Etiket arşivi: feodalite

FEODAL, TEOKRATİK ve ERİL TOPLUMLARDA İDEAL EŞ OLARAK KADIN ALGISI ve ÇAĞDAŞLAŞMA

Prof. Dr. Halil Çivi
İnönü Üniv. İİBF Eski Dekanı

Dün 8 Mart Dünya Kadınlar günü idi. Ben bu yazımda, söz konusu günün doğuşu, tarihsel ve kültürel gelişimi ve güncel durumu, ülkemiz başta olmak üzere, dünya kadınlarının güncel sorunları yerine konunun toplumsal, dinsel, feodal ve kültürel arka planı (ardalanı) üzerinde durmak istedim. Çünkü, geçmişi, eğrisi ve doğrusuyla, tam çözüme kavuşturamadan bu günü anlamak oldukça zordur.

Feodalite, tarımsal üretim biçimi ya da tarım toplumu demektir. Sosyolojik açıdan da, ağalık ya da derebeylik düzeni anlamına gelir. Feodal toplumlarda yoğun bir töre ve gelenek zinciri vardır.

Teokrasi, sosyolojik ve siyasal açıdan, dinsel kurallarla feodal töre ve geleneklerin harmanlandığı bir dinsel yönetim rejimidir. Genellikle krallık, sultanlık ve padişahlık gibi buyurgan rejimlerle bütünleşiktir.

Eril toplum, erkek egemen değerler sistemi ya da erkek egemen kültürle örüntülenmiş ve yapılanmış, kadınları, kadın kimliğini ve kadın haklarını ikinci plana (düzleme) iterek göz ardı eden bir kültürlenme ve toplum demektir.

Geleneksel olarak, dinsel ve ahlaksal açıdan Musevi, Hıristiyan ve İslam dinlerinin kadına bakış açıları, kimi küçük ayrıntılar dışında, birbirlerine çok benzer ve yakındır. Zaten bu benzerliklere de şaşmamak gerekir. Çünkü ilahi, dinsel, coğrafi, feodal ve toplumsal kültür ve bilgi kaynakları büyük oranda ortaktır.

Kanımca, başta İslamiyet olmak üzere, tek tanrılı dinlerdeki ideal ya da idolleştirilmiş kadın figürü genelde erkeklerin eş seçiminde kendini gösterir. Çünkü her erkek o toplumdaki en uygun kadın ya da ideal kadın tipini kendine eş seçmek ister. Bu seçimlerin temelinde de erkeğin zihniyetini ve eş seçme kararlarını feodal töreler, gelenekler ve baskın erkek egemen dinsel ahlak anlayışı biçimlendirir. Zaten genelde, erkeklerin kadınlara bakış açıları da çoğunlukla yararcı ve vesayetçidir.

Bu yazıdaki temel kaynağım, bir bütün olarak, ABD yurttaşı, İran kökenli, İslam ilahiyatçısı Zahra Ayubi‘nin, yazdığı ve Türkçe’ye yeni çevrilmiş olan AHLAKIN CİNSİYETI adlı kitabı olacaktır(1). Ayubi’ye göre, klasik İslami ahlak anlayışının üç büyük temsilcisi vardır Bu üç temsilci ve bu temsilcilerin yazmış oldukları ahlak kitapları şunlardır .

1- İmam Gazali (1055-1111), en önemli ahlak kitabı ” Kimya-i Saadet”
2- Nasraddin Tusi (1201-1274). en önemli ahlak kitabı ” Ahlak’ı Nasıri”
3- Celaleddin Devvani (1424-1502), en önemli ahlak kitabı “Ahlakı Celali” dir.

Yine Zahra Ayubi diyor ki; ahlak ve inanç olarak Gazzali Sünni, Tusi Şii, Devvani ise ikisi arası bir inanç temsilcisi konumdadır. Her üç ahlakçı bilginin kadına bakış açıları büyük bir yüzde ile ortaklaşadır. Bu 3 İslam düşünürü ve ahlakçısının kadına bakış açıları çok kısa olarak şöyle :

Kadınlar yaratılış olarak, hem akıl ve hem de fizik güç olarak erkeklerden daha eksik ve dolayısıyla zayıf ve aşağı konumdadır. Ayrıca duygu seline kapılmaları, nefis ya da arzularına yenik düşme olasılıkları çok yüksektir. Bu nedenle iffetlerini ve onurlarını yeterince koruyamazlar. Öyleyse erkekler, doğuştan gelen yaratılıştaki üstünlükleri nedeniyle, kadınlara vesayet etmelidir. Bu durum kadınların da yararınadır. Ayrıca kadınlar erkeklerle aynı haklar ve yetkilere sahip olamazlar. Tek başlarına toplum içine çıkamazlar. Kadınların evleri dışındaki hal ve hareketleri kocalarının mutlak izinine ve gözetimlerine bağlı olmalıdır.

Burada bir küçük anımsatma yapalım : Anadolu Alevi ve Bektaşi inancında; İslam öncesi eski Türk geleneklerinin bir uzantısı, ayrıca İslam dininin tasavvufla ve akılla (us ile) yorumuna bağlı olarak, kadın-erkek ilişkileri daha eşitlikçi bir konumda kalmış ve devam etmiştir.

Peki, erkekler niçin evlenmelidir?
Ya da erkekler için ideal kadın figürü niçin gereklidir?

1- Neslini, soyunu sürdürmek için.
2- Peygambere ümmet (taraftar) yetiştirmek için.
3- Topluma, dine hayırlı evlatlar yetiştirebilmek için.
4- Cihat ve fetihlere asker yetiştirmek için.
5- Ölünce, arkasından dua edecek ve kendisini hayırla anacak birilerini bırakabilmek için.
6 – Ahlaklı yaşayıp zinadan korunabilmek için.
7- Sağlığında kazandığı malları bırakacak bir mirasçı bırakabilmek için.

Dikkat edilirse, sıralanan koşulların içinde mutlu kadın ve mutlu aile yoktur. Kadına düşen salt sadakat ve itaattir.

Gazzali başta olmak üzere, bu 3 ahlakçıya göre, acaba evlenilecek kadınlarda ne gibi özellikler aramak gerekir?

1- Kadın dindar olmalıdır.
2- Düzgün huylu, söz dinler olmalıdır.
3- Mihri, ailesine ödenecek bedel (maliyeti) düşük olmalıdır.
4- Doğurgan olmalıdır. Çoçuk doğurmalıdır.
5- Bakire olmalıdır.
6- Güzel olmalıdır.
7- Asaletli bir aile kızı olmalıdır.
8- Yakın akraba kızı olmamalıdır.

Yine eş seçiminde de, kadın için dikkate değer bir şey yotur. Yalnızca erkeğin beğenileri, arzuları ve kesin çıkarları vardır.

Evlilikte ideal kadından beklenen temel ilke şudur :
Kadın, her zaman bedenini ve nefsini yani iradesini erkeğe sunmaya hazır olmalı, erkeğin iradesini kendi iradesinden üstün saymalı ve erkeğin vesayetini ve aile reisliğini tartışmasız kabul etmelidir. İtaat ve sadakatta kusursuz olmalıdır.

Yine bu 3 ahlakçımiza göre, şu 3 tür kadınla evlenilmez :

1- Kocasının yasını tutan ve sıklıkla ölmüş kocasını anan kadınlarla evlenilmez.
2- Şimdiki kocasının servetini, malını ve parasını eski kocasından olan çocuklarına harcayan kadınla evlenilmez
3- Kendisi çokça mal ve servet sahibi olup da kocasına servetini yönetme görevini veren kadınlarla evlenilmez.

Söz konusu ahlak kitaplarında burada yazılan her maddenin sayfalarca ayrıntılı gerekçeleri vardır. Kadın yalnızca evlatları tarafından “cennet anaların ayakları altındadır” denilerek saygıya yaraşır görülür.

Fakat bu ahlak kitaplarında evlenmek isteyen bir kadının evleneceği erkeklerde aranması gereken özelliklerden hiç söz edilmez. Yalnızca, ender de olsa, evli bir erkeğin karısını hoş tutması, davranışlarına kabalığa giden fiil ve sözlerden kaçınması gibi kimi öğütlerden söz edilir. Zaten koca sözü dinlemeyen kadınlar da sonu dayak yemeye varan cezaları bile hak edebilir, yine akıllanmazlarsa(!) iş boşanmaya varabilir.

Sözün özü şudur             :

Kutsal kitap kaynakları ne denli eşitlikçi söylem ve işaretler verirse versin, ataerkil zihniyetli erkek ulema ya da ruhban sınıfı tüm ahlak kurallarını tarih boyunca, sürekli olarak erkeklerin yararına yorumlamış ve kadınların arka plana atılmasına neden olmuşlardır. Ataerkil zihniyet ve eril baskının temeli de bu erkek egemen bakış ve yorumlardan türetilen ataerkil feodal kültürdür.

Batı toplumları, evrim yoluyla, özgür aklı ve bilimi kullanarak, söz konusu ataerkil, feodal ve teokrasi temelli kültür kodlarını en az üç yüzyıl tartışarak demokratik, laik ve sivil (seculaire) bir hukuk devleti kurup gerekli zihniyet devrimini başarabilmişlerdir.

Bizdeki; kadın-erkek, zengin-fakir (varsıl – yoksul), dil, din, mezhep ırk, bölge ve makam-konum farkı olmaksızın yurttaşların eşitliğini, hukuk ve yasalar karşında cinsiyet fakını ortadan kaldıran demokratik, laik ve sosyal hukuk devleti düzeni ile kadınları erkeklerle her konuda eşitleyen Cumhuriyet rejimini Mustafa Kemal Atatürk kurmuştur.

  • Demokratik laik, sosyal bir hukuk devleti düzeni ve rotası halkımız için asla geri dönülemez bir erektir.

Son tümce şu olsun :

  • Erkek özne, kadın nesne değildir, olmamalıdır.

Kadınlarımız her yerde, her meslekte, her konuda ve her alanda, evde, işte, meslekte, sokakta, büroda, gezide, tatilde, alışverişte… erkeklerin nesnesi değil kesinkes eşiti olmalıdır.

Çağdaş Cumhuriyetimizin kadına bakışı bunu gerektirir.

Bu derin hukuksal, ahlaksal, eşitlik ve adalet özlemine bağlı kalarak;

  • Bütün dünya kadınlarının kadınlar günü kutlu olsun.

(1)- Zahra Ayubi. AHLAKIN CİNSİYETİ. Klasik İslamda Kendilik, Aile ve Toplum Etiği. Çev. Galipcan Altınkaya, Livera Yay., 1. Bs., Aralık 2022

ZİHNİYET (İDEOLOJİ) ve İKTİDAR

Prof. Dr. Halil Çivi
İnönü Üniv. İİBF Eski Dekanı

Her siyasal iktidar, o iktidarı oluşturan zihniyet ya da ideolojinin ürünüdür.

Bir toplumdaki çoğunluğun ve o çoğunluğa önderlik edecek olan toplum liderlerinin zihniyeti çağdaşlaşmadan o toplum asla çağdaşlaşamaz.

Sakın hiç unutma; önemli olan liderler ya da kişiler değil, bu lider ya da kişilerin temsil ettikleri ZİHNİYETTİR. Çünkü her lider, iktidar olduğu ve iktidarın büyük gücüne kavuştuğu zaman temsil ettiği zihniyetin ajanı, önderi ve uygulayıcısı olacaktır…

EĞER                        :
– Babadan oğula geçen saltanat zihniyeti iktidar olursa kurulan rejim MONARŞİ,
– Varlıklı, yüksek eğitimli, sanat ve estetik zevkleri gelişmiş, seçkin ve yüksek kültürlü (hot culture) insanların zihniyeti iktidar olursa kurulan rejim ARİSTOKRASİ,
– Irkçılık, dincilik ve benzeri ötekileştirme, ayrıştırma ve düşmanlaştırma zihniyeti iktidar olursa, kurulan rejim FAŞİZM,
– Salt dinsel yasaların kabul edildiği bir zihniyet iktidar olursa kurulan rejim TEOKRASİ-ŞERİAT,
Irkçı zihniyet iktidar olursa kurulan rejim KAFATASÇILIK-IRKÇILIK (Rasizm),
– Salt eğitimli ve bilgili (liyakatli) olanların zihniyeti iktidar olursa kurulan rejim MERİTOKRASİ,
– Dinci (dindar değil, çıkar dinciliği) zihniyet iktidar olursa kurulan rejim DİNSEL FAŞİZM,
– Zengin ve güçlülerin zihniyeti iktidar olursa kurulan rejim OLİGARŞİ; (AS: Plütokrasi!),
– Toprağa bağlı ağalık, derebeylik zihniyeti iktidar olursa kurulan rejim FEODALİTE,
– Komünist zihniyet iktidar olursa kurulan rejim KOMÜNİZM-ORTAKLAŞACILIK,
– Sermayeci zihniyet iktidar olursa kurulan rejim KAPİTALİZM,
– Hiçbir yasal yetki sınırlaması olmayan ve keyfi olarak tek kişi tarafından yönetilen zihniyet iktidar olursa, kurulan rejim OTOKRASİ-DİKTATÖRLÜK,
– Toplumcu, empatik (duygudaş) zihniyet iktidar olursa kurulan rejim SOSYALİZM,
– Liberal zihniyet iktidar olursa kurulan rejim LİBERALİZM,
– Eş, dost, aile, kandaş, yandaş vb. dar çevredeki kişilerin kollanıp kayırılmasına dayalı siyasal zihniyetin iktidar olması NEPOTİZM,
– Köleci zihniyet iktidar olursa, kurulan rejim KÖLELİK olacaktır.

  • TEMEL EVRENSEL İNSAN HAKLARINA,
  • DİN ve VİCDAN ÖZGÜRLÜĞÜNE,
  • HUKUKUN ÜSTÜNLÜĞÜNE,
  • LAİK ve SOSYAL HUKUK DEVLETİNE,
  • IRK, RENK, DİN, MEZHEP… CİNSIYET, SERVET ve STATÜ FARKI GÖZETMEKSİZİN
    TÜM İNSANLARIN YASALAR ÖNÜNDE EŞİTLİĞİ’NE,
  • SOYAL ADALETE YÜREKTEN İNANAN ZİHNİYET SAHİPLERİNİN KURACACAKLARI REJİM,
    OLSA OLSA DEMOKRATİK HUKUK DEVLETİ olur..

DEMOKRATİK, LAİK, SOSYAL BİR HUKUK DEVLETİNDEN Mİ; YOKSA TEOKRATİK, FEODAL BİR MONARŞİDEN Mİ YANASINIZ? KARAR SİZİN..

Prof. Dr. Halil Çivi
İnönü Üniv. İİBF Eski Dekanı

Bu yazıyı, uzun süredir bana sorulan monarşilere ve bireysel saltanata dayanan teokratik feodal devlet yapısı ile ilgi sorular nedeniyle kaleme aldım. Genel olarak tarım toplumu, köy yaşamı, köy ve köylülük zihniyeti; köylülere özgün olan yaşam biçimleri ve davranış kalıplarının egemen olduğu feodal, teokratik ve dinsel yönetimler, inançları ve coğrafyaları farklı olsalar bile, benzer bir sosyolojik, kültürel, siyasal ve ekonomik örgütlenme ve kurumlaşma yapısına sahiptir. İnanılan dinin Hıristiyanlık, İslamiyet ya da daha başka bir din olmasının çok önemi yoktur.

Feodal ve teokratik tarım toplumlarının yönetsel ve yapısal özellikleri kısaca şöyledir :

1- Feodal ve teokratik devletlerde toplumları yönetme hakkı ve ülke toraklarının mülkiyet hakları kral, sultan, han, şah, padişah… gibi monarşik saltanat sahiplerine aittir.

Toplumu yönetme hakkının kaynağı halk değil dindir. Toplum, iktidarların yönetme yetkisinin Tanrısal olduğuna inanır ya da inandırılır. Halk kitlesi genelde statü olarak “kul” konumundadır. Toplumsal yaşamda dinsel hukuka ek olarak, töreler ve gelenekler de geçerlidir. Kölelik, toprağa bağlı kölelik ve cariyelik vardır. Köle ve cariyeler, para ya da çıkar karşılığı alınıp satılabilirler. Toprağa bağlı köleler, toprakla birlikte, bir derebeyinden bir başkasına devredilebilir. Devlet sahipliĝi, iktidar olma hakkı ve ülke toprakları krallar ya da sultanlarındır. Krallık ya da sultanlığın halk kitleleri ile olan ilişkileri halktan zorla vergi toplamak ve yine halkı zora dayalı olarak askere almaktır. Krallar ya da sultanlar, haklı ya da haksız yaptıkları işler ve verdikleri kararlarda halka hesap vermez ve sorumlu tutulmazlar. Yayınlanan buyruk ve fermanlar eleştirilemez ve karşı çıkılamaz. Bir cümle ile feodal – teokratik toplumlarda hukuk değil buyruk ya da ferman vardır denilebilir.

2- Feodalite demek, derebeylik, yani belli bir arazi parçasına ya da belli bir arazi parçası üzerinde üretilecek üründe mülkiyet hakkına sahip olmak, toprağa bağlı ağalık düzeni demektir. Krallar ya da sultanlar, ülke topraklarının çıplak mülkiyetinin tek ve tartışmasız sahipleri olsalar bile, bu toprakların kullanım ,üretim ve elde edilen ürünlerin mülkiyetini, vergi karşılığı olarak, merkezi devlete devretmek zorunda kalırlar. Çünkü saltanata para ve asker gereklidir. Ayrıca iktidarın sürekliliği için de geniş halk kitlelerinin barınıp beslenmeleri gerekir. Fakat halk ya da köylü, toprak mülkiyetinden yoksundur. Ürettiği besinlerden yeterli pay alma hakkı da yoktur. Halkın üretim araçlarından yoksun olması ise feodal derebeyliğin gücünü ve temelini oluşturur.

Halkın özgürce yaşama, barınma ve beslenme koşullarından yoksunluk ve çaresizlikleri onları derebeylerine ya da toprak ağalarına ailece ve boğaz tokluğuna çalışan bir çeşit toprağa bağlı köle, ırgat konumunda tutar. Bu tür feodal ve teokratik rejimlerde, istisnalar hariç (ayrıklar dışında), halk hem krallar ya da sultanların kulu ve hem de derebeyleri ya da toprak ağalarının kölesi konumunda kalarak yaşamak zorunda bırakılır.

3- Feodal Hıristiyan ve teokrat Batı toplumlarında Tanrının ve dinin en üst makamdaki yetkilisi, kural koyucusu ve en katı kurallarla halkın ve iktidarların (krallık, sultanlıkların…) denetleyicisi de Kilise yani Papalık makamı olmuştur. Papalık bu görevleri tek başına yapamayacağına göre, dinsel Hıristiyanlık hukuku üreten ve bu üretilen dinsel hukukla toplumu denetleyen ve yargılayan bir din adamları RUHBAN sınıfına gereksinme duyar Zaten Hıristiyanlıktaki ruhban sınıfı da böyle doğmuştur. Orta Çağ Hristiyanlık dünyasında kurulan bu dinsel yargılama mahkemeleri giderek halkı ezen ENGİSİZYON (işkence) kurumlarına dönüşmüştür.

Kuramsal olarak, Hıristiyanlıktaki Papalık makamı krallara taç giydirip kılıç kuşandırarak onlara meşruluk kazandırma konumundadır. Bu nedenle Hıristiyanlıkta Tanrı Devletinin sahibi Papa ya da Kilise, dünya devletini yönetme yetkisi ise Papalıkça onaylanmış krallara aittir. Din ve devlet yönetimi iki ayrı erk olarak kabul edilir. Din devletini yönetme hakkı Tanrı adına Kiliseye yani Papa’ya aittir. Dünya devletlerini yönetme hakları da Papalık tarafından izin verilmiş kralların görev alanına girer.

İslam ülkelerinde ise, Hıristiyanlıktakine benzer bir merkezi din kurumu ve Papa yetkisinde bir din otoritesi yoktur. Ancak Emevi İslamınca başlatılan kuramsal ve klasik Halifelik unvanı (sanı) ve makamı sultanlık ya da padişahlıkla birleşince, sultan ya da padişah, sultanlığa ya da padişahlığa ek olarak, buyrukları Tanrı buyruğu sayılan en üst makam ve yetkideki din adamı konumuna yükselmiş olur. Böylece Halife-Sultan hem Papalıkça üstlenilen Tanrı devletinin ve hem de krallarca yönetilen dünya devletinin iki görevini birden üstlenir. Yani İslam ülkelerinde Halife-Sultan konumunda olanların güçleri ve yetkileri Batının feodal krallarından daha çoktur.

Halifeler, Halifetullah (Tanrının temsilcisi) ya da Zıllullah (Tanrının yer yüzündeki gölgesi) sıfatlarını da kullanmışlardır. Din ve dünya devletini, yani ikisini birden yönetebilme yetkisi tek bir kişide, sultanda toplanmıştır. Bu düzende, Halife-Sultan dışında, sadrazamlar ve şeyhülislamlar dahil, herkes kuldur. Halife ya da Sultanın buruğu ile görevden alınabilir, sürgüne yollanabilir ve hatta yok edilebilirler. Her basamaktaki devlet bürokratları ve halk, Sultan ve Halife yetkisini birlikte kullanan otoritenin memuru, kulu kabul edilir.

Osmanlı Devleti birçok sadrazamını (Başbakanın) ve üç Şeyhülislamını bile idam ettirmiştir!

Her ne denli kuramsal olarak İslamda bir din adamları, ruhban sınıfı yok denilse de, tarihsel uygulamalar ve gelişmeler bize gösteriyor ki; tıpkı Hıristiyanlıktaki ruhban sınıfına eşdeğer bir din adamları sınıfının doğup geliştiğini, yani bir din adamları sınıfının varlığını kabul etmek gereklidir. Ayrıca İslam dünyasında da kimi Sultan (Halife) fermanları ve kimi ulemanın belgeli fetvaları ve kadıların yargılamalarına dayalı olarak kurulan dinsel mahkemeler aracı ile Hıristiyanlığa benzer biçimde, farklı fikirleri ve inançları nedeniyle kimi insanlara ve topluluklara, engizisyon benzeri işkence ve kıyımların yapılmış olduğunu da unutmamak gerekir.

Hallacı Mansur, Şeyh Bedreddin, Börklüce Mustafa, Nesimi, Pir Sultan Abdal… hatta yakın tarihte Kahraman Maraş, Çorum, Sivas (Madımak) kıyımlarında doğrudan ya da dolaylı da olsa, kimi cahil din adamlarının kışkırtmaları gün gibi ortadadır.

İslam ülkelerindeki dinsel şiddet konusunda derinlemesine, daha ayrıntılı, bilimsel ve tarihsel bilgi almak isteyenler ilahiyat profesörü Sayın Mehmet Azimli‘nin “MÜSLÜMANLARIN ENGİZİSYONU” konulu üç ciltlik kitapları ile yine ilahiyatçı yazar Sayın R. İhsan Eliaçık‘ın “ÖTEKİ İSLAM” adlı kitabını okuyabilirler…

Günümüzdeki devasa kadrosu ve çok geniş örgüt yapısı ile, resmi bir devlet kurumu olan Diyanet İşleri Başkanlığı ve ayrıca yanlış olarak sivil toplum(!) örgütü sayılan tarikat ve cemaatlerin lider, yönetici kadroları tıpkı Hıristiyanlık benzeri bir yarı ruhban sınıfı gibi kabul edilebilir. Osmanlı devlet yapılanmasının, 1- Sefiye (Ordu), 2- İlmiye (din uleması) ve 3- Kalemiye (sivil bürokrasi) olarak üçe ayrılması bir anlamda ruhban sınıfının varlığına kanıttır.

PEKİ, KLASİK TEOKRATİK FEODAL SİSTEMDE HALK TABANINİN GENEL DURUMU NEDİR?

Çok uzatmadan ve eğip bükmeden, herkes daha iyi anlasın diye konu kısaca şöyle özetlenebilir :

Teokratik feodal toplumlarda:

A- Krallar, sultanlar, şahlar… ve padişahlar için önemli olan monarşiyi sürdürmek, saltanatın dünya nimetlerinden olabildiğince yararlanmaktır. Ancak bunu yapabilmek için feodal derebeyleri yani toprak ağalarının siyasal ve ekonomik desteğine ve ulemanın dinsel – fikri yardımlarına gerek duyulur. Toprağa bağlı köle olsalar bile, halkın barınma, beslenme ve yaşamaya gereksinmesi vardır. Ayrıca orduya asker ve iaşe (yiyecek) ancak halk kesiminden karşılanmak zorundadır. Bu gereksinmeye bağlı olarak feodal beyler ve resmi Tımar sahipleri, monarşinin sürekliliği açısından kilit rol oynarlar.

B- Feodal beyler, toprak ağaları ve tımar sahipleri, halkı toprağa bağlı köle (AS; reaya, serf) olarak çalıştırmak, onların emeklerini sömürmek ve halk isyanlarına karşı diri ve sağlam kalabilmek için merkezi monarşinin yani saltanat sahibinin gücünü yanında görmek isterler. Ayrıca feodal beyler için önemli bir destek de ruhban sınıfının halkı itaat ve kanaata razı etmeye yönelik telkinleridir.

C- Ulema ya da ruhban sınıfının temel görevlerinden biri de, iktidarlarını koruyabilmeleri için, krallar, sultanlar… ya da padişahlara dinsel meşruluk devşirmek, onların Tanrı adına yetkili (!) olduklarına halkı inandırmaktır. Monarşiye kul olmaya, kesin ve koşulsuz olarak itaata razı etmektir. Doğal olarak da siyasal iktidarın ve feodal beylerin nimet ve olanaklarından bolca yararlanabilme yollarını açık tutmaktır.

D- Ruhban sınıfının önemli bir işlevi de toplumu, köle olarak, ailece yarı aç – yarı tok yaşayarak feodal beylere toprak ağalarına ve tımarlı sipahi sahiplerine boğaz tokluğuna karşılık sürekli çalışmaya, asi olmamaya ve kendisine verilenlerle yetinmeye, sonsuz kanat ve sabır sahibi olmaya, takınacağı itaat, kanaat ve sabrın onları öbür dünyada yani cennette, çok yüksek bir bolluk, zevk ve sefa içinde sonsuz yaşam hakkı kazanacaklarına inandırmaktır.
.
Sözün özü ya da kıssadan hisse şudur              :

a- Teokratik, feodal yönetim biçimlerinde sultan, kral, padişah, şah ya da emirlerin ödülleri bu dünyadadır. Soyut değil somuttur. Makamdır, güçtür, servettir, paradır, yetkidir. Bu ödüllere harem ve cariye sefaları da dahil edilebilir.

b- Feodal derebeyleri ya da toprak ağalarının ödülleri de bu dünyadadır. Köylünün, halkın emeğini olabildiğince sömürüp refah (gönenç) ve mutluluk içinde yaşayabilmeleri için bu teokratik feodal düzenin sürmesi gerekir. Günümüzün teokratik hatta çoğu ulus devletlerinde bile, devletle feodal bey ya da ağaların dayanışması, yerini kapitalist-sermaye, burjuvazi ile devletin (iktidarın) dayanışmasına bırakmıştır.

c- Batıdaki ruhban sınıfına bezer olarak, İslam devletindeki kimi ulemanın sultan sofralarına oturup ahlakı, adaleti ve ilahi buyrukları sultanların ve feodal beylerin dünyasal isteklerine göre, kasıtlı olarak yanlış yorumlayıp sultanlarca bolca ödüllendirilmeleri ya da feodal beylerce korunup kollanarak bu dünyadaki servetlerini ve şöhretlerini artırabilme yollarını bulabilmiş olmalarıdır. Yani Ulema ya da ruhban sınıfının ödülleri de bu dünyadadır.

PEKİ; YOKSUL, TOPRAKSIZ, YARI AÇ – YARI TOK YAŞAYAN KÖYLÜ HALKIN DURUMU NEDİR?

– Vergi vermek,
– Askere gitmek, gerekirse ölmek.
– Sorunsuz biat ve itaat, geri dönülmez sadakat (bağlılık), tükenmez kanaat ve sonsuz sabır sahibi olmaktır.
– TÜM DÜNYASAL GEREKSİNİM ve İSTEKLERİNİ AHİRETE, ÖBÜR DÜNYAYA ERTELEMEKTİR.
Aynı ya da benzeri tutum ve davranışlar hala birçok İslam ülkesinde sürmektedir.

SONUÇ YERİNE                            :

1789 Fransız Devrimi’ni yapan diri güçler krallar, feodal beyler ve ruhban sınıfının işbirliği yaparak, halkın sömürülmesine dayanan feodal ve teokratik düzenini yıktı. Akıl – bilim temelli modernite böyle temellendi. Ulus devletler akıl, bilim, laiklik, hukuk, demokrasi ve adalet, anayasal devlet ve yurttaşların eşitliği düzeni böyle şekillendi.

  • Osmanlı Devletini Mustafa Kemal Atatürk yıkmadı!

Çok yönlü tarihsel gelişim ve değişime bağlı olarak, İmparatorluklar ve teokratik feodal devletler çağdaş gelişme ve değişmelere ayak uyduramadıkları için tarihsel ömürlerini tamamlayıp halkın ve devletin gereksinmelerine yanıt verememiş, işlevsiz kalmış ve yıkılmışlardır. Osmanlı Devletinin tarih sahnesinden çekilmesi konusunda da aynı gerekçeler geçerlidir.

Demokratik, laik ve sosyal bir hukuk devleti olan Türkiye Cumhuriyeti, emperyalist ülkelere karşı kazanılan büyük bir Kurtuluş Savaşından sonra, toplumu korumak, aydınlatmak ve devletini çağın gereklerine göre yeniden yapılandırmak için zorunlu tarihsel, bilimsel ve evrensel bir gereksinmeye dayalı olarak kurulmuştu.

Demokratik, laik ve sosyal bir hukuk devleti olan Cumhuriyet yönetimi feodal, teokratik devletlerin tersine tabanın, geniş halk kitlelerinin ailece her türlü dünyasal ve insancıl gereksinmelerini öbür dünyaya ertelemedi . Devletin ve toplumun her türlü ekonomik kaynaklarını ve üretim güçlerini, toplumun refahını (gönencini) artırmak için gerekli olan, tarım ve sanayideki üretim birimlerine, fabrikalara, işliklere (atölyelere) aktardı. Çünkü bu yeni yönetimin mimarları ülkesini baştan sona cennete, halkını da akıl ve bilimle eğitilmiş uygar bir topluma dönüştürmek istiyor ve ayrıksız (istisnasız) herkese gönenç, adalet, özgürlük ve mutluluk getirmeyi amaçlıyordu. Çünkü çağdaş yönetim anlayışı bunu gerektiriyordu.

Teokratik, feodal devlet özlemi çekenler, özellikle de geniş halk kitleleri, biraz daha  düşünmelidir. Sultanların, feodal beylerin ve ruhban sınıfının her türlü dünyasal gereksinmeleri ve özlemleri tepe tepe bu dünyada karşılanırken, halk kitlelerinin ekonomik, sosyal gereksinmelerinin karşılanması neden hep öbür dünyaya erteleniyor???!!!

  • Bu dünya neden iktidar sahiplerine, güçlülere, feodal beylere, ruhban sınıfına ve kapitalistlere cennet oluyor da toplumun büyük çoğunluğunu oluşturan geniş ve yoksul halk kitleleri için neden cehenneme dönüşüyor???????!!!!!

Tarihsel gidiş ve değişim rotası geriye dönmez, genelde hep ileriye doğru akar. Ayrıca çağdaş devletlerin halklarını cennete götürme gibi bir görevleri yoktur. Bu nedenle devletin dinsel gereklere göre değil; halkın somut, dünyanın gerekleri ve gereksinmelerine göre yönetilmesi, eğitilmesi ve yaşatılması kaçınılmazdır. Bu da ancak laik – seküler düzenle olanaklı olabilir.

Kaldı ki; dinsel öğretiler ve inançlara göre de her İnsanın kendi ahlaksal (moral) tutum ve davranışları ile cennete gidebileceğine inanılır. İlahi (Tanrısal) sorgulanma ve hesap vermeler de toplumsal değil bireysel olarak kabul edilir.

Ulu önderimiz Mustafa Kemal Atatürk‘ün dediği gibi;

  • Yaşamda en gerçek mürşit (yol gösterici) blimdir, tekniktir... “

Karar okuyucuların.

AYDIN NE DEMEK, KİMLERE AYDIN DENEBİLİR?

Prof. Dr. Halil Çivi / İMZA...Prof. Dr. Halil Çivi
İnönü Üniv. İİBF Eski Dekanı

AYDIN NE DEMEK YA DA KİMLERE AYDIN DENEBİLİR? YÖNÜMÜZ NEREYE?

Vatandaş soruyor, “Hocam AYDIN ne demektir ya da kimlere AYDIN insan diyebiliriz? Ülke nereye gidiyor??” Kısaca özetlemeye çalışayım.

Aralarında kesin bir sınır olmamakla birlikte, Avrupa’da 14. yy’dan 17. yy’a dek süren zaman dilimi Rönesans ve Reform (Yeniden Doğuş ve Yeniden Yapılanma) dönemi olarak adlandırılır. Bu dönem, eski Grek ve Roma döneminde, o devrin filozoflararınca üretilen, dinden bağımsız özgür akıl, laik felsefe, özgür fikir ve çağdaş hukukla ilgili yorumların çoğaldığı, Hırisyan Roma Kilisesinin ürettiği dinsel dogmaların kökten eleştirildiği, yeniden gözden geçirildiği bir dönemdir. Avrupa’da Akla, bilime, teknolojiye, sosyo-ekonomik ve kültürel değişmelere dayalı Batı tipi uygarlık kodları Rönesans ve Reform hareketleri ile mayalanmaya başlamıştır. Tarihsel açıdan, Avrupa’daki Rönesans ve Reform dönemini Aydınlanma Çağı izlemiştir.

17. yy’ın ilk çeyreğinden 1789 Fransız Devrimi‘ne dek olan dönem ise, aydınların düşünce merkezinin tümüyle usa (akla), bilime, hümanizme, adalete (eşitliğe) ve kardeşliğe kaydığı bir yüzyıldır. Feodalitenin (derebeyliğin) ve teokrasinin (dine dayalı devlet anlayışının) yıkıldığı, siyasal egemenliğin Kiliseden halka geçtiği, Merkezi, laik ulus devletlerin kurulmasına yol açan parlamenter demokrasilerin temellerinin atıldığı bu yüzyıl, ADINLANMA YÜZYILI (Siecle de la Lumière) ya da Aydınlanma Çağı olarak adlandırılmıştır.

Batı toplumlarında Aydınlanlanma Yüzyılında (17. ve 18. yy) yetişen, özgür akıl ve bilime göre düşünen ve davranan bu devrimci ve yeni bir siyasal rejim getiren ya da düzen değiştirici bu yeni insan tipi ENTELLEKTÜEL yani AYDIN İNSANLAR olarak tanımlanmıştır. Avrupalıların Aydınların hümanizme, eşitliğe ve kardeşliğe (humanitè, egalitè, fraternitè) dayalı düşünceleri Fransız İhtilali‘ne, teokratik ve dogmatik devlet yapısının giderek sonlanmasına, siyasal rejimlerin laik, demokratik, parlamenter sisteme dayalı merkezi cumhuriyetlere dönüşmesine neden olmuştur.

AYDIN kavramının Osmanlı dönemindeki karşılığı MÜNEVVER’dir. Köken olarak münevver ya da AYDIN, Akıl ve bilim girdilerini öğrenip çağının düşünce değişikliği ile donanmış kişi demektir. Osmanlı Toplumundaki “münevver” kavramı, Alim karşılığından çok, Batıdaki entelektüel, Aydın kavramının karşılığıdır.

Geleneksel ve tarihsel olarak Osmanlı döneminden günümüze aktarılan kimi kavramlar ve karşılıkları şunlardır.

Alim: Geleneksel, dinsel, tarihsel ve kültürel bilgi birikimi geniş insan.

Allame: Alimlere bile hocalık yapacak düzeyde geniş ve derin bilgi sahibi kişi.

Ulema: Alimler, alimin çoğulu.

Günümüzdeki kimi kavramlar ise şöyledir :

Bilgin: Alim, bilgi dağarcığı geniş.
Bilge: Alleme, bilgi ve kültür dağarcığı hem çok derin ve hem de çok geniş olan.
Bilim insanı : Belli bir bilim dalını kendine meslek olarak seçip o alanda derinleşen ve uzmanlaşan.
Entelektüel: AYDIN
Entel: Sahte aydın, Aydınlara öykünen.

PEKİ KİME YA DA KİMLERE AYDIN DEMELİ?

Aydın olma, yaşadığı dönemin olaylarına tanıklık edip, zalimlere karşı çıkan, mazlumları savunan, siyasal iktidarlara karşı hiç korkmadan yanlışları söyleyen, doğruları dile getiren, her türlü, siyasal, ekonomik, toplumasal ve kültürel sorunları kendisine dert edinen, bu sorunlara çözüm yolları üretebilme çabası içinde olan, dönek ve çıkar için sürekli rota değiştirmeyen (fırsatçı – opportunist), gerektiğinde bedel ödemeye hazır / ödeyen hümanist insanların niteliğidir.

Kıssadan Hisse           :

Yazının tümünü dikkate alarak söylemek gerekirse, tıpkı Aydınlanma Çağının Avrupalı Aydınları gibi, Türkiye Toplumu açısından hem entelektüel birikimi, hem engin yurt ve toplum sevgisi, hem canı pahasına kurulu düzene (saltanata) direnme, hem tüm ülke ve toplum düşmanlarını yenme ve en önemlisi de laik ve demokratik ilkelere dayalı devrimci bir cumhuriyet yani Türkiye Cumhuriyeti‘ni kurabilme başarısını göstermiş olması nedeniyle;

  • Türkiye’nin en büyük AYDINI VE AYDINLATICISI,
    hiç kuşkusuz Mustafa Kemal ATATÜRK‘tür.

Özgür akla, çağdaş bilime, demokrasiye, laikliğe, hukukun üstünlüğüne, tüm yurttaşların önkoşulsuz eşitliğine ve kardeşliğine dayalı Aydınlanma ışığı yolumuzu açmayı sürdürecektir.

“Enseyi karartma” ya ve kötümserliğe gerek yoktur. Tüm olumsuz koşullara karşın, toplumdaki bilinç düzeyi hızla yükselmektedir. Her yanlış kendi karşıtını, doğrusunu pekiştiren bir işlev görür. Bu nedenle Türkiye, akıl ve bilim merkezli bir bilinç sıçraması ve değişimine gebedir.

Tarihsel Deneyimlere Göre RÜZGARLAR ve ÇARKLAR

Prof. Dr. Halil Çivi / İMZA...Prof. Dr. Halil Çivi
İnönü Üniv. İİBF Eski Dekanı

Tarihsel Deneyimlere Göre
RÜZGARLAR ve ÇARKLAR

Kölelik rüzgârı efendilerin,
Teokrasi rüzgârları krallar, şahlar ve sultanların,
Feodalite rüzgârları derebeylerin,
Liberalizm rüzgârları kapitalistlerin,
Sosyalizm rüzgârları emekçilerin,
Demokrasi rüzgârları azınlıklar ve aydınların,
Dindarlık rüzgârları ulema ve ruhban sınıfının,
Eşitlik ve adalet rüzgârları halkların,
Ekonomik refah rüzgârları halkın yaşam düzeyini yükselmek isteyen vicdanlı iktidarların,
Laiklik rüzgârları inanç demokrasisi, din ve vicdan özgürlüğü isteyenlerin,
Akıl ve bilim rüzgârları bilim insanlarının,
Feminizm rüzgârları entellektüel kadınların,
Cehalet ve hurafe rüzgârları muskacı, üfürükçü ve falcıların,
Kaos- karmaşa rüzgârları anarşist ve teröristlerin,
Siyaset rüzgârları muhteris siyasetçilerin,
Faşizm rüzgârları ise halk düşmanı zorba iktidar sahiplerinin;
ÇARKLARININ DAHA HIZLI DÖNMESİNE YARAR.

ZİHNİYET DEVRİMİ NEDİR?

Prof. Dr. Halil Çivi / İMZA...

Prof. Dr. Halil Çivi
İnönü Üniv. İİBF Eski Dekanı
31.05.2021

Vatandaş soruyor:

  • “Hocam zihniyet devrimi nedir; çok kısa olarak zihniyet devriminden ne anlamalıyız?”

    Ben de çok kısa olarak anlatmaya çalışayım.

Önce zihniyet nedir?

Zihniyet: evreni, dünyayı, doğayı, dini, ahlakı töreleri, insanı, aileyi, toplumu, devleti, ekonomiyi, çalışmayı, yönetimi, hukuku, siyaseti, kültürü, sanatı, eğitimi, doğruyu, yanlışı, iyiyi kötüyü… kısacası “a”dan ” z” ye, doğumdan ölüme yaşamın her alanını algılama ve uygulamaya (pratiğe) aktarmadaki tutum ve davranışlarımızdır.

Hemen belirtelim ki; toplumların zihniyetleri sabit değil, dinamik (AS: devingen) ve değişken bir süreçtir. Çoğu zaman, bu zihniyetler, kendi tarihsel akış süreci içinde yavaşça, yani “evrim” yoluyla; kimi kez de dışardan gelen müdahalelerle hızlandırılmış olarak, yani “devrim” yoluyla değişime uğrarlar. Bir cümle ile söylemek gerekirse zihniyet; en geniş anlamıyla, evreni, dünyayı, doğayı ve yaşamı algılama, değerlendirme ve uygulama biçimidir.

Peki zihniyet değişimi nedir?

Zihniyet değişimi; birey, toplum ve devletin paradigma değiştirmesi anlamına gelir. Eski klasik algılama, değerlendirme ve uygulamadaki tüm tutum ve davranışlarını geride bırakarak evreni dünyayı, doğayı, insanı, toplumu, devleti… her alanda ve her şeyi yeni bir bakış açısı ile yeniden algılama ve yeniden değerlendirme demektir.

Örneğin Batılılar, teokrasiye ve feodaliteye dayalı bir Tanrı, din, ahiret, töre, büyü ve dogmalardan oluşan bir evren, dünya, doğa, insan, toplum, devlet ve yaşam algısını terk edip onun yerine insan merkezli, akla, bilime, deneyler ve gözlemlere dayalı yeni bir paradigma seçmişlerdir.

Batı uygarlığı da bu yeni paradigma üzerinden gelişip serpilmiştir.

Geri kalmış toplumların yaptıkları ise, başta İslam ülkeleri olmak üzere, geleneksel, teokratik feodal paradigmalarını terk edip çağdaş bir paradigma benimsemeden, yani zihniyetlerini değiştirip akıl ve bilim rotasına girmeden değişme ve gelişmeye çalışmalarıdır. Doğal olarak bu olanaklı değildir.

Kıssadan hisse; Atatürk ve devrimlerine karşı çıkmak, akıl ve bilim merkezli çağdaş paradigmayı terk edip yeniden feodal teokratik paradigmaya geri dönmek demektir. Yani arabayı geri vitese takıp ileri gitmeyi ummak gibi bir saçma davranıştır.