de
bedelini halkımızın ödeyeceğini altını çizerek anımsatmak istiyoruz.

Sevgi ve saygı ile.
7.2.13, Ankara

Dr. Ahmet Saltık
www.ahmetsaltik.net

================================

Asistan eğitimine “tam gün” engeli!

Pek çok tıp fakültesinde asistanların eğitimi, yürürlükteki Tam Gün Yasasından kaynaklı düzenlemeler nedeniyle olumsuz etkileniyor. Özellikle belli bir alanda uzmanlaşan tek hekimlerin yasa nedeniyle hasta bakamıyor ve ameliyatlara giremiyor olmaları,
asistanların o alanda pratik eğitim alabilmelerini de engelliyor.

Kamuoyunda Tam Gün Yasası olarak da bilinen 650 Sayılı KHK’nin getirdiği düzenlemeler nedeniyle üniversite hastanelerinde ihtisasını yapan asistan hekimlerin eğitimleri belli uzmanlık alanlarında aksayabiliyor. Bunun bir örneğinin yaşandığı Osmangazi Üniversitesi Tıp Fakültesi’nde Genel Cerrahi Bilim Dalında ihtisas yapan asistanlar, onkoloji cerrahisi alanında ellerinin altındaki bilgi ve deneyimden yararlanma şansı bulamıyor. Özellikle kanser cerrahisinde yaptığı başarılı ameliyatlarla adını duyuran Prof. Dr. Serdar Erkasap, tam gün yasası nedeniyle görev yaptığı Osmangazi Üniversitesi Eskişehir Tıp Fakültesi Hastanesinde ameliyatlara giremiyor.

Hekim Postası’na açıklama yapan Dr. Erkasap, konuya ilişkin olarak,
“Tüm öğretim üyelerinin bilgi, beceri, deneyimleri birbirinden farklı ve asistanların her birinden öğrenecekleri başka yönler var.” değerlendirmesinde bulundu. “Yaptığım işi başka bir hekim yapsa bile aramızda farklar olur, hastaya yaklaşım şeklimiz bile başkadır.” diyen Dr. Erkasap, “Hangi öğretim üyesi olursa olsun asistanlar açısından eğitimlerinde bir yön eksik kalır.” şeklinde konuştu.

Yasaklar en fazla asistanları etkiliyor

Hasta tedavilerinin aksatılmadığı, başka hastanede de olsa ameliyatlarının yapılabildiğini belirten Dr. Erkasap, bu yasakların en fazla asistanları etkilediğini söyledi. Muayenehanesi olan hekimlerin hastane bünyesinde ameliyatlara girmeyip sadece eğitim faaliyetlerinde bulunabilmelerini değerlendiren
Dr. Erkasap, “Bir cerrahi branşta, asistan eğitimi nasıl odada verilebilir?” diye sordu.

Gerekçeli karar çözüm olabilir

Anayasa Mahkemesi’nin Tam Gün Yasasının iptaline ilişkin gerekçeli kararını açıklamasının ardından gözler yeniden üniversite hastanelerine çevrildi. Dekanlıkların gerekçeli kararı yeterli görmeleri halinde, muayenehanesi olan öğretim üyelerinin tekrar göreve başlamaları için yetki verme hakkı olduğunu anlatan Dr. Erkasap, hekimler olarak Dekanlıkla görüşüp hastanede tekrar çalışabilmenin yollarını arayacaklarını söyledi.

Ekonomik değil onur meselesi

Hastanede görev yapmayı istemenin ekonomik bir yönü olmadığını anlatan
Dr. Erkasap sözlerini, “Görevimizi tam yapmak istiyoruz, ama bizim durumumuzdaki öğretim üyelerini engelliyorlar. Oysa bunun bizim hakkımız olduğunu düşünüyoruz. 25 yılımı verdiğim hastanede çalışamıyor olmak artık onur meselesi haline geldi.” diye sürdürdü. Sağlık alanında tam bir kaos ortamı yaşandığına işaret eden Dr. Erkasap, “Her sabah acaba bugün ne değişti diye merakla uyanıyoruz” dedi. (HEKİM POSTASI, 15 Ocak 2013)

Hedefte artık meslek örgütleri var!

Dostlar,

AKP iktidarı tüm toplumsal muhalefeti susturmak istiyor.
Toplumun aydın kesimlerinden istediği oyu alamıyor.
Ülkenin geri kalmış ve az eğitimli insanları AKP masallarına ne yazık ki kanıyor.

Ama Tayyip bey kadir-i mutlak bir “Başkan” olmak istiyor ve partisi de
örn. Mısır’da olduğu gibi % 80 (!?) oy alsın hayal ediyor.

Anayasa’nın 135. maddesi bağlamında düzenlenen “kamu kurumu niteliğindeki meslek kuruluşları” nı tüm çabasına karşın fethedemedi.

Başta TMMOB olmak üzere, Barolar ve Türk Tabipleri Birliği üzerinde egemenlik kuramadı.

Dolayısyla kaleyi içten fethetmek için, AKP’nin “ileri demokrasisinde” (!?)
bu özerk olması tanımı ve demokrasi gereği, 1982 anayasası gereği zorunlu olan kurumların yasalarına müdahale ediyor. Anayasaya aykırı olurmuş,
Anayasa Mahkmesinden dönermiş.. gibi kaygıları -doğallıkla- yok!?

TBMM’deki Anayasa değişikliklerini bile beklemeden..
Gözü kara..

Bir kez daha uyaralım :

  • Türkiye kopkoyu bir islami faşizme sürükleniyor!

Direnişi, savaşımı (mücadeleyi) bu gerçek ışığında gözden geçirmeli..
Anamuhalefet CHP gece gündüz uyumadan stratejiler geliştirmeli..

Sevgi ve saygı ile.
6.2.13, Ankara

Dr. Ahmet Saltık
www.ahmetsaltik.net

===========================================

Hedefte artık meslek örgütleri var!

Ankara Tabip Odası HEKİM POSTASI, 15 Ocak 2013

Neoliberal bir politika olarak “reform” adı altında meslek örgütlerinin yeniden yapılandırılması projesi adım adım yürürlüğe konuyor. Bazı düşünce kuruluşlarının söylem ve kanaat oluşturma yoluyla zeminini hazırlamaya çalıştıkları düzenleme girişimlerini saldırıların hedefindeki TMMOB İnşaat Mühendisleri Odası’ndan Nevzat Ersan değerlendirdi.

Kansu Yıldırım

Hedefte artık meslek örgütleri var!

(Ankara Tabip Odası HEKİM POSTASI, 15 Ocak 2013)

Neoliberal bir politika olarak “reform” adı altında meslek örgütlerinin yeniden yapılandırılması projesi adım adım yürürlüğe konuyor. Bazı düşünce kuruluşlarının söylem ve kanaat oluşturma yoluyla zeminini hazırlamaya çalıştıkları düzenleme girişimlerini saldırıların hedefindeki TMMOB İnşaat Mühendisleri Odası’ndan Nevzat Ersan değerlendirdi.

Kansu Yıldırım

Türk Mühendis ve Mimar Odaları Birliği’nin (TMMOB) mevzuatını düzenlemeye yönelik adımlar, TMMOB Yasası üzerinde planlanan doğrudan bir değişikliğe dönüştü. Anayasa’nın 123, 124 ve özellikle 135. maddelerinden hareketle yayımlanan 6235 sayılı TMMOB Yasasının değiştirilmesi yoluyla Birliğin içine çekilmeye çalışıldığı süreci ve düzenlemenin ayrıntılarını TMMOB İnşaat Mühendisleri Odası (İMO) Yönetim Kurulu Üyesi Nevzat Ersan ile konuştuk.

AKP Hükümetinin üzerinde çalıştığı, 6235 Sayılı TMMOB Kanunu’nun değiştirilmesine yönelik yasa taslağından ve neden olacağı değişikliklerden kısaca bahsedebilir misiniz?

TMMOB ve bağlı odalarına dair düzenlemeler Devlet Denetleme Kurulu raporuyla başlamış, KHK’larla çerçevelendirilmiş, yapı denetimi yasa tasarısıyla ayrıntılandırmıştır. DDK raporu meslek örgütlerinin yapısı, işleyişi ve görevleriyle ilgili olup Anayasa ve ilgili yasalarda değişiklik önermekteydi. KHK’lar, meslek odalarının mevzuatının düzenlenmesinden gelir getirici faaliyetlerinin bakanlık eliyle yürütülmesine kadar özerkliği, mali kaynakları ve idari yapıyı değiştiriyor. Yapı denetimi yasa tasarısı ise bir torba yasa ve TMMOB yasasında değişiklikler öngörüyor. Buna göre, TMMOB ve bağlı odaları, ayrı tüzel kişilikleri olan il odaları olarak düzenleniyor.

Odaların mesleki düzenleme yapmasına sınırlamalar getiriliyor, odalara iktisadi işletme kurma hakkı tanınarak üyelerine rakip olma durumu yaratılıyor, piyasadaki denetim ve gözetim yetkisi sadece bakanlık protokolüne bağlanıyor, seçimlere katılmak aidat ilişkisine indirgeniyor ve en vahimi, oda merkezlerinin yönetmelikleri ancak bakanlığın uygun görüşünü aldıktan sonra yürürlüğe girebiliyor. Bu durum yıllarca emek vererek kurduğumuz odalarımızın geleceği açısından son derece kritiktir.

TMMOB Yasasında amaçlanan değişikliği nasıl okumak gerekir? Hukuksal düzenlemenin ötesinde neleri içermektedir?

Bu değişiklikler siyasi iktidarın her türlü muhalefete olan tahammülsüzlüğü yanında neoliberal politikaları hayata geçirmede ayağına takılan taşları temizleme çabasıdır. Bu anlamda TMMOB’nin, mesleğin esaslarını gözetmesinin yanında toplumu esas alan duruşu rant projelerine engel olarak görülmektedir.

Söz konusu değişiklik hazırlığı, Liberal Düşünce Topluluğu tarafından geçen yıl hazırlanan, “Türkiye’de Kamu Kurumu Niteliğindeki Meslek Kuruluşlarının Yeniden Yapılandırılmasına İlişkin Reform Önerisi”
isimli çalışması ile benzerlikler taşıyor mu?

Türkiye’de “düşünce fabrikaları”, toplumsal değişimin yönünü belirlemek konusunda “belli bir grubun” fikirlerini ve ideolojilerini üreten kurumlar oluyorlar. Liberal Düşünce Topluluğu da bu anlamda AKP iktidarının düşünce fabrikası olma iddiası taşıyor.

LDT, rapor ve istatistiksel bilgiler ve tüm bunların sonucunda anayasa reformu önerisi olarak hazırladıkları metinlerle, meslek odalarına karşı yürütülen karalama kampanyalarının kanaat zeminlerini oluşturmaktadır. İstenen sonuçların önceden hazırlanmış olduğu ve kamuoyu araştırmasının hayal kırıklığı yarattığı açıktır. Çünkü istatistiksel veriler, ideolojik değerlendirmelerle istenen sonuçlara uydurulmaya çalışılmıştır. Meslek odalarını korporatist, hizmetin maliyetini yükselten, kendisini sivil toplum zanneden, tek yanlı politika güden, rekabeti engelleyen ticari yapılar olarak tanımlıyorlar. Ancak kendi yaptıkları çalışmaların sonuçları bile tersi bir duruma işaret ediyor. Örneklemin %75’i meslek odalarının sivil toplum kuruluşu, %70’i de demokratik kurumlar olduğunu belirtmiştir.

Bazı medya kuruluşlarının yapılan sözde akademik çalışmayı dayanak alarak haberler yapması, kumpası gözler önüne sermektedir.

“Yasal düzenlemelere ek olarak medya kuruluşları, sermayedarlar ve hükümet nezdinde asılsız söylemler üretilmekte, bununla birlikte Liberal Düşünce Topluluğu gibi kurumlar aracılığıyla da bu söylemlerin kanaat zeminleri oluşturulmaktadır.”

 

Sizin bu konu hakkında ne gibi çalışmalarınız oldu?

İmza kampanyamız devam ediyor, buna ek olarak ilerleyen günlerde takvimimiz ortaya çıkacak. Böylesi bir süreçte birlikteliklerin, dayanışmanın önemli olduğunu vurgulamak isterim. Bu doğrultuda da birlikteliklerin artırılması ve bu zor günleri hep birlikte atlatabilmemiz en büyük temennimizdir.

Son olarak bir projeksiyon ortaya koymaya çalışırsak, başka bir meslek örgütü olan Türk Tabipleri Birliği ve diğer meslek örgütleri için
neler söyleyebiliriz? 

Bu aslında tüm meslek örgütleri için belirlenmiş bir çerçeve. LDT’nin çalışmasında ele alınan örneklerden birisi de tabip odaları idi. LDT’nin yaptığı çalışmada, meslek örgütlerinin düzenleyici ve denetleyici rolleri yok sayılmakta, gittikçe güvencesiz ve korumasız hale getirilen “meslek piyasası”nda tüm kamusal nitelikleri yok edilerek özel rekabetçi kurumlar olarak yeniden dizayn edilmeleri önerilmektedir. Bu anlamda önerilen düzenlemeler kamu kurumu niteliğinde çalışan tüm meslek örgütlerine yöneliktir.

Adrese Teslim Atamalar : Mücadele Sürüyor!

Dostlar,
İbretlik bir karar daha.. AKP ve kadroları hukuk dinlemiyor..
Bravo Ankara Tabip Odası! Gönülden kutluyorum. 8.8.12
Dr. Ahmet Saltık, www.ahmetsaltik.net

ANKARA TABİP ODASINDAN :

Adrese Teslim Atamalar: Mücadele Suruyor!

Değerli Meslektaşımız,

Ankara Tabip Odası tarafından ortaya çıkarılarak yargıya taşınan ve yaygın medyada “noter onaylı torpil skandalı” olarak geçen Yıldırım Beyazıt Üniversitesi Tıp Fakültesi kadrolarına öğretim üyesi atamaları sürecinde bir viraj daha alındı.

Ankara Tabip Odası tarafından, tıp fakültesine öğretim üyesi alımında “kişiye özel belirlemelerle” kadro ilan edildiği gerekçesiyle Yıldırım Beyazıt Üniversitesi Rektörlüğü’ne karşı açılan ve Ankara 5. İdare Mahkemesi’nin kadroların iptal edilmesi yönündeki kararı ile sonuçlanan davanın ardından lehte bir başka karar da Danıştay’dan geldi. Danıştay nezdinde kararı temyize giden Yıldırım Beyazıt Üniversitesi Rektörlüğü’nün, “Ankara Tabip Odası’nın dava açma ehliyeti olmadığı” yönündeki itirazı ile “iptal kararının yürütmesinin durdurulması” talebi, Danıştay 8. Dairesi tarafından oyçokluğuyla reddedildi.

Sürece ilişkin olarak daha önce basında ve Hekim Postası’nda yer alan bazı haberleri okumak için tıklayınız.

Konuyla ilgili olarak Ankara Tabip Odası Hukuk Bürosu tarafından yapılan açıklama şöyledir:

“Yıldırım Beyazıt Üniversitesi Rektörlüğü’ne karşı Ankara Tabip Odası tarafından açılan ve üniversitenin tıp fakültesi anabilim dallarına öğretim üyesi alımına dair, 26.01.2011 tarih ve 27827 sayılı Resmi Gazete’de yayımlanan ilanla getirilen ek koşulları yargıya taşıyan dava, iptal kararı ile sonuçlanmıştı.

Davayı ele alan Ankara 5. İdare Mahkemesi, 09.04.2012 tarih ve 2011/753 E. 2012/702 K. sayılı kararı ile söz konusu ilan içeriğinde tıp anabilim dallarına öğretim üyesi alımına ilişkin olarak getirilen ek koşulların, ilgili mevzuatta da yer bulan “münhasıran bilimsel kaliteyi arttırma” amacına uymadığı, kimi öznel/subjektif belirlemeler yapıldığı, öte yandan YÖK’ün onayının dahi alınmadığı vb. noktalarda toplanan itirazlarımızı haklı bulmuştu.

Söz konusu karar, Yıldırım Beyazıt Üniversitesi Rektörlüğü tarafından Danıştay nezdinde temyiz edildi ve bu temyiz başvurusunda, yerel mahkemenin iptal kararının yürütmesinin durdurulması da talep edildi. Yine bu temyiz başvurusunda davalı rektörlük, Ankara Tabip Odası’nın dava açma ehliyeti bulunmadığı yolundaki tezini de dillendirdi.

Temyiz incelemesini ele alan Danıştay 8. Dairesi, 12.07.2012 tarih ve 2012/6207 E. sayılı ara kararı ile iptal kararının yürütmesinin durdurulması talebini oy çokluğu ile reddetmiş bulunmaktadır. Aynı ara kararında Danıştay 8. Dairesi, yine oy çokluğu ile Odamızın dava açma ehliyetinin varlığına hükmetmiştir.

Temyiz incelemesi sürmekte olup, esas hakkındaki karar ise önümüzdeki süreçte verilecektir.

Bu karar neticesinde, yerel mahkemenin iptal kararının derhal uygulanması gerekmektedir. Ankara Tabip Odası, YÖK ve Yıldırım Beyazıt Üniversitesi Rektörlüğü nezdinde bu yolda girişimlerde bulunmaktadır.”

Ankara Tabip Odası
8.8.2012