Etiket arşivi: Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi

Merdan Yanardağ, Barış Pehlivan ve Gezi tutuklularından mesaj: Bu kumpas da bozulacak

CHP’li Utku Çakırözer’in ziyaret ettiği TELE1 Genel Yayın Yönetmeni Merdan Yanardağ, gazeteci Barış Pehlivan ile Gezi davası tutukluları cezaevinden mesaj yolladı. Yanardağ bu kumpasın da bozulacağını söyledi.

CHP Eskişehir Milletvekili Utku Çakırözer, İstanbul Silivri’deki Marmara Cezaevi’nde bir dizi ziyaret gerçekleştirdi. Gezi Parkı davası tutukluları yaklaşık 6 yıldır cezaevinde tutulan Osman Kavala ve 500 gündür cezaevinde bulunan Ali Hakan Altınay, Tayfun Kahraman ve TİP Hatay Milletvekili Can Atalay ile gazeteciler Merdan Yanardağ ve Barış Pehlivan’la görüşen Çakırözer, ziyareti sonrasında cezaevi önünde ANKA Haber Ajansı’na konuştu.

‘BÜYÜK HUKUKSUZLUK’

Ziyaret ettiği isimlerin cezaevinde kalıyor olmasının; Türkiye’nin demokrasisinin, Türkiye’de hukuk devletinin, adaletsizliğin ölçüsünü göstermekte olduğunu belirten Çakırözer, şunları söyledi:

“Gazeteci Barış Pehlivan 3 haftadır burada; hem de bu cezaevinden, yani açık cezaevinden sürekli insanlar tahliye olurken. Hangi insanlar, hükümlüler; uyuşturucu, tecavüz, çocuk tacizi, mafya gibi suçlardan hüküm giymiş insanlar erken tahliye olurlarken İnfaz Yasası’nda yapılan düzenlemeyle, Barış Pehlivan içeriye girmek zorunda kaldı ve daha da yaklaşık 8 ay burada, açık cezaevinde yatmak zorunda bırakılıyor, Hakkında kesinleşmiş bir hüküm olmamasına karşın infaz düzenlemesinden faydalandırılmayarak. Kendisinin mesajı da var. Onları da okuyacağım. Öte yandan, kapalı cezaevinde Osman Kavala yaklaşık kasım ayı başında eğer burada tutulmaya devam ederse 6’ncı yılını cezaevinde doldurmuş olacak. Hakkında Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin haksız tutukluluk uygulandığına dair bir kararı var. Kendi mahkemelerimizin beraat kararları, tahliye kararları var. Buna rağmen 6 yıldır cezaevinde tutuluyor büyük bir hukuksuzluk ile.

‘TÜRKİYE’NİN AYIBI’

Yine konuştuğum Can Atalay, Hakan Altınay ve Tayfun Kahraman, 7 Eylül’de 500’üncü günleri olacak, 500 gündür içeride olacaklar. Baktığınızda henüz davaları Yargıtay’da, kesinleşmemiş durumda. Haklarındaki karar kesinleşmemiş durumdayken ve iddianameleri bomboşken maalesef burada tutulmaktalar. Gazeteci Merdan Yanardağ da yine kapalı cezaevinde haksız, hukuksuz tutulmakta. Türkiye’nin büyük ayıbı. İşte iki gazeteci, işte bir milletvekili, seçilmiş milletvekili olmasına karşın, seçimlerin üzerinden mayıstan bu yana 4 aya yakın bir süre geçmiş olmasına karşın cezaevinde tutuluyor. Türkiye’nin en iyi şehir plancılarından, yine Türkiye’nin en iyi düşünürlerinden, isimlerinden Tayfun Kahraman, Hakan Altınay cezaevinde. Türkiye’nin ayıbı, demokrasinin ayıbı ve adalet ve hukuk devleti noktasındaki eksiğimizi en iyi gösteren durum. Onların mesajları var. Onları bir bir okumak istiyorum aracılığınızla.”

YANARDAĞ: TÜRKİYE’NİN BİRİKİMİ BU KUMPASI BOZACAK

Merdan Yanardağ, Çakırözer aracılığıyla ilettiği mesajında Avrupa şampiyonu olan Türkiye Kadın Milli Voleybol Takımı’nı kutladı. Yanardağ, Çakırözer aracılığıyla şu görüşlerini dile getirdi:

“Kadın voleybolcularımızın şampiyonluğuna gösterilen gerici tepki bile Cumhuriyetimizin kazanımlarının bu ülke insanları için ne büyük bir erdem olduğunu ortaya koydu. Voleybol takımımızın başarısı Cumhuriyet’in bir zaferidir. Cumhuriyet kazanımları ve ilerici birikimi olmasa böyle kadın bir voleybol takımına sahip olamayacaktık. Aynısı adalet sistemimiz ve basın özgürlüğü için de geçerlidir. Türkiye, Cumhuriyetin 100’üncü yılında onun hedeflediği özgürlük ve demokrasiden her gün daha fazla uzaklaşarak karanlık, totaliter bir rejime sürükleniyor; basın ve ifade özgürlüğünün yok edildiği, adeta Nazi hukukunun uygulandığı bir ülke hâline geliyor.

Anayasa’nın güvence altına aldığı, hak ve özgürlüklerin ihlal edilerek benim hukuk dışı yöntemlerle tutuklanmam, hakkı olmasına karşın Barış Pehlivan’ın infaz indiriminden yararlandırılmaması, yine seçilmiş milletvekili Can Atalay’ın hâlâ hapiste tutulması, işaret ettiğim gerici, faşizan, totaliter rejimin önemli göstergeleridir.

  • Türkiye’nin ve bu toprakların aydınlanma ve demokratik birikimi bu ablukayı kıracak, bu kumpası da bozacaktır.
  • Demokratik ve cumhuriyetçi güçlerin birliği bunun için gereklidir,
    olmazsa olmazdır.

Basın ve ifade özgürlüğünün kararlı bir şekilde savunulması bunun ilk adımını oluşturacaktır.

  • Türkiye’nin, hukukun üstünlüğüne inanan cumhuriyetçi güçleri
    kendi evlatlarına sahip çıkmalıdır. Benim de buna inancım tamdır.”

PEHLİVAN: TECAVÜZCÜLER, ÇOCUK İSTİSMARCILARI HER GÜN ÇIKIYORLAR

Barış Pehlivan, Çakırözer aracılığıyla ilettiği mesajında şunları kaydetti:

“Ben bu cezaevinde düzenli olarak her akşam sayımdayım ve bu sayımda her gün birkaç kişinin firar ettiğini öğreniyorum. Ben, hiçbir şekilde bunu aklımdan bile geçirmeden, yani oradan firar ederim vesaireyi aklımdan geçirmeden teslim oldum. Tecavüzcüler, çocuk istismarcıları çıkıyorlar, çıkarmışlar, hâlâ her gün çıkıyorlar ancak ben hakkım olan bir yasadan faydalanmak için hâlâ infaz hakiminin karar vermesini bekliyorum. Yani haklılığımın, bana karşı yapılan hukuksuzluğun bitmesi, haklılığımın onaylanması için, hakkım olan yasadan faydalanmak için infaz hakiminin karar vermesini bekliyorum. Meclis’te çıkan bir yasadan ben faydalanamıyorum ama işte tecavüzcüler, tacizciler çıkıyor. Onlara tanınan bu hakkın bana tanınmıyor olması bu ülkenin bir ayıbıdır.”

KAHRAMAN: BU ÜLKENİN İNSANLARININ VİCDANLARINA GÜVENİYORUZ

Tayfun Kahraman da yaklaşık 500 gündür cezaevinde olduklarına dikkat çekerek “500 gündür bu hukuksuzlukla yaşıyor olsak da umudumuzu asla yitirmedik. Bu ülkenin insanlarının vicdanlarına güveniyoruz. Bizleri 500 gündür hukuksuz bir şekilde burada tutanlara karşı en güçlü ses olacaklarına insanlarımızın inanıyoruz, biliyoruz. Güzel günler çok yakında” mesajını iletti.

ALTINAY: ADALETSİZLİĞE TOPLUM KARŞI AMA…

Utku Çakırözer, Hakan Altınay’ın da sözlerini ise şöyle aktardı:

“Gezi davasında kendilerine yapılan adaletsizliğe, hukuksuzluğa aslında toplumun büyük çoğunluğunun, % 60’tan çoğunun karşı olduğunun bilindiğini ama bu adaletsizlikte ısrar edildiğini söyledi. ‘Adaletsizliğe toplum karşı ama adaletsizlikte maalesef ısrar ediyorlar’ dedi. Bu hatadan ne kadar çabuk dönülürse o kadar aslında Türkiye’nin ve kendi milletimizin yararına, çıkarına olduğunu söyledi. İddianamede haklarında hiçbir delil olmadığını bir kez daha ifade etti ve Yargıtay’dan bir an önce haklarındaki bu ilk derece mahkemesinin verdiği kararın bozulması kararını beklediklerini ifade etti.”

ATALAY: HATAY’DAKİ SU İHTİYACININ GİDERİLMESİNE YOĞUNLAŞILMALI

TİP Hatay milletvekili Can Atalay’ın mesajıyla ilgili de Çakırözer, şöyle konuştu:

“Benden önce İYİ Parti Milletvekili (Selçuk Türkoğlu) kendisini ziyaret etmişti. Öncelikle Meclis’te temsil edilen diğer partilerin de kendisine yönelik bu haksızlığa, bu hukuksuzluğa karşı olduğunu görmekten memnuniyetini ifade etti. Yani bu konunun, dayanışmanın belki de bu adaletsizliklerin aşılmasında en önemli öge olacağını söyledi. Kendisi Hatay Milletvekili, 4 aydır kendisini seçen Hataylılarla kavuşamamış durumda ama Hatay’daki gelişmeleri yakından izliyor. O yüzden de iki mesajından birincisi Hatay’la ilgili. Hatay’da başta su olmak üzere temel ihtiyaçların karşılanmasında, karşılanamıyor olmasında sıkıntı gördüğünü ve bu konunun, yani bu ihtiyaçların giderilmesine yoğunlaşılması gerektiğini ifade etti. Seçim hesaplarıyla hızlıca yapılanların ya da yapılıyor görülenlerin maalesef Hataylıların acil sorunlarına çare olamadığını ifade etti.

‘ERİNÇ SAĞKAN’I SELAMLIYORUM’

Adli yıl açılışını ve orada verilen mesajları yakından izlediğini söyledi. Birinci konuşma olan avukatları ve onları temsilen Türkiye Barolar Birliği Başkanı’nın yaptığı konuşma için Türkiye Barolar Birliği Başkanı Erinç Sağkan’a selamlarını iletti. 2022’de başlayan ve maalesef 2023’te de süren Türkiye Barolar Birliği Başkanı’nın adaletsizlik krizine ilişkin sözlerinin sansürlenmesini yanlış bulduğunu, kınadığını ifade etti ve şu mesajı verdi.

‘Değil yeni Anayasa; asgari, hukuki tartışma için bile bir demokratik tartışma zemini olması gerekir Türkiye’de. Bu koşullarda bile görüşlerini, eleştirilerini ifade eden avukat Erinç Sağkan’ı Silivri’den selamlıyorum’ dedi.”

Cezaevinde bulunanların mesajlarını okuduktan sonra Çakırözer,

“Ben size de ANKA’ya da ve sizin şahsınızda Türkiye’de demokrasi, hukuk devleti, tabii bunların başında yer alan basın özgürlüğü için mücadele veren tüm meslektaşlarımıza, basın kuruluşlarına, gazetecilere teşekkür ediyorum. Burada özgürlükleri kısıtlanan gazetecilerin, sivil toplum savunucularının, hak savunucularının, iş insanlarının, aktivistlerin hakkını savunduğunuz için sizlere teşekkür ediyorum” diyerek sözlerini tamamladı.

AKP, MHP ve PKK

Örsan K. Öymen
08 Mayıs 2023, Cumhuriyet

Türkiye’nin ekonomik, siyasi, sosyal sorunlarını çözemeyen AKP hükümeti ve onun destekçisi MHP, yalana ve iftiraya sarılarak, cumhurbaşkanı adayı ve CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu’nu, terör örgütü PKK’yi desteklemek gibi akıl almaz iddialarla suçlamaya devam ediyor.

AKP-MHP bunun gerekçesi olarak da, HDP’nin Kılıçdaroğlu’nu desteklemesini gösteriyor. Oysa HDP, toptancı bir biçimde, PKK ile özdeşleştirilemeyeceği gibi, Kılıçdaroğlu’nu destekleyen 20’yi aşkın siyasi partiden yalnızca birisidir.

Bunun da ötesinde CHP, PKK’nin lideri Abdullah Öcalan’ın serbest bırakılması ve Türkiye’nin üniter (tekil) yapısının bozulması konusunda HDP’ye hiçbir taviz vermemiştir.

CHP’nin kendi oyu, %50’nin üzerinde oy almasını gerektiren yeni sistemde yeterli olmadığı için, CHP, birçok başka partiyle birlikte ve birçok başka parti gibi, HDP’nin de oyuna gereksinim duymaktadır.

HDP’nin Kılıçdaroğlu’nu desteklemenin karşılığında elde edeceği tek şey de, yargının bağımsızlığına kavuşmasıyla birlikte, HDP üzerindeki hukuka aykırı uygulamaların son bulması ve Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin aldığı kararların uygulanmasıdır.
***
Öte yanda, terör örgütü PKK ile “çözüm süreci” adı altında müzakere yürüten ve tavizler veren; İstanbul seçimlerinden önce Abdullah Öcalan’ın postacılığını yapan ve PKK üyesi Osman Öcalan’ı TRT’ye çıkartan AKP hükümetidir!

Suriye’nin toprak bütünlüğünü koruyacağına, Suriye’nin bölünüp parçalanmasına ve doğan otorite boşluğu sonucunda, PKK’nin Suriye’de güçlenmesine yol açan da AKP hükümetidir!

Türkiye ile Suriye arasında, teröre karşı işbirliği yapılması konusunda imzalanan Adana Mutabakatı’nı devre dışı bırakan, bu nedenle Suriye’ye sürekli sınır ötesi operasyonlar yapmak zorunda kalan AKP hükümetidir!

“Kandil’i başlarına yıkacağız” diye açıklama yapıp, 20 yıl boyunca PKK’nin mevcut yöneticileri Murat Karayılan’ı, Cemil Bayık’ı, Fehman Hüseyin’i ele geçirmeyen AKP hükümetidir!
***
AKP ve onun destekçisi MHP, Türkiye NATO’nun ikinci büyük ve etkili ordusuna sahip olduğu halde, PKK’nin yöneticilerini yıllardır neden ele geçirmediler?!

PKK’nin ortadan kalkması durumunda, MHP’nin de varlık nedenini kaybedeceği için olabilir mi?!

Yoksa beceriksizlikten dolayı mı?

Terör örgütü IŞİD liderini istediği zaman ele geçiren AKP hükümeti, PKK’nin liderleri konusunda neden aynı beceriyi gösterememektedir?!

Adana Mutabakatı neden devre dışı bırakılmıştır?!

Suriye’ye yapılan sınır ötesi operasyonları iç siyaset malzemesi olarak kullanmak için, askerin kanı üzerinden siyaset yapabilmek için olabilir mi?!
***
AKP-MHP, savunma sanayisi alanındaki gelişmeleri de iç siyaset aracı olarak kullanmaya, savaş tankıyla, gemisiyle, uçağıyla siyasi şov yapmaya ve bunu da PKK’ye karşı mücadele söylemleriyle süslemeye devam ediyor.

Oysa teröre karşı esas mücadele, etkin bir istihbaratla ve etkili antiterör komando timleriyle verilir. Tankla, gemiyle, uçakla terörizme karşı mücadele verilmez! Bunlar daha çok, ülkeler arası savaşlarda kullanılır, ama şu anda öyle bir savaş riski de yok!

Halk, AKP’nin ve MHP’nin, PKK terörü konusundaki palavralarına ve safsatalarına kanacak mı, hep birlikte göreceğiz.

CHP’ye yönelik iftiralar

Örsan K. Öymen
Örsan K. Öymen

CHP yönetimini, partinin tarihsel, kurumsal kimliğine ve ilkelerine dayanarak yapıcı bir biçimde eleştirmek ayrı bir şeydir; yönetimi, kritik ve yaşamsal bir seçim ortamında, orantısız biçimde eleştirmek; yalana ve iftiraya başvurmak; bunu yaparken de CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu’nun alternatifi (seçenek) olarak, Türkiye’de monarşik, teokratik bir diktatörlük kuran Recep Tayyip Erdoğanı ve Devlet Bahçeli’yi veya siyasal vizyon açısından Kılıçdaroğlu’nun da gerisinde olan, ayrıca, yapılan tüm araştırmalara göre, seçimi kazanamayacak olan Muharrem İnce’yi, Ümit Özdağ’ı, Sinan Oğan’ı savunmak, ayrı bir şeydir.

CHP’yi hedef alarak akıl tutulması yaşayan ve muhalefet oylarının bölünmesine yol açarak AKP’ye ve MHP’ye hizmet eden kesimlerin, öncelikle şunu anlaması gerekir:

  • Bugün Türkiye’de Mustafa Kemal Atatürk çapında tek bir lider yoktur!

Eğer Türkiye, Atatürk gibi birisini bekleyerek sandıkta davranış sergileyecekse, AKP ve onun gibi siyasal partiler daha 50 yıl iktidarda kalırlar!

Mükemmeliyetçilik, mükemmel bir alternatif (seçenek) varsa anlamlıdır! Aksi halde mükemmeliyetçilik, kötülere hizmet etmek dışında hiçbir işe yaramaz!
***
CHP’de, Atatürk’ün ve Cumhuriyetin temel ilkelerinden uzaklaşan birkaç siyasetçi olduğu gibi, bu ilkelere sahip çıkan birçok siyasetçi ve milyonlarca üye vardır.

CHP’nin kurumsal kimliği, birkaç siyasetçi tarafından değil, Kurultay tarafından onaylanan parti programı tarafından belirlenir!

  • CHP’nin parti programı, Atatürk’ün ve Cumhuriyetin temel ilkelerine, cumhuriyetçilik, halkçılık, devletçilik, laiklik, milliyetçilik, devrimcilik, sosyal demokrasi ve demokratik solculuk ilkelerine sahip çıkar!

Atatürk popülist bir politikacı olmadığı gibi, siyaseti milliyetçilik ilkesine indirgemiş bir siyasetçi de değildi!

O nedenle Atatürk’ün kurduğu partinin adında “milliyetçi” sözü geçmez, o nedenle o partinin adı Cumhuriyet Halk Partisi’dir!

O nedenle Atatürk tek başına milliyetçilik ilkesini değil, onunla birlikte cumhuriyetçilik, halkçılık, devletçilik, laiklik ve devrimcilik ilkesini de benimsemiştir ve milliyetçilik ilkesini, etnik kimlik üzerinden değil, vatandaşlık bilinci üzerinden, ümmetçiliğin antitezi olarak, laiklik ilkesini tamamlamak için kullanmıştır!
***
CHP, tarihsel ve kurumsal kimliği ve geniş üye ve seçmen tabanı gereği, kategorik olarak, HDP’nin çizgisinde olabilecek bir siyasal parti değildir.

  • CHP Türkiye’nin üniter (tekil) yapısını, ulusal bütünlüğünü sonuna dek savunur!

HDP ile yapılan görüşmelerde HDP’ye bu konuda verilen hiçbir taviz (ödün) yoktur! CHP’nin iktidara gelmek için, öbür partiler gibi, HDP’nin de oyuna ihtiyacı (gereksinimi) vardır; HDP’nin de, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin de tespit ettiği (belirlediği) gibi, HDP üzerindeki hukuka aykırı baskıların son bulması, yargının bağımsız duruma gelmesi beklentisi vardır. Konu bundan ibarettir!

HDP’nin özerklik ve federasyon gibi beklentilerinin karşılanması ve/veya HDP’ye hükümette bakanlık verilmesi kesinlikle söz konusu değildir!

14 Mayıs’ta Atatürk’ün Aydınlanma yolunda önemli bir adım atılacaktır.

Aklı olan herkes, bu adımın yeterli olmadığını bilmekle birlikte, bu adımı atabilecek tek kişinin kim olduğunu da bilmektedir!

Neden Cumhurbaşkanına hakaretten ceza verilemez?

Orhan Kemal Cengiz

Av. Orhan Kemal Cengiz

Orhan Kemal Cengiz Avukat, yazar ve insan hakları savunucusudur. Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi mezunudur. İzmir Barosu’nun insan Hakları Merkezi ve İşkenceyi Önleme Grubunun kurucularındandır. 1997-1998 yıllarında Londra’da, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’ne açılan davalar üzerinde çalıştı. Uzun yıllar dini azınlıkların avukatlığını yapan Cengiz, İnsan Hakları Gündemi Derneği’nin kurucusu ve 2003-2012 yılarında başkanı oldu. Tahir Elçi İnsan Hakları Vakfı yönetim kurulu üyesi ve Özgürlük Araştırmaları Derneği Danışma Kurulu üyesidir. Yerli ve yabancı pek çok yayında köşe yazarlığı yapmıştır. İnsan hakları hukuku alanında pek çok eseri bulunmaktadır. Umut Ağacı isimli romanı 2019 yılında yayımlandı.

Sayın Kılıçdaroğlu’nun TCK 299. madde’de düzenlenen Cumhurbaşkanına hakaret suçunu kaldıracaklarını söylemesi çok isabetlidir.
Çünkü kaldırılacak olan, doğrudan kendisi
AİHM tarafından mahkûm edilmiş bir maddedir.

İktidarın tepesindeki insanları övmek dünyanın her yerinde serbest. Çin’de, Kore’de, Rusya’da, Komünist Parti’yi, Putin’i, Kim Jon-un’u dilediğiniz kadar övebilirsiniz. Ama yalnızca demokrasilerde iktidarın tepesindeki insanları eleştirebiliyorsunuz.

Türkiye’de son on yıllarda sürekli kafamıza kakıldığı biçimde sandık, tek başına demokrasinin ölçütü falan değildir. Elbette sandık, demokrasinin nirengi noktalarından biridir. Ama o sandıktan çıkanların yaptıkları tüm yanlışlar için her an hesap vermeye hazır olmalarıdır demokrasi aynı zamanda.

Basın özgürlüğü, ifade özgürlüğü, muktedirleri eleştirme özgürlüğü bu nedenle çok önemlidir. Bunların olmadığı bir yerde hiçbir biçimde muktedirlerden hesap sorulamaz. AKP’nin 20 yılı aşkın iktidarı boyunca biz bu açıdan çok gerilere gittik. İktidarı eleştirmek bir suç olarak görülmeye başlandı.

  • Dünya’da Cumhurbaşkanına hakaret nedeniyle en çok dava açılan bir ülke durumundayız.

Son 7-8 yılda 200 binden çok kişiye soruşturma açıldı. Neredeyse 50 bin kişi sayın  Cumhurbaşkanı’na hakaret ettiği gerekçesiyle yargılandı. Yıllar içinde “hakaret” eşiğinin gittikçe düştüğüne tanık olduk. İlk başlarda Erdoğan’ı kişisel olarak hedef alan sert eleştiriler “hakaret” kabul edilirken, giderek ve büyük bir hızla, siyasal eleştirilerin hepsi bu kapsama girmeye başladı. Bu davalarda, en başından başlayarak büyük bir eşitsizlik var.

Bir yanda bir gazeteci, bir yazar, sıradan bir vatandaş oturuyor; öbür yanda sayın Cumhurbaşkanının vekilleri… Bu “güç dengesindeki” muazzam eşitsizlik, kolayca mahkumiyetlere dönüşüyor. Türkiye’deki bu durum en başından beri Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin ürettiği içtihatlarla büyük bir çatışma içinde…

AİHM, güçlü olanın, iktidar sahibinin, sıradan insanlara göre çok daha fazla eleştiriye açık olması, çok sert eleştirileri bile tolere etmesi (hoş karşılaması) gerektiğini söylüyor. Güç sahiplerinin kendilerini bilerek ve isteyerek bütün eylem ve işlemlerin eleştirileceği, her daim (sürekli) toplumun gözetimi altında oldukları bir pozisyona (konuma) koyduklarını belirtiyor. Yani, gülü seviyorsanız dikenine katlanacaksınız; iktidarı istiyorsanız her türlü eleştiriye de açık olacaksınız…

Demokratik bir toplumda devlet başkanları, hükümet başkanları, iktidar sahipleri, eleştiriler karşısında, sıradan vatandaşlardan daha çok korumaya sahip olamazlar. Türkiye’nin demokrasi yönünde atacağı önemli adımlardan biri de bu maddeden kurtulmak olacaktır.

Türkiye’nin sayın Erdoğan’a hakaret nedeniyle ilk mahkumiyetlerinden birisi de sayın Erbil Tuşalp’in, başbakan olduğu dönemde kendisine yönelttiği eleştiriler nedeniyle tazminata mahkûm edilmesi nedeniyle olmuştur. Tuşalp, oldukça sivri bir dille, hicvederek sayın Erdoğan’ı sert bir biçimde eleştirmiş ve bunun sonucunda da tazminat ödemek zorunda kalmıştı.

Dikkatinizi çekerim, bir ceza davası söz konusu değildi, bir özel hukuk davasıydı Tuşalp’i hedef alan. AİHM o tazminat nedeniyle Türkiye’yi mahkûm etti. “İktidar sahipleri, hiciv de içinde olmak üzere, her türlü eleştiriye katlanmak zorundadırlar” dedi.

O gün, Tuşalp’in, sayın Erdoğan’a karşı kullandığı sözleri bugün kullanmaya kalksanız, ertesi gün gözaltına alınır, tutuklanırsınız.

Türkiye bütün Avrupa Konseyi ülkeleri içinde devlet başkanına “hakareti” ayrı bir suç olarak kabul eden birkaç ülkeden biri. Bunu nereden biliyoruz? Fransa eski Cumhurbaşkanı Sarkozy’nin kendisini sert bir dille eleştiren bir vatandaşın açtığı davada Fransa’nın yaptığı savunmadan öğreniyoruz… Havaalanında bir Fransız yurttaş, en masum çevirisi “Defol zavallı geri zekalı,” olabilecek (Casse toi pov’con) bir pankart açtığı için 30 Euro para cezasına çarptırılmıştı.

Fransa AİHM önünde yaptığı savunmada, devlet başkanına hakaret suçunun sadece kendi ülkelerine özgü olmadığını, İspanya, İtalya, Hollanda, Polonya ve Türkiye’de de bu konuda ceza hükümlerinin bulunduğunu belirtmişti. Bu ülkelerde bu yasaların pek çok uygulaması olmadığını biliyoruz. Bu 30 Euro için de Fransa mahkûm oldu.

  • AİHM altını çizerek, demokratik toplumda devlet başkanlarının kendilerine yönelen ifadeler ve eleştiriler nedeniyle fazladan bir “korumaya” mazhar olamayacaklarını belirtti.

Türkiye için “Cumhurbaşkanına hakaret” konusunda, zurnanın zırt dediği yer, Vedat Şorli / Türkiye davasıdır. Bu davada AİHM, Cumhurbaşkanına hakaret suçlamasını düzenleyen TCK 299. maddesinin adeta ultrasonunu çekti ve sorunun maddenin kaleme alınma biçiminden kaynakladığını belirtti.

AİHM, güçlü olanın, iktidar sahibinin, sıradan insanlara göre çok daha fazla eleştiriye açık olması, çok sert eleştirileri bile tolere etmesi (içine sindirmesi) gerektiğini söylüyor.

Şorli/Türkiye davasında TCK 299. maddenin doğrudan kendisi mahkûm edilmiştir. AİHM açıkça, bu madde değişmeden sorunun ortadan kalkmayacağını belirtti. Ben bu yazıyı yazarken, Türkiye’nin kim bilir hangi köşesinde, kim bilir hangi gerekçelerle yeni bir “Cumhurbaşkanına hakaret” davası hazırlığı yapılıyor. Ama o dava için kullanılacak maddenin oğrudan kendisi çoktan mahkûm edilmiş durumda…

Sayın Kılıçdaroğlu’nun TCK 299. madde de düzenlenen Cumhurbaşkanına hakaret suçunu kaldıracaklarını söylemesi bu yüzden çok isabetlidir. Kaldırılacak olan, doğrudan kendisi AİHM tarafından mahkûm edilmiş bir maddedir.

Demokratik bir toplumda devlet başkanları, hükümet başkanları, iktidar sahipleri, eleştiriler karşısında, sıradan vatandaşlardan daha çok korumaya sahip olamazlar. Türkiye’nin demokrasi yönünde atacağı önemli adımlardan biri de bu maddeden kurtulmak olacaktır.  

Biri bizi gözetliyor

Av. Dr. MEHMET RUŞEN GÜLTEKİN

14 Kasım 2022, Cumhuriyet

Düşünce, insanı diğer canlılardan ayıran bir ayrıcalıktır. O halde kendini ifade etmek, insan için bir ihtiyaçtır (gereksinimdir). Zaten devletin 21. yüzyılda var olma amacı bizim haklarımızı güvence altına almak değil midir? Anayasamızın 26. maddesinde “düşünceyi açıklama ve yayma hürriyeti”, 28. maddesinde ise “basın hürriyeti” güvence altına alınmıştır. Anayasa gibi bir üst norm ve uluslararası sözleşmeler ile güvence altına alınan bu haklar tehlikede mi? İşte sansür yasası akıllarda bu sebeple soru işareti bıraktı. Çünkü bu değişiklikle “halkı yanıltıcı bilgiyi alenen yayma” isimli suç hayatımıza girdi.

NİYET OKUMA

Bir düşünün Twitter’da bir haber gördünüz, bu haber size göre güvenilir bir kaynak. Siz bunu retweet ettiniz. Bu haber yanlış ise geçmiş olsun artık bir şüphelisiniz. Peki siz bu bilginin doğru olup olmadığını nasıl bilebilirsiniz? Böyle bir imkânınız (olanağınız) var mı? Hayır yok. Bir soruşturma geçirmeniz için re-tweet yeterli. Peki bu, sizin ifade hürriyetinize vurulmuş bir balyoz değil mi?

Ceza hukukunda niyet okunmaz. Yapmadığınız, eyleme geçmediğiniz sürece siz suç işlemiş olmazsınız. Ancak bu yasa maddesi sizin niyetinizi okuyabilir. Çünkü belirsizlikler var. Oysa kimse düşüncelerinden dolayı suçlanamaz. Bu yargı kararları ile sabittir. Sizin bu hususta soruşturma geçirmeniz ise lekelenmeme hakkınızın çiğnenmesine sebebiyet verecektir (neden olacaktir).

GAZETECİLERİN DURUMU

  • Gazeteciler haber kaynaklarını paylaşmak zorunda değildir.

Diyelim ki bir devlet kurumu haberi yalanladı. Ama haberin gerçekliği gün gibi ortada. Bu durumda gazeteciler kendi kaynaklarını açıklamak zorunda mı kalacaklar? Bu basın hürriyetinin ihlali (özgürlüğünün çiğnemi) değil midir?

Basın Kanunu’nun 12. maddesinde “Süreli yayın sahibi, sorumlu müdür ve eser sahibi, bilgi ve belge dahil her türlü haber kaynaklarını açıklamaya ve bu konuda tanıklık yapmaya zorlanamaz” düzenlemesi mevcuttur. Yani basın mensupları kaynaklarını açıklamak zorunda değildir. Bu düzenlemenin yanında Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi Goodwin/Birleşik Krallık kararında, gazetecilik kaynaklarının korunmasını, basın özgürlüğüne ilişkin temel koşullardan biri olarak görmüştür. Bu tür bir koruma olmaksızın, kaynaklar, kamuoyunu ilgilendiren konularda kamuoyunu bilgilendirmek amacıyla basına yardım etmekten kaçınabilirler. Sonuç olarak basının, hayati (yaşamsal) önem taşıyan “kamu bekçiliği rolü” sarsılabilir ve basının doğru ve güvenilir bilgi sunma özelliği ciddi ölçüde sarsılabilir. Yani gazetecilerin kaynaklarını açıklamaya zorlanmaları bir hak ihlalidir (çiğnemidir).

Suç ve ceza içeren bir düzenlemedeki belirsizlik temel hak ve özgürlüklerin düşmanıdır.

Oysa temel hak ve özgürlüklerin amacı insanların onurlu yaşaması değil midir?

  • Unutulmamalıdır ki düşünceyi açıklama ve basın özgürlüğü, onu kullananlar açısından olduğu kadar,
  • gerçekleri öğrenmek özgürlüğüne sahip kişi ve kitleler açısından da temel hak niteliğindedir.

Bu unutulduğu takdirde biri bizi hep gözetleyecektir.

MAHSA AMİNİ

Suay Karaman

İran’ın başkenti Tahran’da ahlak polisi adı verilen İrşad devriyeleri tarafından 13 Eylül 2022’de örtünme kurallarına uymadığı ve saçlarının göründüğü gerekçesiyle gözaltına alındıktan sonra komaya girerek hastaneye kaldırılan 22 yaşındaki Mahsa Amini adlı genç kız, 16 Eylül günü yaşamını yitirdi. Tahran polisinin yaptığı açıklamada, İrşad devriyesinin Mahsa Amini’yi bir saatlik ‘brifing’ için karakola götürdüğü, genç kadının burada aniden bilincini yitirmesi ve kalp rahatsızlığı yaşaması üzerine hastaneye gönderildiği bildirildi.

Mahsa Amini’nin yakınları ve görgü tanıkları, aniden bilincini yitirmesi yönündeki açıklamaları reddederek, polis merkezine getirilmeden önce şiddet uygulandığını ve gözaltındayken aldığı yaralar nedeniyle öldüğünü açıkladılar. Bu olay ülkede büyük protesto gösterilerine sahne oldu. Genç kızın 17 Eylül’deki cenaze töreni sonrasında, Tahran’da protestolar başladı ve gösteriler daha sonra ülke geneline yayıldı. Halk, rejime karşı ayaklanmaya başladı, kadınlar sokaklarda örtülerini çıkartıp, yaktı ve başları açık olarak sokaklarda dans ettiler. Bu olayın sonucunda İran’daki yobaz rejime karşı kimi ülkelerde de protesto gösterileri düzenlendi.

Gerçekte İran’daki çağdışı rejimi kimse istemiyor. Yaşanan bu olaylar rejimin yıkılmasına yol açabilir. Ancak şimdi, bu olayların İran’ın Şanghay İşbirliği Örgütü’ne katılma süreciyle ilgili olacağı da düşünülmelidir. Bu olaylar, yönetilen bir sürecin sonucunda da olabilir. Çünkü eğer istenseydi hiçbir görüntü verilmezdi, sanki Arap Baharı‘na gidiliyor gibi bir izlenim var. İran yönetimleri, arada bir bunun gibi olayların olmasını destekler. Bu olaylarla reformcular ortaya çıkar, bazıları cezaevine konur ve reformcuların büyümeleri engellenir. Böylece hem rejim karşıtları temizlenmiş olur, hem de bu yönde düşünen insanların direnci düşürülmüş olur. Bu yüzden her seferinde olaylar başlar ve biter; sonuçta kazanan hep İran’ın molla rejimi olur. Ancak bu yaşananlar 2010 ya da 2019 yılındaki gibi değil, protestolar öncekilerden farklı çünkü ilk kez kitlesel olarak kadınlar böyle bir protestoya öncülük etmektedir; bu çok önemli. Gerçekte İranlı kadınların özgürlük ve demokrasi istemleri insanlığın ortak istemleridir.

  • İran halkının özgürlük, eşitlik ve çağdaşlık mücadelesinin desteklenmesi gereklidir.

İslam dini felsefeden kopuk, bilimsel gerçeklere sırt çevirmiş, yalnızca biçimcilikle anlatılmaktadır ve hurafelerle (boşinanlarla) yürütülmektedir. İşte en büyük yanlış ve talihsizlik budur. Bin yılı aşkın süredir İslam dünyasında değişen ve gelişen hiçbir şey yoktur. Bilim yok, teknoloji yok, buluş yok. Demokrasi, adalet, eşitlik yok. Kadın hakları, çocuk hakları, insan hakları yok.

  • Laikliğin olmadığı İslam ülkelerinde çağdaşlık da yoktur, zaten olamaz da.

Bunların yanında dinle insanları kandırmak çok, sahtekârlık çok, yağma çoktur. 1500 yıl öncesinin kurallarıyla günümüzde aydınlanmaya, çağdaşlaşmaya ulaşmak olanaksızdır.

20 yıldır ülkemizi de ortaçağ karanlığına götürmek isteyen siyasal iktidar, İranlıların kadınıyla, erkeğiyle karanlığa karşı direnmelerini görmemektedir. Aynı biçimde siyasal partilerden de ses çıkmamaktadır. Tutucu siyasal partiler bir yana, Atatürkçü olduklarını söyleyen siyasal partilerden de ses yoktur. Yaşanan bu korkunç olaydan 12 gün sonra İyi Parti genel başkanı, “baskıya başkaldıran kadınları selamlıyorum” diye açıklama yaptı. İlkelerinde laiklik olan CHP ise bu konuda suskundur, tepkisizdir. İran’da yaşananlar konusunda görüş açıklamak, İran’ın içişlerine karışmak anlamına gelmez. Aksine demokrasiden yana olan hukuk kurumlarının, siyasal partilerin, kitle örgütlerinin ve insan haklarını savunan herkesin bu konuda mutlaka söyleyeceği bir şeyler vardır, olmalı da.

İran’da molla rejimi gelirken Şaha karşı direnenler içinde aydın sanılan kişiler de vardı. Mollalar gelince kıyıma önce aydınlardan başladı ve sonra şeriat düzenini getirdiler. Ülkemizde de 20 yıl önce Atatürkçü geçinenler “gömlek değiştirdi” diyerek Tayyip Erdoğan’ı televizyonlarda parlatmışlardı. 2008 yılındaki Ergenekon davalarında “dibine dek gidilsin” diyenler ve 12 Eylül 2010 halk oylamasında “yetmez ama evet” diyenler, kendilerini aydın sanan insan taklitleriydi. “Laiklik tehlikede değildir” diyen işbirlikçilerle, bugün ülkemizde laiklikten söz edilememektedir.

  • Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin türban için “siyasi İslam’ın simgesidir” kararına karşı,

kıyafet özgürlüğü gibi saçma sapan sözler söyleyenler, çarşafa parti rozeti takanlar, türbanlılarla, tarikatlarla, cemaatlerle helalleşenler yaşadığımız sıkıntıların sorumluları arasındadır.

Diyanet Akademisi’ne hayır oyu vermeden kabul edilmesi ihanetinin hesabını veremeyenler ve bu yasanın iptal edilmesi için Anayasa Mahkemesi’ne gidemeyenler, demokratik ve laik cumhuriyetimizin karşısında olan işbirlikçilerin yanında yer almışlardır.

İran rejiminden de, kimi İslam ülkelerindeki şeriatçı rejimlerden de gerekli dersleri çıkarmalıyız.

  • Bugün ülkemizde laiklik büyük bir tehlike altındadır!!

Laiklik demokrasinin güvencesidir, eşsiz önderimiz Atatürk‘ün kurduğu demokratik ve laik cumhuriyetimizin değeri her geçen gün daha çok anlaşılmaktadır.

Tam bağımsız, demokratik ve laik, çağdaş bir Türkiye Cumhuriyeti için
hep birlikte bilinçli ve örgütlü olarak mücadele etmeliyiz.

Azim ve Karar, 26 Eylül 2022.

TÜRKİYE’DE ALEVİLİĞİN ANAYASAL ve EVRENSEL HUKUKSAL DAYANAKLARI 

Prof. Dr. Halil Çivi / İMZA...Prof. Dr. Halil Çivi
İnönü Üniv. İİBF Eski Dekanı

Vatandaşlar bana,

  • Hocam Alevilerin tarihsel ve kadim inanç ve ibadet merkezi olan cemevleri yasal olarak neden tıpkı camiler, kiliseler, sinagoglar… vb. dinsel mekânlar gibi İBADETHANE konumunda kabul edilmiyor? Bu durum günümüzdeki temel insan hakları, din ve vicdan özgürlüğü ve demokrasi anlayışına sığar mı??

diye soruyorlar.

Hemen peşinen belirtmek gerekir ki, Anayasamız devletimizi laiklik üzerine bina ettiğine göre, ne ulusal ve ne de evrensel hukukta, cemevlerinin tıpkı öbür ibadethaneler (AS: tapınçevi) gibi, resmi ibadethane konumuna alınmasının önünde temelde hiçbir hukuksal engel yoktur. Kanımca engel sosyolojik açıdan ideolojik ve siyasaldır. Genelde oy ve iktidar olma kaygısı ile Sünni çoğunluğun varlığını dikate alarak, Alevilerin hukukunun görmezden gelinmesidir. Kaldı ki, hukuksal kimi düzenlemeler gerektirse bile iktidardaki siyasal erk yasa yapma gücüne ve yeterliğine sahip olduğu için, bu iç hukuk engellerini kolayca aşabilir…

ÖNCE ANAYASAL TEMELLERE BAKALIM

Yürürlükteki Anayasamızın konumuzla ilgili maddelerini yazalım <.

Madde 2- Türkiye Cumhuriyeti demokratik, laik ve sosyal bir hukuk devletidir.

Madde 10- Herkes dil, ırk, renk, cinsiyet,siyasi düşünce, felsefi inanç, din, mezhep ve benzeri sebeplerle ayrım gözetmeksizin kanun önünde eşittir.
Hiç bir kimseye, aileye, zümreye ve ya sınıfa imtiyaz tanınamaz.
DEVLET ORGANLARİ VE İDARE MAKAMLARI BÜTÜN İŞLEMLERİNDE KANUN ÖNÜNDE EŞİTLİK İLKESİNE GÖRE HAREKET ETMEK ZORUNDADIR.

Madde 24- Herkes vicdan, dini inanç ve kanaat hürriyetine sahiptir.

Madde 66- Türk devletine vatandaşlık bağı ile bağlı olan herkes Türktür.

Madde 72- Vatan hizmeti her Türkün hakkı ve ödevidir.

Madde 73- Herkes kamu giderlerini karşılamak üzere, mali gücücüne göre vergi ödemekle mükelleftir.

Madde 90- Usulüne göre yürürlüğe konulmuş milletlerarası anlaşmalar kanun hükmündedir. Bunlar hakkında anayasaya aykırılık iddiası ile Anayasa Mahkemesine başvurulamaz.
Usulüne uygun yürürlüğe konulmuş temel hak ve özgürlüklere ilişkin MİLLETLERARASI ANLAŞMALARLA KANUNLARIN AYNI KONUDA FARKLI HÜKÜMLER İÇERMESİ NEDENİYLE ÇIKABİLECEK UYUŞMAZLIKLARDA MİLLETLERARASI ANLAŞMA HÜKÜMLERİ UYGULANIR.

Madde 138- Yasama, yürütme organları ile İDARE MAHKEME KARARLARINA UYMAK ZORUNDADIR.
Bu organlar ve İDARE; MAHKEME KARARLARINI HİÇ BİR SURETTE DEĞİŞTİREMEZ VE BUNLARIN YERİNE GETİRİLMESİNİ GECİKTİREMEZ…
***
Eğer Türkiye’yi yöneten siyasal iktidarlar, başta laiklikle doğrudan ilgili madde (m.24) olmak üzere, kendi anayasasının temel buyurucu kurallarına (amir hükümlerine) uysalardı, Alevilerin Avrupa İnsan Hakları Mahkemesine gitmelerine gerek yoktu. Zaten AİHM de yürürlükteki anayasal düzenimizi inceleyerek bir karar vermiştir.

AVRUPA İNSAN HAKLARI MAHKEMESİNDE  AİHM) DURUM NASIL?

Türkiye Cumhuriyeti kendi özgür istenci ile AVRUPA İNSAN HAKLARI SÖZLEŞMESİNİ imzalamış ve hak ihlaline uğrayan kendi yuttaşlarının AİHM’ne gitmelerini kabul etmiş ve AİHM kararlarının KENDİ İÇ HUKUKUNDAN DAHA ÜSTÜN OLDUĞUNU VE AİHM kararlarına uymayı kabul etmiştir.

AVRUPA İNSAN HAKLARI SÖZLEŞMESİNİN İLGİLİ MADDELERİ…

  • Madde 9- Herkes düşünce, din ve vicdan özgürlüğüne sahiptir. Bu hak, din ve inanç değiştirme özgürlüğü ile, tek başına ya da topluca açıkça ya da özel tarzda İBADET, ÖĞRETİM, UYGULAMA VE AYİN YAPMAK SURETİYLE DİNİNİ VE İNANCINI AÇIKLAMA ÖZGÜRLÜĞÜNE SAHİPTİR.
  • Madde 44 – Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi Büyük Dairenin kararları KESİNDİR.

Alevilerin başvuruları ile ilgili olarak,
AİHM Büyük Dairenin (son ve kesin karar veren üst mahkeme) verdiği kararlar çok özetle şöyledir :

  • Laik devlet tüm inanç kümelerine eşit uzaklıkta olmak ve
    her inanç kümesine eşit haklar vermek zorundadır.

1- Yürürlükteki Anayasamıza göre, Aleviler temel insan hakları, din ve vicdan özgürlüğü bakımından HAK İHLALİNE UĞRAMIŞLARDIR. Bu durumun düzeltilmesi gerekir.

2- Devlet Alevilerin inancını tanımlayamaz, onlara inanç ve ibadet yeri belirleyemez. Bu hak Alevilere aittir. Yani Alevilik diye bir inanç vardır ve bu inanç sahiplerinin ibadethanesi de (tapınçevi) Alevilerce belirlenen Cemevleridir.

3- Alevilere, Alevi çocuklarına ZORUNLU DİN DERSİ VERİLMESİ DİN VE VICDAN ÖZGÜRLÜĞÜNE AYKIRIDIR. Ancak Alevilerin de tıpkı Sünnilik öğretimi gibi, kendi çocuklarına Aleviği öğretme hakları vardır. Bu konuda devlet, hukuksal hak eşitliği ilkesi uyarınca gerekeni yapmak zorundadır.

4- Devletin Alevilere, cemevlerine, Alevi inanç önderlerinin yetiştirilmesi ve istihdamına sağlayacağı hizmetler, tıpkı öbürr inançlara verilen hizmet gibi, KAMU HİZMETİDİR.
Camilere yapılan, ekonomik, mali, personel (su, elektrik, hizmet insanı) vb. destekler Cemevleri için de yapılmalıdır.

SONUÇ şöyle özetlenebilir :

Alevilerin din ve vicdan özgürlüğü hem yürürlükteki laik anayasal düzen hem de Avrupa hukuku açısından güvence altındadır. Ancak gerçekte ya da uygulamada durum, hukuksal konumun (statükonun) tam tersinedir.

Aleviler askerlikte, vergi ödemede ve her türlü kamusal külfette eşit yurttaştır.
Ancak din ve vicdan özgürlüğünde, kamusal alandaki istihdam politikasında ve kamu hizmetlerinden yararlanma da tarihsel ve güncel olarak sürekli hak çiğnemine (ihlaline) uyramışlardır ve uğramaya devam ediyorlar;

BU DURUMUN EN KISA ZAMANDA DÜZELTİLMESİ GEREKİR..

Son olarak bir noktanın altını daha önemle çizmek gereklidir :

  • Cumhurbaşkanının saldırıya uğrayan Alevi yurttaşlara sahip çıkması ve cemevi ziyaretleri çok olumlu ve zaten olması gereken bir davranıştır.
  • Ancak ziyaret edilen cemevi kutsal düzeninin değiştirilme girişimleri kanımca hiç hiç ama hiç doğru olmamıştır.
  • Cemevine, camilere benzer bir dizayn vermek (tasarım dayatmak) yoz ve hoş olmayan ağır bir saygı ve özen kusurudur. Alevi toplumu bundan çok incinmiştir.

Eğer bu ziyaret bir kiliseye ya da bir sinagoga olsaydı, o kurumların da geleneksel ibadet düzeni yine değiştirilecek miydi? Alevi inancını ve Alevi cemevlerine ait mekân düzeninin hiç değiştirmeden, olduğu gibi, kabul edilmesi zorunlu içtenlik sınavıdır.

Bitirirken bir konuyu daha önemle belirtmek isterim :

Aleviler tarihten bu güne, şimdiye dek kendilerine yapılagelen hak çiğnemlerinin (ihlallerinin) ortadan kalkmasını, yani laik devletin eşit yurttaşı olmak istiyorlar. Kanımca ortada siyasal iktidarların yanlış siyaset anlayışı, adalete sorunlu baķışı ve eşitlikçi olmayan bir kamu yönetimi anlayışı söz konusudur. Geçmişten günümüze Alevilerin yaşadıkları tüm sorunların kaynağı toplum, halk değil; hep siyasal iktidarlar olmuştur! Çoğu zaman halkı kışkırtan ve elim olaylara neden olanlar da kimi cahil din adamları ile kimi çıkarcı siyasetçilerin ve dış çevrelerin (kontrgerilla) işbirliğidir.

DOĞUŞTAN GELEN SOYOLOJİK, İNSANİ FARKLILIKLARA NASIL YAKLAŞALIM?

Doğarken hazır bulduğumuz insansal ve insancıl her türlü farklılıklarımız bize benzemeyenleri yargılamak için değil, duygudaşlık (empati yaparak, hemhal olarak) yaparak onları doğru ANLAMAK içindir. Irk, renk, deri rengi, cinsiyet, dil, din… vb. farklıkları yargılamak o farklılıkları yaratan büyük mimarı yani TANRI’yı ya da inancına göre doğal ontolojik düzeni, YARGILAMAK anlamına gelir.

Daha başka bir biçimde söylemek gerekirse; ırkçılık, cinsiyetçilik, dil, din… vb. ayrımcılıklar doğrudan Tanrı’ya karşı da SUÇ İŞLEMEK demektir. Bu temel ontolojik nedenlerden dolayı, her türlü ırkçı, ayrımcı, bölücü yaklaşımlar hem ilahi anlayışla bağdaşmaz ve hem de insanlık suçudur. Ayrıca ahlak ve doğal hukuka da aykırıdır.

Çözüm                         :

  • Siyasal iktidarlarının Alevi toplumuna bakış açılarının demokratik, laik ve çağdaş bir hukuk devletinin eşitlikçi gereklerine göre kökten değişmesi ile olanaklıdır.
  • Türkiye halkının çoğu aydınları ve toplumun ezici bir kesimi buna hazırdır.
  • Toplum bin yıllık ortak tarihsel kültürden hareketle Alevi – Sünni kardeşliğinin bilincindedir.

Eksik olan içten bir siyasal kararlılıktır.

Çetin Doğan’dan Anayasa Mahkemesi’ne açık mektup

Yılmaz Özdil
yozdil@sozcu.com.tr
SÖZCÜ, 22.7.22

(AS: Bizim kısa katkımız yazının altındadır..)

Bu mektup 28 Şubat Davası’na ilişkin bir savunma amacıyla hazırlanmamıştır.

Anayasa Mahkemesi’ne bir yıla yakın süre önce intikal eden davanın bir an önce ele alınıp sonuçlandırılması isteminden ibarettir.

28 Şubat Davası’nda geç gelen adalet, ‘adalet’ olmayacaktır.

Davanın gerçek mağdurları olan sanıklarda yaprak dökümü başlamıştır.

Yan koğuşta ‘demans’ teşhisi ile yatan sayın Çevik Bir nerede olduğunu bilmemekte, korumaları sandığı infaz memurlarının yardımı ile hayata tutunmaya çalışmaktadır.

Bu açık mektup, mukayeseye olanak sağlamak amacıyla, Anayasa Mahkemesi’nin ortalama altı ay içinde sonuçlandırdığı adil yargılama hakkının ihlaline ilişkin ‘kumpas davaları’nda verdiği kararlar ışığında hazırlanmıştır.

28 Şubat Davasında Hak İhlalleri

Anayasa’nın 36. maddesi’ne göre mahkemelerin “tarafların dayanaklarını, iddialarını ve delillerini etkili bir biçimde inceleme görevi” bulunmaktadır.

Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin içtihatlarına göre; “bir mahkemenin davaya yaklaşımı, başvurucuların iddialarına yanıt vermekten ve başvurucuların temel şikayetlerini incelemekten kaçınması halinde, İnsan Hakları Sözleşmesi’nin 6. maddesi uyarınca davanın düzgün bir biçimde incelenmesi hakkı bakımından ihlal edilmiş olacağı” belirtilmiştir.

28 Şubat Davası’nın bir ‘kumpas davası’ olduğunu kanıtlayan onlarca delil, İlk Derece Mahkemesi dahil, İstinaf ve Yargıtay sürecinde mahkemeye sunulmuş olmasına rağmen incelenmekten kaçınılmıştır.

Bu konuda ayrıntıya girmeden, öne çıkan iki yalın gerçeği hatırlatmakla yetinelim:

– Birincisi; atılı suça dayanak olarak gösterilen bütün delillerin dijital olarak 5 No’lu CD’ye kayıt edilmiş olması ve Mahkemece tayin edilen Ortadoğu Teknik Üniversitesi mensubu uzman ‘bilirkişi heyetince’ söz konusu CD’nin yasal delil niteliği bulunmadığı yolunda rapor vermiş olmasıdır. Buna karşılık 28 Şubat Davası’na ilişkin kararında Yargıtay, 5 No’lu CD’nin sanıklar hakkında verilen hükümde belirleyici olmadığını belirtmektedir. Bunun nedeni olarak da hükme esas alınan “gerek ilgili kurumlarla yapılan yazışmalar gerekse hukukiliği hususunda tartışma bulunmayan diğer yazılı delillerle beyan delilleri tarafından teyit edilen (diğer delillerin)” varlığı belirtilmektedir. Dava dosyasında bulunmayan ancak Yargıtay kararında varlığı belirtilen “ilgili kurumlarla yapılan yazışmalar, hukukiliği hususunda tartışma bulunmayan diğer yazılı delillerle beyan delillerin” varlığı, Yargıtay’ın soyut bir kanaatidir. Oysa Ankara 5. Ağır Ceza Mahkemesi’nin ‘suçun sübutuna ilişkin’ hükme esas aldığı söz konusu CD’de kayıtlı sahte dijital delillerden başkaca bir delil dosyada bulunmamaktadır. Yargıtay ilamında yer alan asılsız iddialar, sadece dönemin “yandaş medyasında” kumpasın bir parçası olarak yer almıştır.

– İkincisi; atılı suça dayanak yapılan belgelerin sahte olduğu, ‘bilirkişi raporları’ dışında mahkemeye sunulan ayrıntılı delillerle de kanıtlanmıştır. Bu bağlamda en son Mahkeme’ye sunulan kesin kanıt, söz konusu belgelerin üzerinde ‘Evrak Güvenlik Numarasının’ varlığıdır.

Kısaca açıklayalım:

TSK’da ‘Gizli’ gizlilik derecesine sahip evrakların yetkili olmayan kişi ve kurumlara sızmasına bir önlem olarak, Kasım 2002’den itibaren ‘GİZLİ’ gizlilik derecesine sahip bütün evraklara büyük puntolarla “Evrak Güvenlik Numarası” kaşelenmeye başlanmıştır. Evrakın gönderildiği her adrese farklı güvenlik numarası verilmeye başlanmıştır. Atılı Suç ile ilişkilendirilen bütün belgeler 1997 yılının tarihini taşıdıkları halde, üzerlerinde “Evrak Güvenlik Numarasının” damgalandığı görülmektedir. 28 Şubat Kumpası‘nı kurgulayanlar; ‘Evrak Güvenlik Numarası’ uygulamasının ne zaman başladığı konusunda bilgileri olmadığı için, CD’ye tarayarak yükledikleri sahte ve tahrif edilmiş bütün evraklar ‘Evrak Güvenlik Numarası’ ile damgalamışlardır. Bu hususu teyit eden kanıt (Genelkurmay Başkanlığı’nın resmi yazısı) İstinaf Mahkemesi aşamasında ve Yargıtay’a sunduğumuz temyiz dilekçesinde yer almaktadır. Ne var ki; bu kanıt üzerinde araştırma yapma lüzumu dahi duyulmamıştır. Bu önemli kanıt Yargıtay’ca yok sayılmıştır.

Bu suretle, İnsan Hakları Sözleşmesi’nin 6. maddesi uyarınca “davanın düzgün bir biçimde incelenmesi hakkı” ihlal edilmiştir.

Gerekçeli Karar Hakkının İhlali

Anayasa Mahkemesi’nin bireysel başvurularda hak ihlalinin varlığını kabul ettiği davalarda “Gerekçeli Karar Hakkının İhlali” önemli bir yer tutmaktadır.

28 Şubat Davası’nda sanıkların iddialarının incelenmemesinin yanı sıra, ‘Gerekçeli Kararında’ , da iddiaların incelenmeyiş nedeni ortaya konmamıştır.

Oysa muhakemede usule ilişkin koruma sağlayan adil yargılanma hakkının önemli bir unsuru olan ‘Gerekçeli Karar Hakkı’ kişilerin adil bir şekilde yargılanmalarını sağlanmasının yanı sıra, denetlenmesini de amaçlamaktadır.

Bu kapsamda, Anayasa Mahkemesi kararlarında yer alan aşağıdaki ifadeler önem taşımaktadır:

“Sanıkların muhakeme sırasında ileri sürdükleri iddialarının kurallara uygun bir biçimde incelenip incelenmediğini bilmeleri gereğinin yanı sıra demokratik bir toplumda, toplumun kendi adına verilen yargı kararlarının sebeplerini öğrenmelerinin sağlanması için de gereklidir. Bu nedenle mahkemelerin, ‘kararlarını hangi temele dayandırdıklarını yeterince açık olarak belirtme’ yükümlülüğü altındadırlar.”

Ayrıca, “Mahkemelerin sanıklarca ileri sürülen iddia ve savunmalara şeklen cevap vermiş olmaları yeterli olmayıp, iddia ve savunmalara verilen cevapların dayanaksız olmaması, mantıklı ve tutarlı olması da dikkate alınmalıdır. Diğer bir ifadeyle mahkemelerce belirtilen gerekçelerin davanın şartları dikkate alındığında makul olması gerekmektedir.”

Bu bağlamda 28 Şubat Davası’nda 5. Ağır Ceza ve İstinaf Mahkemesi’nin gerekçeli kararlarında ve son olarak Yargıtay İlamında makul bir gerekçenin yer almayışıyla, başvurucuların “gerekçeli karar hakkı” ihlal edilmiştir.

Çünkü Anayasa Mahkemesi’nin kararlarında “gerekçeli karar hakkı” kapsamında “mahkemelerin bir hükme varırken neleri dikkate aldığı ya da almadığını gösteren, ifadeleri özenle seçilmiş ve kuşkuya yer vermeyecek açıklıktaki bir gerekçe bölümünün ve buna uyumlu hüküm fıkralarının bulunması ‘gerekçeli karar hakkı’ yönünden zorunlu olduğu” açıkça yer almıştır.

Bu bağlamda başvurucuların dava sürecinde iddia makamı tarafından ileri sürülen bütün delillerin sahte olduğunu kanıtlayan belgelerin ve cebren iskat edildiği ileri sürülen 54. T.C. Hükümet üyelerinin tanık olarak mahkeme huzurundaki aksine beyanlarının niçin gerekçeli kararda yer almadığı belirtilmemiştir.

Konuya ilişkin Anayasa Mahkemesi’nin kararlarında yer alan aşağıdaki ifadeler, her şeyden önce Anayasa Mahkemesi’ni bağlamaktadır:

“Mahkemeler, tarafsızlığı, keyfiliği, denetimden kaçmayı ve perdelemeyi önlemek için kararın verilmesine neden olan temelleri yeterince açık olarak belirtmekle yükümlüdür… Derece mahkemesi kararlarının, adalet gereksinimini giderecek ölçü ve nitelikte yeterli gerekçe ile açıklanıp açıklanmadığı hususlarının, adil yargılanma hakkının ihlali iddiasıyla yapılan bireysel başvurularda Anayasa Mahkemesi’nce yapılacak denetimin kapsamında yer almaktadır.”

Anayasa Mahkemesi’nin bireysel başvurularda adil yargılanma hakkının ihlaline ilişkin verdiği kararlara atıflar yaparak yaptığımız açıklamamızı, Anayasa Mahkemesi’nin kamuoyunca ‘Balyoz Davası‘ olarak bilinen davaya ilişkin “Bilirkişi Raporları ve Uzman Mütalaalarına” ilişkin 28 Şubat Davasında da emsal olabilecek kararından yaptığımız aşağıdaki alıntı ile sonlandıralım:

“Savunmaların dayanağını oluşturan ve dijital verilerin güvenilirliğine ilişkin ciddi kuşkular uyanmasına neden olan bilirkişi raporları ve uzman mütalaaları gözetildiğinde, önemli ölçüde, dijital veri ve içeriklerine dayanan İlk Derece Mahkemesince verilen kararın gerekçesinin, adalet gereksinimini giderecek ölçü nitelikte, yeterli ve makul olarak değerlendirilemeyeceği, bu sebeple Anayasa Mahkemesince ‘gerekçeli karar hakkının’ ihlal edildiği, sonucuna ulaşılmıştır.”

28 Şubat Davası’nda da geçerli olan yukarıdaki hak ihlalleri Anayasa Mahkemesi’nin hak ihlalleri 28 Şubat Davası’na ilişkin bütün sanıklar tarafından yukarıda belirttiğimiz hak ihlalleri dışında pek çok hak ihlalini içeren bireysel müracaatlarını Anayasa Mahkemesi’ne sunmuşlardır. Bu bağlamda mahkemede yaşanan usulsüzlükler, 15 Temmuz Darbe girişiminden sonra davanın genişletilmesi dahil, sanıkların mahkemece gerekçesiz reddedilen talepleri ile son olarak mahkemeye sunulduğu halde göz ardı yeni deliller yer almaktadır.

28 Şubat Davasında Siyasetin Gölgesi

Bilindiği gibi T.C. Devleti’nin yapı taşlarından birisi olan Anayasa Mahkemesi, 1961 Anayasası uyarınca kurulmuştur. Anayasa Mahkemesi’nin işlevi, parlamenter sistemde kuvvetler ayrılığı prensibinin korunmasında olduğu kadar, Anayasa’da belirlenmiş temel hak ve özgürlüklerin sadece yasama ve yürütme organlarınca değil, aynı zamanda yargı erkinin verebileceği kararlarda da gözetilmesinin teminatı niteliğindedir.

Ülkemizde siyasi davaların açılması ve sürdürülmesinin bütün aşamalarda siyasi iktidarın belirleyici rol oynadığı acı bir gerçektir.

Son dönemdeki gelişmeler; siyasi davalarda yaşanan bireysel hak ihlallerinin Anayasa Mahkemesi’nde gündeme alınması, görüşülmesi aşamasında da siyasi iktidarın bilinen yaklaşım ve temayülünün dikkate alındığı kuşkusunu yaratmıştır.

Saygılarımla. 20.07.2022

Çetin Doğan
‘F’ Tipi Ceza İnfaz Kurumu, Buca-İZMİR
===============================================

Evet… Bu mektup, varlığıyla onur duyduğumuz Çetin Doğan‘a ait.

  • Sahte delillerle, apaçık kumpasla, 11 aydır demir parmaklıkların ardında esir tutuluyor.

Gerçekler halk tarafından öğrenilmesin diye, ağır baskı, ağır sansür, ağır ambargo uygulanıyor. Sesini duyurabilme imkanı olmadığı için, size iletilmek üzere bana gönderdi.

Anayasa suçu işleniyor. (AS: Anayasayı ihlal suçu, TCK m.309)
İnsan hakları suçu işleniyor. (AS: insan haklarını ihlal suçu)
14 general
80 yaşında olanlar var.
85 yaşında olanlar var.
90 yaşında olan var.
Çevik Bir örneğinde olduğu gibi, nerede bulunduğunu bilmeyenler, kim olduğunu bilmeyenler var.
Ameliyat olan, dikişleri bile alınmadan hücresine geri gönderilen, dikişleri patlayan, kan revan içinde tekrar hastanelik olan var.
Ziyaretler sırasında bitkinlikten baygınlık geçirip yere yığılanlar var.
Parkinson yüzünden kendi başına ihtiyaçlarını göremeyenler var.
Yürüyemeyenler var.
Eşleri mektup gönderiyor mesela, sadece isim yazmaları gerekiyor, ismin önüne rütbeleri yazılırsa, o mektup teslim edilmiyor, “rütbelerini söktük, burada korgeneral yok, orgeneral yok, er var” deniyor, mektup geri gönderiliyor, böylesine zulüm var.

Nobel ödüllü yazar Marquez’in “Kırmızı Pazartesi” romanı gibi… Herkesin sustuğu, herkesin gözyumduğu, engellemek için kimsenin kılını bile kıpırdatmadığı, işleneceğini herkesin bildiği bir cinayet bu!

Geç gelen adalet, adalet midir? Anayasa Mahkemesi’nin bu kumpas davasını bir an önce ele alması, bir an önce sonuçlandırması, sadece hukuk değil, insanlık görevidir.
=======================================
Dostlar,

Liste aşağıdaki gibi.
Biz de Sn. Em. Org. Çetin Doğan’ın tarihsel çığlığına katılıyoruz.
Düpedüz tuzak ve intikam kokan bir tablo ve karar var ortada.
Yargı yerleri MİLLET ADINA karar vermekteler. Milletin bir üyesi, bir yurttaş olarak gerçek gerekçeleri bilmek istiyoruz. Adına yargı kararı verilen bir Millet üyesi olarak, bizim adımıza ADİL KARAR verilmesini istiyoruz.

Anayasa Mahkemesi bu dosyayı karara bağlamayı uzatırsa, adil karar vermiş olmayacak, adalete hizmet etmiş olmayacaktır. Bu 14 yüksk rütbeli subayımızın her an cezaevlerinde ölüm haberi gelebilir! Öyle ki, hapishane koşullarında olmasalardı yaşanmayacak olan ölümler.. Bu durumda kumpasın yıkıcı – yakıcı sonuçlarını giderme olanağı olmayacaktır; giden geri gelmeyecektir. AYM de bu ağır ve bağışlanmaz sorumluluğa ortak olmuş olacaktır.

Sevgi, saygı ve derin kaygı – üzüntü ile. 28 Temmuz 2022, Ankara

Prof. Dr. Ahmet SALTIK MD, BSc, LLM
​Sağlık Hukuku Uzmanı, ​Kamu Yönetimi – Siyaset Bilimci (​Mülkiye​)​
www.ahmetsaltik.net        profsaltik@gmail.com
facebook.com/profsaltik      twitter : @profsaltik

ANAYASA MAHKEMESİ 60 YAŞINDA

PROF. DR. İBRAHİM Ö. KABOĞLU
ibrahimkaboglu@yahoo.fr
https://www.gazetepencere.com/anayasa-mahkemesi-60-yasinda/
25.4.22

Anayasa yargısı Avrupa modeli olarak Avusturya, İtalya ve Almanya anayasa mahkemelerinden sonra Türkiye’de 1961 Anayasası ile kurulan Anayasa Mahkemesi (AYM), askeri darbelere ve demokratik kopmalara karşın varlığını ve önemini hep sürdürdü.
AYM’nin faaliyete geçmesi, 44 saylı yasa ile 25 Nisan 1962’de gerçekleşti.
2010 Anayasa değişikliği ile tanınan bireysel başvuru olanağı da uygulamaya 2012’de geçti. Haliyle, 2022 yılı boyunca, Anayasa Mahkemesi’nin 60. Kuruluş yılı ve bireysel başvuru uygulamasının 10. yılı üzerine değerlendirmeler ve bilanço çalışmaları yapılacak.

AYM KARARLARI KESİN HÜKÜMDÜR, BAĞLAYICIDIR

AYM’nin bütün kararları kesin hüküm niteliğinde olup, “yasama, yürütme ve yargı organlarını, idare makamlarını, gerçek ve tüzel kişileri bağlar” (153/son).
AYM kararlarını değerlendirmek ve eleştirmek, yurttaşların hak ve görevleridir. Kararlardaki hukuksal yanlışları ortaya koymak ve önerilerde bulunmak, Anayasallık denetiminin etkililiği ve hukuk devletinin ilerletilmesi için gereklidir. Buna karşılık, AYM kararlarını tanımamak ve saygı göstermemek, hukuka uymayan, uymak istemeyen siyasal iktidarların yöntemidir.

ANAYASAL KURUM VE KURALLARA INANÇSIZLIK…

Anayasa Mahkemesi’nin iş yükü, Avrupa AYM’lerine göre hep çok oldu. Bireysel başvuru, AYM’nin iş  yükünü giderek fazlalaştırdı. Bunlara, Temmuz 2018’de Cumhurbaşkanlığı kararnameleri (CBK) eklendi. CBK, gerekçesiz, çoğu kez anayasal yetki çerçevesi dışında ve torba düzenleme şeklinde, nicelik olarak da yasalarla adeta yarışan bir tür “paralel mevzuat” mecrası (alanı) yaratmıştır. 27. yasama döneminde TBMM de norm koyma yetkisi bakımından hayli (oldukça) geriledi:

● Kendi tekelindeki yasa girişimini bile özgür iradesi ile yapamayan TBMM, nitelikli yasa bir yana; AKP-MHP’nin sayısal üstünlüğü, Anayasa’nın emredici ve yasaklayıcı hükümlerine açıkça aykırı düzenlemeleri, adeta “dayatmakta”.
●Öyle ki, Anayasa md.104/17’nin CBK için çizdiği çerçeve karşısında, tekelindeki yasama yetkisini bile kullanmakta duraksamakta ve yetki alanını CBK lehine daraltmakta.
●AYM’nin iptal kararları ile çakışan yasal düzenlemeler, TBMM Anayasa Komisyonu’ nun  görüşünü alma gereği bile duymadan yapılabilmekte. Yasama yetkisini kullanmaktan kaçınan, eksik veya Anayasa’ya aykırı kullanan Cumhur İttifakı, CHP’nin yargısal denetim yolunu kullanmasına bile tepkili: “Partinin bütün ömrü AYM’yebaşvuru ile geçiyor” (Ö. Çelik, AKP Sözcüsü). AYM’yi kapatma tehdidinin – tarihimizde bir ilk olarak- ortağından geldiği de malum.

AYM DENETİMİNİN ETKİLİLİĞİ İÇİN

AYM’nin etkili bir denetimi için öncelikle, yasama, yürütme ve yargı, Anayasa’ya saygı göstermeli…
Sonra, Anayasa Mahkemesi, Anayasa hükümleri ile karşılaştırmalı anayasa yargısında geçerli yorum yöntemlerini ve ilkeleri ugulamaktan kaçınmamalı…
Nihayet, yargı bütününde “adil yargılanma hakkı” gereklerini uygulamaya koymak amacıyla acil yasal düzenlemeler yapılmalı.
TBMM açısından; AYM’nin varlığı ve ‘Eğer Anayasa’ya aykırılık söz konusu ise buna Anayasa  Mahkemesi karar verir’ görüşü yanlış olup bu vb. açıklamalar hukuk devletine inançsızlığın dışavurumudur.
AYM denetimini etkisizleştirici olumsuz etkenlere, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi ve AYM’nin vermiş olduğu pilot kararların gereği olarak TBMM’nin yasal düzenleme yükümlüğünü yerine getirmemesi eklenince, Anayasa’ya ve Avrupa Sözleşmesi’ne aykırı yasa maddeleri, sistematik hak ihlallerini süreğen kılmaktadır. Bu nedenle, ihmal yoluyla Anayasa’ya aykırılığa son verilmelidir.
Yürütme; Anayasa’ya aykırı CBK’lere son vermeli ve yargı sürecine müdahaleden kesinlikle kaçınmalı. Yargının AYM kararlarını yerine getirmemesi ise kendi kararlarına uyulmamayı da meşrulaştırması anlamına gelir; hukuk düzeni yargı eliyle kaldırılmış olur.

AYM NE YAPMALI?

Dava yolu, itiraz yolu ve bireysel başvuru yoluyla iletilen dosyalar üzerinde AYM’nin karar verme süreci, çoğu zaman yıllara yayılabiliyor. Çok geç ve az iptal kararı vermesinin yarattığı sakıncalara, gündem sorunu da eklenmekte:

Kamu yararı bakımından ivediliği bulunmayan kimi yasalara öncelik tanımasına karşın, güvenlik soruşturması gibi daha önce iptal ettiği konuların tekrar yasalaşması durumunda yapılan başvuruları ve bir tür OHAL’i kalıcılaştıran yasaları, karara bağlamamış bulunmakta.
Burada uzman üye sorunu veya AYM üyelerinin belirlenmesinde siyasal etkenlerin yarattığı sakıncalara girmeden, yürürlükteki Anayasal kurgusu içinde yapılabileceklere değinilecek:

●AYM, bireysel başvurularda norm denetimine göre daha özgürlükçü kararlar verebiliyor. Oysa, norm denetimine ilişkin kararların Anayasa’ya ve hukukun genel ilkelerine uygun olması  ölçüsünde TBMM’yi, daha özenli düzenleme yapmaya zorlayabilir. Bunun sonucu olarak da anayasal hak ve özgürlük ihlalleri azalacağından, biresel başvuru yığılması da önlenebilir.
AYM, etkili yorum yöntemlerini kullanma konusunda duraksamamalı. Kuşkusuz, karşılaştırmalı anayasa yargısı verilerinden de yararlanmalı; ancak örneğin, Anayasa madde 13’ün öngördüğü ölçüt ve ilkeler bile başlı başına güvence:

  • Temel hak ve hürriyetler, özlerine dokunulmaksızın yalnızca Anayasanın ilgili maddelerinde belirtilen sebeplere bağlı olarak ve ancak kanunla sınırlanabilir.
  • Bu sınırlamalar, Anayasanın sözüne ve ruhuna, demokratik toplum düzeninin ve lâik Cumhuriyetin gereklerine ve ölçülülük ilkesine aykırı olamaz.”

Bu somut ölçüt ve ilkeler, Anayasa Mahkemesi’ne sözel yorumdan sistematik yoruma, tarihsel yorumdan teleolojik (ereksel/amaçsal) yoruma uzanan yorum yönetmelerini tikel olarak, bazılarını birlikte veya hepsini birlikte kullanma olanağı sunduğu halde, bu hükümden ve öğreti çalışmalarından yeterince yararlanıldığı söylenemez.
****

İnsan haklarına dayanan demokratik hukuk devleti için
3 AŞAMALI ÖNERİ

1 Anayasa’ya saygı gereği: Anayasa’nın üstünlüğü ve bağlayıcılığı kuralının öncelikli muhatabı yasama, yürütme ve yargı organlarıdır.
● Seçilmişlerin Anayasa’ya aykırılığı açık olan yasaları oylamaları, Anayasa ihlali olduğu gibi, Anayasa andı gereği ahlaki bir sorundur.
● Yürütme, yasaları uygulamakla yükümlü olup Anayasa’yı da doğrudan uygulama sorumluluğundadır.
● Yargı bütünü Anayasa’ya saygı göstermeli; AYM de gündemini kamu yararı ve ivedilik gereklerince belirleyerek daha adil ve hızlı karar vermelidir.
Kısaca, Anayasa ve yasalara genel saygı, keyfi işlem ve eylemleri en aza indirebilir.

2 Yasal düzenleme gereği: Adil yargılanma hakkı gerekleri doğrultusunda yargı erki yeniden yapılandırılarak yargı organları bütünü, özgürlükler güvencesi olarak kurgulanmadığı sürece, AYM önündeki dosya sayısını azaltma ve bireysel başvuru hakkını etkili kılma olanağı yoktur. TBMM, pilot kararlar gereği yasal  düzenlemelerde gecikmemeli; AYM önünde bireysel başvuru dosyalarını
–yargılamada makul süre örneği- eritici düzenlemeleri -tazminat komisyonu gibi- acilen yapmalıdır.

3 Anayasal düzen için: 2017’de kurulan ve siyasal-anayasal tarihimize yabancı olan parti başkanlığı yoluyla devlet başkanlığı ve yürütme;
● TBMM’nin yasama yetkisini özerk biçimde kullanabildiği,
● Yargının bağımsız olduğu ve Anayasa Mahkemesi’nin Avrupa modeli ekseninde yeniden yapılandırıldığı,
Hesap verebilir bir hükümetin bulunduğu, Erkler ayrılığına dayanan anayasal kurgu ile aşılmalıdır.

Bu önerilerin gerçekleşmesi dileğiyle Anayasa Mahkemesi’nin 60. yılı kutlu olsun!

PDF : 60. yılında AYM.. öneriler

ADD’nin 23 Nisan 2022 Bildirgesi ve Sözde Ermeni Soykırımı

Dostlar,

Dün gece (24 Nisan 2022), saygın ve yurtsever yayıncı Sn. Gülgün Feyman Budak‘ın konuğu olduk. Kişisel youtube kanalında bizi konuk ettiler sağolsunlar. Üstelik bu kanalın adını, bizim önermemiz üzerine “Gülgün Feyman AYDINLANMA TV” koydular!

Anımsanacağı üzere bizim web sitemizin adı da bu sözcüğü içeriyor:

  • BİLİMSEL AKILCILIĞIN PUSULA OLDUĞU TIP ve AYDINLANMA SİTESİ

Olsun, o güzelim “AYDINLANMA” sözcüğü Sn. Feyman’ın youtube kanalının adında da bulunsun.. Kotayla değil ya… Üstelik Sn. Feyman bu kanalda Ulusunu aydınlatma çabası sürdürecek yüreklilikle ve bağımsız olarak, uzun yıllardır yapageldiği gibi..

O AYDINLANMA ki, insanı insanlaştıracak… 2 yüzyıl geriden geldiğimiz.. Büyük ATATÜRK sayesinde ANADOLU RÖNESANSI = KEMALİZM ile atak yapıp çağı yakalamaya çabaladığımız..
***
2 konumuz vardı.. İlki, 23 Nisan 2022 günü ADD’nin (Atatürkçü Düşünce Derneği) Ankara’da coşkuyla ve 8 bin dolayında yurtseverin katılımıyla gerçekleştirdiği görkemli ve tarihsel

  • “102. Yıl : 23 Nisan Ulusal Egemenlik Buluşması ve Şenliği” 

ve bu vesile ile hazırlanan

ATATÜRKÇÜ DÜŞÜNCE DERNEĞİ
YENİDEN ATATÜRK CUMHURİYETİ MANİFESTOSU

metnini irdelemek ve daha yaygın kitlelere ulaştırmak.. Metin tam sayfa olarak Cumhuriyet‘in arka sayfasında yayınlanmıştı (paralı ilan). Yeniçağ da yayınladı. Ancak SÖZCÜ, bildirge (manifesto) başlığında yer alan “Yeniden” sözcüğüne takılmış (??!!) ve bedeliyle bile ilan almamıştı! Oysa AKP=RTE iktidarı ha bire, içeriğini bir türlü tamaçıkla(ya)madığı “Yeni Türkiye – 2023 hedefleri” diye savsöz (slogan) tutturmuş, gidiyor!? SÖZCÜ yönetimini anlayamadık!?

Söz konusu Bildirge, tarihsel değer ve önemde, içerikte. ADD kurullarında uzun emeklerle hazırlandı, son derece ölçülü, sorumlu, ağırbaşlı, yürekli ama yapıcı!  Tüm metni pdf olarak okumak için lütfen tıklayınız :

Bildirge, ana başlıklara ülkemizin temel sorunlarına değinmekte, durum saptaması yapmakta, sürüklendiğimiz kritik aşamaya dikkat çekmekte ve Kemalist çözüm önerileri sunmakta. Bunları birer birer irdeledik yaklaşık 45 dakika boyunca. Okunmasını, paylaşılmasını ve gereğinin yapılmasını dileriz. Geleceğimiz olan çocuklarımızın bayramı olan 23 Nisan günü, 102. yılda, Ulusal Egemenliğin gerçek anlamını ulusumuzla paylaşmak istedik. ADD’nin kuruluş amacı bu!

Ardından, sözde “Ermeni soykırımı” iftirasına, emperyalist yalanına geçtik. 24 Nisan 2022 günü (24 Nisan 1915’ten 107 yıl sonra..) ve daha önceleri web sitemizde yer verdiğimiz belgeli makale ve yazılarımızdan, bu konuda sunduğumuz konferanslardan yararlanarak konuyu değerlendirerek Sn. Feyman’ın yerinde sorularını yanıtlamaya çalıştık. Örn. 3 Mayıs 2013’te sunduğumuz görsel konferans… belgelere dayalı 85 yansı (slayt) ile..


Ayrıntılı bilgi ve yansıları görmek için lütfen tıklayınız : http://ahmetsaltik.net/2022/04/24/ermeni-soykirimi-emperyalist-iftira-2/

Sn. Feyman’ın bu bağlamda sorularını yanıtlarken yansıları da ekrana yansıttık büyük ölçüde. Yaklaşık 45 dakika kadar da bu konuşmamız sürdü.. Toplam 1,5 saat, belgesel, arşivlenecek bir çalışma oldu Sn. Feyman’ın sayesinde. Sunumu bütünüyle izlemek için lütfen aşağıdaki görseli tıklayınız..

AİHM’nin sözde Ermeni soykırımı hakkında verdiği kesinleşmiş karar özetini ekleyelim :

Birleşmiş Milletler 1948 Sözleşmesine göre ve Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi 2. Dairesi’nin 17 Aralık 2013 günü açıkladığı ve yine AİHM Büyük Daire’nin 15 Ekim 2015 günü açıkladığı Perinçek-İsviçre Davası kararlarına göre;

  • Soykırım, Birleşmiş Milletler 1948 Sözleşmesinde açıkça tanımlanmış olan bir suçtur.
  • Soykırım suçunun varlığına, ancak eylemin yapıldığı ülkenin yetkili ceza mahkemesi veya yetkili Uluslararası Ceza Mahkemesi (Lahey Adalet Divanı) karar verebilir.
  • 1915 olayları sırasındaki eylemlerle ilgili yetkili ceza mahkemeleri Türkiye’nin yetkili ceza mahkemesi ve Uluslararası Ceza Mahkemesi’dir.
  • Parlamentolar, hükümetler, belediyeler, akademik kuruluşlar, üniversiteler vb. herhangi bir eylemin, örneğin karşılıklı kırımın soykırım suçunu oluşturduğu konusunda hüküm kuramazlar, karar veremezler.
  • 1915 olayları sırasında soykırım suçu işlendiğine ilişkin yetkili mahkeme kararı olmadığı için, “Ermeni soykırımı”ndan söz etmek hukuk dışıdır…

Sevgi ve saygı ile. 25 Nisan 2022, Ankara

Prof. Dr. Ahmet SALTIK MD, MSc, BSc
ADD Bilim Kurulu 2. Başkanı
A​tılım Üniv. Tıp Fak. Halk Sağlığı ​AbD
​Sağlık Hukuku Uzmanı, ​Kamu Yönetimi – Siyaset Bilimci (​Mülkiye​)​
www.ahmetsaltik.net        profsaltik@gmail.com
facebook.com/profsaltik      twitter : @profsaltik