Etiket arşivi: Uğur Mumcu

Muammer Aksoy cinayeti zaman aşımına uğratıldı!


Dostlar
,

24 Ocak 2014 günü, Uğur Mumcu cinayetinin 21. yılında aşağıdaki yazıyı
web sitemizden yayımlamıştık :

AYDIN CİNAYETLERİ STRATEJİSİ ve 21. ADALET-DEMOKRASİ HAFTASI

AYDIN CİNAYETLERİ STRATEJİSİ ve 21. ADALET-DEMOKRASİ HAFTASI

4 yıl önce 24 Ocak 2009’da İstanbul’da verdiğimiz konferans,
Uğur Mumcu ve Muammer Aksoy cinayeti odaklı idi.

Bu cinayetleri sorguluyor ve günümüze bağlayarak geleceği yordamaya çabalıyorduk.

21. Adalet ve Demokrasi Haftası’nın bu son gününde, ADD Kurucu Genel Başkanı
ve ülkemizin yurtsever, yiğit, devrimci aydını, Anayasa hukuku uzmanı
Sayın Prof. Dr. Muammer Aksoy‘u sonsuz bir minnet ve özlemle anıyoruz.

Saat 13:00’te Cebeci mezarlığında O’nu ziyaret ettik.
Bir avuç idik..

ADD Genel Merkezi adına Genel Başkan Yardımcısı (H. E. Altınışık), Türk Hukuk Kurumu adına Başkan Yardımcısı ve (Av. H. Süha Okay) ve CHP Uşak Milletvekili
Av. Dilek Akagün Yılmaz kısa konuşmalar yaptılar.. İlk 2 konuşma şablon, klişe idi..
Ama Dilek hanım “gladyo” ve “kontrgerilla” dan söz etti.. Cinayetlerin altında bu yapılanmaların yer aldığını vurguladı sağolsun.. Yoksa biz çalışmayan mikrofonu kapacak ve birilerini rahatsız etme pahasına da olsa birkaç tümce ile asıl söylenmesi gereken bu tümceleri kuracaktık..

Muammer_Aksoy_portresi

Türk Hukuk Kurumu‘nun kurucusu ve uzun yıllar (40 yıl!) başkanlığını yaparak gerçekten kurumlaştırdığı bu seçkin derneğin saygın “babası”!

1961 Anayasası’nın bilim kurulu başkanı..

1950’ler ortasında, DP iktidarında Türkiye petrollerinin ulusal kalması ve korunması için her şeyini ortaya koyan çetin hukukçu..

Kardeşi Prof. Dr. Muzaffer Aksoy. İstanbul Tıp Fakültesinin uluslararası ünlü Hematoloji (Kan hastalıkları) hocası.. Bizim tıbbiyeden hocamız ve sonra -lütuflarıyla- dostumuz.. Ayakkabı işleklerinde (atelyelerinde) Benzen’in lösemi / aplastik anemi yaptığını kanıtlayan ve Uluslararası İş Sağlığı-Meslek Hastalıkları Bernardino Ramazzini Ödülü sahibi, alçakgönüllü eşsiz  hekim ve bilim insanı..
Amerikan Anayasa Mahkemesinde, ABD işçi sendikalarının bilim tanığı..

2 kardeş ülkemize ve insanlığa değerbiçilmez katkılar sundular.
İkisi da ATATÜRK AŞIĞI ve EVLADI idiler..

Çünlü ATATÜRK CUMHURİYETİ’nin ürünü olduklarının bilince idiler..
Atatürk Cumhuriyeti kurulmasa idi bu konumlara erişmeleri söz konusu olabilir miydi?

70 yaşını geçmiş bir insanı evinin önünde ensesine 2 kurşun sıkarak arkadan vurmak ne anlama gelmektedir ?!

Türkiye Cumhuriyeti bir çadır beyliği midir ki;
kendi ülkesinde, yurttaşının can güvenliğini sağlayamamakta ve aradan çeyrek yüzyıl zaman geçmesine karşın Uğur Mumcu ve Muammer Aksoy.. vd. cinayetleri aydınlat(a)mamaktadır?

31 Ocak 1990 ve de 31 Ocak 2014.. 24. yılı bitirdik.
Yuh olsun,,

  • Yazıklar olsun devletin yetkili makamlarında oturanlara ve
    24 yıldır cinayeti aydınlatmayanlara.. !

2 seçenek vardır bu sorunun yanıtı için :

1. Ülkenizin olağanüstü zaafiyetini kabul eder, paşa paşa “çatlarsınız”;

2. Ülkenizin bu cinayetlerde derin uzantıları ile parmağının olduğunu kabul eder,
her şeyinizle isyan eder; çıldırırsınız..

Her 2 durum da kabul edilemez..

“İnsanlık onuru işkenceyi yenecek..” diye haykırdık yıllarca..

İnsan aklı karanlığı yırtacak, özgürlükçü demokrasiyi er ya da geç kuracak..

Katiller ve ortakları en azından tarihe, uygar insanlığın vicdanına hesap verecek
ve mahkum edilecekler.

Muammer_Aksoy'dan_uyari

Tüm bunlar Türk Ulusu’nun Devrim İktidarında olacak..

Örn. Devrimci Türkiye ivedi işlerden biri olarak NATO’dan çıkacak;
kontrgerilla – gladyo örümceklerini yurt dışına sürecek ve işleyeni bilinen (faili meçhul!?) cinayatleri hem durduracak hem hepsini aydınlatıp yargıda hesabını soracak..

(Yazının pdf formatı : Muammer_Aksoy_cinayeti_karanlikta_ceyrek_yuzyil)

Sevgi ve saygı ile.
31.1.14, Ankara

Dr. Ahmet Saltık
www.ahmetsaltik.net

===========================

Muammer Aksoy cinayeti 24üncü;
Uğur Mumcu cinayeti 21. yılında zaman aşımına sokuldu!

Adalet ve Kalkınma Partisi” ymiş…

Breh breh breh…

Adaletinizi mi sevsinler; zulümlerinizi mi?

Kalkınma masallarınızı mı; ülkeyi borca boğan balonlarınızı mı ?
Yatak odasında 1,8 m adam boyunda 6-7 çelik kasa dolusu Dolarlarınızı mı ??
Ve bu paranın İmam Hatip Lisesi yapmak üzere bağış olduğunu savlayan yüzü kızarmaz yalancılarınızı mı?? Bu “bağış” (!) neden TL değil ve yasal olarak açılmış
bir hesapta değil?

Hangisini ve nerenizi??

12. yılı iktidarınızın..

Madımak kurbanlarının avukatlarını Bakan yaptınız,
dava zaman aşımına girdi..

Uğur Mumcu cinayeti de öyle..
20 yıllık zaman aşımı süresi doldu, doldurdunuz..!
Aksoy cinayetinde de.. Ama yalnızca şimdilik..
Belki bir süre daha..

TBMM’yi -ve de Çankaya’yı- noter gibi kullanan iktidarınız
neden kılını kıpırdatmaz??
Çankaya neden Devlet Denetleme Kurulu’nu devreye sokmaz ??

Devr-i iktidarınızdaki yüzlerce faili meçhul (gerçekte işleyeni bilinip saklanan!) cinayetlerin dökümünü CHP İstanbul Milletvekili Sezgin Tanrıkulu geçen yıl açıkladı.

  • Sizi Yüce Allah bile bağışlayamayacak ey sorumlu AKP’liler..
  • Sizleri de; bile bile susan ve desteğini sürdüren suç ortaklarını da..

****************

Dostlar,

Yüreğimiz yanık,

Uğur Mumcu için epey konferans verdik. Bunlardan birinin power point yansılarını
size sunuyoruz. Lütfen erişkeyi (linki) tıklar mısınız ??
Çok kapsamlı ve belgesel bir çalışma.. 200’e yakın dolu dolu yansı içeriyor.
Sitemize 7+ MB büyüklükte dosya koyamadığımızdan, zorunlu olarak 2 dosyaya böldük.

Arşivlemenizi, paylaşmanızı öneririz..

1_UGUR_MUMCU’yu_Anma_ve_Gunumuz_Sorunlari_24.1.2009

2_UGUR_MUMCU’yu_Anma_ve_Gunumuz_Sorunlari_24.1.2009

Bir de, Selda Bağcan’ın içimizi dağlayan sesi ile UĞURLAR OLSUN’u dinlemek ister misiniz??

01-UGURLAR OLSUN

Sevgi ve saygı ile.
24.1.14, Ankara

Dr. Ahmet Saltık
www.ahmetsaltik.net

Suriye’den Vahşet Resimlerinin Düşündürdükleri


Dostlar,

Deneyimli diplomat Sn. Onur Öymen‘in, Suriye’de kaynatılmak istenen
cadı kazanlarına ilişkin yorumu aşağıda.. Bizim R.T. Erdoğan da maşallah
1 numaralı insan hakları savunucusu kesildi başımıza.. 12. yılına giren iktidarlarında, işleyeni bilinen cinayetlerden hangisini aydınlattılar?

21. Adalet ve Demokrasi haftası sona yaklaşıyor. Bu bağlamda 3 şehitin katilerinin bulunması için atılan tek bir somut adım ve daha önemlisi ilerleme, ipucu, kanıt var mı?? 24-28 Ocak 2014 arası 5 günde byu toplum ADALET ve DEMOKRASİ arayışını çeşitli etkinliklerle haykırıyor adeta.. Adının ilk sözcüğü “Adalet” olan iktidar partisi hangi anlamlı katkıyı koydu bu çırpınışlara?

Uğur Mumcu 24 Ocak 1993’te,

Diyarbakır Emniyet Müdürü Ali Gaffar Okkan 24 Ocak 2001’de

ADD Kurucu Genel Başkanı Prof. Dr. Muammer Aksoy
31 Ocak 1990’da alçakça öldürüldüler..

Halk, gerçekte kendisine dönük bu saldırıları unutmadı..

Mumcu da “UNUTMA BİZİ!” demiyor muydu??

Devrim şehitlerinin mezarlarında güller açıyor..
Öyle istemişti Uğur Mumcu…

Suriye Dışıişleri Bakanı, Cenevre görüşmelerinde bizimkilerin
(Erdoğan – Davutoğlu) ağzının payını verdi..
Daha önce de yazmıştık, ne yaparsanız yapın, ancak sınırlı ve az eğitimli
iç kamuoyunu bir süre daha aldatabilirsiniz.. Dünya sersem sepelek de
bir tek Erdoğan – Davutoğlu ikilisi mi kaldı “akıllı” (!) ??

Korkumuz Türkiye’nin BM tarafından “terörist ülke” ilan edilmesi
ve zaten ekonomik bunalımda kıvranırken bir de bu suçlama yüzünden
çok yönlü ağır bedeller ödemesidir.. Ambargolar vb..
Tabii bu sonuç aynı zamanda Erdoğan – Davutoğlu ikilisinin de
Uluslararası Ceza Mahkemesinde yargılanması anlamına da gelebilir..

Türkiye’ye çok yazık oluyor, çok..
Emperyalizmin Suriye’deki kanlı oyunlarını kıraldan çok sahiplenmek ve gene de sümklü mendil gibi bir kenara atılmak.. Bu olası sonuçları öngörememek için herhalde Stratejik derinlik kitapları yazmış olmak, uluslararası ilişkiler profesörü falan.. olmak gerekiyor..

Sevgi ve saygı ile.
28 Ocak 2014, Ankara

Dr. Ahmet Saltık
www.ahmetsaltik.net

============================================

Suriye’den Vahşet Fotoğraflarının Düşündürdükleri

Portresi_gulumseyen

 

Onur ÖYMEN

 

 

 

Dün akşam televizyonlarda yayınlanan ve Suriye’de işkence sonucu öldürüldüğü söylenilen insanlara ait fotoğraflar insanlık adına utanç verici bir tabloyu gözler önüne serdi.

“On binlerce insanın nasıl vahşice öldürüldüğünü tüm dünya gördü” diyen Erdoğan,

“150 bin kişinin ölmesine seyrici mi kalacağız?” diye sordu.

Gerçekten bu vahşet tablosunun karşısında sessiz kalmamak gerek.
Ancak kafalardaki soruları da yanıtlamak gerekiyor. Bu fotoğrafların
Cenevre gmrüşmelerinden iki gün önce ve Esad’ın yeniden Cumhurbaşlanlığına aday olabileceğini açıklamasından hemen sonra yayınlanması son zamanlardaki moda deyimiyle anlamlı değil midir? İddia doğruysa, Esad’ın ehveni şer olduğunu söyleyen Sayın Davutoğlu bu işe ne diyecek? Ancak acele hüküm vermeden dünya televizyonlarında yayınlanan kimi bilgileri de dikkate almak gerekiyor.

Dün akşamki CNN yayınında Christian Amanpour, Uluslararası Ceza Mahkemesi’nin savcılarıyla bir adli tıp uzmanını konuşturdu. Hepsi bu cinayetleri Esad yönetiminin işlettiği konusunda görüş birliği içinde. Ancak kim ayrıntılar da ortaya çıktı. Fotoğrafları çeken “Sezar” kod adlı kişi, Suriye ordusunda görevliyken bir süre önce silahlı karşıtların safına geçmiş. Bu insanların nerede kimler tarafından işkenceye maruz kaldıklarını ve öldürüldüklerini görmemiş. Kimliklerini de bilmiyor. Ancak bu cesetlerin devlete ait bir merkeze getirildiğini
ve kendisinin de orada bunları görüntülediğini söylemiş. Amanpour, bu iddianın incelenmesi işini kimin finanse ettiğini sordu. Yanıt: Katar Hükümeti.

Peki, silahlı karşıtların işledikleri insanlık dışı cinayetlerle ilgili olarak medyalarda pek çok fotoğraf ve video yayınlandı. Onların da araştırılıp araştırılmadığını sordu mu? Hayır sormadı.

Suriye’de Kimyasal silahların kullanılması sonucunda binden çok insanın öldüğüne ilişkin savlar ortaya atıldığında da kimi uzmanlar bunun Esad yönetiminin işi olduğunu söylemişlerdi. Bu yüzdenen neredeyse ABD Suriye’ye silahlı müdahalede bulunacaktı. Rusya’nın diplomatik girişimi sonucunda
bu önlendi ve kimyasal silahların imhası konusunda Suriye Hükümetiyle uzlaşmaya varıldı. Ancak karşıtların da kimyasal silah kullandığı yolunda k,m, Birleşmiş Milletler yetkililerinin billdirimlerine itibar eden olmadı.

Dünya kamuoyunu galeyana getirebilecek ve siyasal sonuçlar da doğurabilecek bu gibi savların mutlaka birkaç kaynaktan doğrulanması ve yansız kişilerce irdelenmesi gerekiyor.

Bence Türkiye’nin dile getirmesi gereken tutum şu olmalı:

  • Kime, nerede, kimin tarafından ve hangi gerekçeyle yapılmış olursa olsun; bütün şiddet hareketlerini, işkenceyi, yargısız infazları kınıyoruz.
  • Bunu yapanların belirlenerek cezalandırılması gerektiğine inanıyoruz.
  • Suriye sorununun da daha çok kan dökülmeden, yabancı silahlı unsurların saldırılarıyla değil, Suriye halkının özgür iradesiyle çözümlenmesini bekliyoruz ve
  • Suriye’nin, toprak bütünlüğünü koruyarak en kısa zamanda laik ve demokratik bir ülke durumuna gelmesi için yapılacak bütün çalışmaları destekleyeceğiz.

Bence Türkiye’ye yakışan, halkın nefret duygularını büsbütün galeyana getirmek değil, her türlü şiddeti kınayarak barışçı bir çözüm arayışının yanında durmaktır.

(Not : Sayın Öymen’in hoşgörüsüyle, yazıdaki “resim” sözcüklerini, başlık dışında “fotoğraf” olarak değiştirdik.. Çünkü elimizdekiler “fotooğraf”, onlar “resim” değil.. A.S.)

Güle Güle aziiiiz Alpaslan Işıklı…


Dostlar
,

Aziiiiiiiz Alpaslan Işıklı hoca; koca Mülkiye’li bu gün, 17 Temmuz 2013 günü Kocatepe Camisinde öğlen namazının ardından Karşıyaka gömütlüğünde sonsuzluğa uğurlandı.

cenaze_toreni_17.7.13

 

cenazesinde

 

 

 

 

Dogu_Perincek'in_yazisi

Doğu Perinçek yazdı :

Prof. Dr. Alparslan Işıklı Devrimci geleneğin güvenilir aydını

Demek ki 51 yıl olmuş.

Prof. Dr. Alparslan Işıklı’yı 1962 yılından beri tanıyorum.
Yarım yüzyılın yoğunlaştırdığı duygularla yazıyorum bu satırları.

Kızılay’da İzmir Caddesi’nin başında Birleşmiş Milletler Türk Derneği’nin merkezi vardı. Başında, emekçi sınıflarımıza o gün devrim sayılacak iş kanunlarını hazırlayan
27 Mayıs’ın Çalışma Bakanı Prof. Dr. Cahit Talas bulunuyordu; son yıllarında
İşçi Partimize üye oldu. Alparslan Işıklı, Cahit Talas Hocamızın Siyasal Bilgiler Fakültesi’ndeki Çalışma Ekonomisi kürsüsünde asistan olarak henüz göreve başlamıştı. Birleşmiş Milletler Türk Derneği’nde o sıra Başkan olan Hocamıza yardımcı oluyordu. Derneğin merkezi, bizlerin de karargâhıydı. Uğur Mumcu, Adil Özkol, sonra Amasya milletvekilliği yapan Orhan Kayıhan, halen Trabzon’da avukatlık yapan Taylan Üner; Alparslan Işıklı ile birlikte orada buluşur; konuşurduk. Hepimizi 27 Mayıs ateşlemişti. Türk Devrim geleneğinin beslediği gençlerdik. Kimimiz CHP’li,
kimimiz Türkiye İşçi Partiliydik. Ama devrimcilikte birlikteydik. Bugün olduğu gibi.

Devrimci geleneğin aydını

Alparslan Işıklı’nın kişiliğini, bilim adamlığını, mücadelesini belirleyen birinci etken,
işte o devrimci gelenektir. Namık Kemallerden, Mustafa Kemallerden gelen
o büyük birikimden filizlenmiştir. O köklere sımsıkı sarılmış, o köklerden beslenmiştir. Alparslan Işıklı kökten sağlam, kökten güvenilirdi.

Devrimci birikime bağlanmak bir aydının sigortasıdır. Çünkü devrim yaşanmıştır; pratiktir; tarihin maddesidir; ideolojinin güvencesidir. İşte o nedenle Alparslan Işıklı’nın yarım yüzyıla yaklaşan bilim ve mücadele hayatında dosdoğru bir çizgi görülür; yalpalamalar, eğilmeler, bükülmeler yoktur. Prof. Dr. Cahit Talas Hocamız, çok yerinde bir seçim yapmıştır, Türkiye’mizin bilim hayatına çok değerli bir bilim emekçisi kazandırmıştır.

Kemalizmin sosyalizmle açılan ufkundaki devrimci

Prof. Dr. Alparslan Işıklı’nın bir devrimci aydın olarak sağlam duruşunu tanımlamak gerekirse, Kemalist Devrimin sosyalizme açılan ufkunda konumlanmış olmasına vurgu yapmak yerinde olur. Bu mevzi, Türkiye’nin devrim mevzisidir. Tarihsel olarak bulunduğumuz yerdir. Her devrimcinin ayaklarını basabileceği biricik zemindir. Işıklı’dan alacağımız en kalıcı ışık, işte o doğru mevzide bulunmasıdır. Özlemleri, sınıfsız bir dünyadadır. Ayakları, toplumun bulunduğu yerdedir. Kökleri, milletinin tarihsel birikimindedir.

Işıklı, Türkiye’mizde sosyalizm amaçlı mücadeleyi hep millî tarihsel kaynaklardan beslenerek yürütmüştür. Bu açıdan biricik gerçekçi, bilimsel ve başarıya ulaşacak çizgiye yerleşmiştir. Milletinden ipini koparmış, vatansızlaşmış başıbozuk entellerle çetin mücadelelerden geçerek, millî inkârcı cereyanları göğüsleye göğüsleye bugünlere gelmiştir. Artık onu göremeyeceğiz, onunla buluşamayacağız, görüşemeyeceğiz, ama o bizimle tarihin içinden yarınlara yürümektedir.

Emekçilerin ve kamunun aydını

Bu sağlam ideolojik tavır, hiç kuşkusuz Alparslan Işıklı’nın dürüst ve sade hayatıyla da bağlantılıdır. Namusludur. Mutluluk kaynaklarını, bir devrimci aydına yakışan boyutlarda tanımlamıştır. Özel çıkarcılığın kışkırttığı bireyci yaşama hiç yüz vermemiş; geleceğini emekçi halkıyla, milletiyle paylaşan bir aydın yaşamından mutluluk duymuştur.

Nefes almak, Onun için emekçiler için var olmaktır, millet için ter dökmektir. O, emekli olmayan emekçi aydınlardandır. Çünkü yaşamayı, mücadele etmekle, çalışmakla tanımlamıştır.

Türkiye’mizin emperyalizmle hesaplaşmaya girdiği bugünkü tarihsel koşullarda, O yine Kemalist Devrimi tamamlama ve emekçilerimizin özlemlerine yanıt veren bir devlet ve toplum kurma mücadelesinin ön cephesindeki sağlam duruşuyla, güvenilir çizgisiyle, çalışkanlığıyla gelecek kuşaklara ışık vermeye devam edecektir.

Haziran mutluluğundaki paylaşmacı

Alparslan Işıklı, Türkiye halkına hep güvenmiştir. Türk milletinin büyüklüğünün bilincinde olan bilim adamıdır. Bu milletin ABD ve AB emperyalistlerine eninde sonunda isyan edeceğini bilen ve yüreğinde duyan az sayıda aydınlarımızdandı. Bunu Cezaevinde ziyarete geldiği zaman da konuştuk. Şule’yi sık sık arar, gelişmelerle ilgili görüş ve önerilerini anlatırdı. Ondan haber almak mutluluktu. Her zaman iyimserdi. Umutları, gerçekçiliğinden besleniyordu. Haziran İsyanından sonra haberleşemedik, Seferihisar’a gitmişti. Ama biliyorum. Türkiyemizin en mutlu insanlarından biri olarak hayata gözlerini yumdu. Özlemleri gerçek oluyordu.

Milletimizin her devrimci başarısında unutulmayanlarımız arasında
artık Alparslan Işıklı da bulunuyor.

AYDINLIK (17.7.13)

Son Güncelleme: Perşembe, 18 Temmuz 2013 22:04

===================================================

Uğurlar ola yiğidim,
Uğurlar ola işçinin – emekçinin dostu bilim emekçisi Prof. Alparslan IŞIKLI!

Sevgi ve saygı ile.
17.7.13, Ankara

Dr. Ahmet Saltık
www.ahmetsaltik.net

27 Mayıs 1960 Devrimi 53 Yaşında!



27 Mayıs 1960 Devrimi 53 Yaşında!
[1]


Dr. Ahmet SALTIK
Ankara Üniv. Tıp Fak.
ADD Bilim-Danışma Kurulu Yazmanı
www.ahmetsaltik.net

“Ulusun geleceğine yalnız ve ancak ulus egemen olacaktır.
Ulusu temsil eden ulusal irade ulus adına sınırlı ve
belirli bir zaman için manevi kişiliğini de belirten
Millet Meclisi de en sonunda ulusça yenilenmekle karşı karşıyadır.
Özde olan ulustur.
Egemenlik onun olduğu gibi, yönetim hakkı da onundur.”
(1923, Eskişehir – İzmit konuşması)

Gazi Mustafa Kemal ATATÜRK

27 Mayıs Devrimi‘nin ülkemize en büyük armağanı, öncelikle insanlarımızın Vatan / Millet cephesi diye acımasızca yapay düşman kamplara ayrılmasının durdurulmasıdır. Radyolardan saatlerce, tek başına iktidarda olan DP’nin (Demokrat Parti) kurduğu “Cephe”ye katılan yurttaşlar  sayılmıştır.

Ayrıca ekonomik olarak DP iktidarının bir enkaz bıraktığı da belgelidir. Cumhurbaşkanı İsmet İnönü, 14 Mayıs 1950 seçimini DP’nin kazanması üzerine Cumhurbaşkanlığı’nı DP Milletvekili Mahmut Celal Bayar’a devrederken bıraktığı yaklaşık ikiyüz ton altın, Hazine eliyle teslim alınmıştır. Menderes, kötü ekonomi yönetimi ile ülkemizi, hovardaca,  tarihinin en ağır ve en yüz kızartıcı akçal (mali) bunalımına sürüklemiştir.

Temmuz 1958’de dış borç taksitini ödeyemeyince, beş yüz milyon doları aşan “destek” (gerçekte yeni borç!) için Hazine’deki altın rezervleri Londra Merkez Bankası’na götürülerek rehin verilmiştir. Bu altın kolilerini, Türk Hava Kuvvetleri subayları, yüklerinin ne olduğunu bilmeden taşımışlardır.

3 hafta önce 01 Mayıs 2013 günü 88 yaşında yitirdiğimiz Em. Hv. Plt. Kr. Alb. ve eski Halkçı Parti İstanbul Milletvekili (TBMM 17. Dönem; 1983-87) Hüseyin Avni Güler‘in anlatımlarının ses kayıtları arşivimizdedir. Ayrıca ADD web sitesinde kendisi ile yapılan ve yayımlanan söyleşi.. (28.5.2012)

Bunlara ek olarak; IMF, DP’nin 500 milyon dolara yaklaşan borçlarının konsolidasyonu (bir süre ötelenerek yeniden yapılandırılması, taksitlendirilmesi) için çok yüksek oranlı devalüasyon dayatmıştır. 2.80 TL olan 1 $, 9.025 TL’ye yükseltilerek Türk parası % 322 oranında vahşice değersizleştirilmiştir! DP İktidarı bu politikaları ile her mahallede1 yandaş milyoner yaratma saçmalığı (irrasyonelliği) içinde olmuş, akıl dışı sömürgen ekonomi politikaları ile ülkemizi
uluslararası iflasa (moratoryum) sürükleyerek ulusal onurumuzu ayaklar altına düşürmüştür.

Mali faturayı gene yoksul halk kitleleri daha da yoksullaşarak ödemiştir. Gelir dağılımı iyice adaletsizleştirilmiştir. Gariban halkımız, o mahalle milyonerinin kendisi olabileceği (?) yanılsamasına düşürülmüştür. İktidar yandaşlarından mahalle milyonerleri türetilirken de yığınlar acımasızca yoksullaştırılmıştır.
Bu politikanın iktisadi mantığının savunulabilir yanı var mıdır?
Ülkeye net ve yeterli yeni kaynak girmeden “her mahallede” (iktidarın yerel örgüt başkanları!) “nedensiz varsıllaşma” (sebepsiz iktisap!) ile nasıl birer milyoner yaratılabilirdi ki ??

*****

27 Mayıs Devrimi’nin insanımıza en güzel armağanı ise 1961 Anayasasıdır

Bu Anayasa, dünya genelinde en ilerici ve demokrat anayasalardan biridir. Ülkemiz hızlı bir özgürleşme sürecine bu anayasal iklimle girmiştir. Nitekim 12 Mart 1971 gerici darbesinin gerekçelerinden biri, 12 Mart Muhtırası’na imza koyan dönemin Genelkurmay Başkanı Org. Memduh Tağmaç‘a göre,

  • “..bu anayasanın ülkemize bol gediği.. sosyal ve politik uyanışın ekonomik gelişmeyi aştığı..” yönündedir.

Oysa 1961 Anayasası Türk siyasal sistemine çok ciddi kurumlar ve araçlar kazandırmıştır :

– Anayasa Mahkemesi,
– Cumhuriyet Senatosu (Çift Meclis; 450 üyeli Millet Meclisi + 150 üyeli Senato),
– Devlet Planlama Teşkilatı (DPT),
– Yüksek Hakimler Kurulu,
– Kredi ve Yurtlar Kurumu,
– Devlet Personel Dairesi,
– Basın İlan Kurumu,
– Türk Standartları Enstitüsü (TSE),
– Milli Güvenlik Kurulu (MGK),
– Ordu Yardımlaşma Kurumu (OYAK),
– Türkiye Bilimsel ve Teknik Araştırma Kurumu (TÜBİTAK),
– İhracatı Geliştirme Etüd Merkezi
– Milli Prodüktivite Merkezi (MPM)..

Bunların dışında;

– Sosyal devlet,
– Emekçilere sendikal haklar, grev ve toplu sözleşme hakkı,
– Yargı bağımsızlığı – yargıç güvencesi,
– Sosyal güvenlik hakkı (1964’te SSK’nın Emekli Sandığı’na ek olarak kurulması..
sonra BAĞ-KUR),
– üniversite özerkliği (1750 sayılı yasa ile 1945’lerin 4936 sayılı yasası daha da ileri
taşınarak),
– Radyo ve televizyon bağımsızlığı,
– Basın – fikir işçileri yasası,
– İdarenin tüm işlem ve eylemlerine yargı denetimi yolunun açılması,
– Seçimlerin temel hükümleri ve seçmen kütükleri yasası : Barajsız, temsil adaleti
sağlayan seçim sistemi olarak Ulusal Artık – Milli Bakiye sistemi..
(TİP bu sayede 15 milletvekili kazandı 1965 seçiminde.. Başbakan Süleyman Demirel
seçim sistemini değiştirdi ve 1968 seçimlerinde öncekine yakın oranda oy alan TİP
ancak 3 vekil çıkarabildi!)
– Seçimlerde yargıç güvencesi ve gizli oy, açık sayı döküm kuralı,
– İlköğretim ve eğitim yasası,
– Ortaöğretimde bilim insanı yetiştirmek için fen liselerinin açılması,
– Sağlık hizmetlerinin sosyalleştirilmesi;
  224 sayılı yasa ile Sağlık Ocaklarının açılması.. (5 Ocak 1961)
 (Anayasa md. 49 ile sağlık hizmetlerinin Devlete ödev, yurttaşa hak olarak
tanımlanması.. Dönemin Sağlık Bakanlığı Müsteşarı ve bu yasanın mimarı
  Prof. Dr. H. Nusret Fişek’e göre bu yasa,
  “ATATÜRK’ün izinde bir Devrim yasasıdır! )

– Gelir vergisi yasası..

gibi birçok yasa çıkartılarak demokratik yaşam sosyal ve hukuk devleti ilkeleriyle bütünleştirilmiştir.

Bu adil temsile dayalı seçim sistemi sayesindedir ki; Türkiye İşçi Partisi 15 milletvekili ile TBMM’de adil temsil edilme olanağı bulmuştur (1965; Mehmet Ali Aybar, Çetin Altan vd.). Daha sonra bu seçim sistemi ile büyük partiler yararına oynanarak temsilde adalet ilkesi çiğnenmiştir. İzleyen seçimlerde TİP, öncekine yakın oy almasına karşılık ancak
3 üyeyi TBMM’ye taşıyabilmiştir (1968).

  • 1961 Anayasası; hukuk dışına çıkarak meşruluğunu yitiren bir iktidara karşı, Türk halkının meşru direnme hakkını kullanarak hükümeti görevden aldığını vurgulayarak başlamaktadır.

İlk 2 maddesini 1924 Anayasasından aynen almıştır. Cumhuriyetimizin 6 temel niteliğini
3. maddesinde saymaktadır. Bunlardan ilki “İnsan haklarına DAYALI” olmaktır. Öbür 5 nitem (sıfat) 82 Anayasasında aynen yinelenmiş, ilk özellikte ise “dayalı” yerine “saygılı” sözcüğü almıştır.

Ulusal Kahraman Yüce Atatürk‘ün en yakın dava ve silah arkadaşı, 2. Cumhurbaşkanı, çok partili yaşama barış içinde geçerek iktidarını altın tepsi içinde DP’ye sunan
İsmet İnönü‘ye yapılan birkaç fiziksel saldırıda DP’nin açık tahrikleri, çanak tutuşu ile Aziz İnönü‘nün ölümden dönmesi, kafasının taşla kırılması (Kayseri, İstanbul Topkapı ve Uşak saldırıları) adı “Demokrat” olan bir partiye yakışır mı? İnönü’nün,
TBMM’deki CHP grubu için savcı-yargıç yetkisiyle donatılmış 15 DP Milletvekilinden Tahkikat Komisyonu kurarak CHP’yi kovuşturup kapatmaya yeltenmesi nasıl açıklanabilir? İşte bardağı taşıran Nisan 1960’taki bu derin aymazlık üzerine
aziz İ. İnönü;

Artık sizi ben bile kurtaramam..
uyarısını yapmış fakat ne yazık ki gene bir işe yaramamıştır..

1932’den beri Türkçe okunan Ezan’ın, iktidar oluşu (14 Mayıs 1950) 16 Haziran 1950’de yeniden Arapçaya döndürülmesi de DP iktidarının karnesinde yazılı
ne yazık ki…

İstanbul Üniversitesi’nde, DP’nin açıkça despotlaşan politikalarını protesto eden gençlerden Turan Emeksiz’in polis kurşunu ile öldürülmesi, İstanbul Üniversitesi Rektörü, engin hukuk bilgini ak saçlı Ord. Prof. Dr. Sıddık Sami Onar’ın yerlerde sürüklenmesinin bağışlanacak yanı var mıdır?

Nihayet Menderes hükümeti, 6-7 Eylül 1955 İstanbul olaylarında Rum kökenli yurttaşlarımıza yönelik vahşi saldırı ve yağmanın da sorumlusudur ve biz tüm bunlardan, hâlâ çok utanmaktayız.

Başbakan Adnan Menderes, Maliye Bakanı Hasan Polatkan ve Dışişleri Bakanı Fatin Rüştü Zorlu’nun her şeye karşın idam edilmemesi yerinde olurdu.
MBK’da (Milli Birlik Komitesi) idamı engelleyecek çoğunluk, ne yazık ki 3 oyla kaçırılmıştır. Yassıada Mahkemesi başkanının belirttiği, yargılamanın idamla sonlanmasının iktidarca istendiği itirafı ve adil yargılama yapılmayışı,
infazın kendisi ve uygulanma biçimi bakımından da acı duyuyor, hâlâ utanıyoruz.
(Mahkeme Başkanı Salim Başol’un :
 “Sizleri buraya tıkan irade böyle istiyor.” itirafı..)

Keşke Alb. Talat Aydemir ve Bnb. Fethi Gürcan da asılmasalardı.. (1962-3)

Keşke, 12 Mart 1971 darbecileri hüneriyle (!) TBMM’de “3’e 3 intikam!” naraları ile Deniz Gezmiş, Yusuf Aslan ve Hüseyin Aslan da 1 tek kişinin canına kıymamış fidanlarımız olarak yaşamlarının baharında darağacına yollanmasalardı!
Ve de keşke 12 Eylül yönetimi 17 yaşındaki Erdal Eren’in yaşını büyüterek
idam cezasını infaz etmese idi..

Uğur Mumcu konuya ilişkin bir yazısını şöyle bağlıyor:

  • “Biz sapına kadar Kemalist ve sapına kadar 27 Mayısçıyız.
    Atatürk’ü ve 27 Mayıs Devrimi’ni savunmak, Devrimci Aydının namus borcudur. Atatürkçü ve 27 Mayısçı olmayan bir devrimciyle alışverişimiz yoktur.”

Sayın Hüseyin Avni Güler’den 2 kritik anı aktarmak isteriz :
(http://ahmetsaltik.net/wp-admin/post.php?post=14248&action=edit&message=1:, 26.5.13)

  • “..Celal Bayar ve Menderes’in milliyetçi, mukaddesatçı ve Müslüman yönetimi tarafından Lübnan’da Müslümanlara değil de Hıristiyanlara Türkiye’den 85 uçak dolusu silah ve cephane götürdüğümüzü..”
  • Gene Celal Bayar – Adnan Menderes yönetiminin, son yıllarının dış ülkelerden kredi (borç!) alınamadığı için, 1950 seçimlerinden sonra İsmet Paşa’nın hazinede biriktirdiği 128 (yüz yirmi sekiz) ton altının çoğunu dışarıya rehin vererek kredi alması meselesi… Bu olayın da Meclis’ten ve Hükümet’ten geçmiş olması gerekir; ancak o günlerin tanığı olanlar ve basında yazıldığını hatırlaması gerekenler bilgi vermediler. Gene yükümüzün ne olduğunu bilmeden Londra’ya 2 (iki) tondan fazla altın götürdüğümüzü ve uçaklar dışında gemilerle, trenle ve tırlarla 100 (yüz) ton kadar altının dış ülkelere rehin gönderildiğini biliyorum. 27 Mayıs’ta Maliye Bakanımız büyük insan Kemal Kurdaş, yaklaşık 96 (doksan altı) ton altını geri getirtti. Sayın Kurdaş, tasarruf bonoları çıkararak memur ve işçilerden alınan paralarla bu görevi başardı.

Görüldüğü gibi tarih hiçbir şeyi unutmuyor, her şey kaydediliyor. Onu çarpıtarak tek yanlı mağdur edebiyatı ile bir yerlere varma olanağı yoktur. İnsanların ülke yönetiminde kişisel hırslarını mutlaka dizginlemesi ve emeğin hukukunun (egemenlerin değil!) üstünlüğüne bağlı kalmaları beklenir.

Başta “Cemal Aga” nam Cumhurbaşkanı Cemal Gürsel olmak üzere;
27 Mayıs 1960 Devrimi’ni ve kazanımlarını Ulusumuza armağan eden
Türk Ordusu’nun genç Harbiyelilerini şükranla selamlarız.

Büyük ATATÜRK gene yolumuzu aydınlatıyor :

  • “Özgür olmayan bir ülkede ölüm ve yok olma vardır. 
    Her ilerlemenin ve kurtuluşun anası özgürlüktür.”

12 Eylül 1980 yönetiminin kaldırdığı

HÜRRİYET ve ANAYASA BAYRAMIMIZ KUTLU OLSUN!

27 Mayıs kutlu olsun

 

 

 

 

 

 

 

Sevgi ve saygı ile.
26.5.2013, Ankara

Dr. Ahmet Saltık
www.ahmetsaltik.net


[1] http://ahmetsaltik.net/wp-admin/post.php?post=14248&action=edit&message=1 adresinde yayımlanan (26.5.13) “Hüseyin Avni Güler’in Saygın Anısına :
27 Mayıs Devrimi’ne neden ve nasıl katıldım?”
başlıklı yazımıza da bakılması..

Reyhanlı-Washington Hattında Yaşanan Siyasal Sefalet


Dostlar
,

YURT Gazetesi yazarlarından Sayın Merdan Yanardağ, son derece namusulu ve derin birikimi olan bir yazar. Haftanın yorumu yazısını paylaşmak istiyoruz.
Çok öğretici ve düşündürücü bir kaynak yazı olarak okunmalı ve üzerinde düşünülmeli. Rahmetli Uğur Mumcu geleneğine uygıun “araştırmacı gazetecilik” çizgisi
Sn. Yanardağ’da egemen.

  • Reyhanlı-Washington Hattında Yaşanan Siyasal Sefalet

Sevgi ve saygı ile.
25.5.2013, Ankara

Dr. Ahmet Saltık
www.ahmetsaltik.net

=========================================

Reyhanlı-Washington Hattında Yaşanan Siyasal Sefalet

Merdan YANARDAĞ

Reyhanlı saldırısının Türkiye’nin Suriye’ye doğrudan askeri müdahalede bulunmasını isteyen güçlerin düzenlediği bir provokasyon olduğundan hiç kuşkumun olmadığını daha önce de yazdım. Olayların akışı, elimize ulaşan bilgiler, Ortadoğu ve Suriye haberleri konusunda uzman olan arkadaşımız Ömer Ödemiş’in bölgeden gönderdiği haberler, bu analizi (çözümlemeyi) yeniden ve yeniden doğruladı. Bu gerçeği görmek için yüksek bir analiz yeteneğine sahip olmak gerekmiyordu. Biraz analitik düşünmek, bilimsel kuşkuculuğa sahip olmak ve eleştirel aklı devreye sokmak yetiyordu.

Ancak böyle olmadı; yandaş, muhafazakâr ve iktidar yanaşması holding medyası tam anlamıyla bir bilgi kirliliği yarattı. Gerçeğin ve olguların üzerini örttü. İktidarın açıklamalarını doğrulayacak haber yapmak için adeta bir biriyle yarıştı. Ortada gerçek bir rezalet ve gazetecilik sefaleti vardı.

Oysa Reyhanlı katliamının siyasal sorumlusu AKP iktidarıydı. Bu nedenle suçüstü yakalanan hükümet büyük bir telaşla gerçeklerin üstünü örtmeye çalıştı. Bir yandan Reyhanlı için yayın yasağı koyarken, öbür yandan da 30 yıldır hiçbir faaliyetinin bulunmadığı ve dağıldığı Emniyet raporlarıyla sabit olan  Marksist sol bir örgütü, 24 saat içinde saldırıların faili ilan etti. Ancak iki gün içinde anlaşıldı ki, asıl “Acilci” olan AKP Hükümeti’ydi.

Çünkü Emniyet ve MİT’ten gelen açıklamalar, Reyhanlı katliamının THKP-C Acilciler örgütüyle hiçbir ilgisinin olmadığını, bu örgütün artık faaliyette bulunmadığını ve dağıldığını bir kez daha teyit ediyordu.

Bu pis oyunu YURT Gazetesi bozdu. Yayın yasağı ile hükümetin suçunu örtmeye çalıştığı, haberin ve bilginin karartıldığı bir dönemde YURT, gerçeğin sesi oldu.  Reyhanlı’yı kana bulayan güçlerin siyasal İslamcılar, küresel cihatçı teröristler ve ortaçağ artığı Selefiler olduğunu ortaya çıkardı. İsrail’in MOSSAD’ı gibi istihbarat örgütlerinin rollerine işaret etti ve nedenlerini açıkladı.

***

Dolayısıyla AKP Hükümeti’nin hem Suriye hem de Reyhanlı fiyaskosu büyüyor.

İki yıldır beklediği ABD gezisine çıkan ve  ABD Başkanı Barack Obama ile Beyaz Saray’da toplam 5,5 saat görüşen Başbakan Tayyip Erdoğan, büyük bir hayal kırıklığı ile dönüyor. Çünkü Beyaz Saray’da AKP heyetine tam bir ‘Suriye ayarı’ verildi.

Ganimetten pay kapma açgözlülüğü ve kendisini iktidara taşıyan efendisine diyetini ödeme gayretiyle Suriye’de kirli savaşı bütün gücüyle destekleyen AKP, tam bir dış politika iflası yaşıyor. Çünkü Obama yönetimi, Suriye’ye doğrudan bir askeri müdahale yapılamayacağını görmüş ve bu niyetinden vazgeçmiş durumda.  Ancak, imam hatip tedrisatıyla malûl olan AKP Hükümeti ve onun Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu bu değişimi hiçbir zaman kavrayamadı. Bu nedenle Başbakan Erdoğan, “Batı bizi yalnız bıraktı.” diye sızlanmaya başladı.

Beyaz Saray’da ortak basın toplantısı yapan Obama ve Erdoğan fotoğrafı görülmeye değerdi. ABD televizyonları Erdoğan konuşurken kendi olağan yayın akışlarına dönüyorlar, Obama’yı ise canlı yayınlıyorlardı. Kimsenin Erdoğan’ı ve taşeron hükümetini “iplediği” yoktu.

Obama konuşmasında Suriye’ye bir askeri müdahale seçeneğinden söz etmediği gibi,

“Elimizde sihirli bir formül yok” diyordu. Yanında MİT Müsteşarı Hakan Fidan’ı götürerek
Suriye’de Esad yönetiminin kimyasal silah kullandığını kanıtlamaya çalışan Erdoğan’a Obama, “Bu bilgi kesin değil, araştırmalarımız sürüyor.” diye yanıt veriyordu.

Erdoğan’ın daha önce “İpe un sermek” dediği, Cenevre’de Rusya’nın inisiyatifiyle düzenlenecek Suriye görüşmelerine de “evet” diyordu. Cenevre’de Rusya ile görüşmeleri sürdüreceklerini de belirten ABD Başkanı şöyle devam ediyordu :

“Bunun yerine yapacağımız şey, uluslararası baskıyı artırmak, muhalefeti güçlendirmektir.”

Tablo açıktı; AKP’nin de bir parçası olduğu küresel gerici koalisyon ve emperyalist kuşatma yenilgiye uğramıştı. ABD yeni duruma uygun bir politika oluşturuyordu.
Tablo böyle olduğu halde, yandaş Türk basınının tutumu yine utanç vericiydi. Bazı gazetelere ve televizyonlara bakılırsa, ABD ve müttefikleri neredeyse bu hafta sonu Suriye’ye gireceklerdi.

BEYAZ ADAM ve UŞAKLARI

Türkiye’de 1. Cumhuriyet’in tasfiye edilmesi ve bir ılımlı İslam rejiminin kurulması, entelektüel düzeyde Müslüman toplumlardaki Batı tipi modernleşme girişimlerinin başarısızlıkla sonuçlandığı varsayımına dayandırılıyor.

Amerikan dış politikasına yön veren yeni muhafazakâr ekip, laik ve cumhuriyetçi Türkiye’nin İslam dünyasını etkileyemeyecek kadar ondan uzaklaştığını düşünüyordu. Dolayısıyla Müslüman toplumlara bir model oluşturabilmek için “İslamla demokrasiyi birleştirecek” bir ılımlı İslam ülkesi yaratmak gerektiği tezini de sıkça işliyorlardı.

New York Times Gazetesi’nin uzun süre Türkiye ve Ortadoğu muhabirliğini yapan Stephen Kinzer, Türkiye’nin neden bir ılımlı İslam ülkesi olması gerektiğini şöyle anlatıyor:

  • “Türkiye’nin modern tarihinin büyük bir bölümünde Müslüman dünya onu bir dönek olarak görmüştü. Atatürk’ün reformları Türkiye’yi İslam’ın o kadar uzağına taşımıştı ki, dinsel meşruiyeti kaybolmuş gibi göründü. Bunun yanı sıra Washington’un uşağı gibi algılanmış ve birçok Müslümanın nefretle karşıladığı Amerikan politikalarını benimsiyor diye damgalanmıştı. … Günümüzde bu itirazlar Türkiye için geçerliliğini yitirmiştir. Dindar Müslümanlar tarafından yönetilmektedir ve kendi dış politikası vardır. (…) Türkiye yeni arzusuna karşı hemen hiç direnişle karşılaşmadı. Sadece kendisinden istendiğinde müdahale ederek ve geniş yelpazedeki hükümetlerle ve hiziplerle iyi ilişkiler kurarak başka hiçbir ülkenin oynayamayacağı bir rolü oynamaktadır. (…) Osmanlı geçmişi ona büyük bir tarihi ağırlık vermektedir.”
    (Stephen Kinzer. Türkiye, İran ve Amerika’nın Geleceği, İletişim Yay., Mart 2011 İstanbul, syf. 217)

Kinzer gibi gazeteci ve siyaset yapıcılarının yaklaşımına göre; İslam dünyasına model olacak ve bu dünyaya liderlik yapacak, “Dindar Müslümanların yönettiği” bir Türkiye, ABD’nin uzanamadığı coğrafyalara ve kültürlere erişim yeteneği nedeniyle Washington’un küresel amaçlarına çok daha iyi hizmet edecektir.

Ancak bütün bunların gerçekleşmesi için İslam dünyasından uzaklaşan laik bir cumhuriyet değil, ılımlı da olsa bir İslam devleti olmak gereklidir.

İşte bu nedenle Türkiye’de 1. Cumhuriyet tasfiye edildi.

Yine bu nedenle kurucu ideoloji diyebileceğimiz Kemalizm de Ergenekon soruşturmaları üzerinden bir “suç ideolojisi” haline getirilmek istendi.

***

Bu siyaset planlaması, genel olarak Müslüman ve Arap toplumlarındaki “modernleşme” hamlelerinin başarısızlıkla sonuçlandığı varsayımına dayanır. Modernleşme girişimlerinin yenilgiyle sonuçlanması, burjuva anlamda da olsa demokratik ve laik bir hukuk devleti olma projelerinin de çökmesi anlamına geliyordu. İşte bu nedenle Ortaçağ artığı Körfez Emirliklerine ve Suudi diktatörlüğüne hiç ses çıkarmadıkları halde, Arap dünyasının yarı laik cumhuriyetlerini yıktılar. Batılı ‘beyaz adam’ modernitenin kendisine zemin bulamadığını ileri sürdüğü bu toplumlara büyük bir yalan ve ikiyüzlülükle bir kez daha uygarlık ve demokrasi götürmeye soyundu. İşte BOP ve onun 2. etabı olan “Arap baharı” tam olarak bu anlama gelmektedir.

Amerika’da Ortadoğu ve İslam dünyasına ilişkin konulardaki tartışmasız “bilirkişi” sayılan
Prof. Bernard Lewis şöyle yazıyor:

  • “Neredeyse bütün İslam dünyası yoksulluk ve zulüm koşullarında yaşıyor. Bu sorunların ikisi de dikkatleri özellikle başka yerlere çekmek isteyenler tarafından ABD’ye fatura ediliyor. (…) Müslüman dünyada sadece Batı’yla değil Doğu Asya’nın hızla gelişen ekonomilerine kıyasla, giderek iflas eden ekonomik durum bu hayal kırıklığını körüklüyor.“ (…) Arap ülkeleri Batı türü modernleşme kervanına daha geç bir tarihte katılan Kore, Tayvan ve Singapur gibi ülkelerin de gerisinde kalıyor.”  (Bernard Lewis, İslam’ın Krizi, Çev. Abdullah Yılmaz, Literatür Yay., 2003, İstanbul, syf. 101-102)

Durum böyle olunca, ABD dış politikasına yön veren ideologlara göre, Müslüman toplumlar seküler bir ülke olmak hedefini bir yana bırakmalıdır. Çünkü Müslüman toplumlarda bu yöndeki bütün girişimler başarısızlıkla sonuçlandı. Bu yaklaşıma göre demokrasi ve laiklik gibi kurumlar Batı kültürünün ürünüdür ve ancak orada başarılı olabilirler.

Dolayısıyla, Doğu’da (İslam dünyasında) yumuşatılmış, radikalizm ve Batı düşmanlığından arındırılmış bir İslam anlayışının gelişmesini desteklemek gereklidir. Uygun model budur.İşte AKP, ABD ve Batı ile çatışarak değil, onlarla uzlaşarak iktidar olunabileceğini gören, toplumun dinselleştirilmesinin ancak emperyalizmin çıkarlarıyla uyumlu bir siyasal programla mümkün olabileceğini düşünen siyasal İslamcı kadroların kurduğu bir partidir.

Bu nedenle Necmettin Erbakan’a ihanet ederek O’nun Milli Görüş Hareketi’yle yollarını ayırdılar.

Soğuk Savaş döneminde NATO’nun “Yeşil Kuşak” stratejisinin kurbanı olan
“Modern Türkiye”, ne yazık ki 21. Yüzyılın ilk çeyreğinde de “ılımlı İslam” stratejisine kurban edilmiş görünüyor. (Yurt Gazetesi, 19.05.2013)

Türker Ertürk: BİJİ BRATİ BİJİ CUMHURİYET

 


E. Amiral Türker Ertürk

portresi_gulumseyen

BİJİ BRATİ BİJİ CUMHURİYET

Geçtiğimiz Cumartesi günü Kartal Uğur Mumcu Mahallesinde bulunan Uğur Mumcu Kültür Merkezi’nde düzenlenen Milli Anayasa Forumu’na Prof.Dr. Necla Arat,
Av. Celal Ülgen ve Dr. Serhan Bolluk
 ile beraber konuşmacı olarak katıldık.

Salon ağzına dek dolu, salonu dolduran insanlarımız da heyecan ve duygu yüklüydü. Çoğu yerde karşılaştığım gibi, çoğunluk kadınlarımızdan yanaydı. Bunun iki büyük nedeni vardı. Birincisi kadınlarımız biliyorlardı ki, rejim değişikliği ve getirilmek istenen “bilgi çağı görünümlü ortaçağ karanlığı” en çok onları etkileyecek ve köleleştirecekti.
İkinci neden ise iliklerine dek faşizmin egemen olduğu, muhalif seslerin fişlendiği,
işten atıldığı ve zindanlara tıkıldığı bir ortamda ailelerin ekonomik sorumluluklarını
daha çok yüklenen erkeklerimiz, bu tür faaliyetlere katılım için daha mütereddit oluyorlardı. Bilmeliler ki, korkunun ecele faydası yoktur.

İkinci Dünya Savaşı sırasında bir istatistik çalışması yapmışlar. Çatışmalarda kendi ordusu lehine yeterince katkıyı yapmadan çok kısa süre içinde yaşamını yitirenlerin profilini incelemişler. En dikkat çekici bulunan saptama ise, savaşta yaşamını çok kısa süre içinde yitirenlerin çoğunun evli olduğuymuş. Yapılan değerlendirmede “Beni bekleyenler var, evliyim ve çocuklarım var, çok dikkatli davranmalıyım, yaşamımı riske edecek girişimlerden kaçınmalıyım.“ yaklaşımı içinde olan davranış biçimlerinin daha çok hata yaptırdığı sonucuna varılmış

Sizi bilmem ama bu değerlendirmeye ben yürekten katılıyorum. Sporcu bir geçmişe sahip bir insan olarak deneyimim bana göstermiştir ki, sportif karşılaşmalarda en çok sakatlananlar sakatlanma korkusu içinde yaşayanlardır. Gözünü budaktan sakınmayanların, tekmeye kafa uzatanların daha az sakatladığını gördüm.

AKP Müslüman’dan yana değil!

Milli Anayasa Forumu’nun yapıldığı salonda gözümden kaçmayan başka bir konu,
arka sıralarda bulunan başörtülü ve türbanlı kadınlarımızdı. Bu gerçekten çok hoşuma gitti. Bu kardeşlerimiz bizi dinlemeli ve kararını ondan sonra vermeliydi. Çünkü bilmeliler ki, AKP iktidarı Müslümandan yana değildir. Yalnızca Müslümanlığı kullanarak saltanat, han ve hamam peşindedirler. Bizim ve onların banka hesap dökümlerini,
mal varlıklarını ve son 10 yıllık değişimi inceleyin, takdir sizindir.

Forum’da tüm konuşmacılar yeni anayasanın emperyalist bir proje olduğunun altını çizdi. Bunu anlamak için gerçekten önbilici (kâhin) olmaya ve üstün niteliklere sahip olmaya gerek yok. Yalnızca satılmamış, çıkarlarını emperyalistlerin çıkarları ile örtüştürmemiş onurlu bir insan olun yeter.

Bakınız, Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu Diyarbakır’daki Dicle Üniversitesi’nde verdiği konferansta 

  • “Ulus devletle hesaplaşma vakti geldi, suni çizilmiş sınırlarla,
    ayrıştırılmış ulus devlet tecrübelerinin üzerinden geçen acılı yıllardan sonra, bütün bir bölge bir iç restorasyon arayışı içinde.“
     
    demiş.

Bu sözlerin ifade ettiği plan Davutoğlu’na ait değildir. Bu plan ABD’ye ait olup,
Soğuk Savaş’ın bitiminden başlayarak her düzlemde (platformda) ifade edilmiş ve gerçekleşmesi için mücadele verilmektedir. Davutoğlu, “Stratejik derinlik“ adlı kitabında ABD’nin bu planına uygun olarak kendisi ve temsil ettiği “Siyasal İslam” için görev talep etmiştir.

Davutoğlu‘nun bu kitabında, “Türkiye küresel yeni düzenin çevresinde alt bölgesel düzenleyici olabilir.“ ifadesi bu tetikçiliğin ve emperyalist plan kapsamında
görev yapılacağının entelektüel olarak anlatılmasıdır.

Bu nedenle Davutoğlu’nun bu sözlerine şaşırmamak gerek. Görevini yapıyor ve emperyalist desteğin sürmesine gerek duyulduğunu okyanus ötesine rapor ediyor.

Forum’da bizim yaptığımız konuşmalardan sonra dinleyici olarak katılanlardan isteyenler de söz alıp durum değerlendirmesi yaptılar ve katkılarını ortaya koydular. Bunlardan kimisi kendi adına kimisi de temsil ettikleri kurum veya dernek adına konuştu. Hepsi çok iyiydi ve gerçekten çok yararlandım.

Tunceli’li Gündoğan

Konuşmalardan bir tanesini genç bir kadınımız yaptı. Av. Nihal Gündoğan, Atatürk önderliğinde yapılan Türk Devrimlerini özümsemiş birisi olarak Cumhuriyetimizin kazanımlarının ne olduğunun dersini verdi bizlere. Tunceli’li Gündoğan sözlerini
“Biji brati – biji Cumhuriyet”
 (Yaşasın kardeşlik – yaşasın Cumhuriyet) diye bitirdi. Kendisini kutluyorum.

Çalışmalarım sırasında bana en çok destek verenlerin başında gelen, aynı zamanda arkadaşım ve dostum olan insan; Bingöl’lü ve ana dili Kürtçedir. Ama iliklerine dek, Türk Ulusal kimliğine ve Atatürk’e bağlıdır.

  • Çünkü bizim Türklüğümüz bir ırkın adı değildir.
  • Bizim Türklüğümüzün içinde Kürtlük, Araplık, Çerkezlik, Arnavutluk, Boşnaklık, Tatarlık, Türkmenlik daha bir sürü alt kimlik vardır.
  • BizimTürklüğümüz bulunduğumuz coğrafyada birlikte barış içinde yaşamanın ve emperyalizme yem olmamanın adıdır.

Türk kimliğine düşman olan Anadolu insanına düşmandır.
Bu kimliğe düşman olan emperyalizmin işbirlikçisidir, satılmıştır ve taşerondur.

Bu Meclis, %10 barajlı olarak 4 yıl için yasama yetkisi almış ve üyeleri Anayasa’ya sadakat göstereceklerine ilişkin yemin etmişlerdir.

Bu Meclis, Anayasa’nın değişmez maddelerde vücut bulan kurucu ideolojiyi
oybirliği olsa bile değiştiremez.

Değiştirmeye kalkmak savaş nedenidir.

Meclis meşruiyetini yitirir ve halka direnme hakkı doğar.
Ben yaptım oldu yaklaşımı ile bir yere varılamaz, bu böyle biline.

Ne Mutlu Türküm Diyene

‘BABAM EŞREF BİTLİS’İ ABD ÖLDÜRDÜ’

Dostlar,
Yurtsever Jandarma Genel Komutanımız Şehir Org. Eşref BİTLİS,
oğlu Tarık Bitlis‘in anlatımına göre ve İTÜ Bilirkişi raporlarına göre,
uçağına sabotajla alçakça öldürüldü.
Tarık Bitlis, cinayetten ABD’yi sorumlu tutuyor..
İçimiz acıyor; Türkiye Cumhuriyeti bu onur kırıcı cinayetin üstüne gidemedi..
Ve bu gün cinayet 20. yılını tamamlayarak zaman aşımına girdi..
Türkiye neden böyle zaaf içinde oluyor, ulusal onurumuz inciniyor, gururumuz kırılıyor..
Bu zaman aşımı sorunu yasa ile kaldırılmalı ve iğrenç cinayet aydınlatılmalı..
Yurtsever Jandarma Genel Komutanımız Şehir Org. Eşref BİTLİS‘i şükran ve özlemle anıyoruz..
Esref_Bitlis
Sevgi ve saygıyla.
17.2.13, Ankara
Dr. Ahmet SALTIK
www.ahmetsaltik.net
=========================================
‘BABAM EŞREF BİTLİS’İ ABD ÖLDÜRDÜ’

Zaman aşımının dolmasına günler kala, oğul Bitlis konuştu

Açıklama: ‘BABAM EŞREF BİTLİS’İ ABD ÖLDÜRDÜ’
Orgeneral Eşref Bitlis, MİT’in (SÖZDE) Ümraniye şemasında 2. sıraya yerleştirildi.
Oğlu Tarık Bitlis ise aynı soruşturmada araştırıldı.

Gözaltına alınan çalışma arkadaşlarına Tarık Bitlis’in ilişkileri soruldu.
ABD’li Çekiç Güç’ün PKK’ya desteğini “Kod adı Kale” raporuyla belgeleyen ve
17 Şubat 1993’te uçağına sabotaj düzenlenerek şehit edilen Jandarma Genel Komutanı Orgeneral Eşref Bitlis‘in oğlu Tarık Bitlis’le babasının ölümünün 20. yılında buluştuk.
Tarık Bitlis babasını kaybettiğinde 36 yaşındaydı.
Şimdi ise 56…
Aradan geçen yıllara karşın hiçbir şeyin değişmediğini söyleyen Bitlis “Bugünü karartan bir sistem geçmişi zaten aydınlatamaz.” diyor.

MİT İLGİLENMEDİ BİLE

Bitlis, MİT’in suikaste ilişkin hiçbir yazısı olmadığını ama aynı MİT’in Eşref Bitlis’i (SÖZDE) Ümraniye şemasının ikinci sırasına koyduğunu anlatıyor.
2008’de çevresindeki çalışanların (SÖZDE) Ümraniye soruşturması kapsamında gözaltına alındığını Bitlis ilk kez Aydınlık’a açıklıyor:

“Bir şey bulsalardı beni de Ergenekon için çağıracaklardı”

Tarık Bitlis’in açıklamaları şöyle:
Aydınlık:
Suikaste ilişkin kapsamlı bir araştırma yapılmamasını nasıl değerlendiriyorsunuz?
T.B.:
Bugüne kadar 20 sene boyunca konuyla ilgili 5 kitap yazıldı.
Her kafadan bir ses çıktı.
Ortada bir delil falan yok.
İşin tuhaf yanı bunun suikast olduğu söyleyenler olayı gazeteden okuduklarını söylüyorlar.
Buna Cumhuriyet Savcısı da dahil…
Emniyet ve MİT bu konuyla ilgili tek satır yazı yazmamış.
Arkasından zamanın MİT yetkilisi Mehmet Eymür ‘Benim haberim yok’ diyor.
Bir MİT yetkilisinin böyle bir konudan haberi yoksa adama gülerler.
Gülmüyorlarsa birinin çıkıp 93 yılında MİT’in işlerini sorgulaması lazım.
Bir şeyi araştırmak demek illa ki sonucunu bulmak değildir.
Araştırdığınızda şu yargıya varmanız lazım;
Failini bulamadık.
Mehmet Eymür görevini yapmamış.
Hiçbir mekanizma üzerine düşeni yapmamış, ya da saklıyor.

Eşref Bitlis suikast öncesinde tehdit alıyor muydu?

Sizin şahit olduğunuz bir olay var mı?
Aile içinde bir konuşma olmadı.
Pratikte bu tehdit Amerika tarafından zaten yapılmış.
Bir insanı eğer dünyanın en büyük gücü tehdit ediyorsa bunun ötesinde bir şey yoktur.
Olan bir tehdidin soruşturması bile yapılmamış.
Bu konuda Türk Silahlı Kuvvetleri ABD’ye ne yapmış?
Peki yaptığı çalışmalar nedeniyle Genelkurmay’dan uyarı alıyor muydu?
Hayır, söz konusu değil.
Kendisi hayatının her döneminde yasalar üzerinden çalışmış bir kişiydi.
Prosedür gereği hazırladığı rapor önce Genelkurmay’a sunuluyor.
Buradaki rahatsızlık Cumhurbaşkanı’na yansıyor.
Raporun başında da babam ‘Telefonda görüştüğümüz ve verdiğiniz emir üzerine
size de ulaştırıyorum’ diyor.
El altından vermek sözkonusu değil.

“ÖZAL ABD POLİTİKALARINI UYGULUYORDU”

‘Eşref Bitlis, Turgut Özal’la beraber Kürt sorununu çözecekti‘ deniyor.
Hatta ölümlerinin bağlantılı olduğu iddia ediliyor.
Sizce benimsedikleri politika aynı mıydı?
Eşref Bitlis ‘Amerikalıların faaliyetleri bu’ diyor.
Bu sırada Turgut Özal ne diyor?
Turgut Özal, Amerika’nın politikasının bölgede gerçekleşmesi konusunda tavır sergiliyor.
Büyük Ortadoğu Projesi’nin başlangıcından beri uygulanan şeyleri yapmaya çalışıyor.
Eşref Bitlis’in raporunda bahsedilen tüm hususlar sonradan Türkiye’nin başına bela oldu.
‘Özal’la aynı görüşteydiler’ polemiği yanlış.
Görüş diye bir şey yok.
Eşref Bitlis tespit yapıyor.
Suikastın yaşandığı dönemde şüpheli olaylar yaşandı mı?
Bu detaylara ilgili merciler cevap vermek zorunda.
Yıllardır karargâha biri gelmiş deniyor.
Bana bir resmî kayıt gösterin.
Geçmişte de bugün de kurumların bu gibi konularda yaptığı araştırmalar beni vatandaş olarak tatmin etmiyor.

“BUGÜNÜ KARARTAN GEÇMİŞİ AYDINLATAMAZ”

AKP’nin ‘faili meçhulleri aydınlatacağız‘ söylemi sizce samimi mi?
AKP, CHP, BDP siyasi mekanizmalar.
Bu siyasi mekanizmaların şu anki konumu bu tür olaylarla yüzleşecek güçte değil.
Siz eğer geçmişi aydınlatmak için verdiğiniz çabada samimiyseniz sorarlar;
bugün ne yapıyorsunuz?
Düşen iki jet hakkında, Uludere konusunda hala susuluyorsa, bu bugünü karartmaktır.
Bugünü karartan bir sistem geçmişi zaten aydınlatamaz.
Gerçeğin ortaya çıkacağına ilişkin umudunuz var mı?
Eşref Bitlis’in faillerini bulunduğunu farz et.
Türkiye bunu dünyaya ilan edecek konumda mı?

‘Jandarma Genel Komutanı’mızı ABD öldürdü’ diyebilir mi?

ABD Adana konsolosunu sorgulayabilir misin?
Türkiye’nin yüzleşecek gücü yoktur.
Bunun ilacı bağımsızlıktır.
Bağımsız ülkeler kendi sorunlarla mücadele edebilirler.
Kurtuluş Savaşı’ndan bu yana verilen mücadelenin devam ettiğini görüyoruz.
20 yıl önce rastlantıyla sağda solda çıktığında ayağa kalktığımız o haritaların şimdi gerçekleşme dönemindeyiz.
Bu anlamda vatansever herkesin Eşref Bitlis olayı hakkında bakış açısı geliştirmesi gerekir.
Bence gerçeğin zaman aşımı yoktur.
Gerçek hep bir yerde durur.

“TÜRK HALKI ONU DA ÇUVALI DA UNUTMADI”

Kamuoyunun %99’u bunun suikast olduğuna inanıyor.
Bana bir olay göster ki halkın %99’u hemfikir olsun, sağcısı da solcusu da.
Bu, bir generalin muvazzafken böyle bir raporun altına imza atabilmesinden kaynaklanıyor.
Türk halkının bunu unutmadı.
Kafaya çuval geçti.
Türk halkı bunu unutmayacak.
Milliyetçilikle alakası yok.
Halkın ana damar noktaları var.
Her ne kadar umutsuz gibi yaşasak da, en büyük umut bağımsızlığa karşı halkın gerektiği zaman verebileceği mücadele.
Eşref Bitlis olayı bu anlamda bir ışıktır.
Bu halk unutmuyor.
Darbe yaptığı apaçık ortada olan kişiler tutuksuz yargılanırken, darbe yapmaya teşebbüs suçlamasıyla komutanlar tutuklu yargılandı ve ceza aldı.

Balyoz davası konusunda ne düşünüyorsunuz?

Darbeleri sorgularken şuna bakmak lazım;
bütün darbeler, 27 Mayıs dışında, emir komuta zincirinde yapılmıştır.
Hazırlıkları da dahil.
Kenan Evren‘i yargılarken bu kriteri alıyorsun.
Bu döneme geldiğinde yine aynı yöntemi kullanman lazım.
O zaman en üsttekine Genelkurmay Başkanlığı’na sor.
Sen astsubayla, yüzbaşıyla niye uğraşıyorsun?
Genelkurmay Başkanı itiraf ediyor ‘benim altımdaki kadrolar bunu yapıyorlardı’ diye.
O zaman sorarsın ‘Sen ne iş yapıyordun o sırada?’
Örgüt diyorsun.
Örgütün başı binbaşı, kıçı general olmaz ki.

“ÖZEL KASASI AÇILIRKEN ORADAYDIM”

Eşref Bitlis’in özel bir el yazısı mektubu ya da notu var mı size?
Rahmetli el yazısıyla hayatı boyunca iki sayfa not tutmamış herhalde.
Çalışma odasına girdik.
Bir hatıra olsun diye baktım.
Bir tek satır yok.
Babamı evde çalışırken görmedim.
Karargahtaki odasından size gelen oldu mu?
Oldu.
Bir çuval fiş geldi.
Resmi görevli olarak gittiği yerlerde içtiği çaydan, yediği simide kadar aldığı fişler.
Odasında bir kasa vardı.
Anahtarı kayboldu kazada.
Beni çağırdılar.
Kaynakla açacaklar.
Ben çok heyecanlandım.
Jandarma Genel Komutanı’nın kasasından ne çıkabilir bir düşünün.
O kadar karışık olaylar olmuş.
Açtık, bir kese çıktı.
‘Meltem’in takıları’ yazıyor.
Kız kardeşim evlendikten sonra takılanları annem babama vermiş kasaya koysun diye.
Altta bir kutu çıktı.
Eskiden araba cilalamak için dönen makineler vardı.
Babam da çok severdi arabayla oynamayı.
Bir tane o makineden çıktı.
Bir Fransız kanyağı çıktı.
Bir kutu çikolata çıktı.
Başka da hiçbir şey çıkmadı.
Benim hayatımın en mutlu anı oydu.

Eşref Bitlis nasıl bir babaydı?

İnsan olarak iyi ki tanışmışım dediğim biri.
Yanında sürekli bir şeyler öğrenebileceğim bir yapısı vardı.
Hayatta neyi doğru yapabilmişsem onun yaklaşımından kaynaklandığını hissediyorum.
Lisedeydim.
Okula gitmediğinde ailen mazeret imzalardı.
Beni çağırdı ‘Şu benim imzam.Öğren.
Kaç gün devamsızlık hakkın olduğunu bil.
Ben mi tutayım hesabını?’ dedi.
Ben hayatımda hiç okul kıramadım. (SÖZDE) ÜMRANİYE’DE ARAŞTIRILDIM

Eşref Bitlis’in isminin MİT Şeması’nda 2. sırasında olması hakkında
ne düşünüyorsunuz?

Eşref Bitlis ölmeseydi belki de Silivri’nin en yaşlı müdavimlerinden olacaktı.
Hangi Eşref Bitlis?
Şu anda kamuoyunda vatanını seven, bağımsızlık gereken herşeyi yaptığı bilinen Türk subayı.
Demokrasi düşmanlığı iddiasına cevap vermek zorunda kalacaktı.
Muhsin Yazıcıoğlu, Uğur Mumcu, Eşref Bitlis, Uludere hepsi ayrı platformda.
Sistem bunların hepsini alıp Ergenekon’a bağlıyor.
Ve o hiçbirşey bilmeyen MİT Eşref Bitlis’i alıyor, Ergenekon’un ikinci sırasına koyuyor.
Hilmi Özkök‘ün 2003’te annenize ‘Tarık neden Doğu Perinçek’le görüşüyor, bu işleri bıraksa ya’ dediğini söylemiştiniz.
Konunun üzerine gitmenizi engellemek mi istiyordu?

Bu sözü şu yüzden anlattım;
2003 yılındaki Ergenekon Şeması’nda Eşref Bitlis’in adı geçmiş ki, bir aile toplantısında benden bahsediliyor.
Ergenekon’la ilgili bir süreç.
Ben bir fizyoterapistim.
Bir Genelkurmay Başkanı’nın bir devlet memurunun kiminle görüştüğünü bilmesi saçma bir olaydır.
Neden?
Birinin Genelkurmay Başkanı’nın önüne ‘Tarık Bitlis onunla görüşüyor’ diye bir şey götürmüş olması lazım.
‘Tarık niye bunlarla görüşüyor?’ diyor.
Kimsenin haddine olmayan bir tavsiye.
Benim verdiğim tek mücadele Eşref Bitlis cinayetinin Turgut Özal’da olduğu gibi abuk subuk noktalara çekilmemesi.
Cinayetin ardından yaşadığınız tuhaf bir olay oldu mu?
Bir kere evime birileri girdi.
Hiçbir şey almadan çıktı gitti.
Hangi yılda oldu?
2011 gibi…
Dava başlamadan önce ya da sözde Ergenekon şemasının hazırlandığı 2002 tarihinde başınıza gelen bir olay oldu mu?
Etrafımdaki insanlar sorgulandı.
Daha tuhaf ne olabilir?
Ben Özel Sporcular Spor Federasyonu başkanıydım.
2008’de federasyonun yönetim kurulunu ve sekreterini Ergenekon kapsamında alıp götürdüler.
Bir şey bulsalardı beni de Ergenekon için çağıracaklardı.
Bunu anlatmak için Özkök Paşa’nın ismini vurguluyorum.
Çünkü 2003 yılında MİT’in yolladığı raporun içinde Eşref Bitlis’in adı var.
Bağlantı oradan bana gelmiş olabilir.
MİT Eşref Bitlis’in ölümüne dair savcı sorduğunda hiçbirşey bilmiyor ama adını şemanın ikinci sırasına yazıyor, bir de beni araştırıyor.
Peki bunları nereden biliyor?
Onlara neler sorulmuş?
Sizinle mi ilgili sorular sorulmuş?
Tabi ki. ‘İlgisi var mı?’ şeklinde sorular sorulmuş.
Gece emniyete alıp sabaha kadar benimle ilgili sorular sormaları normal mi?
Siz ifade verdiniz mi?
Hayır.
Bana hiçbir şey sorulmadı.
=============================
Haber:Irmak METE
Fotoğraf:Tuğçe YILDIZ
Kaynak:AYDINLIK

Atatürk Türkiye’dir; Türkiye Atatürk.

Necip Hablemitoğlu’nu Kim Öldürdü Bulmaya Niyetiniz Var mı ?

Dostlar,

10 yıl önce bu gün, 18 Aralık 2002’de, dostum, kardeşim, arkadaşım, yiğit ve gözüpek Atatürk aydınlanmacısı Dr. Necip HABLEMİTOĞLU, bu saatlerde evinin önünde kalleşçe vurulmuştu. Katiller O’nun gözüne ateş etmişlerdi, tam profesyonel idiler..
10 yılıdır da ne hşkmetse, koca Türk Devleti, yurttaşını evinin önünde alçakça öldürenleri bulamadı, aydınlatamadı!?? Yazıklar olsun, yazıklar olsun

10 koca yıl bitti.. Kanije ve Uyvar adlı 2 kız çocuğu genç kızlar oldular..
Anne-eş Şengül HABLEMİTOĞLU 10 yılda 100 yıl yaşlandı..
Genç bir Doçent idi, kıdemli bir Profesör oldu, Dekan oldu.. 
Birçok bilimsel zeminde birlikte olduk Şengül hoca ile..
Geçtiğimiz yıl mezarı başında anmada da birlikte idik.
Ardından Çayyolu’nda panelde konuşmacılar idik..

En son, öldürülmesinden 2 hafta kadar önce söyleşmiştik Necip hoca ile
ve bizi aracıyla Esenboğa havalanına bırakmıştı. Anlattıkları çok acılı şeylerdi..

* Üniversitede bir odası bile yoktu..
* Arabasının plakasına her ay “bolca” trafik cezası yazılıyordu..
* Maddi-manevi giderim (tazminat) davalarıu bunaltıyordu..
* Özellikle kadın-kız kaynaklı bir komplodan korkuyordu..
* Ve de öldürüleceğini düşünüyor, bekliyordu hatta!

Tasası, araştırma birikimilerini bütünüyle paylaşamamış olmak idi.
Örn. KÖSTEBEK adlı kitabını hiçb,r yayınevi basmaya cesaret edemiyordu.

Bir de eşine ce çocuklarına çok bağlıydı.. Ardından onların çok üzüleceğine kahroluyordu… Öyle de oldu.. Eş ve 2 yavru tarifsiz acılar yaşadılar,
halen de özlemleri yüreklerini kavurmaya devam ediyor..

Bu yıl mezarı başında anmaya katılamanın ezikliği içindeyim.

Bu cinayetin aydınlatılmasını, adında “Adalet” sözcüğü olan iktidardaki bir partiden bekleyebilir miyiz? Bu parti 3 Kasım 2002 seçimini kazanıp 14 Kasım 2002’de hükümet kurmadı mı? Cinayet günü iktidarlarının 34. gününde değiller miydi? Bu gün ise 10 yıl 34 gündür iktidar değiller mi? Her fırsatta “müslümanlıklarını” siyaset pazarına süren kadrolar neden bu hain cinayeti aydınlat(a)mıyorlar?

Soru ve sorun kritiktir..

Prof. Dr. Şengül HABLEMİTOĞLU’nun düşündürücü, sarsıcı, yürek yakıcı yazısını paylaşmak istiyoruz.. Tam da şu dakikada NTV’de söyleşi başladı Şengül HABLEMİTOĞLU hoca ile.. Lütfen bu programı izler ve de yazıyı okur musunuz??

Sevgi ve saygı ile.
18.12.12, Ankara

Dr. Ahmet SALTIK
www.ahmetsaltik.net

=========================================================

Prof. Dr. Şengül HABLEMİTOĞLU
Ankara Üniversitesi Sağlık Bilimleri Fakültesi Dekanı 

sengul hablemitoglu

Bana 10 Yıldır Sorulan Soruyu Ben Soruyorum:

Necip Hablemitoğlu’nu Kim Öldürdü Bulmaya Niyetiniz Var mı ?

Önce hakkında bu kadar çok şey yazılan bu insan kimdir bundan biraz söz etmek gerek… ‘’ Necip 28 Kasım 1954 yılında Ankara’da doğdu, Atatürk Lisesi’ne gitti, üniversite eğitimini 1977 yılında Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi Basın Yayın Yüksekokulu’nda tamamladı. Türkiye’nin siyasi ve toplumsal olarak en karışık dönemlerinde üniversiteyi bitirdi ve 1977-1978 yıllarında Dilde, Fikirde, İşde Birlik
adlı aylık bir dergi yayımladı. 12 Eylül 1980’e kadar geçen sürede de çeşitli kuruluşlarda basın müşaviri olarak çalıştıktan sonra akademiye geçti, YÖK’le birlikte bütün üniversitelerde kurulan Ankara Üniversitesi Türk İnkılap Tarihi Enstitüsü’nde
yüksek lisans ve doktorasını yaptı ve öldürüldüğü akşama kadar öğretim görevlisi olarak Ankara Üniversitesi’nde Atatürk İlkeleri ve Devrim Tarihi dersleri verdi.

Türkiye dışındaki Türk topluluklarının yakın tarihi ile ilgili olarak çalışmalar yapan Necip, Orta Avrupa ve Balkanlar’da Türk eserleri, Türk azınlıkları ve şehitliklerimiz konusunda alan çalışmaları yürüttü. Bu çalışmalar çeşitli gazetelerde yazı dizisi olarak yayımlandı. 1995-1996 yılları arasında Birleşmiş Milletler Örgütü’nün bir projesinde (UNDP) görev alarak Moldova’da Gagauz Türklerinin Latin alfabesine geçişi ile ilgili olarak danışmanlık hizmeti verdi. Buradaki görevi sırasında Cumhuriyet döneminin başında, bölgede Atatürk tarafından görevlendirilen öğretmenlerin bulunduğunu belirleyerek
bu öğretmenlerin bugün yaşayan öğrencileri ile geniş bir sözlü tarih çalışması yaptı ve bir kısmını “Kemal’in Öğretmenleri” başlığı ile yayımladı.

Çalıştığı alanla ilgili çok sayıda kitap ve makalesi bulunan Necip Hablemitoğlu öldürüldüğü 18 Aralık 2002 tarihine kadar Ankara Üniversitesi’nde “doktor” unvanıyla öğretim görevlisi ola­rak binlerce öğrenciye 25 yıl boyunca dersler verdi. Bir öğrencisi
“…Necip Hablemitoğlu, ülkenin çeşitli yerlerinden gelip üniversiteye yeni başlamış
pek çok genç için, yüzünün aydınlığı ve bilgisinin enginliği ile “demek aydın kişi böyle oluyormuş” dedirten, onların nazarında hiç diğer hocalara benzemeyen, kendisine duyulan sevgi ve saygıyla diğer hocaları da kıskandıran, o dersi verirken sıkmadığı gibi, öğrencilerini pikniğe gitmişlercesine mutlu hissettiren dopdolu bir inkilap tarihi hocasıdır aynı zamanda…’’
Bir diğeri Gülen yüzü, içten davranışları, mütevazi kişiliği, yardımseverliği, öğrencisine duyduğu sevgi ve engin bilgisiyle mükemmel bir hocaydı. ‘’ diyor.İlk kitabı II. Dünya Savaşı sırasında Sovyet Rusya tarafından Kırım Türklerinin ken­di topraklarından zorunlu göç ettirilişini anlatan ve 1974 yılında yayımlanan

– Yüzbinlerin Sürgünü
’dür.
– Çarlık Rusyası’nda Türk Kongreleri (1905-1917),
Şefika Gaspıralı ve Rusya’da Türk Kadın Hareketi (1893-1920),
Alman Vakıfları ve Bergama Dos­yası,
Kırım’da Türk Soykırımı,
– Gaspıralı İsmail,
– Milli Mücadele’de Yeşil Ordu Cemiyeti,
– Sovyet Rusya’da Devlet Terörü ve
Köstebek.. yazarın diğer kitaplarıdır.

Necip Hablemitoğlu’nun özellikle Tür­kiye dışında yaşayan Türk toplulukları ve
Kırım Türkleri konusunda yayımlanmış tarihi belgelere dayalı çok sayıda makalesi bulunmaktadır. Bir Kırım Türkü olan Dr. Necip Hablemitoğlu Kırım Türklerinin
Türkçü lideri İsmail Gaspıralı’ya ait tarihi belge­lerden oluşan bir arşive de sahipti.
Ayrıca öldürüldüğü dönemde Türkiye ve yurtdışında faaliyet gösteren bölücü terör örgütleri ve Alman vakıfları ile Avrupa Birliği Uyum Yasaları içinde yer alan vakıflar yasası konularında çeşitli araştırmaları bulunan Necip Hablemitoğlu,
çalışma alanına ilişkin Türkiye’de ve yabancı ülkelerde sempozyum, panel gibi toplantılarda sayısız konferanslar verip çeşitli televizyon ve radyo programlarına katıldı. Ama her şeyden önemlisi yaşadığı sürede Kanije ve Uyvar için mükemmel babanasıl olunur için hep örnek oldu… ‘’Türkiye gibi sancılarla kurtulmuş ve kurulmuş, hep sancılarla ayakta durmaya,
var olmaya çalışan bir ülkede, hele de Necip gibi bir yol arkadaşınız varsa,
yaşamda böyle bir noktaya gelmek, benim bulundu­ğum yerden, bu satırları yazıyor
ol­mak hiç de şaşırtıcı değil. Bu Ölümleri öyle kanıksamışız ki, olaydan sonra benim
ilk sözlerim “…zaten bekliyorduk…” oldu. Öylesine kanıksamışız ki, bir gün böyle bir şey olur­sa ne yapacağımızı bile O’nunla konuşmuşuz. Öyle çok ka­nıksanmış ki,
kurulan cümleler hep şöyle başlıyor; “…Hablemitoğlu, kendisinden önce öldürülen aydınlarımız gibi…” deniliyor.

  • Sevgili Necip, hangi değer, hangi inanç, hangi kazanç, hangi çıkar,
    -ya da ne denirse densin- ne uğruna öldürül­dü?
Bu sorunun yanıtını benim vermem mümkün değil.. Ama ben O’nun ne uğruna ölümü göze aldığını çok iyi biliyorum. O’nun bildik deyişle “karıncayı bile incitemeyecek” naif ve zarif, insanlığı kadar geniş ve cesur yüreği ile Türkiye’yi çok sevdiğini biliyorum.

  • “…Türkiye’nin üniter ve laik yapısına göz diken tüm unsurlara karşı bun­ca zahmete, mihnete değer mi, diyorsanız, Atatürk’ün manevi mirasçısı olarak
    evet değer, diyorum. Çünkü Türküm ve başka Türkiye yok!…”
diyen Necip, bir gün öldürüleceğini bilerek yaşadı. O ve O’ndan öncekiler biliyorlardı da, ne yazıktır ki, bu ülkeyi yönetenler bunca cinayete, teröre rağmen bu ülke­nin yol geçen hanı olmasının önüne geçmeleri gerektiğini hala anlayamıyorlar.Necip, “Şeriatçı Terörün ve Batının Kıskacındaki Ülke: Türkiye” çalışmasında diyor ki,

  • “…bir terör eylemi­nin planlanmasından gerçekleştirilmesine kadar geçen evrelerde o kadar çok çıkar hesapları ve manüplasyonlar söz konusu olmaktadır ki,
    bir terör eylemi­nin nereye kadar ulaşacağı ya da nihai sonuçlarının ne olacağı asla önceden kestirilememektedir. Küresel­leşen terörde son örnek, ikiz kulelerin yerle bir edili­şidir. Diyelim ki failleri de belirlenmiştir. Ama bu ey­lemi kimin yaptırdığına, kimin yönlendirdiğine gelin­ce, bu sorunun yanıtı asla tam olarak ortaya çıkarı­lamayacaktır. Tıpkı, Uğur Mumcu, Bahriye Üçok, Ah­met Taner Kışlalı, Muammer Aksoy gibi Cumhuriyet şehitlerinin öldürülmesini esas planlayanların ortaya çıkarılamayışı gibi. Sadece araç olan tetikçilerin kim oldukları, ideolojileri, tabiyetleri, inanç ya da inanç­sızlıkları önemli değildir;
    yanıltıcı olan, sadece tetik­çilere bakarak yargıya varmaktır. Doğru yaklaşım ise, söz konusu Cumhuriyet şehitlerinin faaliyetlerin­den en çok hangi dış ülkenin çıkarlarının zarar gör­düğünün belirlenmesinin yanı sıra, aynı kayıpları tek­rar vermemek için gerekli caydırıcı önlemlerin alın­masıdır…”

Evet, kendi ölümünün faillerini de açıkça ortaya koyan, katilini çok yakından tanıyan Canım Necip, bahsettiğin ön­lemler, uyarıların dikkate alınmamıştır. Bu önlemleri almak yerine, “…kardeşim, sen de git yazdıklarına biraz dik­kat et., “denmiş ve hatta hakkında sahte tutuklanma / gö­zaltı belgesi düzenlenmiş, bir de bu sahte belge -yaygın de­yişle- bir kısım medya tarafından kullanılmış, aynı bir kısım medyaya Necip tarafından açılan tazminat davaları kazanıl­mıştır. Geçmiş suikastlerden hiçbir ders çıkarılmamıştır. Sistematik bir biçimde aydınların katledildiği ci­nayetleri önlemek ve faillerini ortaya çıkarmak sorumlulu­ğunu yerine getirmesi gereken ilgililerin dahi, “…faili meç­hul olarak kalacak…” yaklaşımı ile baktıkları bir ülkede, hangi demokrasiden, hangi hukuk devletinden ve en önemlisi devletten söz edilebilir mi? Siz kendinizi devlet zannetmeye devam edin…

Ben biliyorum ki, teröre karşı tedbir alması gerekenler, ilgililer, yetkililer vs. Necip’i ve Necip’ten öncekileri anlamasalar da, yazdıklarını / çalışmalarını riskli bulsalar da,
O’nu anlayabilmiş o kadar çok insan var ki.. Bunların başında yüzlerce öğrencisi geliyor. Onlar Necip’i çok iyi anladılar ve fikirlerini içselleştirdiler. Bu çok önemli bir kazanım, çünkü onlar Türkiye’nin aydınlık geleceği… Necip zeki, duyarlı ve yalın bir Türk aydını idi. Aynı za­manda kocaman, sevgi dolu yüreği, sıcacık bakan gözleri ve hiç eksilmeyen gülümsemesi ile özel bir insandı. Dürüst, gözüpek, güvenilir ve onurlu biriydi.
Yaşamın tüm zorluklarına karşın elindeki avucundaki her şeyi, ama en çok da sevgiyi paylaşmayı bi­len gerçek bir beyefendi ile sırt sırta vererek geçirdiğim yıl­lar için
Tanrı’ya şükrediyorum. Suikastten sonra, kimlere ve nerelere hizmet ettikleri herkesçe malum, sermayenin ve gücün basınındaki o çok bilmiş kimi köşe yazarları, ya bu olaya hiç değinmemeyi yok saymayı tercih ettiler ya da her zamanki gibi kuşku ya­ratmaya çalıştılar ve hak edilmiş bir ölüm olarak bir “derin devlet” senaryosu içine koyuverdiler. Tıpkı şimdi yapıldığı gibi… O zaman bunu açığa çıkarmak da basının
işi mi diye görülüyor pek çok olaydaki gibi… Belki soruşturmayı da ajitasyon-provokasyon ve bavul gazetecileri yürütüyordur savcılar Hablemitoğlu suikastı soruşturuluyor mu ya da dosya nerede bilmediklerine göre.

Hani 10 yıldır bana soruyorsunuz ya;

  • ‘’… Necip Hablemitoğlu neden öldürüldü ve kimler yapmış olabilir…’
diye, bana göre Necip susturulmuştur. Bu bir yok etme cinayetidir ve aynı zamanda, ülkede her çeşit emperyalizme direnç gösteren tüm sivil inisi­yatife bir gözdağıdır. Kimlerin yaptığını bulmak ise yetkililerin görevidir. Sahi bir de namus borcuydu bu (Abdullah Gül, başbakan iken) cinayetin çözülmesi, ama diğer yandan da bu cinayeti bu ülke ört bas etmişti (Başbakan RT Erdoğan). Hangisine inanacağız, varın benim yerime Allah Rızası için biraz da siz düşünün ve sorun …Prof. Dr. Şengül HABLEMİTOĞLU
Ankara Üniversitesi Sağlık Bilimleri Fakültesi Dekanı
Sosyal Hizmet Bölümü Öğretim Üyesi

Perinçek: Ergenekon’da yöneticileri bilen doğrulayan tek bir tanık yok!

Perinçek:

Ergenekon’da yöneticileri bilen doğrulayan tek bir tanık yok!

Ergenekon davasına, tutukluların tanık beyanları hakkındaki ifadeleriyle
devam edildi. İşçi Partisi Genel Başkanı Doğu Perinçek, “iddia edilen Ergenekon örgütünün yöneticilerini bilen, doğrulayan tek bir tanık olmamasına” dikkat çekti. Perinçek, “suçlu yok, çünkü örgüt yok.” dedi.

Perinçek: Ergenekon’da yöneticileri bilen doğrulayan tek bir tanık yok
Ergenekon davası, tutukluların 4 yıl boyunca dinlenen tanık ifadelerine karşı yaptıkları 15’er dakikalık savunmalarla devam etti.

İşçi Partisi Genel Başkanı Doğu Perinçek,
iddia edilen örgütü doğrulayan
tek bir tanık ifadesi olmadığını vurguladı.İddia edilen Ergenekon örgütünün yöneticilerini bilen, doğrulayan tek bir tanık ifadesi yoktur. Şu anda salonda tek bir suçlu yoktur. Çünkü örgüt yok.
  • Ancak Türkiye’de bir gladyo vardır.
– 1977’de Taksim’i,
– Çorum’u,
– Maraş’ı kana bulayan,
– Uğur Mumcu’yu,
– Eşref Bitlis Paşa’yı,
– Ahmet Taner Kışlalı’yı katleden
bir örgüt, gladyo var.Hiçbir dönemde darbelere sıcak bakmadığını kaydeden Perinçek,

Türkiye halkının devrimcisi” olduğunu ifade etti.15 aydır tutuklu yargılanan emekli Tuğamiral Alaettin Sevim, “2 dijital belgede ismim geçtiği iddiasıyla tutuklu yargılanıyorum. TSK’daki en genç amiraldim, en erken
emekli olan amiral oldum.” dedi.

Emekli Yüzbaşı Zekeriya Öztürk, ifadesi sırasında Gizli Tanık İmdat’ın kimliğini açıkladı. Savcı Mehmet Ali Pekgüzel “Sanık, gizli tanığın kimliğini açıklayarak suç işlemiştir. diyerek müdahale edilmesini talep etti. Başkan Hasan Hüseyin Özese de
“suç işlediğiniz diyerek Öztürk’ün mikrofonunu kapattı. (ulusalkanal.com.tr, 21.11.12)

Kurthan Fişek ağabeye..

(1942- 17 Eylül 2012)

Dostlar,

Kurthan ağabeyi 30 yılı aşkın bir zamandır tanırım.

Babası Prof. Dr. Nusret H. Fişek 1971’de Hacettepe Tıp 1. sınıfta hocamız olmuş ve bize Toplum Hekimliği / Halk Sağlığı tıp dalını benimsetmişti.

Tıbbiyeyi bitirince de (1977) 1 yıl Anadolu’da çalıştıktan sonra yine Hacettepe’de bu dalda tıpta uzmanlık eğitimi almaya başlamıştım 1978 sonlarında..

Kurthan abi arada Bölüme (Toplum Hekimliği Bölümü) uğrardı. Benden 12 yaş daha büyüktü ve Mülkiye’de hocaydı. Nusret Hoca 1938’de ülkenin tek tıp fakültesi olan İstanbul Tıp Fakültesi’ni 1938’de birincilikle bitirdikten sonra (İhsan Doğramacı ile sınıf arkadaşı) kısa süre Adana Sıtma Enstitüsü’nde çalışmış ve Harvard Tıp Fakültesine doktoraya gitmişti. 2. Dünya paylaşım savaşının zor günleriydi. Kurthan ağabey 1942’de annesi Perihan hanımdan orada doğdu.

Babası gibi çok zeki idi.. 12 Eylül’de işinden uzaklaştırıldı. Yıllar sonra dönebildi. Nusret hoca da 1983’te yeni YÖK yasasının emeklilik yaşını 72’den 67’ye çekmesiyle 5 yıl erken emekli oldu. Fişek hocanın sınıf ve dava arkadaşı (Rektör Yardımcısı) İhsan Doğramacı, 12 Eylül iklimiyle uyum sağlıyordu. Nusret hoca ile ters düştüler.. Toplum Hekimliği Bölümü “Halk Sağlığı Anabilim Dalı” na dönüştürüldü (indirgendi). Nusret Hoca, “Hacettepe’de Toplum Hekimliğinin 15 Yılı” adlı bir kitapçıkla tarihe not düştü.

Nusret hoca emekli olurken, sınıf akadaşı Doğramacı YÖK Başkanı (tüm üniversitelerin rektörü!) oldu.. Hem de uzun yıllar boyunca (10 Aralık 1981 – 10 Temmuz 1992)

Kurthan hoca, babasının sonradan “dönen” dava arkadaşı görevde iken SBF’ye geri dönemedi.

Kurthan ağabey ile en son annesi Perihan hanımın Ankara Maltepe camisi avlusunda cenaze töreninde görüştük.
Sağlığı iyi değildi ve uyarıları dinlemiyordu..

Bir de Gürhan Fişek var.. Hacettepe tıbbiyeden arkadaşım.. O da “İş Sağlığı Doktorası” yaptı Hacettepe tıpta.. Sonra bir de “Sosyal Politika” doktorası yaptı SBF’de ve Prof. Cahit Talas döneminde Mülkiye’ye geçti. “Çalışma Ekonomisi ve Endüstri İlişkileri” bölümünde profesötr oldu..

Bir tıbbiyeli, Mülkiyede hoca oldu.. Bir koltukta 2 karpuzu yaşatıyor Gürhan..

Sevgili Gürhan ve eşi Oya ile Kurthan Ağabey’in eşi Neyran hanımdan, çok uzun bir mola vermelerini rica ediyorum bizleri bırakıp gitmeden önce..

Kurthan ağabey, bizlere kattıkların için sana nasıl teşekkür edebilirim?

YÖNETİM adlı özlü kitabın yeniden masamda ve SBF’de hala ders kitabı olarak okutuluyor. Hürriyet’teki “SIFIRCI HOCA” köşesindeki yazılarının da tadı damağımda. Yüksek zekanla ince mizah ve eleştiriler ve de yol göstermeler..

Bir Nusret Fişek anmasında da 3 Kasım akşamlarından birinde, elindeki rakı kadehini yudumlar ve cigaranı adeta içerken, Türkiye’nin en temel sorununun demokrasi olduğunu söylemiştin.. İçin eziliyordu bu tümceyi kurarken, drama yaparcasına söylüyor ve ona ne denli gereksinim duyduğunu ustaca dışavuruyordun.

Kurthan ağabey, efsane hekim, Halk Sağlığı hocası, Türkiye’de modern Toplum Hekimliği – Halk Sağlığı bilimlerini kurucusu Prof. Dr. Nusret H. Fişek’in oğluydu.

Prof. Dr. Nusret H. Fişek ise, Kurtuluş Savaşımızda ülkemize çok hizmet eden Tümgeneral Hayrullah Fişek’in..

Kalpaksız kuvayı milliyeciydi onlar, Uğur Mumcu‘nun nitemiyle..

Nusret Hocam, Kurthan ağabeyim..

Sizli yıllar çooook hoştu..

Tersi ise…. boşverin şimdi..

Sevgi ve saygı ile.
28.9.12, Ankara

Dr. Ahmet Saltık
www.ahmetsaltik.net