Tarihsel gelişme süreci içinde, dinler, öz olarak, iktidar sahiplerine ve güçlülere hep adalet, liyakat, ahlak, kardeşlik, barış, dayanışma ve sevgi telkin etmiştir.
Buna karşın, ayrıklar (istisnalar) dışında, muktedirler ve güçlüler ise bu ilahi, dinsel öğretileri bir güç devşirme, saltanat ve çıkar sağlama aracı olarak kullanmaktan hiç çekinmemişlerdir.
Tarihsel devirler bu ve benzeri istismarlarla doludur.
Aynı durum İslam dini ve İslam toplumları için daha da belirgindir.
Dindarlık görünümü altında, kimi ruhban ya da ulemanın desteğini alıp dinbazlık yaparak dinsel, ilahi telkin ve inançları çarpıtıp kötüye kullanmak muktedir ve güçlülerin en büyük ilahi aldatma aracı olagelmiştir.
Çünkü sıradan inançlı, dindar bir insan, hatta yeterince akıl ve bilimle aydınlanamamış yarı aydınlar için gerçek din ile din olmayanı ya da din ile siyaseti ayırt etmek o denli kolay değildir.
En doğru yaklaşım ise aktarıcı (nakilci) din anlayışından vazgeçmek; akıl ve bilim yardımı ile akılcı din anlayışına sımsıkı sarılmaktır.
Yüce Önder Mustafa Kemal Atatürk‘ün yapmak istediği tam da budur :
”Bizi yanlış yola sevk eden soysuzlar bilirsiniz ki, çok kere din perdesine bürünmüşler,
saf ve temiz halkımızı hep din kuralları sözleriyle aldata gelmişlerdir.
Tarihimizi okuyunuz, dinleyiniz…
Görürsünüz ki milleti mahveden, esir eden, harabeden fenalıklar
hep din örtüsü altındaki küfür ve kötülükten gelmiştir.”
Toplumu, gerçek dindarları, dinbaz muktedirler, din tüccarlar ve dinbaz din baronlarının istismar ve çıkar alanı olmaktan kurtarmaktır.
Laiklik, toplumu dinden soğutmak için değil, iktidar olmak ve çıkar sağlamak isteyen dinbazlara fırsat vermemek içindir.
Ayrıca laiklik demokrasinin olmazsa olmazıdır; farklı din ve inançların bir arada yaşayabilmesinin ön koşuludur.
Temel insan hakları, din ve vicdan özgürlüğü açısından inanç demokrasisidir.
Çağdaş yaşamdır.
Mustafa Kemal ATATÜRK :
“Bilhassa bizim dinimiz için herkesin elinde bir ölçü vardır.
Bu ölçü ile hangi şeyin bu dine uygun olup olmadığını kolayca takdir edebilirsiniz. Hangi şey ki akla, mantığa halkın menfaatine uygundur; biliniz ki o bizim dinimize de uygundur.
Bir şey akıl ve mantığa, milletin menfaatine, İslamın menfaatine uygunsa kimseye sormayın. O şey dinidir.
Eğer bizim dinimiz aklın mantığın uyduğu bir din olmasaydı mükemmel olmazdı, son din olmazdı.”
AKLIN; doğmalara tutsaklıktan kurtulması, bilimsel düşünce ile donanması, özgürleşmesidir, yalnızca din ve vicdan özgürlüğü olarak tanımlanamaz !
Uluslaşmanın, ulusal bağımsızlığın, birlikte yaşamanın, düşünce ve düşünceyi yayma özgürlüğünün, bilim, sanat ve kültürde üretkenlik ve yaratıcılığın, kadının insan olarak eşitliğinin, fikri hür irfanı hür vicdanı hür yurttaşlar toplumu olmanın, çocukların dünya çocukları ile yarışabilecekleri bilimsel bilgi ile yetiştirilmelerinin, topyekûn (bütüncül) kalkınmanın, emeğin en yüce değer olduğu bilincinin, üretmenin ve hakça bölüşmenin, hukuk devletinin, dünya uluslar ailesinin onurlu üyesi olmanın, kısacası İNSAN GİBİ YAŞAMANIN temel direğidir LAİKLİK !
Din ve devlet işlerinin değil, din ve dünya işlerinin birbirinden ayrılmasıdır LAİKLİK !
10 Nisan 1928
On yıllardır Türkiye Cumhuriyeti’ni yönetme görevini üstlenenlerin görmek istemedikleri, unutturmak için ellerinden geleni yaptıkları Cumhuriyet tarihimizin en önemli günlerinden biri.
Cumhuriyetimiz’ in ve Aydınlanma Devrimleri’nin en yaşamsal adımının atıldığı gün.
Genç Cumhuriyet, hayatın değişik alanlarında devrimlerini hızla sürdürürken önüne her zaman bir engel çıkıyordu; LAİKLİK ilkesinin yaşama geçmemiş olması.
9 Nisan 1928’de, Başbakan İsmet İnönü ve 120 arkadaşının verdiği yasa önerisi ile 1924 Anayasası’nın “Türkiye Devleti’nin dini, Din-i İslam’dır, Resmi Dili Türkçedir, Makarrı Ankara şehridir” diyen 2. maddesinden “Devletin dini, Din-i İslam’dır” tümcesi, 16. maddesindeki milletvekili yemini ile 38. maddesindeki Cumhurbaşkanı yemininden “Vallahi” sözcüğü ve 26. maddesinden de din işlerinin düzenlenmesini TBMM’nin görevleri arasında sayan cümle çıkartılıyordu. 9 Nisan 1928’de anayasanın bu dört maddesinde yapılan değişiklikler 264 üyenin oy birliği ile kabul edildi ve 10 Nisan 1928 tarihli Resmi Gazetede 1220 sayılı yasa olarak yayınlanarak yürürlüğe girdi. 5 Şubat 1937’de bir adım daha atıldı ve LAİKLİK; ruh ve uygulama ile zaten var olduğu Anayasa’da ilke olarak da yer aldı.
Böylece artık Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin hiçbir işi din kuralları ile, naslar ile görülemeyecekti.
Tarih boyunca insan topluluklarında; kaba kuvvet, aile, büyü, doğa güçleri ve benzerlerine dayanılarak kullanılan yönetme güç ve yetkisi, devletlerin ortaya çıkması ile birlikte ve zaman içinde TANRI adı verilen ilahi kaynaklar referansı ile kullanılır olmuştur. Çok tanrılı dinlerden tek tanrılı dinlere, değişik tapınma biçimlerine sahip pek çok devlette halen yönetme yetkisi bu dayanakla kullanılmaktadır.
İnsanlık tarihinde yönetme güç ve yetkisinin tanrısal olduğuna ilk güçlü itiraz 1789 Büyük Fransız Devrimi ile gelmiş, bu devrim esas olarak kilise ve kraliyet rejimini hedef almıştır. Fransız devrimine, bütün krallık ve göksel inanç sistemlerine dayalı rejimlerin düşman olma nedeni budur.
Mustafa Kemal Paşa ve arkadaşları da, 23 Nisan 1920’de Büyük Millet Meclisini açarken yetkiyi Allah’ın yeryüzündeki temsilcisi (Halife-i rûy-i zemin) olarak görülen padişahtan değil, Ulusal İstenç’ten (Milli İrade’den) alarak, kurdukları Büyük Millet Meclisi İdaresinin niteliğini ilan eden çok önemli bir adım atmışlardır. Bu adım; salt işgal altındaki bir vatanı bağımsızlığına kavuşturmanın değil, bin yıllardır süren bir düzeni yıkarak kuldan özgür yurttaşa ulaşmanın da adımıdır. Nitekim Atatürk ve Cumhuriyet Devrimcileri “Hâkimiyet Bilâ Kaydü Şart Milletindir” tümcesini Teşkilatı Esasiye Kanunu’nun 1. maddesine yazmış, Türkiye Büyük Millet Meclisi duvarına da silinmemek üzere asmışlardır. Günümüzde “EGEMENLİK KAYITSIZ ŞARTSIZ MİLLETİNDİR” şeklinde simgeleşen bu temel ilke, kimi kesimleri çok rahatsız etmekte, farklı biçimde anlatılmaya çalışılmakta, daha acısı bu kesimler memleket dahilinde iktidara sahip olanlarca korunup kollanmaktadır.
Ulusal Kurtuluş Savaşımızın zafere ulaşmasından hemen sonra, güçlü bir devrimci irade ile 1 Kasım 1922’de 600 yıllık saltanat ve 3 Mart 1924 tarihinde hilafet kaldırılarak MİLLET EGEMENLİĞİ kesinleştirilmiş, 10 Nisan 1928’de de devlet uygulamada laikleştirilmiştir. Böylelikle, Cumhuriyet Devrimcilerinin hep önünü kesen bu Anayasal çelişki; Atatürk’ün Büyük Nutuk’ta, 16 Ocak 1923’te İzmit’te yapılan ve 12 saat süren ünlü gazeteciler buluşmasına atıfla (gönderme ile) uzun uzun anlattığı ve “devletin dini” konusunun ilk fırsatta çözüleceğini söylediği üzere, Büyük Nutuk’un okunmasının üzerinden 6 ay geçmeden ortadan kaldırılmıştır.
Bugün 10 Nisan LAİKLİK GÜNÜ kutlamalarına karşı çıkıp, unutturma çabası içinde olanların kutsal inançları nasıl istismar ettiklerini her gün yeni bir örnekle içimiz acıyarak izliyoruz. Bu aymazlar; meşruiyetlerinin kaynağını kurutmaya, bindikleri dalı kesmeye çalıştıklarının farkında değiller. Aldıkları kararları kutsal ve tartışılamaz inançlara dayalı hale getirerek itirazsız bir yönetim özlemi çekenlerin, demokrasinin özünün LAİKLİK olmasına tahammül edemedikleri ortadadır.
Biat kültürü, bu nedenle egemen kılınmak isteniyor. Bu nedenle “lidere mutlak itaat” ile demokrasiye son veren anayasa değişiklikleri tereddütsüz onaylanıyor. Böylece kendi yetkilerine son veren bir meclis, kendi varlığına son veren anayasa değişikliklerinin reklamını yapan bir başbakan ortaya çıkabiliyor.
Demokrasinin özünün LAİKLİK olduğunu öğrenmenin en pahalı, en acılı yolu, laikliği ve dolayısıyla demokrasiyi yitirip teokratik bir diktanın tutsağı olmaktır. LAİKLİK ilkesini yaşamlarına ve devletlerine yerleştirememiş toplumların ne halde olduklarını görmek için uzaklara gitmeye gerek yok, kimi sınır komşularımıza, bölgemizdeki birçok ülkeye bakmak yeterlidir.
Hiç unutulmamalıdır; LAİKLİK, hepimizin altında güvenle yaşadığımız Cumhuriyet Kubbesi’ nin KİLİT TAŞIDIR, zinhar (kesinlikle) oynanmamalıdır !
ATATÜRKÇÜ DÜŞÜNCE DERNEĞİ; Ulusumuzun LAİKLİK GÜNÜ’nü kutlarken, Cumhuriyetimizin ve Türk Devrimi’nin bu vazgeçilmez ilkesini sonsuza dek koruma ve savunma azim ve kararlılığını bir kez daha kamuoyuna duyurmayı, ülkemizi yöneten ya da yönetmeye talip (istekli) olan herkesi de bu azim ve kararlılıkla hareket etmeye çağırmayı görevi saymaktadır.
Saygılarımızla… 10 Nisan 2022
ATATÜRKÇÜ DÜŞÜNCE DERNEĞİ GENEL MERKEZİ ============================================== Dostlar,
Batı, 114 yıl süren kanlı mezhep savaşları sonunda İstanbul’u yitirince, 1453’te Laik düzene geçti.
Batı Uygarlığını yarattı.
Emperyalizmin maşası Siyasal İslam 500 yıldır hala şeriat batağında.
Ne büyük talihsizlik!
Namuslu-yiğit Din Bilginleri öncülük etmeli İslam dünyasına..
Tabu can çekişiyor ama çok da can yakıyor hala..
Sevgi ve saygı ile. 10 Nisan 2022
Prof. Dr. Ahmet SALTIK MD, MSc, BSc
Atılım Üniv. Tıp Fak. Halk Sağlığı AbD
Sağlık Hukuku Uzmanı, Kamu Yönetimi – Siyaset Bilimci (Mülkiye) www.ahmetsaltik.net profsaltik@gmail.com
facebook.com/profsaltik twitter : @profsaltik
OTORİTER ve TOTALİTER REJİMLERDE OLASI TOPLUMSAL ÇÜRÜME BELİRTİLERİ
EĞER:
– Özgür düşünce yasaklanırsa AKIL ÇÜRÜR.
– Korku kültürü yaygınlaşırsa SÖZ- SOHBET-İÇTENLİK ve İNSANA GÜVEN ÇÜRÜR.
– Özgürce yazmak yasaklanırsa MEDYA ÇÜRÜR.
– Kutsal din duyguları bireysel, ticari, ailevi, siyasi ve kurumsal çıkarlara alet edilirse İNANÇ ÇÜRÜR.
– Tencerede aş, sofrada ekmek… bulundurma sıkıntısı doğarsa AİLE ÇÜRÜR.
– Sağlık, eğitim, istihdam, iş ve gelir güvencesi zayıflarsa TOPLUM ÇÜRÜR.
– Evrensel insan hakları, din ve vicdan özgürlükleri kısıtlamışsa HUKUK ÇÜRÜR.
– Eğitimciler, akıl, bilim, özgür araştırma hakları, fırsat eşitlikleri ve olanaklarından yoksun bırakılırsa EĞİTİM SİSTEMİ, YANİ ZİHNİYET ÇÜRÜR.
– Haksızlık, yolsuzluk, liyakatsızlık ve hırsızlıklara göz yamulursa AHLAK ÇÜRÜR.
– Yurttaşlar arasında ırk, din, mezhep, siyasal kanı, bölge ve cinsiyet ayrımları yapılırsa VİCDAN VE TOPLUMSAL BÜTÜNLÜK ÇÜRÜR.
– Devletin varlığı, halk sağlığı ve toplum güvenliğine zarar vermeyen her konuda özgürce örgütlenme, parti kurma ve görüş bildirme olanakları kısıtlanmışsa DEMOKRASİ ÇÜRÜR.
– Yargıçların özgürce karar verme olanakları kısıtlanmış ya da baskılanmışsa YARGI ÇÜRÜR.
– Bir ülkedeki siyasal iktidarlar anayasal yetkilerinin dışına taşarak keyfi siyasal, ekonomik ve hukuksal kararlar üretebiliyorlarsa REJİM ÇÜRÜR.
– Siyasal iktidarı elinde bulunduranlar hak-hukuk-adalet ve liyakat ilkelerinden ayrılmışlarsa DEVLET ÇÜRÜR.
Çünkü devletin temeli de, ideolojisi de, ahlakı da adalet ve hukuktur.
Bu hukuk teokratik rejimlerde dinsel hukuk; laik, sivil ve çağdaş rejimlerde doğrudan toplum tarafından seçilen millet vekillerinin özgürce birlikte oluşturdukları laik ve sivil hukuktur.
Yani ulusal istenç ya da milli iradedir.
Keyfi hukuk ise Hitler, Mussolini ve Stalin gibi diktatörlerin yalnızca ve yalnızca kendilerine özgü olarak ürettikleri bir basķı ve sindirme hukuku(!) olabilir.
*** Atatürk bu ülkenin hem aklı, hem kalbi, hem hukuku, hem ahlakı, hem ruhu ve hem de ebedî geleceğidir.
O’na kötülükle uzanan eller ve kolları yöneten beyinler küflenmiştir, koftur.
Bu çağın aklı ve bilimini göremeyen ve geleceği olmayan cahil ve adi zihniyeti lanetliyorum.
Kölelik rüzgârı efendilerin,
Teokrasi rüzgârları krallar, şahlar ve sultanların,
Feodalite rüzgârları derebeylerin,
Liberalizm rüzgârları kapitalistlerin,
Sosyalizm rüzgârları emekçilerin,
Demokrasi rüzgârları azınlıklar ve aydınların,
Dindarlık rüzgârları ulema ve ruhban sınıfının, Eşitlik ve adalet rüzgârları halkların, Ekonomik refah rüzgârları halkın yaşam düzeyini yükselmek isteyen vicdanlı iktidarların, Laiklik rüzgârları inanç demokrasisi, din ve vicdan özgürlüğü isteyenlerin, Akıl ve bilim rüzgârları bilim insanlarının,
Feminizm rüzgârları entellektüel kadınların,
Cehalet ve hurafe rüzgârları muskacı, üfürükçü ve falcıların,
Kaos- karmaşa rüzgârları anarşist ve teröristlerin,
Siyaset rüzgârları muhteris siyasetçilerin, Faşizm rüzgârları ise halk düşmanı zorba iktidar sahiplerinin;
ÇARKLARININ DAHA HIZLI DÖNMESİNE YARAR.
2021 sorunlarını 12 başlıkta toplayan geçen yazı, monokrasi (tek kişi yönetimi) ve destekçileri içindi: AKP-MHP-BBP. Bu yazı ise, demokrasi yanlıları için yeni yıl öneri ve uyarıları: CHP, HDP, İYİ Parti, TİP, Saadet ve Deva partileri gibi TBMM’de grubu ve temsilcisi bulunan partiler başta, Gelecek Partisi’nden Sol Parti’ye kadar geniş bir yelpaze ve demokrasiyi savunan toplum kesimleri. Muhatap, bu kez iktidar değil, iktidar adayları, yani demokrasi savunucuları.
DOĞRU VE GERÇEK BİLGİ: Dezenformasyon sürecinde kurulan parti başkanlığı yoluyla tek kişi yönetimi, doğru ve gerçek bilgi yaymaya çalışanları bile, terörist yaftasıyla adliyelere sevke başladı. Şu halde, yurttaşların bilgilenme hakkı, demokrasi için temel ve önkoşul. Gerçekleri, en yalın biçimde elden geldiğince en geniş kesimlerle paylaşmak, tarihsel sorumluluk.
DÜNYEVİ HUKUK:Türkiye Cumhuriyeti, dünyevi hukuk ile doğdu ve öyle yaşayacak. Anayasa, bütün inançları ve vicdan özgürlüğünü güvence altına alır. Bu nedenle demokrasi yolcuları, dünyevi hukuk söylemini hep öne çıkarmalı. Anayasa, güvencelediği inançları devlet yönetimine karıştırmayı yasaklamıştır. Demokratik Anayasa yolcuları, bu konuda ikircikli bir tavra girmemeli; yasağa aykırı söylem, işlem ve eylemlere, kararlı ve sistematik biçimde karşı çıkmalı.
EĞİTİM VE KAMUSALLIK BİLİNCİ: Eğitim ve öğretim, çağdaş bilim ve eğitim esaslarına göre, devletin gözetim ve denetimi altında yapılır. Okullarda zorunlu din eğitimi, din ve vicdan özgürlüğüne aykırı iken, 4-6 yaşa okul öncesi din eğitimi, Anayasa’ya ve akla da açıkça aykırı.
Çocukların eğitimi çevre ve toplum, eşitlik ve özgürlük, sorumluluk ve paylaşım, hak ve emek gibi insani değerler bağlamında olmalı.
HUKUK YOLUYLA SİYASET: ‘Hukuk başka siyaset başka’ değil, siyaset ve demokrasi, ancak hukukun genel ilkeleri çerçevesinde sürdürülebilir. Bu nedenle, TBMM’de muhalefetin nitelikli yasa çabası, çoğunluk dayatması karşısında müzakereci demokrasi koşullarını zorlamak olarak da anlaşılmalı.
YURTTAŞLIK: İndirgeyici dil yerine kapsayıcı ve kucaklayıcı hitap tarzı olarak da yurttaşlık öne çıkarılmalı. Aşkın statü ve kavram olarak yurttaşlık, özgürlük, eşitlik ve adaletin öncülüdür. Yurttaşlık yerine soy, din ve inanç, bölgesel aidiyet ve cinsiyetin öne çıkarılması, toplumu -tıpkı bugün olduğu gibi- hukuk ve liyakatten uzaklaştırır.
ÖZGÜRLÜK-EŞİTLİK-ADALET: Bu üçlü, demokrasinin alt yapısını oluşturur. Demokrasi, öncülü olan seçimin ötesinde kurumlar, kurallar, ilkeler ve değerler bütünüdür. Bu nedenle, demokrasiyi doğru anlamlandırmak gerekir.
HUKUK VE İKTİSAT: Genel ilkelere dayalı hukuk kurallarına saygı ve hukuk güvenliği, toplumsal barışın olduğu kadar iktisadi istikrarın da önkoşulu olduğuna göre, bu bağlantıyı bilimsel temellerde işlemek gerekiyor.
SAĞLIK VE SOSYAL DEVLET: Covid-19’un neden olduğu toplumsal yıkım karşısında tıp ve hukuk gereklerini somutlaştırmak ve ölümleri asla kanıksamamak için sosyal devlet gereklerini uygulamaya koymak, yoksulluktan çıkış ve yolsuzluktan uzaklaşmak için de yaşamsal.
ÜLKESEL DEĞERLER: Tarihsel, kültürel ve çevresel değerler bütününde Türkiye mirasını, gelecek kuşaklara eğitim, örgütlenme ve dayanışma yoluyla aktarma iradesi ortaya konulmalı.
BİLİM VE LİYAKAT: Kamu yönetimi bütünü için, liyakat, uzmanlık ve bilimsel ölçütler elden geldiğince somut olarak belirlenmeli.
MEŞRULUK: TBMM’de monokratik dayatma ile gelecek kuşakların iradesini bağlamaya yönelik (liman satışları örneğinde olduğu gibi) yasaların meşruluğu sorgulanarak, bu tür düzenlemelerin kazanılmış haklar yaratmayacağı şimdiden açıklanmalı.
ÖZELEŞTİRİ – ÖZVERİ VE DAYANIŞMA: Bireysel ve ortak özeleştiri ve özveri yoluyla, sıralanan ortak ve temel değerlerde buluşma ölçüsünde dayanışma halkaları örülebilir.
Sonuç olarak; “iktidar bekası”, monokratlar için yaşamsal bir sorun; demokratlar ise, iktidarın el değiştirmesini yaşamsal sorun olarak algılayarak, kendi yol haritalarını, gecikmeksizin söylem, işlem ve eylemleri ile somutlaştırmak gibi tarihsel sorumluluk ve yükümlülükle karşı karşıya: zaman, ağaçlarla uğraşma değil, ormanı ve onu saran yangını görme zamanı.
Siyaset ırmağı kirli akıyor, Uzlaşın, anlaşın, dost olun beyler. Siyasetin dili ocak yıkıyor, Uzlaşın, anlaşın, dost olun beyler. Xxx Toplumdaki birlik bağı çürüdü, Millet kutuplaştı, vicdan kurudu, Barış hayal oldu, ahlak eridi, Uzlaşın, anlaşın, dost olun beyler. Xxx Siyasetin terazisi bozuldu, Ulus birliğinin bağı çözüldü, Enflasyon şahlandı, yoksul ezildi, Uzlaşın anlaşın, dost olun beyler. Xxx Devletin dinine adalet derler, Adalet ahlakla kardeş olurlar, Adaleti liyakatta bulurlar, Uzlaşın, anlaşın, dost olun beyler. Xxx Irkçılık, dincilik halkı terk etsin, Ayrımcılık bizden uzağa gitsin, Birliğin, dirliğin mayası tutsun, Uzlaşın, anlaşın, dost olun beyler. Xxx Korku kültürünün kökü kurusun, Cebir, şiddet bir mum gibi erisin, Her gönülü barış, sevgi bürüsün, Uzlaşın anlaşın dost olun beyler. Xxx Herkes eteğinin taşını atsın, Kin ve nefret ülkemizi terk etsin, Adalet borusu her işte ötsün, Uzlaşın, anlaşın, dost olun beyler. Xxx Din ve vicdan özgürlüğü yerleşsin, Millet özgür olsun, sesi gürleşsin, Herkes laik anlayışta birleşsin, Uzlaşın, anlaşın, dost olun beyler. Xxx Çağdaş demokrasi koşulsuz gelsin, Siyaset milletin emrinde olsun, Hak, hukuk, adalet yerini bulsun, Uzlaşın, anlaşın, dost olun beyler. Xxx Fabrikalar artsın, çarkları dönsün, İşsizin, yoksulun acısı dinsin, Mutfaktaki yangın acilen sönsün, Uzlaşın, anlaşın, dost olun beyler. Xxx Ortak sorunları öne alalım, Ortak akıl ile çare bulalım, Ortak çaba ile hizmet sunalım, Uzlaşın, anlaşın dost olun beyler. Xxx Bir olalım, tek hedefe koşalım, Çok çalışıp, üreterek coşalım, Her sorunu uzlaşarak aşalım, Uzlaşın anlaşın dost olun beyler. Xxx Ayrıştıran eğitimden kaçalım, Akılla, bilimle ışık saçalım, Helal kazanç ile yiyip içelim, Uzlaşın, anlaşın, dost olun beyler. Xxx Yoksulluk, yolsuzluk, yasaklar bitsin, Güven bunalımı defolsun gitsin, Medya ayrıştıran dili terk etsin, Uzlaşın, anlaşın, dost olun beyler. Xxx İç ve dış sorunlar doruğa vardı, Gençliğin gelecek ufku karardı, Halil Çivi sizi dostça uyardı, Uzlaşın anlaşın dost olun beyler. Sakın unutmayın, dost acı söyler. X xx
Uzun bir zamandan beri, Diyanet İşleri Başkanının siyasilerle sıklıkla bir arada boy göstermesi, çeşitli konulardaki kuraldışı tutumları, davranışları, konuşmaları ve bu konuşmaların uslup (biçem) ve içerikleri Türkiye medyasında geniş yer buldu ve bulmaya devam ediyor. Bu nedenle, Anayasamızın ve laik devlet yapımızın bir gereği olarak Türkiye’de laiklik yeniden kamuoyunun gündemine oturdu. Bu gelişmeler bağlamında ben de kimi düşüncelerimi sizlerle paylaşmak istedim.
Günümüzdeki çağdaşlaşma paradigması yani total resmi ve sivil çağdaş değer ölçüleri dizgesi Batı (Avrupa) kökenlidir. Bu çağdaş değerler sisteminin oluşmasını var eden zihniyet devriminin temel bileşenleri de şunlardır.
1- Devlet, toplum, aile ve birey yaşamını düzenleyen dogmatik, dinsel, eleştirilmeye ve yenilenmeye kapalı normların yerini giderek akla, deney ve gözleme dayalı özgür bilimsel düşünceye bırakması. Toplum ve devlet yaşamında her alanda aklın ve bilimin kesin egemenliği…
2- Devlet, toplum, aile ve bireylerin özgür düşünme ve davranma özgürlüğünü baskılayan kilisenin, yani ruhban (din adamları) sınıfı temsilcilerinin tüm otorite ve vesayetine son verilmesidir. Başta dinsel alan olmak üzere, her kurum ve herkes için ve yine her konuda din ve vicdan özgürlüğünün geçerli olmasıdır. Bu durum Orta Avrupa’da LAİKLİK, Kuzey Avrupa’da ise SİVİLLEŞME (Secularism) olarak toplumsal yaşama aktarılmıştır. Bu bağlamda laiklik ve sekülerleşme birbirine çok yakın anlamdadır.
3-Laikleşme ve sivilleşme, dinsel otoriteden (Papalık-kilise) bağımsızlaşma, dini otoritenin vesayetinden kurtulma demektir.
Sivil toplum laik toplum demektir. Bu bağlamda tarikat ve cemaatler sivil toplum kuruluşu olamazlar. Çünkü genelde, istisnalar hariç (ayrıklar dışında), tarikat ve cemaat üyelerinin aklı, cemaat liderleri tarafından rehin alınmış gibidir. Cemaat üyelerinin doğrudan özgür iradeleri ya yoktur ya da çarptırılmıştır. Eğer dinsel terminoloji ile söylemek gerekirse;
“Mürşit önünde mürit (tarikat üyesi), gassal (ölü yıkayıcı) önünde meyit (ölü)” gibi olmalıdır.
4- Çağdaş paradigmanın bir başka öğretisi de Ulusal (milli) egemenlik, yani topyekun halk egemenliği demektir.1789 Fransız Devrimi‘nden sonra Aile veya hanedan yönetimi ya da vesayetinde olan teokratik ve feodal nitelikli devletlerin yerini ulusal istence (mili iradeye) dayalı devletler almıştır. Bu gelişme ÇAĞDAŞ DEMOKRASİLERİN doğuşu, gelişmesi, içeriğinin genişlemesi ve demokratik anlayışın derinleşmesi demektir. Bu durumda demokrasi çok öz olarak şöyle ifade edilebilir :
Demokrasi = Laiklik + sivilleşme + ulusal istenç + özgür aklın ve bilimin sürekli olarak yol göstermesi.
Demokrasi, temelde bir zihniyet ve devrimidir.
5- Laiklik ve sivilleşme dini dışlama değildir. Herkese din ve vicdan özgürlüğü verir. İsteyen istediği inancı benimser. İstemeyen benimsemez. İnanç demokrasisidir. Ancak birey açısından, ruhban sınıfından bağımsızlaşma, dinsel olayları özgür aklın ve bilimin süzgecinden geçirme, özgür irade sahibi olabilme demektir. İnsan, her birey, hem dindar hem laik olabilir. Kendi inancını özgürce yaşar, fakat başkalarına asla karışmaz. Başkalarının ya da devletin kendi inancına karışmasını da istemez.
Peki laiklik nasıl anlaşılmalıdır?
A- Bireysel açıdan laiklik din, vicdan ve inanç özgürlüğü demektir. Laiklik her bireye istediği din ve inancı seçmek ya da hiçbir inancı benimsememe özgürlüğü verir. Çünkü her özgürlük zıddı ile vardır. Vicdanların baskı altında olduğu yerde özgürlük olmaz.
B- Toplumsal açıdan laiklik, farklı dinler, mezhepler ya da farklı inanç kümeleri ile birlikte, farklılıklara empati (özdeşim) yaparak onlarla birlikte barış ve huzur içinde yaşayabilme demektir. Toplumsal açıdan laiklik farklı dinsel ve etnik yapıdaki insanların İNANÇ DEMOKRASİSİ ya da çoğulcu toplumların birlikte yaşama iradesidir.
C- Devlet açısından laiklik , devletin tüm farklı dinsel inanç kümelerine karşı mutlaka yansız; etnik, kültürel ve sosyal farklılıklara karşı da adil olmasını gerektirir. Çünķü Hz. Ali’nin dediği gibi, ”
Devletin dini” adalettir.
Devlet bir canlı varlık değil bir tüzel kişiliktir. Tüzel varlığın yani devletin dini olmaz. Demokratik ve laik toplumlardaki devlet yöneticileri, devlet adına kurallar üretir ve kararlar verirken, laik devletin hukuksal, laik ve demokratik anayasal varlığına uygun davranmak zorundadır.
Türkiye’ye gelince :
1- Bilindiği üzere Türkiye Cumhuriyeti, laik ve sivil bir devlet ve toplum yapısı hedeflenerek kurulmuştur. Anayasamızın değiştirilemez ve değiştirilmesi bile önerilmez 2. maddesine göre;
“Türkiye Cumhuriyeti laik, demokratik ve sosyal bir hukuk devleti” dir.
Tüm siyasal iktidarların daima ve her kararlarında laikliğin ruhuna ve özüne uygun davranmaları gerekir. Ancak İslam dinini ilahi, kutsal kaynağından kopartıp bir dünyevi ikbal ideolojisine dönüştürmek hem dine, hem devlete ve hem de çoğulcu toplumsal yapımıza zarar vermektedir. Kaldı ki din, dil, etnik yapı..vb. açılardan bir Osmanlı Devleti nüfus mirası (kalıtı) olan Türkiye’nin toplumsal yapısı da çoğulcudur. Bu nedenle özü ve ruhu ile doğru anlaşılmış doğru laiklik ve çoğulcu demokrasi toplumumuzun varlığını, birliğini ve iç barışı korumak bakımından ekmek ve su kadar vazgeçilmezdir.
2- Farklı dinler ve inanç kümelerini ve aynı dinin farklı felsefi, tasavvufi yorum sahiplerini bir arada tutmak, kaynaştırıp barış içinde yaşatmak gibi bir misyonla (özgörevle) kurulan Diyanet İşleri Başkanlığı‘nın salt İslam Dininin, hatta bu dinin yalnızca Sünnî Mezhebinin hizmetine girmesi asla doğru değildir.
D.İ. (Diyanet İşleri) Başkanlığı kesinlikle;
– Dinler, mezhepler, tarikat ve cemaatler üstü bir kurum olmalıdır. Dinler üstü / dışı bir konumda kalarak faaliyet göstermelidir.
-Özerk, bağımsız bir kurum olmalıdır.
– Siyaset dışı kalmalıdır. Dini siyasete ya da çıkarlarına alet etmek isteyen iktidarlara, partilere, kurumlara, tarikat ve cemaatlere bizzat D.İ. Başkanlığı karşı çıkmalıdır.
– Her türlü tarikat ve cemaatlerle bağlarını koparmalıdır. Eğer bu ana görevlerini yapamıyorsa ya yeniden yapılandırılmalı ya da kapatılmalıdır.
Bunları söylediğim için beni ütopik bulabilirsiniz. Ancak insan hayal ettikçe yaşarmış…
Çağdaş, laik, demokrat, gelişmiş, adil, aklın ve bilimin izinden hiç ayrılmayan hep barış, kardeşlik, dayanışma ve huzur, ebedi olarak da sevgi ve dostluk içinde yaşayan bir devlet, ülke ve toplum dileğiyle…
Ülkemizde laiklik konusunda yaşanan her türlü yanlışlar, bilerek ya da bilmeyerek hatalar ya da kasıtlı davranış ve uygulamalara karşın, ben yine de gelecekten çok umutluyum. Ya siz?
İçkiden sarhoş olanlar çoğu zaman eşlerine karşı, iktidar sarhoşları ise önünde sonunda halklarına karşı efelenirler.
Demokratik hukuk devletlerinde her iki sarhoşluk da geçicidir.
Birincileri yargı yoluyla eşleri, ikincileri de seçim ve sandık yoluyla halkları mutlaka boşar.
***
İKTİDAR GÜCÜNÜN GÖLGESİ…
Eğer bir ülkede siyasal güç odakları tekleşir, her şey tek elden yürütülmeye, iktidarın tüm toplumsal kümeler üzerindeki gölgesi uzamaya ve koyulaşmaya başlarsa; o ülkedeki insan hakları, din ve vicdan özgürlüğü, demokrasi, hukuk ve adaletin kapsamı da giderek zayıflamaya, daralmaya ve tükenmeye başlar.
***
Değerli arkadaşlar, sizlerin isteklerini karşılayabilmek için duygusal şiirler VARAN 2
OLSAM…
Ayna olsam o yar baksa yüzüme, Ben de muradıma ermiş olurdum. Bebek olsam, sevse alıp dizine, Ben de muradıma ermiş olurdum. Xxx Bir taç olsam saçlarına takılsam, Sürme olsam, gözlerine çekilsem, Zülüf olsam gerdanına dökülsem, Ben de muradıma ermiş olurdum. Xxx Kilim olsam nakış nakış dokusa, Dileğimi gözlerimde okusa, Gönül bahçemdeki gülde şakısa, Ben de muradıma ermiş olurdum. Xxx Kaşık olsam ellerine tutuşsam, Kadeh olsam dudaklarla buluşsam, Kemer olsam ince bele dolaşsam, Ben de muradıma ermiş olurdum. Xxx Kalem olsam alsa beni eline, Koku olsam kokladığı gülüne, Şarkı olsam dolasaydı diline, Ben de muradıma ermiş olurdum. Xxx Hava olsam solusaydı aşkımı, Gelip zaptetseydi gönül köşkümü, Ömür boyu paylaşsaydı coşkumu Ben de muradıma ermiş olurdum. Xxx Al elmanın alı olsam yanakta, Bir çift küpe olsam iki kulakta, Halil Çivi, ALYANS olsam parmakta, Ben de muradıma ermiş olurdum. Xxx
Bir Danıştay kararı ile yeniden gündeme gelen “ulusal and” konusu Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın Danıştay üyelerini “fırçalaması”, ulusal andın yazarı ve aynı zamanda ezanı da Türkçeleştiren dönemin Milli Eğitim Bakanı Dr. Reşit Galip’i Türkçe ezan tartışmaları üzerinden de eleştirmesi, ırkçılık, milliyetçilik, ümmetçilik, Arapçılık tartışmalarını da yeniden alevlendirmiştir.
Ulusal and, yurttaş kimliği ve Atatürk milliyetçiliği
Uğradığı küçük değişikliklerle 1933 ile 2013 tarihleri arasında ilköğretim okullarında okutulan ulusal and, ulus devlet ve Cumhuriyet rejiminin gereği olarak “yurttaş” kimliğinin belleklere kazınması, çağdışı kul ve ümmet kimliğinin dışlanması, reddedilmesidir.
Ulusal Andda vurgu yapılan milliyetçilik, ırkçı, ayırımcı, ötekileştirici değildir. Ulu önder Atatürk, “Türkiye Cumhuriyetini kuran halka Türk milleti denir” özdeyişiyle, Türk milleti tanımını tüm bu olumsuz siyasal ayrıştırmalardan soyutlamış, çağın gereklerine uygun, birleştirici bir millet tanımı yapmıştır.
İşte Ulusal And’daki milliyetçilik bu tanımın bir yansıması olup, genç bireylere kapsayıcı “Atatürk milliyetçiliğinin” benimsetilmesi amaçlanmıştır. Ulusal And ile ortaya konulan milliyetçilik, gerek ilk yazıldığı dönemdeki düzenlemelere, gerekse bugün Anayasanın “değişmez nitelikteki” başlangıç bölümü ve 2. maddesinde vurgulandığı üzere “Atatürk milliyetçiliğidir.” Atatürk milliyetçiliği, ülkede yaşayan tüm yurttaşların birlik, beraberlik, bütünlük ve eşitliğine dayanan, gelecekte de bu anlayışla bir arada yaşama ülküsünü içeren, farklılıklara saygı gösteren, ulusal birliği esas alan anayasal bir ilkedir.
Anayasada yer alan bu temel ilke, tüm anayasa kuralları gibi bütün siyasi partilerin uymakla zorunlu oldukları temel bir ilkedir. Öte yandan Atatürk milliyetçiliği, CHP’nin “6 Ok” la simgeleşen temel ilkelerinden de ikincisidir. Ulusal Andın tartışmaya açılması bir anlamda siyasal iktidarın ve onun en tepesindeki temsilcisinin Cumhuriyeti ve onun kuruluş ilkelerini tartışmaya açmasından öte, yadsıması, reddetmesi demektir.
Dil, din ve ibadet
Din ve vicdan özgürlüğü, Anayasamızın 24. ve İnsan Hakları Avrupa Sözleşmesi’nin 9 uncu maddesinde koruma altına alınmıştır. Bu özgürlük, ulusal ve evrensel düzeyde korunan temel bir insan hakkıdır. Bu hakkın etkin kullanımı ve kötüye kullanılmasının önlenebilmesi için, kişinin ibadetini bildiği, anladığı dilde yapması, devletin de vatandaşına bu ortamı sağlaması esastır. Kişinin anlamadığı bilmediği dilde ibadet yapması veya ibadete zorlanması, her türlü dinsel sömürünün de kaynağıdır.
Ortaçağ Avrupasında ortaya çıkan engisizyon, cadı yakma törenleri, haçlı seferi çağrıları, cennetten yer satma uygulamaları, halkın anlamadığı bir dilde inanç ve ibadete zorlanmasının sonucudur.
Geçmişte Vatikan, Latince İncil’in başka dillere çevrilmesine ısrarla karşı çıkmıştır. Yüzyıllarca Papalığın dini sömürüsü altında inleyen, bu uğurda milyonlarcası canından, malından olan Avrupa ulusları Vatikan’ın baskısına boyun eğmemiş, sonunda İncil 1500’lü yıllarda Luther tarafından Almanca’ya, yine Fransız, İngiliz ve Alman krallarının emirleriyle kendi ulusal dillerine çevrilmiştir.
Avrupa’da halk okuduğunu anlamaya başlayınca Vatikan ve ruhban sınıfının etkisi kırılmıştır.
Böylece laik yaşam ve aydınlanma hareketi başlayabilmiş, bir anlamda Avrupa (geniş anlamda batı) sanayi devrimini başlatarak bütün yerkürenin siyasi ve kültürel egemeni olmuştur. İnanç ve ibadet özgürlüğü de böylece oralarda körü körüne değil, anlayarak bilerek laikliğe de uygun biçimde, “kendi sınırları içinde” kullanılabilir olmuştur. İslam inanç sistemine göre ibadetin mutlaka Arapça yapılması, bu bağlamda Kuran ve ezanın Arapça okunması zorunluluğu bulunmamaktadır.
Ezan ve Kuran’ın Arapça okunmadığı, ibadetin yerel dillerle yapıldığı Müslüman toplumlar da bulunmaktadır. Ancak İslam ülkelerinin çoğunda egemen şeriat rejimleri nedeniyle bireyler bu hak ve özgürlüklerini bilmediklerinden ibadetlerini Arapça yapmakta, bu da din sömürüsünü kronik bir soruna dönüştürdüğünden laik bir devlet ve eğitim sistemi oluşturulmasındaki sorunlar ortadan kalkmamaktadır. Bunların sonucu olarak da, en temel demokrasi uygulamalarından uzak, baskıcı, teokratik, emperyalizmin sömürüsüne açık tek adam rejimleri ortaya çıkmakta, bu durum zaten yaşananlardan da görülmektedir.
Hiçbir din yönünden kutsal bir dil ve kutsal bir yazı söz konusu değildir.
Kutsallık, kendi sınırları içinde dinin kendisi için söz konusudur.
Kuşkusuz İslam dini konusunda da kutsal bir dil ve yazı yoktur ve olamaz da.
Arapça ve Arap harfleri de, İslam dini yönünden ne dil ne de harf olarak kutsaldır.
İslam dini vahiy yolu ile gelmekle, “Arap harflerinin” zaten bu yönden ayrı ve özel bir anlamı da bulunmamaktadır.
Bizim tarihimizde de Türkçe ibadet tartışmalarının tarihi Cumhuriyet öncesinde başlamıştır. 1876 Anayasasında Osmanlı Devletinin resmi dilinin Türkçe olduğu belirtilmiş, ezan dahil, Türkçe ibadet tartışmaları yapılmışsa da, yaşama geçirilememiştir. Türkiye Cumhuriyeti akıl ve bilim temeline (aydınlanma) dayandığı, her alanda akıl ve bilimi esas aldığı için ibadetin, din ve vicdan özgürlüğü esaslarına uygun olarak kişilerin bildiği, konuştuğu dilde yapılmasını esas almıştır. Bu devrimci tutum bir ulus kimliği yaratma uğraşısında çağ dışı kalan ve her türlü sosyal, ekonomik gelişmeyi engelleyen ümmet kimliğinin tarihin tozlu raflarına kaldırılması için bir zorunluluk olarak ortaya çıkmıştır.
Ancak Atatürk başlattığı ve her açıdan desteklediği bu devrimci atılımı sağlığında tamamlayamamış, Onun erken ölümünü fırsat bilen ve faaliyetlerini gizli sürdüren gerici çevreler saklandıkları inlerinden çıkarak bugün yaşadığımız karşı devrimin zehirli ortamını hızla büyütmüşler, sömürü ve kötüye kullanma faaliyetlerinde en çok Türkçe ezan ve ibadeti malzeme yapmışlardır.
Türkiye’de inanç ve ibadette dil
1921 Anayasası dahil tüm Anayasalarımızda resmi dilin Türkçe olduğu vurgulanmıştır. 1923 tarihli Lozan Antlaşmasıyla, Türkiye’de gayrimüslim azınlıkların (Avrupa’daki gibi) “kendi dillerinde” ibadetleri güvence altına alınmış, böylece azınlıkların din ve inançları konusuna da (kendi) dilleri yönüyle yaklaşılmıştır. 1924’te çıkartılan bir yasa ile Şeriye ve Evkaf Vekaleti kaldırılmış, İslam dininin inanç ve ibadet esasları ile ilgili işleri yürütmek, ibadet yerlerini yönetmek için Diyanet İşleri Başkanlığı kurulmuş, bir diğer yasa ile Halifelik kurumu da kaldırılmıştır.
1925’te Atatürk’ün önerisi üzerine Kur’an’ın Türkçeye çevirisi için TBMM’ce karar alınmış, bu iş için bütçeden kaynak ayrılmıştır. Böylece Avrupa’dan tam 400 yıl sonra Türk insanının bildiği dil ile Kuran’ı okuması ve anlaması sağlanabilmiş, bir anlamda geç de olsa Anadolu aydınlanmasının temelleri atılmıştır. 1928’te yapılan Anayasa değişikliği ile devletin dininin İslam olduğu hükmü kaldırılmıştır. Aynı yıl çıkartılan bir yasa ile Harf Devrimi yapılarak bütün resmi kurumların ve her türlü özel hukuk tüzel kişilerinin Latin esasına dayalı Türk harflerini kullanmaları zorunlu kılınmıştır. Böylece Türklerin İslamiyete girmekle başlayan Arap harflerini kullanma dönemi sona ermiştir.
Halkın din ve vicdan özgürlüklerinin bir gereği yani bu özgürlüklerin anlayarak, bilerek kullanılabilmeleri için, Atatürk’ün emriyle 30 Ocak 1932 de Fatih Camisinde ilk Türkçe ezan, 22 Ocak 1932’de Yerebatan Camisinde ilk Türkçe Kur’an, 3 Şubat 1932’de de Süleymaniye Camisinde ilk Türkçe hutbe okunmuştur.
1937 yılında da çağdaş demokrasilerin, aydınlanmanın ve ilerlemenin vazgeçilmez ilkesi olan laiklik ilkesi anayasamızda yer almıştır.
Atatürk 1923’te Balıkesir’de ilk ve son kez Türkçe hutbe okumuştur. 1932’den bu yana Türkçe hutbe okutulması devam etmektedir. İranlılar Fatiha suresini bile Farsça okurken, “Türkçe namaz” kılınması ise bugüne kadar hiç söz konusu olmamıştır.
Arapça ezan yasağının konulması ve kaldırılması
1932’de çıkartılan bir genelge ile ezanın Türkçe okunması benimsenmiştir. Arapça ezan okunması ise uygulamada TCY’nin 526 ncı maddesindeki “kamu düzenine aykırılık” olarak değerlendirilmiş, bu yönüyle aynı maddedeki “emirlere aykırılık suçuna” ilişkin “genel düzenleme içinde”, hafif hapis veya hafif para cezası yaptırımı ile karşılanmıştır.
1941’de TCY’nın 526’ncı maddesine “ezanın Arapça okunması yasak ve yaptırımı” konusunda ayrıca özel bir hüküm eklenerek, bu konu biraz daha ağır bir yaptırıma bağlanmıştır.
1950’de DP iktidar olduğunda ilk çıkardığı yasa, TCY’deki Arapça ezan yasak ve yaptırımına ilişkin işte bu düzenlemenin kaldırılması olmuştur.
Bu yasa görüşmeleri hakkında CHP bir grup kararı almamıştır. CHP Genel Başkanı İsmet İnönü ve bazı CHP milletvekilleri kabul oturumuna katılmamışlardır. Bu yasa, 10 yıllık DP iktidarı döneminde DP milletvekilleri ve “oturuma katılan” CHP’li milletvekillerinin oybirliği ile kabul ettikleri tek yasa olmuştur. Cumhurbaşkanı Celal Bayar bu yasayı gönülsüzce de olsa onaylamıştır. Arapça ezan hakkında yasak ve yaptırım hükmü kaldırılırken, ezanın Türkçe de okunabileceği ifade edilmişse de o tarihten bu yana aynı zamanda devlet memuru olan Diyanet görevlilerince hiçbir camide Türkçe ezan okunmamıştır.
Bu haliyle uygulama 1932 ila 1950 yılları arasında sınırlı bir uygulama alanı bulmuştur. Ortak dil, ulus kimliğinin bir parçası olmakla, Cumhuriyet devrimlerinin sosyal ve siyasal hayata bir yansıması olarak ezanın Türkçe okutulmasına, siyasal ve tarihsel açıdan yanlış denilemez. Ulus devlet yapılanmasında devletin ve ulusun birlik ve beraberliğinin sağlanması ve devamlılığı için ortak dilin tüm yaşam alanlarında egemen kılınması zorunludur. Bu durum aynı zamanda dini ve onun kurallarını doğru anlayabilmenin de gereğidir.
Aydınlanma ve Türkçe ibadet
Hukuk sistemimizde din ve inanç özgürlüğü de, tüm özgürlükler gibi dil ve harf alanındaki düzenlemelere tabidir. Bu konuda ayrık bir düzenleme söz konusu değildir. Bu uygulama batıdaki aydınlanma sürecinin doğru analiz edildiğini de göstermektedir. Aydınlanmanın ve laikliğin gereği olarak din ve vicdan özgürlüğünün sınırları dışına taşmadan kullanılabilmesi, kötüye kullanılmaması, sömürü konusu edilememesi, ancak yerel, bilinen ve anlaşılabilen dilin kullanılmasıyla olanaklıdır.
Tarihi durum ve mevcut yasal durum gözetildiğinde halen devlet memuru, kamu görevlisi statüsünde görev yerine getiren Diyanet İşleri Başkan ve görevlilerinin Anayasanın resmi dil hükmünden ve Türk harfleri hakkındaki yasadan ayrık tutulamayacakları gözetildiğinde, bu resmi kurum ve resmi görevlilerin de Türkçe ve Türk harflerini kullanmaları gerekmektedir. Atatürk, tarihten de ilham alarak Türk halkının dinini doğru öğrenmesini istemiş ve bunu uygulamaya koymuştur. Konuya Avrupa’daki aydınlanma sürecini ve dinin kendi tarihimizdeki rolünü gözeterek hep “dil” boyutuyla yaklaşmıştır.
Atatürk döneminde, Türkçe ibadetin üzerinde durulmuş, din ve inanç özgürlüğü yasaklanmamış, kısıtlanmamıştır. Bu devrimin bir sonucu olarak Türk halkı okuduğunu anlamaya, bilerek, anlayarak din ve vicdan özgürlüklerini kullanmaya başlamıştır. Bu durum asırlardır din sömürüsü ile geçinen, bu sömürüden başka bir beceri ve üretimleri olmayan gerici zümreyi oldukça rahatsız etmiştir. Kubilay olayını yaşatanların, “bilinen dil ile yani anlayarak ibadete karşı olan”, böylece dini sömüren, gericiliği bayrak yapanlar olduğu unutulmamalıdır.
Ziya Gökalp’ın şiirlerine bile konu olan Türkçe ezan konusu, elbette Türkçe ibadet içinde yani bilinen dilde ibadet içindeki bir konudur. Öte yandan Türkçe ezan, bilinen dilde ibadet alanında en çok sömürülen konu da olmuştur. Amaç bilinen dilde ibadeti etkin kılmak olmakla, atılacak adımlarda yeni bir sömürüye yol açılmaması, konuya da zarar verilmemesi özel bir önem taşımaktadır.
Cumhuriyet yüzüncü yılına yaklaşırken Anadolu aydınlanmasının en temel sorunlarından birisi hala din ve ibadet konularında Türkçenin egemen kılınmaması gelmektedir.
Batı dünyası aydınlanma konusunda en büyük adımı kendi ana dillerini dini inanç ve ibadet dahil, yaşamın her alanında kullanmakla atmıştır.
Yerel dille, resmi dille ibadeti savunmak, bu hakkın kısıtlanması değil, tersine, bu hak ve özgürlüğün etkin kullanılmasının savunulması demektir. Kuruluş esası dinsel konularda halkı bilgilendirmek ve aydınlatmak olan Diyanet İşleri Başkanlığı nerede ise her dilde ve dünyanın her yerinde yaşayan müslümanları gözeterek örneğin Samoa’da yaşayanlar için “Samoa’ca Kuran çevirisi” bile yaparken, niyeyse aynı duyarlılığı ve bu derece yoğun çalışmayı Türkiye’de yaşayanlar için göstermemektedir.
Özetlemek gerekirse;
Evrensel hukuk normları ve ulusal düzenlemeler dikkate alındığında inanç ve ibadetin her alanında yurttaşların bildikleri dili, Türkçeyi kullanmalarını savunmak, insan haklarının etkin kullanımının zorunlu bir gereğidir. Bunun aksini savunmak ise ne bir suç olarak düzenlenebilir ne de bir yaptırıma bağlanabilir.
Erdoğan – Öcalan – Barzani ortaklığı, Türkiye’nin bölünmesine yol açacak projeye hız verdi.
Bu nedenden, hem Cumhurbaşkanlığı seçimi için oy devşirmek hem de Türklere
mezar kazmak işi için, Beşir Atalay-Efkan Ala-Mehdi Eker görevlendirildi.
Bu üç Kürtçü Bakan da, AKP’nin profesyonel tetikçilik görevlerini yıllardır yapmakta olan malum elemanlarını toplayıp, Diyarbakır’da sözüm ona
“Yeni Türkiye’nin Açılan Kilidi / Çözüm Süreci Çalıştayı”na götürdüler.
Sizlerin tuhafına gitmiyor mu? Hiç kendinize şu soruyu sordunuz mu?
Türkiye’ye ihanet eden insanların tamamına yakını
niçin Güneydoğu Bölgesinden çıkıyor?
Kadim Türk Vatanı olan bu bölgedeki Türk adları,
bu insan müsveddelerini neden rahatsız ediyor?
Üç Bakanın da konuşmalarını dinledim. Yeni Türkiye’nin bu sahte kahramanlarına göre Yeni Türkiye’de (!) bunlar iki konuda çok başarılı olmuşlar;
– Din ve Vicdan Özgürlüğü önündeki engelleri kaldırmışlar,
– Çözüm Süreci sayesinde Kürt Sorununu halletmişler…
Türk Milletinin gözünün içine baka-baka bu denli yalanı söylemek için
insanda utanma duygusunun olmaması gerekir.
*Din ve Vicdan Özgürlüğü;
Anayasa’mızın Devletin biçimini belirleyen 1-2-3-4. maddeleri,
Temel Hak ve Hürriyetlerin Kötüye Kullanılmamasını sağlayan 14. maddesi ile
Din ve Vicdan Hürriyetinin sınırlarını çizen 24. maddesi, Devrim Yasalarını içeren
174. maddesi aynen durmaktadır. Anayasamızın bu maddelerini değiştirmeden, “Biz din ve vicdan özgürlüğünü artırdık..” demek yalanın dik alasıdır.
AKP’nin yaptığı; Anayasa Mahkemesi kararlarına karşın, (Bizim Hukuk sistemimizde Anayasa Mahkemesi kararları, Anayasa maddesi hükmündedir) Anayasal değişiklik yapmadan yasaları ve yönetmelikleri usulsüz bir şekilde zorlamaktan ibarettir.
AKP’nin “Namus Meselesi” saydığı Türban konusu da böyledir.
Yani AKP, geçici olarak ve yasalara aykırı bir şekilde “Türban meselesini çözdük” diye yalan söylemektedir.
AKP’nin bir başka yaptığı şey, ehliyetsiz-bilgisiz kişilerin, Diyanet İşleri Başkanlığı ve Milli Eğitim Bakanlığı’nın denetimi olmadan “Kaçak Kur-an Kurslarını” açmalarına
göz yummak ve Cemaat-Tarikatların, inanmış insanları sömürmesine izin vermektir.
*Çözüm Süreci;
AKP ve Erdoğan, Türkiye’yi bölüp parçalamakla görevli kişiler gibi, Güneydoğu’yu bilerek-isteyerek PKK’ ya teslim ettiler.
Bebek katili-Uyuşturucu Baronu-Tecavüz sapığı-Ermeni kökenli esas adı Artin Agopyan olan Öcalan’ı, T.C. Devletinin muhatabı yaptılar.
Oslo’da PKK ile görüşen MİT Müsteşarı Hakan Fidan;
Öcalan’dan “Bilge Kişi” diye söz etti!
– MİT Müsteşar Yardımcısı, “Metropolleri silah ve patlayıcı ile doldurdunuz.
Sizinle savaşan ordu şimdi içerde.” dedi.
– Öcalan denen caniye “Takdir hislerini” sunan zavallı Vali’nin emrine
Türk Askerini verdiler.
-“Akan Kan Durdu” dediler;
PKK hala katliama devam ediyor. TC Devletinin yanında olan Korucular, PKK tarafından teker-teker öldürülüyorlar.
Son olarak Mardin-Dargeçit’te yiğit insan Mehmet Uğurtay öldürüldü.
Öldürülen korucu sayısı 8 oldu. Son bir ayda onlarca Mehmetçik, PKK tarafından
uzun menzilli silahlarla yaralandı.
Şantiyeler basıldı, yollar kesildi, yüzlerce araç yakıldı.
-“PKK Silah Bırakarak Yurtdışına Çekildi..” dediler;
PKK, bırakın yurtdışına çekilmeyi kendi Asayiş Güçlerini oluşturdu ve
bölgenin tamamında etkin hale geldi.
-Bölgede denetim Devlette dediler;
Devletin Valileri- Kaymakamları, zavallı durumdalar.
Yol kesen teröristlere yalvaracak ölçüde acınacak haldeler.
Asker kışlasından, Polis karakolundan, Vali-Kaymakamlar makamlarından
dışarı çıkmaktan korkuyorlar.
Değerli, Okurlar;
AKP ve Erdoğan’ın bu yaptıkları başta söylediğimiz üçlü anlaşmanın gereğidir.
Bu anlaşmanın kimler tarafından dikte edildiği, kimlerin garantör olduğu
Türk Milletinin malumudur.
Yunus Emre bir deyişinde asırlar öncesinden şöyle seslenir :
Sular Hep Aktı Geçti / Kurudu Vakti Geçti,
Nice Han Nice Sultan / Tahtı Bıraktı Geçti,
Dünya Bir Penceredir / Her Gelen Baktı Geçti…
Bu Aziz Vatanı, Türklere mezar eylemek için kimler çabaladı, kimler savaştı!
Haçlılar, tüm güçleriyle saldırdılar, hem de kezlerce.
1. Dünya (AS: Paylaşım) Savaşı sonrası Emperyalist Devletler akın – akın üzerimize geldiler.
İçimizdeki hainleri silahlandırıp devlete karşı ayaklandırdılar, hem de kezlerce.
Türk Milletine bu toprakları mezar yapmak için gelenler,
kendi kazdıkları mezara gömüldüler.
Yine aynısı olacak. Devlet kurumlarından T.C.’ yi kaldırtanlara, kent meydanlarından
– “Ne Mutlu Türküm Diyene” yazısını indirtip PKK bayraklarını astıranlara,
– Türk Askerini-Türk Polisini ite-çakala hedef tahtası yapanlara,
– Türk Bayrağını yakanlara elbette ki fırsat verilmeyecektir.
Cumhurbaşkanı adayları belli olunca, kimin ne mal olduğunu herkese tek-tek belgeleriyle anlatacağız.