Yazar arşivleri: Ahmet SALTIK

Ahmet SALTIK hakkında

Atılım Üniversitesi Tıp Fakültesi Halk Sağlığı Anabilim Dalı Öğretim Üyesi Prof. Dr. Ahmet SALTIK’ın özgeçmişi için manşette tıklayınız: CV_Ahmet_SALTIK Hekim (Halk Sağlığı Profesörü), Hukukçu (Sağlık Hukuku Uzmanı) Mülkiyeli (Kamu Yönetimi - Siyaset Bilimci)

‘Epistemolojik kopuş’

ADD Çankaya Şubesi: Şube KurullarımızRecep YILMAZ
Mühendis

17 Ekim 2022, Cumhuriyet

“Epistemolojik bir kopuşu temsil eden heterodoks yaklaşım” ile sınanan yurdum insanı gıda enflasyonunu iliğine dek yaşıyor.

Şu an ekim ayında tarlalar ekime hazırlanıyor ve buğday toprakla buluşuyor. Şekerpancarı topraktan sökülüp fabrikalara taşınıyor. Tarımsal üretim için en çok gerekli olan girdilerden mazot, peş peşe gelen zamlarla birlikte 11 Ekim 2022’de 28.60 liraya ulaştı. Mazotta yaşanan bu durum, tarımsal üretimi tehlikeye sokmaya yetiyor.

Şekerpancarı

ULUSAL TARIM

Şekerin fiyatı son bir yılda dört kat arttı. Şeker fabrikalarının kaptı kaçtı gibi özelleştirildiği, sulama maliyetinin (bedelinin) ve sulama elektriğinin çiftçiyi çarptığı bir ülkede şaşırmamak gerek.

Sütte maliyeti (maloluşu) karşılayamayan üreticiler yoğun biçimde zam istiyordu. 1 Ekim’de 5.70 liradan 7.50 liraya yükselen sütün litresi %13 zamla birlikte 8.50 lira oldu. Aslında bu önerilen fiyat olup, çiğ süt fiyatı şu an 10 lira / L olmasına karşın, üretici süt ineğini kesime gönderiyor.

Davranışsal ekonomi ve nöroekonomi uzmanı ise zamların kaynağını soğan depolarında veya marketlerde arıyor. Aynaya baksa aranan suçlu bulunacak!

Buğdayı, ayçiçeği tohumunu, ayçiçeği yağını koşar adım Rusya’dan ithal eden (dışalım yapan) heterodoks ekonomi, ülke çiftçisini ithalatla (dışalımla) terbiye ediyor (!)

TMO (Toprak Mahsulleri Ofisi), Zirai Donatım Kurumu, Süt Endüstrisi Kurumu (SEK), Et Balık Kurumu (EBK), Şeker Fabrikaları, SEKA, TEKEL, TİGEM… gibi tarımsal üretimi destekleyen kamu işletmeleri tasfiye edilir (kapatılır), özelleştirilir veya değersizleştirilirken yaşanan kopuş “epistemolojik bir kopuş” değil ulusal tarımdan kopuştu.

YAĞMA DÜZENİ

Birçok stratejik sektör gibi tarım sektörü de yeni-liberal politikalarla ve Dünya Bankası’nın, IMF’nin dayattığı ekonomi reçeteleri ile yeniden biçimlenirken başlayan bu kopuş, gıda arzını (sunumunu) stratejik kamu işletmeleriyle güvence altında tutan, kendi kendine yeten konumdan bugüne savrulmaktı.

Ülkemizde yaşanan ekonomik dönüşüm elbette epistemolojik kopuşun (!) uydurucusu Nureddin Nebati’nin Hazine ve Maliye Bakanı olarak atandığı 2 Aralık 2021 tarihi ile başlamadı ancak bu kısacık sürede tanık olduklarımız bu noktaya nasıl geldiğimizin sanki bir özeti gibi…

  • “Bu ekonomi modeli tutmazsa üzülürüm!”
  • “Gözlerime bakar mısınız? Ne görüyorsunuz gözlerimde?
    Ekonomi güven, istikrar, beklenti işi. Ekonomi gözlerdeki ışıltıdır.”
  • “Enflasyonda % 50 seviyesini göreceğimizi düşünmüyorum. Umarım yanılmam.”
  • “Bir problem mi yaşadınız. Rahat olun. Bize hemen ulaşırsınız.
    Bürokrasiyi alaşağı ederiz.”
  • “Piyasada işler elhamdülillah iyi, piyasalar canlı.”
  • “Bu sistemden dar gelirliler hariç üretici firmalar, ihracatçılar kâr ediyor.
    Çarklar dönüyor.”

Ve son olarak “Epistemolojik kopuşu temsil eden heterodoks yaklaşım!”

Maliye Bakanı Nebati’ye göre piyasa tıkır tıkır işliyor. Ancak toprağa ter akıtan, üreten çiftçinin işleri değil; pazarlık yöntemiyle ihaleler ile semiren müteahhitlerin (yüklenicilerin) işleri tıkır tıkır işliyor.

Heterodoks-ortodoks, yerli-ulusal, faiz-nas söylemleriyle gizledikleri yağma düzeni sayesinde kazanan hep kasa.

Halkın payına ise yalnızca zam düşüyor.

Bu düzen böyle gitmemeli!

GİRİT ÜZERİNDEN SAVAŞ ÇIĞLIKLARI

Yalım: Bu ihaneti millet bilse, AKP barajı dahi aşamaz - Kocaeli GazetesiEm. Alb. Ümit YALIM
Milli Savunma Bakanlığı eski Genel Sekreteri

*Yunanistan’ın Girit Adası güneyinde karasularını 12 mile çıkarmayı planladığı haberleri üzerine, Türkiye’deki görsel ve yazılı basında savaş çığlıkları atılmaya başlandı.

*Türkiye, 1995 TBMM Kararı ile Ege Denizi’nde 6 milin üzerindeki herhangi bir uygulamanın causus belli yani savaş nedeni sayılacağını başta Yunanistan olmak üzere tüm dünyaya deklare etmişti. Ancak, Girit Adası’nın güneyi Akdeniz bölgesi olup karasuları zaten 12 mil olarak uygulanmaktadır.

*Türkiye’nin karasuları da Akdeniz ve Karadeniz’de 12 mil, Ege Denizi’nde 6 mildir. Ayrıca, uluslararası antlaşmalar ve uluslararası hukuka göre Girit Adası’nın dörtte üçü Türkiye’ye aittir. Yapılan yanlış değerlendirme ve yönlendirmeler ileriki yıllarda Türkiye’yi de olumsuz olarak etkileyecektir.

*Dünya üzerindeki okyanus ve deniz sınırları Uluslararası Hidrografi Örgütü (İHO) tarafından belirlenmektedir. İHO’nun yürürlükte olan 1953 dokümanı ile 2002 yılında yayınladığı taslak dokümanda Girit Adası Akdeniz’dedir. Girit Adası’nın kuzey kıyısı Ege’de, doğu, batı ve güney kıyıları Akdeniz’dedir.

*Türkiye’nin Ege Denizi’ne kıyısı olan bölgelerde karasuları 6 mil, Akdeniz’e kıyısı olan bölgelerde karasuları 12 mildir. Aynı şekilde, Girit Adası’nın Ege Denizi’ne kıyısı olan kuzey bölgesinde karasuları 6 mil, Girit Adası’nın Akdeniz’e kıyısı olan doğu, batı ve güney bölgelerinde karasuları 12 mildir.

HALKLA İLİŞKİLER VE KAMU DİPLOMASİSİ ÇALIŞMALARINA DİKKAT EDİLMELİDİR !…

*Görsel ve yazılı basında emekli askerler, akademisyenler ve gazeteciler tarafından gündeme getirilen, “Girit güneyinde karasularının 12 mile çıkarılması savaş nedenidir” söylemleri doğru olmayıp halkla ilişkiler ve kamu diplomasisi çalışmalarıdır.  Böylece, Türkiye tehdit altındaymış gibi gösterilerek, siyasi iktidarın kuvvet kullanması için ortam sağlanmaktadır.

*Türkiye ile Yunanistan arasında birçok sorun vardır. Ancak bu sorunların diplomasi yolu ile çözülmesi mümkündür.

Konu ile ilgili açıklamalarım ve belgeler ek dosyalarda gönderilmiştir.

Saygılarımla,

GİRİT ÜZERİNDEN SAVAŞ ÇIĞLIKLARI-WORD

Halil Çivi şiiri : AKLIN VE BİLİMİN ROTASI…

ŞİİR KÖŞESİ..

Prof. Dr. Halil Çivi / İMZA...Prof. Dr. Halil Çivi
İnönü Üniv. İİBF Eski Dekanı
Halk Şairi

 

AKLIN VE BİLİMİN ROTASI…

Evrenin sırrını bilmek istersen,
Aklın ve bilimin rotasına gir.
Uygarlık yolunu bulmak istersen,
Aklın ve bilimin rotasına gir.
Xxx
Her ne arıyorsan akılla ara,
Bilimi ışık yap, evreni tara,
Akıldan ayrılan olur maskara,
Aklın ve bilimin rotasına gir.
Xxx
Eğitim çarkını bilimle donat,
Milleti, devleti akılla yönet,
Dost olana müjde, düşmana inat,
Aklın ve bilimin rotasına gir.
Xxx
İnsanı insandan ayırma sakın,
Bilmezden uzak dur, bilgeye yakın,
Toprak tohum ister, tohum da ekin,
Aklın ve bilimin rotasına gir.
Xxx
Bilimin gücüyle evreni tara,
Evren Mimarını akılla ara,
Akıl kılavuzdur tüm insanlara,
Aklın ve bilimin rotasına gir.
Xxx
İnsanlığı bölük-börçük ayırma,
Irkı, dini, cinsiyeti kayırma,
Hırs küpüne binip öfke savurma,
Aklın ve bilimin rotasına gir.
Xxx
Ahlak tezgahında nefret eğirme,
Dini, cebir-şiddet ile yoğurma,
Hurafeyi imdadına çağırma,
Aklın ve bilimim rotasına gir.
Xxx
İnsan haklarıdır özgürlük çapın,
İstediğin gibi inan ve tapın,
Köksüz kör inanca kapansın kapın,
Aklın ve bilimin rotasına gir.
Xxx
Her din kılıklıyı Hak dostu sanma,
Dinbazın kurduğu tuzağa kanma,
Muskacıya, büyücüye inanma,
Aklın ve bilimin rotasına gir.
Xxx
Akıl yanlış yola gider olamaz,
Tedbirsiz kazalar kader olamaz
Can kaybından büyük keder olamaz
Aklın ve bilimin rotasına gir.
Xxx
Bilim, değerbilir ülkede yaşar,
Toplum, cehaleti bilimle aşar,
Devlet, uygarlığa bilimle koşar,
Aklın ve bilimin rotasına gir.
Xxx
Halil Çivi der ki akıldan sapma,
Aklın reddettiği ilaha tapma,
Devleti, milleti cahil bırakma,
Aklın ve bilimin rotasına gir.
Xxx


17 Ekim 2022, Seferihisar, İzmir

İKTİDARIN ALEVİ – BEKTAŞİ AÇILIMI (!!)

Prof. Dr. Ahmet SALTIK MD, BSc, LLM
Hekim, Hukukçu-Sağlık Hukuku Uzmanı, Mülkiyeli
ADD Bilim Kurulu 2. Başk.
www.ahmetsaltik.net            profsaltik@gmail.com
facebook.com/profsaltik      twitter : @profsaltik

AKP iktidarı, yönetemediği ve olağanüstü ağır sorunlara sürüklediği Türkiye’mizde yalpalamayı (saçmalamayı!) sürdürüyor..

AKP = RTE, kendini herkeslerden daha akıllı sanma hastalığından kurtulmuş değil hala.
Öncelikle anlaşılması, kabul edilmesi gereken gerçeklik şu :

  • Alevi-Bektaşilk bir “kültür” değil, bir mezhep, bir İslam mezhebi.
    Tıpkı egemen – baskın mezhep Sünnilik gibi bir İslam yorumu.

Dolayısıyla başta Sünni İslam anlayışı olmak üzere, tüm inançlar gibi eşit hak ve yetkilere sahip.
Bu olguyu artık heeeeeeerkeslerin daha çok, ayak sürümeden içselleştirmesinde çok yarar var.
Seçim ortamında ucuz kimi politik manevraları kimse yutmaz, bu eylemlerin özneleri küçülür ve oy yitirir. İşte LAİKLİK, bir anlamda tam da budur..

  • Öncelikle altını çizelim ki, DEVLETİN DİNİ OLMAZ!
  • Bu gerçeklik öyle yalın ki, Dinler insanlar içindir..
    Kitaplı 4 dinde de hedef doğallıkla insandır.

Son kitaplı din İslam, günümüzden 1400 yıl önce gelmiştir. O dönemlerde doğru dürüst “devlet” kavramı bile yoktur. Dağınık Bedevi kabileler söz konusudur Arabistan çöllerinde.
Avrupa’da feodal derebeyliklerin sonlandırılarak merkezileşmiş devletlere dönüşüm ancak
5-6 yy geriye tarihlenmektedir.

  1. Devletin tüm inanç kesimlerine eşit uzaklıkta, aktif bir yansızlık içinde olması,
  2. Tüm inanç kümelerinin özgürce din ve vicdan özgürlüklerini
    KAMUSAL ALAN DIŞINDA yaşaması,
  3. Hiçbir inanç kümesinin öbürleri üzerinde baskı kurmasına izin verilmemesi..
  4. Ve devletin tüm düzeninin, hukukun, hiçbir din – inanç kümesi kuralları temeline
    dayanmayıp tümü ile akla – bilime dayanan seküler bir kurguya oturtulması..

İşte laikliğin 4 ana kolonu bunlardır.

AKP = RTE‘nin daha fırınlarca ekmek yemesi mi gerekiyor bu nesnel gerçekliği kavramaları için!? Hayır, tablo yalındır..

Türkiye’de açıkça Laik rejim, demokrasi karşıtı, gerici bir siyasal islamcı kadro, 20 yıldır iktidardadır.

Öyle ki, Anamuhalefet CHP lideri K. Kılıçdaroğlu’nun “türbana yasal güvence sağlayalım” yollu yasa önerisi saçmalaması karşısında, iğrenç bir siyasal fırsatçılık (oportünizm) ile çıtayı daha da yukarı çekerek “türbana ANAyasal güvence sağlayalım..” hamlesi gelmiştir.

AKP kurmayları o gece sabahlara dek çalışmış ve Reislerinin önüne bu politika önermesini koymuşlardır. RTE’ye göre, bu pasın gole çevrilmesi gerekmektedir (!)
Aklıevvel kimi AKP’liler zinhar hata yapılmamasını, bu anayasa değişikliğinin MHP yedeğinde “tek maddeli” olması gerektiğini sofraya telaşla yetiştirmişler ve CHP’nin böylelikle “samimiyet testine” alınmasını buyurmuşlardır.

Siyaset bilim ve sanatı, en yalın benzetme ile satranç hamlelerini çağrıştırır. Hamlenize rakibin olası hamlelerini hiç olmazsa birkaç basamak kestirebilme / öngörebilme beceriniz olacak..
Bu İhvan’cı AKP kadrosu ve anlayışıyla ne sayıları 20-25 milyona varan Alevi – Bektaşi yurttaşlara temel din – vicdan özgürlüğü tanınır ne de “türbana yasal / anayasal güvence” yolculuğuna çıkılabilir.

Bakalım CHP bu taktik politik hatasından nasıl sıyrılabilecek, birkaç puan oy yitirmeden?

Anayasanın 2, 24 ve 174. maddeleri CHP’ye göre de mi “kadük” olmuştur; yoksa vargüçle
savunulması mı gerekmektedir?

İkinci seçenek doğu ise, nasıl bir ucube hukuksal mantıkla “türbana yasal güvence sağlayalım” içerikli yasa önerisi yapılabilmiştir??

Seçimler yaklaşırken CHP’nin devasa politik hatalar yapmaya başlaması
yalın bir rastlantı mı??

Sevgi, saygı ve kaygı ile.

Not : ADD web sitesinde de pdf olarak yayınlanmıştır..
IKTIDARIN-ALEVI-–-BEKTASI-ACILIMI.pdf (add.org.tr)

Anayasaya karşı hile!

Necati Özkan
Necati Özkan
17 Ekim 2022, Cumhuriyet
(AS: Bizim kapsamlı katkımız yazının altındadır.)

 

Seçime doğru yaklaşılırken Erdoğan’ın üçüncü kez adaylığının hukuken nasıl gerçekleşeceği sorunu gündemi zorlayacak.

Zira yürürlükteki anayasa, “Bir kimse en fazla iki defa Cumhurbaşkanı seçilebilir” diyor (AS: md. 101/2) ve üçüncü kez aday olabilmek için tek bir istisnai hal tanımlıyor: (AS: md. 116/3) “Cumhurbaşkanının ikinci döneminde Meclis tarafından seçimlerin yenilenmesine karar verilmesi.”

Kuralın ve istisnasının anayasada açıkça belirtildiği durumlarda yorum yoluyla değişiklik, genişletme veya daraltma yapılamaz.

Anayasada bir kimsenin en fazla iki defa Cumhurbaşkanı seçilebileceği kurala bağlanmış ve istisnalar arasında mevcut cumhurbaşkanının her koşulda üçüncü kere aday olabileceği belirtilmemişse hiçbir yargı makamı anayasayı yapan iradenin yerine geçerek, yorum yoluyla yeni bir istisna uyduramaz.   

Böyle bir yorum yargının anayasayı yapan kurucu iradenin, yani, millet iradesinin üstünde yer alması anlamına gelir ki bu demokrasinin ve anayasa hukukunun temel ilkeleri açısından kabul edilebilir bir şey değildir.

Erdoğan’ın üçüncü kez aday olmasının önündeki engel ya bütün bu ilkelerin hiçe sayılmasıyla verilecek bir yargı kararıyla ya da muhalefetin iktidarın erken seçim kararına iştirak etmesiyle kalkabilir.

Muhalefet desteği olmadan erken seçim kararı matematik olarak imkânsız çünkü bu karar için Meclis’te 360 milletvekilinin “evet” oyu vermesi gerekiyor. AKP, MHP ve BBP’nin toplamda 336 sandalyesi olduğundan, en az 24 vekilin desteğine daha ihtiyaç var. (Mehmet Ali Çelebi’nin geçen hafta AKP’ye katılmasını bu amaçla yapılmış bir transfer gibi görmeliyiz.)

MUHALEFETİN AÇMAZI

Erdoğan’ın mağdurmuş gibi görünmesine yol açmamak ve bizzat Erdoğan’ı sandığa gömmek istedikleri için muhalefetin Erdoğan’dan gelecek bir erken seçim teklifine “evet” demeye meyilli olduğunu biliyoruz. Bu eğilim, hukuk ve demokrasiyle tarif edilemeyecek romantik bir eğilimdir.

Öte yandan normal zamanından sadece 40-45 gün önce yapılacak bir seçimin gerçek anlamda bir erken seçim olmayacağı, Erdoğan’ın adaylık engelini aşmaya yönelik olarak anayasaya karşı hile niteliği taşıyacağı da ortada.

Bizzat Erdoğan için yazdırılmış bir anayasaya karşı yine Erdoğan’ın ikbali için bir hile yapılacak ve muhalefet hem bunun içerisinde yer almayı hem de seçimin zamanı ve koşullarıyla ilgili kendisine dayatılan bütün şartları kabulleniyor olacak.

Bu kadarı fazla değil mi?

GAYRİ MEŞRU TALEBE ‘HAYIR’ DEYİN!

  • Erdoğan’ın üçüncü kere aday olmasının hiçbir hukuki meşruiyeti yok.

Cumhur İttifakı sözcüleri istedikleri kadar Erdoğan’ın “demokratik meşruiyeti var” diye söylesinler, böyle bir hakkı da yok. Muhalefet liderleri, Erdoğan’a oy vermiş seçmenlere saygılarından dolayı kendilerini bu hilenin içinde yer almaya mecbur hissetmemeli. Çünkü hukuk ya vardır ya yoktur!

Biz son 21 yılda Erdoğan’ın hukuka, demokratik kurallara ve insan haklarına saygı gösterdiğine kaç kez tanik olduk ki?

Hukuka ve demokratik değerlere ilişkin tavrı tescilli bir siyasetçi lehine muhalefetin bu tür bir hileye destek olması siyasetsizlik ve hukuksuzluk değil midir?

Böylesi bir desteğin muhalefetin bizzat kendisine, seçmenlere ve Türkiye’ye maliyetini kimse düşünmez mi? Bu kadarı göz göre göre milleti aldatmak olmaz mı?

Nereden bakarsanız bakın, muhalefetin hiçbir koşulda bu oyuna alet olmaması gerekir. Muhalefet açıkça ve cesaretle bu gayri meşru teklife hayır demelidir.

2023’E KALACAK SEÇİM, ERKEN SEÇİM DEĞİLDİR!

Gelecek Partisi yöneticisi ve anayasa hukukçusu Prof. Serap Yazıcı önemli bir detayı (ayrıntıyı) daha hatırlatıyor: Seçimler normal tarihinde (18 Haziran 2023, Pazar) yapılacak ise seçim takvimi resmen 18 Nisan’da başlayacak demektir. Bu nedenle, 18 Nisan ile 18 Haziran arasında bir günde yapılacak seçim, anayasanın aradığı “seçimin yenilenmesi” şartını karşılamaz. https://www.yenicaggazetesi.com.tr/iste-erdoganin-3-kez-aday-olabilmesinin-yolu-585170h.htm

Bu durumda muhalefetin 18 Nisan-18 Haziran 2023 arası yapılacak bir erken seçime evet demesi anayasanın arkasından dolanmak gibi bir tavır olmaktan bile çıkar ve doğrudan hukukun çiğnenmesi olur.

18 Nisan’dan kısa bir süre öncesi bir tarihte yapılacak seçim de yapılma kastı itibarıyla anayasaya karşı hile niteliği taşır.

Bu maksatla muhalefet, 2023 yılının herhangi bir gününe kalacak bir erken seçim kararını asla desteklemeyeceğini peşinen ilan etmelidir.
========================
Dostlar,

İlkesel olarak Sn. Özkan ile aynı düşüncedeyiz.
“Mağduru oynamasın”, ve / veya bu iklimle aday olursa oyları artabilir… varsayımı ile Hukuk kurban edilemez. Anayasanın ilgili 2 maddesini fıkralarıyla yukarıdaki yazıda ayraç içinde biz ekledik. Durum çok nettir, kafa karıştırılmasına izin verilemez.
**
6 Nisan 2022’de Resmi Gazetede yayımlanarak yürürlüğe giren ve seçim sisteminde önemli değişiklikler getiren, ülke barajını %10’dan %7’ye düşüren ve büyük partilerin lehine düzenlemeler içeren 7393 sayılı yasal düzenleme, ancak 6 Nisan 2023 sonrası yapılacak bir genel seçimde uygulanabilecektir (Anayasa m. 67/son).

Cumhur ittifakı, kurguladığı bu avantajdan yoksun kalmak istemez elbette. Bu düzenleme, Anayasa Mahkemesince CHP’nin başvurusu üzerine Anayasaya aykırı bulunmayarak hukuk düzenimizde yerini almıştır. AKP-MHP’nin Seçimi öne alma girişiminde bulunmamaları biraz da bu yüzdendir. 18 Nisan 2023, erken seçim takviminin “biçimsel olarak” başlatılmasının son günüdür. Ancak böylesi bir yönelim asla gerçek anlamda erken seçim olmayacaktır.

Hukuk – Anayasa tanımazlığı 20+ yıldır belgeli bir parti ve yöneticisine hak etmedikleri kimi ödünleri vermeye hele hukuku çiğneyerek ve ülkenin geleceğini tehlikeye sokarak.. hiç kimsenin kesinlikle hakkı yoktur. Üstelik 3. kez Cumhurbaşkanlığı?! Neden, niçin, bulunmaz Hint kumaşı mıdır Bay RTE? Diploması bile ortalıkta yokken.. Türkiye bunları hak etmiyor.
***
2017 Anayasa değişikliği bir geçiş hükmü koymamış ve Erdoğan lehine yorumlanabilecek ayrık bir düzenleme de getirmemiştir.

Buna ek olarak, değiştirilen 1982 Anayasasının tümü değil, kimi hükümleridir.

Dolayısıyla “yeni bir anayasa” söz konusu olmayıp, 1982 anayasası yürürlüktedir.

  • Erdoğan’ın 3. kez aday olması anayasal olarak O – LA – NAK – SIZ – DIR!

Ancak TBMM Başkanı ve Adalet Bakanı siyaset psikolojisi bakımından ön almak için kurgulu iletilerle hiçbir sorun olmadığını, 3. kez adaylığın meşru (yasal ve hukuksal olmadan da öte!) olduğunu ileri sürmektedirler ve muhalefet bu çıkışlara ne yazık ki sessiz kalmaktadır.

  • Sorun çıkarmayalım, aday olsun, nasılsa sandığa gömeriz yaklaşımı hukuk dışı ve ilkesizdir, çok büyük bir politik kumardır. Buna hiç kimsenin hakkı yoktur.
    Hukuk karşısında herkes eşittir (Anayasa md. 10).

Bu bağlamda şimdiden hazırlık yapılmalı ve seçenek planlar geliştirilmelidir. Son sözü YSK (Yüksek Seçim Kurulu) söyleyecektir. Adaylar YSK’ya başvuracak ve bu Kurul seçime katılabilecekleri belirleyerek duyuracaktır. YSK’nın bu bağlamdaki kararı kesindir ve başka hiçbir makama, Anayasa Mahkemesi dahil, başvurulamaz (Anayasa md. 79/2). (Geçmişte bir başvuruyu AYM, yetkisizlik gerekçesiyle reddetmiştir).

  • YSK’nın, Erdoğan’ın 3. kez aday olabileceğine karar vermesi
    bir hukuk kırımı (katliamı) hatta apaçık SİVİL DARBE olacaktır!

Ardından da seçimde engellenemeyecek hileler, Devlet gücü ve atı alanın Üsküdar’a / Üsküdar’ı bir kez daha geçmesi..

Bu durum, Türkiye Cumhuriyeti devletinin dinci – teokratik bir şeriat devletine dönüşmesinin ve federasyon altında parçalanmasının kapılarını
ardına dek açacaktır.

Türkiye’nin geleceği ile kumar oynama hakkı hiç kimsenin olamaz!

  • Muhalefet, 6’lı Masa’dan daha geniş bir tabanla hazırlanan lanetli oyunu bozmak zorundadır.

Sevgi ve saygı ile. 17 Ekim 2022, Ankara

Prof. Dr. Ahmet SALTIK MD, BSc, LLM
Hekim, Hukukçu-Sağlık Hukuku Uzmanı, Mülkiyeli
Anayasa Hukuku Doktora Öğrencisi
www.ahmetsaltik.net       profsaltik@gmail.com
facebook.com/profsaltik     twitter : @profsaltik    

 

Mudanya Mütarekesi’nin 100. Yılı

Dr. Onur ÖYMEN
Dışişleri Bakanlığı eski Müsteşarı

Çok değerli Mudanya Belediye Başkanı Sayın Hayri Türkyılmaz, çok değerli İnönü Vakfı Başkanı Sayın Özden Toker, Çok Değerli ADD Genel Başkanı Sayın Hüsnü Bozkurt, değerli siyaset arkadaşım Gürhan Akdoğan, çok değerli Mudanyalı dostlar.

Mudanya Mütarekesinin 100. yıldönümünde burada değerli arkadaşım Uğur Mumcu’nun adını taşıyan bu kültür merkezinde sizlerle bir araya gelmek, görüşlerimi sizlerle paylaşmak benim için büyük bir onurdur.

Mudanya Mütarekesine nasıl gelindi.?  Kurtuluş Savaşının büyük bir zaferle sonuçlandırılmasından ve İzmir’in düşman işgalinden kurtarılmasından sonra Yunanların Anadolu’yu terk etmekten başka bir çaresi kalmamıştı. Herkes bu gerçeği kabul etmişti. Bir kişi dışında : İngiltere Başbakanı Lloyd George.

Yunanlar Türklerle mütareke yapılmasını istediklerini İngilizlere bildirdiler. Ancak Başbakan Lloyd George bunu erken bulmuştu. 30 Ağustos Başkomutanlıık Meydan Muharebesinde Atatürk’ün önderliğinde Türk ordusunun büyük bir zafer kazanmasından sonra bile, Lloyd George Türk ordusu İzmir’e ulaşıncaya dek geçecek zaman içinde Yunanların toparlanıp yeni bir cephe kuracaklarını ve mütarekeyi mutlak bir yenilgiye uğramış değil, Türklere direnebilen bir ordu olarak talep edebileceklerini düşünüyordu. Ancak Türk ordusunun büyük bir hızla İzmir’e ulaşması bu hesapları alt üst etti.

Artık Anadolu kurtarılmıştı. Peki hala düşman işgali altındaki Trakya nasıl kurtarılacaktı? İzmir’de halk coşku içinde kurtuluş zaferini kutlarken Atatürk, İnönü ve arkadaşları harita başında bundan sonra atılacak adımı planlamaktaydılar. Edirne dahil Trakya’nın kurtarılması için de gerekirse savaşılacaktı. Ama askeri gücü bir caydırma unsuru olarak kullanıp bu hedefi diplomasi yoluyla gerçekleştirmek her bakımdan daha uygun olacaktı. Atatürk ve İsmet İnönü böyle düşünüyordu.

Atatürk ve arkadaşları bu hedefe ulaşmak için İzmir’in işgalinden sonra boşta kalan 1. Orduyu İzmit bölgesine, 2. Orduyu da Çanakkale bölgesine doğru yönlendirdiler. 2. Orduya verilen talimat şuydu: Çanakkale’de İngilizlere mümkün olduğu kadar yakın bölgeye gelinecek ancak Türk askeri ateş açan taraf olmayacaktı. Askerlerimiz bunu başarıyla gerçekleştirdi. Tek bir mermi atmadan İngiliz mevzilerine 20-30 metreye kadar yaklaştılar. Silahlarını sırtlarına asmaları ateş açmaya niyetli olmadıklarını gösteriyordu.

O günlerde Atatürk İzmir’de yabancı gazetecilere verdiği demeçlerde Türkiye’nin derhal görüşmelere başlamak istediğini, hedefimizin 8 gün içinde İstanbul’a ulaşmak ve daha sonra Doğu Trakya’yı ele geçirmek olduğunu söyledi. “Mücadelemiz Yunanistan’ladır. Barış planlarımız var ama savaş planlarımız da var” dedi.

İşgal kuvvetleri İstanbul’un çevresinde İzmit’in batısından Çanakkale’nin kuzeyine kadar bir tarafsız bölge ilan etmişlerdi. Bu bölgeyi İttifak devletleri koruyacaktı ve Padişah da bunu kabul etmişti. Yunanlar iki ay önce bu bölgeyi ele geçireceklerini söyleyince, Fransızlar ve İtalyanlar İngilizlere destek olmak için o bölgeye asker göndermişlerdi. Bunu Boğazların güvenliği için yaptıklarını söylüyorlardı. Ancak Ankara hükümeti böyle bir tarafsız bölge kurulmasını kabul etmiş değildi ve şimdi Çanakkale’de Türk askerleri bu tarafsız bölgenin sınırlarının içine girmiş bulunuyordu.

İngiltere Başbakanı ve o tarihlerde emperyalist ülkelerin lideri durumundaki Lloyd George, Türklerin hiçbir koşulda Avrupa topraklarına ayak basmalarına izin verilmeyeceğini, gerekirse bunun için savaşılacağını söylüyordu. Bölgedeki İngiliz komutanına Türkler askersiz bölgeye girdikleri takdirde ateş açılmasını ve savaşın başlatılmasını emretti. Türk askerleri İngiliz hatlarına kadar yanaşmıştı. İngiliz komutan, aldığı emre karşın ateş açtırmadı.

Fransızlarla İtalyanlar Türkiye ile yeni bir savaşa girmek istemiyorlardı. İngiltere’nin asker göndermelerini istediği dominyonlar, yani Avustralya, Yeni Zelanda ve Güney Afrika buna  istekli değildi. Türklerle savaşmanın bedelinin ağır olduğunu görmüşlerdi.

İngilizlerin İstanbul’daki komutanı General Harrington Fransız askeri temsilcisi Pellé’ye baskı yapmak istedi ama O, çoktan bir savaş gemisine atlayıp Atatürk’le görüşmek üzere İzmir’e gitmişti. Türk Hükümetiyle 1921 yılında Ankara Antlaşmasını imzalayan Fransız diplomat Franklin Bouillon da İzmir’e gitti.  O da Atatürk’ü Türk askerinin tarafsız bölgeye girmemesi için ikna etmeye çalışacak, buna karşılık düzenlenecek konferansta Türkiye’ye destek vereceklerini söyleyecekti.

Atatürk bu önerilere şu yanıtı verdi:

  • Mütareke, askeri harekatı durdurmak anlamına gelir, oysa Türk tarafı mütareke yapılmasının Trakya’nın boşaltılmasına bağlı olduğunu defalarca vurgulamıştır. Ayrıca o ortamda ateş kesilirse Trakya’da Yunan birlikleri yeniden toparlanıp savunma tertipleri almaya çalışacaklardır. Zafer kazanmış bir komutanın görevi, düşmanı kovalayarak böyle bir durumun ortaya çıkmasına fırsat vermemektir.”   

Yeni bir savaş ihtimali dünyada, hatta İngiliz kamuoyunda kaygı uyandırıyordu. Daily Mail gazetesi büyük harflerle “Yeni Bir Savaşı Durdurun” diye manşet attı. İngiliz kamuoyunun da hükümetin tutumuna desteği kalmamıştı. Pointcaré’nin Başbakanlığındaki yeni Fransız Hükümeti, Fransız askerlerinin Çanakkale’den ve İzmit’ten çekilmesi için İstanbul’daki temsilcisine talimat gönderdi. İtalyanlar bu koşullarda tarafsız kalacaklarını Mustafa Kemal’e bildirdiler. Artık Çanakkale’de İtilaf devletleri safında yalnızca bir bayrak kalmıştı: İngiliz bayrağı. O sırada İngiliz Dışişleri Bakanı Lord Curzon Fransız Başbakanı Poincaré’yi ikna etmek amacıyla Paris’e gitti. Paris görüşmeleri çok sert geçti. Fransızların tutumlarından geri adım atmaya ve yeni bir savaş başlatmaya niyetleri yoktu.  

Londra’da Başbakan Lloyd George savaş yanlısı tutumunda ısrar ediyordu. Ama bunun çıkar yol olmadığını düşünenlerin sayısı giderek artıyordu. Dışişleri Bakanı Lord Curzon da artık savaş fikrini desteklemiyordu.

Atatürk Doğu Trakya’nın Türklere teslimi koşulu ile ateşkes müzakerelerini kabul edebileceğini söyledi. Ancak  İstanbul’un işgal kuvvetleri tarafından en kısa zamanda boşaltılması Ankara hükümetinin temel koşullarından biriydi.

İtilaf devletleri 23 Eylül 1922’de Ankara hükümetine bir nota göndererek barış konferansı toplanıncaya dek bir ateşkes antlaşması yapılması için başvuruda bulundular. Notada İtilaf devletlerinin tarafsız bölge olarak tanımladıkları alana Türk tarafının asker göndermemesi koşuluyla Türkiye’nin Meriç’e ve Edirne’ye kadar Trakya’yı işgal etmek hakkındaki arzusunu olumlu biçimde değerlendirdikleri, bu konuda Türk tarafıyla müzakereye hazır oldukları bildirilmekte ve Barış Konferansının yürürlüğe girmesiyle birlikte İtilaf devletlerinin İstanbul’daki kuvvetlerini geri çekecekleri ifade edilmekteydi. Bunun için İzmit veya Mudanya’da derhal ateşkes müzakerelerine başlanması önerilmekteydi. Bu nota Türkiye’nin başlıca beklentilerinin kabul edildiği ve barışın kapısının açıldığı anlamına gelmekteydi.

Aslında ateşkes isteminin Anadolu’da Türklerle savaşan Yunanlardan gelmesi gerekirdi. Nota’nın İngiltere, Fransa ve İtalya tarafından gönderilmesi Türkiye’nin gerçek muhatabının kim olduğunu gösteriyordu.

İtilaf devletlerinin Notasına Türk tarafınca verilen yanıtta Doğu Trakya’nın Edirne de dahil olmak üzere Meriç’in batısına kadar Yunanlar tarafından derhal tahliyesi kaydıyla mütareke görüşmelerinin 3 Ekim 1922 tarihinde başlaması önerilmekte ve bu müzakerelerde Türkiye’yi Batı Cephesi komutanı İsmet Paşa’nın temsil edeceği bildirilmekteydi.

Sonunda İngilizler geri adım atmıştı. Örneğin Churchill şöyle diyordu:

  • Türklerin yeniden Avrupa’ya girmeleri İtilaf devletleri için en kötü aşağılanmadır.
  • İtilaf devletlerinin zaferi hiçbir yerde Türkiye’deki kadar tam olmamıştı. Şimdi galibin gücü hiçbir yerde Türkiye’deki kadar gösterişli bir şekilde aşağılanmamıştır.
  • Ve sonunda başarılı bir savaşın bütün meyveleri, uğrunda binlerce askerin hayatını verdiği Gelibolu, Filistin, Mezopotamya başarıları, bunların hepsi bir utanç içinde sona ermiştir”  

Ateşkes müzakereleri 3 Ekim’de Mudanya’da başladı. Ateşkes Müzakereleri doğal olarak savaşan taraflar arasında yapılırdı. Bu kez öyle olmadı. Türklerle savaşan Yunanistan’ın temsilcisi Mudanya’daki görüşme masasında yoktu. Yunan General Mazarakis ve Albay Sariyanis, açıkta bulunan bir Yunan gemisinde, görüşmeleri uzaktan izleyeceklerdi!

Türkiye’nin karşısında İngiltere, Fransa ve İtalya’nın temsilcileri yer alacaktı. Peki Konferansın başkanlığını kim yapacaktı? Bu konuda önceden bir görüşbirliğine varılmamıştı. İsmet Paşa görüşmeler başlarken fiili durum yarattı. Başkanlık koltuğuna oturdu, İngiliz Generali Harrington’u sağına, Fransız Temsilcisi General Charpy’yi soluna, İtalya Generali Mombelli’yi karşısına oturttu. Bu düzenlemeye kimse itiraz etmedi. Mudanya’da bulunan Franklin Bouillon da görüşmeleri gözlemci olarak bir köşeden izleyecekti.

Sonradan anlaşıldığına göre Başbakan Lloyd George sonuna dek Yunanistan’ın beklentilerinin gerçekleşmesi için çaba göstermiş ve Türk askerleri Çanakkale’deki İngiliz hatlarına doğru yürüyüşe geçtiği sırada Türk tarafına bir ültimatom verilmesi ve Türk askerleri durmadığı takdirde üzerlerine ateş açılması için General Harrington’a emir vermişti. General Harrington bu emrin uygulanmasını kendi inisiyatifi ile 24 saat geciktirmiş, böylece bir savaşın başlamasına fırsat vermemişti.

Müzakereler esas olarak İsmet Paşa ile General Harrington arasında yürütüldü. Fransızlar ve İtalyanlar görünürde Harrington’u desteklediler ancak çeşitli vesilelerle Türk tarafının görüşlerine yakınlık gösterdiklerini hissettirdiler. Atatürk İsmet Paşa’ya gerekli talimatı vermişti ve müzakereleri günü gününe takip etmekteydi. Atatürk’ün talimatının özü şöyleydi:

  • Kırkağaç bir Türk mahallesidir. Yunan kuvvetleri tümüyle Edirne’nin batısına çekilmeli ve orada TBMM Hükümeti oluşturulmalıdır.
  • Trakya’nın boşaltılması ve Türklere teslimi derhal başlamalı, aralıksız sürdürülmeli ve en geç 30 gün içinde tamamlanmalıdır. İtilaf devletlerinin temsilcileri tarafımızdan teslim alınan her noktadan derhal çekilecek ve 30 günün sonunda Trakya’nın hiçbir yerinde kalmayacaktır. Yunan ordusunun Anadolu’dan alıp götürdüğü sivil ahali derhal geri verilecektir.
  • Azınlıklar konusu Mudanya Konferansının konusunun dışındadır.
  • Doğu Trakya’nın boşaltılmasından sonra bu bölgede İtilaf devletlerinin herhangi bir denetimi söz konusu olamaz. Ancak Batı Trakya’nın bir bölümünün Fransızlar tarafından işgali güven verici olur.
  • İlkelerde görüş ayrılığı olup da görüşmelerin sürdürülmesi durumunda Boğazlarda tahkimat ve askeri önlemlerin alınmasından kaçınılmasını isteriz.
  • Ateşkes antlaşmasından sonra bile, İstanbul ve Çanakkale’de İngilizlerin bulunması kabul edilemez.

    6 Ekim tarihli toplantıda Harrington Hükümetinden talimat alamadığını bildirdi. Buna karşılık İtalyan temsilcisi Mombelli Hükümetinin Türkiye’nin görüşlerini kabul ettiğini açıkladı.
    General Harrington’un Türk teklifleri karşısında direnmesi Ankara’da tepkilere neden oluyordu. 6 Ekim 1922’de İsmet Paşa, Atatürk’ten iki talimat aldı. Bunlardan birincisinde Yunan askerlerinin çekileceği Trakya’nın bize teslim edilmesinin şart olduğu, buna karşılık barış yapılıncaya kadar Trakya’ya asayiş ve inzibat kuvvetlerinden başka birlik geçirmeyeceğimizi bildirilmekte ve “Bugün 14.30’da toplanacak konferansta belirtilen esaslar taraflarca ilke olarak kabul edilmediği takdirde daha sonra sürdürülecek görüşmeler sırasında askeri harekatımızın durdurulması telafi edilemeyecek sakıncalar doğuracağından, harekatın durdurulmasına ilişkin yetkiniz 6 Ekim saat 18.00’den itibaren kaldırılmıştır.” denilmekteydi

    İkinci talimatta ise “Trakya’nın İzmir’de belirlediğimiz esaslar çerçevesinde TBMM Hükümetine geri verilmesi kabul edilmediği takdirde, 6/7 Temmuzda derhal İstanbul üzerine harekete geçiniz” ifadeleri yer almaktaydı. Bu talimatta ayrıca, “Müzakereler olumsuz sonuçlandığı takdirde Trakya’daki düşmanı takip için İstanbul ve Çanakkale üzerinden harekete geçecek kıtalarımızla İngiliz kıtaları arasında herhangi bir yanlış anlamaya meydan bırakmamak için gerekli önlemlerin alınmasını istediğimiz bildirilmelidir.” denilmekteydi.
    ,
    General Harrington, Dışişleri Bakanı Lord Curzon Paris’e gittiği için Hükümetiyle iletişim kuramadığını bildirerek toplantının ertesi güne bırakılmasını istedi. 9 Ekim’e kadar toplantı olmadı. Atatürk antlaşmanın gecikmeden imzalanmasını istiyordu. O gün Harrington Mudanya’ya geldi. Hükümetinden talimat aldığını bildirerek şunları söyledi: “İtilaf devletleri Hükümetleri Doğu Trakya’yı size bırakıyorlar. Meriç’in batısındaki Karaağaç da size verilecektir. Askerlerimiz barıştan sonra İstanbul’u terk edeceklerdir. 45 gün içinde yönetiminiz Trakya’ya yerleşmiş olacaktır. Trakya’da bulunduracağınız Jandarmanın sayısını birlikte saptayacağız. 

İsmet Paşa İngiliz generalinin verdiği antlaşma metnini dikkatle inceledi. Sözlü olarak söylenen bazı hususların yazılı metinde yer almadığını, örneğin Karaağaç’ın Türklere verileceğinin yazılmadığını gördü. Trakya’nın bize teslimi için belirttiğimiz süre 30 günden 45 güne çıkartılmıştı. Maddeler üzerinde uzun görüşmelerde bulunuldu.. Metinde kimi düzeltmeler yapıldı. Tahliye için önerdikleri 45 günlük süre indirildi. Bütün Trakya 30 gün içinde Türklere teslim edilecekti. Trakya’ya 8.000 Jandarma geçirmemiz kabul edildi. İstanbul ve Çanakkale bölgelerindeki askerlerimiz bulundukları yerde kalacaklardı.

Mütareke 11 Ekim 1922 sabahı imzalandı. Yunanlar bu metni imzalamaya yetkili olmadıklarını belirtmişlerdi. General Harrington İsmet Paşa’ya bunda bir sakınca olmadığını, Yunanlar imzalamasa bile antlaşmanın yürürlüğe gireceğini söyledi. Bu ifadeler Yunanistan’ın Anadolu’da yürüttüğü savaşta esas söz sahibinin İngiltere olduğunu göstermekteydi.

Ateşkes antlaşması Türkiye’nin istemleri doğrultusunda tek bir mermi bile atılmadan kabul edilmişti. Trakya’nın Yunanlar tarafından boşaltılması gibi konular Mudanya’da kararlaştırılmadığı takdirde, esas Barış Konferansında bu gibi sorunlar gündemin önemli bir bölümünü kapsayacak ve dikkatler bizim esas olarak görüşülüp karara bağlanmasını istediğimiz konular yerine Mudanya’da ihtilaflı kalan sorunlara çekilecekti. Böylece bu sakınca ortadan kaldırılmış oldu.

Mudanya Mütarekesi bütün bu nedenlerle Türkiye açısından büyük bir diplomatik başarı oldu ve Barış Konferansının yolunu açtı. Artık Boğazlarda kalacak olan yalnızca İngiltere’ydi. Zira İtalyanlar daha önce Anadolu’nun tamamından çekilmişler, Fransızlar da Mudanya Antlaşmasından önce Çanakkale’yi terk etmişlerdi. Atatürk’ün önderliğinde Türkiye’nin verdiği mücadele yalnız Yunanistan’ı Türk topraklarından atmakla kalmamış, İngiltere’deki devlet yönetiminde kalıcı sonuçlar verecek bir depreme yol açmıştı.

Lloyd George Başbakanlıktan istifa etmek zorunda kaldı. 

İngiltere hükümetinde yer alan Muhafazakar Parti, 19 Ekim 1922’de Carlton Club bildirgesiyle  hükümetten ayrıldı. İngiliz hükümeti düştü. Austen Chamberlain Parti Başkanlığından çekildi. Lloyd George da, Liberal Parti de bir daha iktidara gelemedi. Muhafazakar Parti’den Bonar Law Başbakan olarak hükümeti kurmakla görevlendirildi. Law, The Times gazetesine gönderdiği bir mektupta, “İngiltere İtilaf devletlerinin yardımı olmadan salt kendi ulusal çıkarlarını koruyabilir… Tek başımıza dünyanın jandarması rolünü oynayamayız dedi. Bu İngiltere’nin tarihinde dönüm noktası olacak yeni bir yaklaşımı yansıtıyordu. Artık İngiltere, uluslararası ilişkilerde tek başına ağırlık sahibi olamayacaktı.

Lloyd George’un Türk Kurtuluş Savaşından sonra yaptığı bir konuşmada Atatürk ile ilgili olarak şu sözleri söylediği yabancı kaynaklarda yer almaktadır:

  • “İnsanlık tarihi birkaç yüzyılda bir dahi yetiştirebiliyor.
  • Şu talihsizliğimize bakın ki, böyle bir dahi Küçük Asya’da karşımıza çıktı.
  • Hem de bize karşı! Elden ne gelebilirdi ki?[1]

Mudanya Mütarekesinden sonra Atatürk yakın arkadaşlarıyla beraber Bursa’ya geldi. Orada General Refet Bele’yi Ankara Hükümeti’nin İstanbul Temsilciliğine ve Trakya’daki Türk birliklerinin komutanlığına atadı. İsmet Paşa’yı da Lozan Konferansında Türk Heyeti Başkanlığına atama kararını orada kesinleştirdi. Bunun için İsmet Paşa’nın Dışişleri Bakanlığına atanması gerekiyordu. Atatürk o görevde bulunan Yusuf Kemal Tengirşek’e, bu görevi İsmet Paşa’ya devretmesini rica etti. İtilaf devletleri 13 Kasım’da Lozan’da başlayacak Barış Konferansı için davette bulundular.

Lozan müzakerelerinde İsmet Paşa her vesileyle Mudanya’da sağladığımız sonuçları dile getiriyor, buna karşılık Konferansa başkanlık eden İngiliz Dışişleri Bakanı Lord Curzon ise “Siz Mudanya’dan geldiniz ama biz Mondros’tan geldik. Siz Yunanları yendiniz ama İtilaf Devletlerini yenemediniz..” diyordu. Oysa Atatürk, Kurtuluş Savaşının İngiltere’nin liderliğindeki emperyalist ülkelere karşı yapıldığını ancak Yunanistan’la savaşıldığının söylendiğini” vurgulamıştır. Gerçekten Mudanya’da Yunan delegesinin masaya bile oturamaması, gerçek durumu ortaya koymuştu. Türkiye’nin masadaki muhatabı İtilaf devletleriydi ve Kurtuluş Savaşı gerçekte o devletlere karşı yapılmış, Yunan kuvvetleri 1919 Paris zirve toplantısında İtilaf devletlerince Türkiye’ye saldırmaya yönlendirilmişti ve Lozan’da Venizelos da bu gerçeği İsmet Paşa’ya açıkça söylemişti.

İşin esası Mudanya Mütarekesi bir ateşkes antlaşmasının boyutunu çok aşan ve Lozan Barış Antlaşmasının zeminini hazırlayan bir antlaşmaydı ve Atatürk’ün liderliğindeki Türkiye, Mudanya ve Lozan’da peş peşe iki siyasal zafer kazanmıştı. Bu diplomasi zaferlerinde İsmet Paşa’nın rolü büyüktü.

Bütün bunlar, Mudanya Belediyesi’nin Mudanya Barış Yolu Ödülü koymasının ve bu yıl bu ödülün Mudanya Mütarekesinin 100. yılı vesilesiyle Atatürk’ün en yakın arkadaşı İsmet İnönü’ nün kızı ve İnönü Vakfının kurucu başkanı çok değerli Özden Toker’e verilmesinin ne denli doğru olduğunu gösteriyor. Hem Mudanya Belediyesini hem de değerli dostumuz Özden İnönü’yü bu vesileyle içtenlikle kutluyorum.

Siyasi Liderlerin Amerika Ziyaretleri

Alev CoşkunAlev Coşkun
16 Ekim 2022, Cumhuriyet

CHP Genel Başkanı Kılıçdaroğlu geçen pazar günü (9 Ekim 2022) ABD’ye gitti; 13 Ekim Perşembe günü de ziyaretini tamamladı. Türk siyasal yaşamında, parti genel başkanlarının ABD ziyaretleri bir gelenek haline gelmiştir. Nitekim İsmet İnönü iki kez, Bülent Ecevit üç kez, Süleyman Demirel beş kez, Turgut Özal 10 kez, Recep Tayyip Erdoğan ise en az 20 kez ABD’yi ziyaret etti. ABD’ye yapılan lider gezilerinden İnönü, Ecevit ve Erdoğan’ın gezileri tarihidir. Bu gezilerin önemi şudur:

  • Erdoğan, sadece AKP genel başkanıyken ve hiçbir kamu görevi yokken,
    10 Aralık 2002’de Beyaz Saray’da kırmızı halı ve devlet resmi töreni ile karşılandı.

İnönü’nün Kasım 1963’teki, Ecevit’in Temmuz 1976’daki ABD ziyaretleri unutulamaz. Çünkü Ecevit ABD’de bir suikast girişimiyle karşılaştı.

İnönü ise Washington’da ABD başkanı ile görüşeceği gün,
Türkiye için onur kırıcı bir durum doğdu, Ankara’da başbakanlıktan düşürüldü.

Bu gezilere ve arka planına kısaca bakalım.

(İnönü-Johnson görüşmesi)

ERDOĞAN BEYAZ SARAY’DA

Recep Tayyip Erdoğan için dönüm noktası ve “başlangıcın başlangıcı”, 3 Kasım 2002’de Türkiye’de yapılan genel seçimlerden hemen sonra, 10 Aralık 2002’de Beyaz Saray’da Başkan George W. Bush tarafından kabul edilmesidir.

  • Erdoğan o tarihte ne milletvekili ne de başbakandı.
  • Sadece AKP genel başkanıydı.
  • Ancak Beyaz Saray’a kırmızı halı protokolü ile kabul edilmişti ve
  • Başkan Bush’la uzun bir görüşme yapmıştı.

Bu görüşme sonrası Türkiye’de “ılımlı İslam ideolojisinin”
ve Erdoğan’ın yükselişi başladı.

Erdoğan, bu görüşmeden sonra Türkiye’de “ılımlı İslamın temsilcisi” olarak kabul edildi. O günden bugüne 20 yıldır Türkiye’yi yönetiyor.

ECEVİT’E SUİKAST GİRİŞİMİ

1976’da Ecevit, ABD gezisinde bir suikast girişimiyle karşılaştı. Olayın özeti şöyledir: 1973 seçimlerinden sonra CHP-MSP arasında bir koalisyon kurulmuştu. Temmuz 1974’te Kıbrıs Barış Harekâtı gerçekleşmiş, Türk Silahlı Kuvvetleri Kıbrıs’ın önemli bir bölümüne egemen olmuştu ve bütün dünyada Ecevit’in ünü en üst düzeye çıkmıştı. Ne var ki Kıbrıs’ta başarılı bir harekât sağlayan CHP-MSP koalisyonu bir süre sonra çatladı ve 17 Kasım 1974’te koalisyon dağıldı. Ancak Ecevit, “Kıbrıs Fatihi” olarak halk arasında çok sevilir ve güvenilir duruma gelmişti. Bu koşullarda, 1976 yılında CHP Genel Başkanı Ecevit, konferanslar vermek ve siyasi temaslar yapmak üzere ABD’ye davet edildi. Ecevit, önce New York kentinde gazeteciler ve aydınların izlediği bir konferans verdi. Aynı günün akşamında ünlü Waldorf Astoria Oteli’nde, New York bölgesinde oturan Türklerle birlikte olacağı bir toplantı düzenlemişti. Ecevit, New York’ta bulunan Türklere hitap edecekti.

23 Temmuz 1976 Cuma akşamı saat 20.00 dolayında otelin toplantı salonu hıncahınç dolmuştu. Kuşkusuz toplantı salonuna girişler güvenlik güçleri tarafından sıkı denetim altına alınmıştı. Kıbrıs Barış Harekâtı’nı gerçekleştiren, şöhretinin en üst noktasında olan Ecevit, yurtdışında yaşayan Türklerin onurunu yükseltmişti. Ecevit çılgınca alkışlanıyordu. Toplantı salonuna giremeyenler de otelin lobisini doldurmuşlar, toplantı sonunda Ecevit otelden ayrılırken onu selamlamak ve alkışlamak için bekliyorlardı.

(Bülent Ecevit suikast girişiminden sonra BM delegasyonunun resepsiyonunda.)

ÖLÜMDEN KIL PAYI KURTULUŞ

Ecevit otelin geniş toplantı salonunda Türk vatandaşlarına konuşurken otelin dışında toplanmış olan Rumlar ellerinde pankartlar, öfke dolu, taşkın hareketlerle Türkiye ve Ecevit aleyhine gösteri yapıyorlardı. New York’un atlı polisi Rum militanları kontrol etmeye çalışıyordu. Konuşması bitince Ecevit, büyük kalabalık nedeniyle salona giremeyen ancak otelin lobisinde kendisini bekleyenlere de selam vermek istedi. Ecevit lobiye çıktı ve tırabzandan kendisini coşkulu alkışlarla karşılayanlara hitap etmeye başladı. İşte bu ortamda Ecevit konuşurken, tam karşısında bulunan bir militan saniyeler içinde cebinden çıkardığı tabancasını Ecevit’e doğrulttu. Bu militan anında FBI görevlileri tarafından etkisiz duruma getirilirken Ecevit de saniyeler içinde korumalar tarafından yaka paça salondan güvenlikli bir yere götürüldü. Rum militan silahını ateşleme fırsatı bulamamış ve Ecevit suikast sonucu ölümden kıl payı kurtulmuştu.

Bu konuyu anlatırken “silah çekmiş”, “silahını Ecevit’e doğrultmuş” gibi cümlelerle değil, konuyu tekil anlatımıyla yazıyorum. Çünkü o heyecanlı anda, Rum asıllı militanın yan cebinden çıkardığı silahı Ecevit’e doğrultmasına tanıklık ediyordum. Bu olay sırasında Ecevit’in yanındaydım. Ecevit’in bu gezisine CHP Merkez Yönetim Kurulu Üyesi ve Genel Merkez Basın Sözcüsü olarak katılmıştım. Bursa Milletvekili eski büyükelçilerden Hasan Esat Işık ve CHP Basın Danışmanı Orhan Koloğlu da bu gezide Ecevit kurulunun üyesiydiler.

‘İLGİ ÇEKMEK İÇİN’

Amerikan FBI görevlilerinin müdahalesiyle, silahını ateşleme olanağını bulamayan kişinin Rum asıllı Kıbrıslı Stavros Psihopedrisdes olduğu bir gün sonra çıkarılan New York Ceza Mahkemesi’ndeki duruşmada öğrenildi. Suikast girişimini gerçekleştiren sanığın avukatı Walker Jennigs, “Müvekkilinin Kıbrıs sorununa dünya kamuoyunun ilgisini çekmek için bu girişimi yaptığını” açıklamıştı. Kuşkusuz olay bütün dünyada yankı yarattı. ABD hükümeti, ertesi sabah erken saatlerde Ecevit’e “geçmiş olsun” taziyelerini bildirirken Amerika’nın diğer kentlerine ziyaretleri protestolar nedeniyle yarıda kesmesi için öneride bulundu. Ecevit bu öneriyi kabul etmedi ve ABD gezisini sürdürdü.

Ecevit New York’tan Washington’a geçti. Washington’da Dışişleri Bakanı Kissinger’la konuştu.

  • Kissinger’ın verdiği öğle yemeğinde ABD’nin gelişmekte olan ülkelerde askeri diktatörleri desteklemek yerine demokrasiyi desteklemesini söyledi.

CHP İzmir Milletvekili olarak Ecevit’in gezi ekibinin içinde yer aldığım ve bu görüşmelere katıldığım için günü gününe tuttuğum notlar elimdedir. Ecevit’le Kissinger arasında geçen bu ilginç demokrasi konuşmasını da daha önce yazmıştım. (Bkz: Cumhuriyet, 18 Temmuz 2022)

BAŞBAKANA KURULAN TUZAK

İnönü, Washington’da Türkiye Büyükelçiliği’nde kalıyordu. O sırada Büyükelçi Turgut Menemencioğlu’ydu. İnönü’nün yanında ABD’ye giden doktoru ve olayın birinci derecede tanığı Prof. Dr. Zafer Paykoç konuyu anlatmıştır. Washington’da sabah saat 9, Türkiye’de saat farkı nedeniyle saat öğleden sonra 4’tür. Büyükelçilikte kahvaltı ediliyor. Prof. Dr. Zafer Paykoç şöyle anlatıyor:

“… İsmet Paşa’yla beraber saat 09.00 sıralarında kahvaltı ediyorduk. Büyükelçi Turgut Menemencioğlu içeri girerek Paşa’yı selamladı; geceyi nasıl geçirdiğini sordu. Paşa rahat bir gece geçirdiğini, saat 11.00’de Johnson’la yapacağı konuşmayı sabırsızlıkla beklediğini söyledi. Büyükelçinin durumunda bir gariplik, üzüntülü bir çekingenlik, bir şey söylemek istiyormuş da dili varmıyormuş gibi bir hava vardı.”

RANDEVUNUN İPTALİ

Bir ara bana işaret ederek gizlice konuşmak istediğini belirtti. Şimdi Ankara’dan aldığı bir telsizde, dün akşam koalisyonun dağıldığını, hükümetin düştüğünü söyledi. İki saat sonra Johnson’la konuşmasını yapacak olan Paşa’ya haberi nasıl vereceğini bilemediğini, haber Paşa’da ani şok yaparak sağlığına bir zarar verir diye endişe ettiğini anlattı. Sonra bu haberin şu anda Beyaz Saray’da da duyulduğu muhakkak olduğuna göre, derhal harekete geçmek gerektiğini bildirdi. Sayın Menemencioğlu’yla kötü haberi Paşa’ya duyurmaktan başka çare olmadığına karar verdik.

Sayın elçi, ‘Paşam Ankara’dan acele bir telsiz aldım, çok üzüldüm. Görevim icabı bu haberi zatıâlinize duyurmaya mecburum. Özellikle Johnson’la randevu saatiniz gittikçe yaklaşıyor. Bize emrinizi bildirmenizi rica ederim’ diyerek telgrafı Paşa’ya uzattı. Paşa gözlüklerini taktı, okudu, duraladı. Rengi önce sarardı, sonra kızardı. Telsizi Menemencioğlu’na geri vererek ‘Lütfen Beyaz Saray’a durumu anlatınız. Ben şu anda başbakan değilim. Randevunun iptalini isteyelim’ dedi.”

‘GÖRÜŞMEKTEN ONUR DUYARIM’

“Büyükelçi gerekeni yapmak için dışarı çıktığında, Paşa göğsünde biraz ağrı ve sıkıntı hissettiğini söyledi. Kendisini yatırdım. Gerekli tedaviyi yaptım. Sakinleşti ve rahatladı. Manen çok sarsıldığı halinden belliydi. ‘Doktor’ dedi. ‘Bunu böyle bir günde nasıl yaparlar. Ben Johnson’la kendi şahsi işimi değil, Türkiye’yi ilgilendiren konuları konuşacağım. Türkiye başbakanının itibarını zedeleyen bu tertibi yapmak için bir gün daha bekleyemezler miydi?! Bu arada Menemencioğlu rahatlamış bir yüzle içeri girerek Johnson’ın cevabını getirdi. Johnson şöyle diyordu:

  • ‘Benim için İsmet İnönü’nün kişiliği önemlidir.
  • Onun başbakan olması veya olmaması, bu değeri değiştirmez.
  • Kendisi ile randevu saatinde mutlaka görüşmekten zevk ve şeref duyacağım.’

Böylece Paşa, saat 11.00’de Johnson’la görüştü. Johnson’ın bu nazik jestinin, Paşa’nın sarsılmış itibarını tümüyle tamir etmediyse de, önemli ölçüde moralini düzelttiğine şahit oldum.” İşte o günlerin milliyetçi partisinin yaptıkları… İşte milli ve yerli olalım diyenlerin, milliyetçilik diyenlerin, dış politikada birlik olalım diyenlerin Türkiye Cumhuriyeti’nin başbakanına, Kuvayı Milliye’nin Batı Cephesi Komutanı’na oynadıkları oyun… İşte Türkiye Cumhuriyeti’nin başbakanına kurulan tuzak, işte politika…

İNÖNÜ’YE ONUR KIRICI HAREKET

Bu lider gezilerinden en ilginci, Başbakan İnönü’nün ABD Başkanı Johnson’la görüşme yaptığı gün görevden düşürülmesi olayıdır. ABD Başkanı Johnson tarafından Türkiye başbakanı olarak randevu verilen İnönü, bu görüşmeyi; başbakanlıktan düşürülmüş bir kişi olarak yapmıştır. Bu onur kırıcı olayın özeti de şöyledir:

ABD Başkanı John F. Kennedy, Teksas eyaletine yaptığı bir gezi sırasında Dallas kentinde 22 Kasım 1963 günü bir suikast girişimi sonucu öldürüldü. Başkan Yardımcısı Lyndon B. Johnson, hemen yemin ederek ABD’nin 36. başkanı olarak göreve başladı.

Üç gün sonra 25 Kasım 1963 günü, başkent Washington’da Kennedy için bir cenaze töreni düzenlendi. Bu törene bütün dünyadan devlet başkanları, başbakanlar katıldılar. Türkiye’den de o sırada koalisyon hükümetinin Başbakanı İsmet İnönü katıldı. Cenaze töreninden bir gün sonra 26 Kasım 1963 Salı günü, Başkan Johnson, pek az devlet başkanına konuşma için randevu vermişti. Randevu verilenlerden birisi de İnönü’ydü ve Johnson’la 26 Kasım 1963 Salı günü Beyaz Saray’da görüşülecekti. İnönü, ABD’de iken koalisyonda yer alan CKMP (Cumhuriyetçi Köylü Millet Partisi) hükümetten çekilme görüşmelerine başladı. Yaşamında çok kez ihanete uğramış olan İnönü’ye bir tuzak kuruldu. İnönü tam anlamıyla sırtından vurulmuştu.

KAYNAKLAR

  • Prof. Dr. Zafer Paykoç, İnönü’nün İlk ABD Seyahati, Milliyet, 25 Aralık 1981, s. 2.
  • Haluk Şahin, Johnson Mektubu, Kırmızı Kedi Yayınevi, 2019, s. 88-91.
  • Cumhuriyet gazetesi, 28 Temmuz 1976 ve 29 Temmuz 1976. sayıları.

Önlem alamadılar ama şov yapmasını çok iyi biliyorlar!

Can Ataklı'ya 10 bin 110 lira adli para cezası verildi

Acı haber akşam saatlerinde geldi. Bartın’ın Amasra ilçesindeki kömür madeninde patlama olmuştu. Çok sayıda maden işçisi toprağın altında kalmıştı.

Kurtulan var mıydı, kaç kişi can vermişti, ilk anlarda elbette bilinemiyordu. Ancak saatler ilerledikçe facianın korkunçluğu ortaya çıkmaya başladı. Bu yazıyı gazeteye gönderdiğim sırada ölen madenci sayısı 41 olmuştu. Dilerim sayı daha da yükselmesin.

Maden faciası ile birlikte iktidarda ve saray medyasında bir panik başladı. Facianın üstü örtülmeliydi. Olan olmuştu, gözler başta Türkiye Taşkömürü Kurumu olmak üzere iktidarın bu faciada hiçbir hatasının olmadığı anlatılmalıydı. Facianın olduğu yere hemen başta Enerji ve İçişleri bakanları olmak üzere iktidar yetkilileri koştu. Şunu söylemeyim ki, elbette böyle bir olayda ilgili bakanlar ve diğer yetkililer öncelikle facia yerine koşacaklardır. Bunda gariplik yoktur, olması gereken budur ve bu gerek yerine getirilmiştir. Bu nedenle bakanlara söyleyecek sözüm yoktur. Ancak gereğinin yerine getirilmesi önceliğin faciaya neden olan etmenlerin üzerini kapamaya çalışmak olamaz. Enerji Bakanı hemen açıklama yaptı. Patlamanın nedenini açıkladı. Saray medyası bunu hemen büyük başlıklarla duyurdu.

Bartın’daki patlamada 41 madencinin ölümü tüm ülkeyi derinden sarstı.

Grizu patlaması

Vay canına, faciaya grizu patlaması neden olmuş. İyi de bunu açıklamak için uzman olmaya gerek yok ki, zaten ilk andan itibaren biliniyor bu gerçek. Ama bilinmeyen şu: Grizu patlaması neden oldu? Bir ihmal var mı? İşte saray medyasında ve devletin ilgililerinden bunu öğrenebilirsen öğren, ama öğrenemiyoruz. Oya Enerji bakanı yakın bir tarihte bu madeni ziyaret etmiş ve “alınan önlemlerle burada kaza ihtimali neredeyse sıfıra indi” demişti.

Peki bu ne? Bunu da “Allah’ın takdiri” diye mi geçiştirecekler? Grizu patlamasının nedeni sanki sıradan bir olaymış gibi üzerinde bile durulmadı, ama “Cumhurbaşkanının talimatıyla” bakanların hemen olay yerine koştuğu, “devletin bütün gücüyle” seferber olduğu “AFAD’ın fedakarca çalıştığı” anlatılmaya başlandı. Hepsi doğru olabilir. Olmalıdır da.

Arkadaşlarını kurtarma çalışmasına katılan madenciler…

Ancak bir devlet, medeni bir devlet bu üstün başarı ve fedakarlığı kazadan sonra değil önce gösterebilmelidir.

  • Dünyada artık “grizu patlaması” diye bir şey yok.
  • Türkiye’de ve bir de Çin’de hala bu facialar yaşanırken hiçbir medeni ülkede artık ne grizu patlaması ne de maden kazaları oluyor.

Bu iktidar döneminde dehşet verici maden kazaları yaşadık. 301 insanımızı yitirdiğimiz Soma’nın acısını hala yüreğimizde. Ne yazık ki iktidar denetim ve önlem almakta ne kadar başarısız oluyorsa yaşanan her faciadan bile bir şov yapma fırsatını yaratmada çok başarılı.

SORDUM ÖĞRENDİM

Tarihin en büyük maden kazaları… Tarihlerine bakın lütfen

Amasra’da yüreğimizi dağlayan maden kazasını ve nedenini öğrenince ister istemez dünyada ve Türkiye’de yaşanan büyük maden kazalarına bakmak istedim. Bugüne kadar kayda geçmiş en büyük maden kazası 1942 yılında Çin’de yaşanmış. Bu kazada tam 1549 kişi ölmüş. Şimdi yıllara göre en büyük maden kazalarına bir göz atalım :

■ 12 Aralık 1866’da İngiltere’de, Güney Yorkshire’daki Oaks Kömür Ocağı’nda iki ayrı grizu patlamasında 361 kişi hayatını kaybetti.

■ Fransa’da 10 Mart 1906’da meydana gelen kazada, bin 99 kişi hayatını kaybetmiş.

■ 14 Ekim 1913 tarihinde İngiltere’nin Galler bölgesindeki grizu patlamasında yaşamını kaybedenlerin sayısı 439 olmuş.

■ 5 Aralık 1914’te Japonya’nın Kyuşu adasında Mitsubişi Hojyo Kömür Madeni’ndeki grizu faciasında 687 madenci ölmüş.

■ 9 Mayıs 1960’da Çin’de metan gazı patlamasının yol açtığı kazada, 684 kişi hayatını kaybetmiş.

■ 1963’te Japonya’da yaşanan grizu faciasında 458 madencinin yaşamını yitirirken 833 madenci de yaralanmış.

■ 6 Haziran 1972’de şimdi adı Zimbabve olan Rodezya’da art arda yaşanan grizu patlamaları sonucu 436 işçi can verdi. Madeni su ve çamur basması nedeniyle 438 madencinin cesedi bile bulunamadı.

■ Hindistan’da 28 Mayıs 1965’te yaşanan grizu patlaması ve ardından çıkan yangın sonucunda 375 madenci hayatını kaybetmiş.

■ Yine Hindistan’da, 27 Aralık 1975’de’deki grizu patlamasında 372 madenci öldü.

Başlıkta özellikle tarihlere bakmanızı rica ettim. Görüldüğü gibi dünyada büyü kayıplara yol açan grizu patlamaları en son 1975’te meydana gelmiş. Örneğin İngiltere taaa 1866’dan sonra bir kez de 1917de bir facia yaşamış ardından İngiltere’de ciddi kayıplara yol açan kömür madeni kazası olmamış. Oysa Türkiye’de daha çok yeni yaşadık büyük bir faciayı. 13 Mayıs 2014’te ağır ihmaller sonucu Soma’da yaşanan büyük kazada 301 işçimizi kaybettik.

  • Dünyada büyük kazalar neredeyse 40 yıl önce sona ererken biz ne yazık hala grizu patlamaları nedeniyle nice insanımızı yitiriyoruz.

MERAK ETTİĞİM ŞEYLER

İlk iş sosyal medyaya saldırmak

Amasra’daki grizu faciasını olabildiğince perdelemek amacıyla polisin sanal devriyesi de göre aldı. “Siber Suçlarla Mücadele Daire Başkanlığı” yönetimindeki birimler Amasra’daki maden ocağında meydana gelen patlamaya ilişkin sosyal medya platformlarında vatandaşlarımızı kin, nefret ve düşmanlığa alenen tahrik etmek ve provokatif içerikli paylaşımlarda bulunmak iddiasıyla 12 hesap hakkında soruşturma başlatmış. Kimdir bunlar? Ne yazmışlar? Halkı nasıl kin ve nefret ve düşmanlığa tahrik etmişler bilemiyoruz tabii. Muhtemelen hepsi “no name” yani isimsiz-yumurta kafa kişilere aittir. Aklı başında hiç kimse böyle bir olay üzerine halkı tahrik etmeye kalkmaz. Ancak şunu da biliyoruz ki Emniyet artık bu tür olaylarda ihmal olduğunu söyleyenleri bile halkı tahrik etmek, nefret suçu işlemekle suçluyor.

DİKKATİMİ ÇEKEN ŞEYLER

Son 20 yılın kayda geçen büyük maden kazaları

Medeni ülkelerde artık neredeyse hiç maden kazası olmuyor. Olsa bile önceden alınmış ciddi önlemler sayesinde can kaybı hiç yaşanmıyor. Son 20 yılın maden kazalarında Soma birinci sırada. Maden kazaları Türkiye’den sonra en çok Çin’de oluyor. Bu da gerek önlem alınması gerekse işçi haklarına saygı açısından bu iki ülkenin ne kadar geride kaldığını gösteriyor. Şimdi bakalım son 20 yılda hangi ülkelerde can kaybına neden olan maden kazaları meydana gelmiş;

2005 Çin: Sunjiwan maden faciası, 209 ölü
2006 Polonya: Halemba Kömür Madeni faciası, 23 ölü
2006 Çin: Nanshan Kömür Ocağı faciası, 24 ölü
2007 Rusya: Ulyanovskaya maden faciası, 108 ölü
2009 Çin: Heilongjiand maden patlaması, 104 ölü
2012 Çin: Xiaojiawan Kömür Madeni faciası, en az 45 ölü
2017 İran: Zemestan Yurt kömür madeni faciası, 35 ölü
2010 Türkiye: Karadon maden kazası, 30 ölü
2010 Amerika: Upper Big Branch madeni faciası, 29 ölü
2010 Şili: Copiapo maden kazası, 33 işçi 70 gün sonra kurtarıldı
2009 Türkiye: Bursa grizu patlaması, 19 ölü
2014 Türkiye: Soma faciası, 301 ölü
2014 Türkiye: Ermenek maden faciası, 18 ölü

ADD’den Amiraller Davası basın açıklaması

                                                                                  BASINA ve KAMUOYUNA

Atatürkçü Düşünce Derneği olarak; Türkiye Cumhuriyeti’nin varoluş Antlaşması Lozan’ın tamamlayıcısı, Atatürk dehası ürünü, Anadolu-Trakya Kilidi, 86 yıl sonra Karadeniz’i kan deryası olmaktan ve dünyayı 3. Dünya Savaşından esirgeyen Montrö Boğazlar Sözleşmesi’ni savundukları, Türk Silahlı Kuvvetleri’ndeki tarikat yapılanmalarına karşı çıktıkları için “Darbeye Teşebbüs” gibi akıl almaz bir suçlama ile yargılanmakta olan yurtsever Amirallerimizden on ikisi için rütbelerinin sökülmesi ve hapis cezası istenmesini kabul edilemez buluyor, Bağımsız Türk Yargısı’nın haklarını teslim edeceğine ve yargılamanın beraatla sonuçlanacağına inanıyoruz.

Büyük Atatürk’ün Gençliğe Hitabe‘sinden aldıkları görev ve uzmanlıklarının yüklediği sorumluluk bilinciyle;

– Ulusal Bağımsızlığımızı,
– Boğazlar ve denizlerimizdeki egemenlik haklarımızı,
– Vatanımız ve Milletimiz ’in bölünmez bütünlüğünü savunan,
– Ordumuza siyaset sokulmasının, tarikat – cemaat yapılanmalarına göz yumulmasının felaketli sonuçlarına dikkat çeken,

aralarında Genel Yönetim Kurulu Üyemiz Sayın Türker Ertürk’ün de olduğu değerli komutanlarımızın suçsuz olduklarını biliyor, özellikle Rusya – Ukrayna Savaşının yaşanmışlıkları dikkate alındığında -yargılanmak bir yana- kendilerine teşekkür edilmesi gerektiğini düşünüyor ve her koşulda yanlarında olduğumuzu kamuoyuna saygı ile duyuruyoruz. 08.10.2022

ATATÜRKÇÜ DÜŞÜNCE DERNEĞİ
GENEL MERKEZİ

 

 

 

 

 

 

 

 

Başörtüsü fırsatçılığı ve aşağılanan Aleviler

CHP Genel Başkanı Sn. Kılıçdaroğlu’nun başörtüsü için yasal düzenleme önerisine, -kaleye atılan gol benzetmesiyle- CB ve AKP Genel Başkanı Sn. Erdoğan, anayasal düzenleme çıkışı ile karşılık verdi.

Her iki sıfatıyla anında, aile tanımının da “kadın ve erkek” şeklinde yapılmasını içeren “anayasa talimatı” verdi. Böylece AKP’nin Anayasa yaklaşımı konusunda yeni bir eşik ortaya konmuş oldu: Fırsatçılık ve yaşam tarzı dayatması.

Buna karşılık, aynı kişi, Alevi toplumunun on yıllardır kangren olmuş sorunlarını çözmek için nutukla yetindi; üstelik aşağılayıcı vaatler eşliğinde.

Oysa, asıl yasal düzenleme, Alevi inanç topluluğunun gereksinimlerini karşılamak amacıyla yapılmalı.

Yasa ile Alevi toplumunun doğrudan şu üç ihtiyacına yanıt, pek acil:

  • Tanımak,
  • Ayrımcılığa tabi olmamak ve
  • Eşit işleme tabi olmak.

Bu üçlü, daha genel olarak, eşitlik, yurttaşlık ve laiklik bağlamında anlam kazanır.

Aslında, bu çifte üçlünün anayasal temelleri de var:

Eşitlik (md.10),

Laiklik (md.24),

-Uluslararası antlaşmalar (md.90),

-Diyanet İşleri Başkanlığı (md.136).

Yürürlükteki anayasal çerçevede kalmak kaydıyla Alevi sorunu, belli ölçülerde yasa ile çözülebilir.

DİYANET İŞLERİ BAŞKANLIĞI (DİB)

Genel idare içinde yer alan DİB, “laiklik ilkesi doğrultusunda, bütün siyasi görüş ve düşünüşlerin dışında kalarak ve milletçe dayanışma ve bütünleşmeyi amaç edinerek, özel kanununda gösterilen görevleri yerine getirir” (md.136).

Buna karşılık 633 sayılı yasa, şu cümle ile başlıyor:

İslam dininin inançları, ibadet ve ahlak esasları ile ilgili işleri yürütmek, din konusunda toplumu aydınlatmak ve ibadet yerlerini yönetmek üzere; …” DİB kurulmuştur ( md.1).

  • Tek bir dine indirgenen yasa, Anayasa madde 136’ya ve diğer maddelerine açıkça aykırı.

Çünkü DİB için belirleyici olan laiklik ilkesi, Türkiye Cumhuriyeti’nde varolan bütün din ve inançları güvencelemekte.

Aslında, Anayasa, dünyevi (laik) bir norm olarak din ve inançlar üstü niteliğiyle herhangi bir din veya inanç topluluğu için değil, bütün din ve inançlar için olduğu kadar, din dışı topluluklar için de güvence metni.

ZORUNLU DİN DERSLERİ

  • “Din kültürü ve ahlak öğretimi ilk ve ortaöğretim kurumlarında okutulan zorunlu dersler arasında yer alır.” (md.24/4).

1982 Anayasası, 1961’de ‘isteğe bağlı din dersi’ yerine ‘zorunlu din dersi’ öngörmüş olsa da; bu konuda dahi, tıpkı DİB’e ilişkin md.136’da olduğu gibi, belli bir din ve inanç değil, genel olarak “din kültürü ve ahlak öğretimi söz konusu.

Ne var ki, uygulama, DİB yasası ve örgütlenmesinde olduğu gibi, Anayasa’dan tümüyle uzaklaşmış ve belli bir din ve mezhebe indirgenen müfredata dönüşmüştür. Dahası, din dersi öğretmenleri, sünni mezhebin gereklerini 6-18 yaş arası çocuklara şırınga etme yönünde anlatım ve uygulamayı dayatmışlardır.

AVRUPA MAHKEMESİ KARARLARI

İndirgeyici ve tek yanlı din dersleri dayatmasına karşı Alevi yurttaşlar, uzun yıllar mücadele sonucu ancak İnsan Hakları Avrupa Mahkemesi (İHAM) önünde sonuç aldı.

  • İHAM kararları, cemevleri statüsünü güvence altına alacak ilkeleri de öngörmekte.

Anayasa madde 90 gereği, İHAM kararları, Anayasal çerçevede
yürütme, yasama ve yargı mercileri için bir dizi yükümlülük yaratmakta.

Bunların başında, din derslerini çoğulcu bir anlayışla programlamak ve uygulamak, cemevlerine yasal statü tanımak gelmektedir.

Düzenleme için, yukarıda belirtilen iki üçlü eksen alınmalı.

İSTİSMARDAN FIRSATÇILIĞA

Bunların hiçbirini yapmayıp, başörtüsü konusunda yasa önerisini fırsat bilerek, konuyu anında anayasal düzleme taşımak, istismarcı 2017 Anayasa değişikliğinin, bu kez fırsatçı değişiklikle altyapısını oluşturmak anlamına gelmekte. Aile tanımı, bunun en belirgin göstergesi.

  • Aleviler, bir Bakanlık içinde örgütlenme ve akçasal katkı vaadiyle aşağılanıyor.

Bu çarpık, fırsatçı ve kurnaz zihniyetle demokratik cumhuriyetçileri Anayasa masasına çağırmak, AKP-MHP dışındaki vekilleri aptal yerine koymak dışında ne anlam taşır?