Etiket arşivi: Mustafa Kemal Paşa

Çin ABD’ni geçer mi?


Dostlar
,

Önceki günlerde sitemize Dünyanın 10 Büyük Ekonomisini irdeleyen bir makalemiz olmuştu (http://ahmetsaltik.net/2013/09/19/top-10-biggest-economies-in-the-world-2013/#comment-2265, 19.9.13). Bu makalemizde 2023’te, 10 yıl sonra, Cumhuriyetimizin 100. yılında Türkiye’mizin ilk 10 büyük ekonomi içinde yer alıp alamayacağını değerlendirmiş ve basit bir matematiksel öngörü ile bu beklentinin neredeyse olanaksız olduğunu belirtmiştik. Politikacıların, yeterli eğitimi olmayan
halkı utanmadan aldatmayı sürdürdüklerinden yakınmıştık.

Sn. Prof. Dr. D. Ali Ercan da kısa bir yorum yazmıştı makalemize..
Önemli olanın salt sayısal büyüklükler olmadığını, bu verilerin insan gönencine de yansımasının gerektiğine değinmişti ek yerinde olarak. Biz de o yazımızın altında
yer alan yorumu yanıtlamıştık kısaca.

Evet, BM Kalkınma Programı UNDP’nin (United Nations Development Program)
her yıl Kasım ayında yayımladığı İnsansal Gelişim İndeksi HDI (Human Development Index) bu bağlamda belireyici bir ölçüt ve Türkiye AKP iktidar olduğunda 82. sırada iken son verilerle 92. sıradayız. Yaklaşık 10 puan gerilemiş durumdayız.

Bu verileri RTE’nin nefret söylemi ile andığı “Dışişlerinin monşerleri” (!?) de hazırlamıyor, can düşmanı bellediği CHP de.. Birleşmiş Milletlerin resmi verileri ve ülkelerin aktardığı bilgilere göre düzeneniyor.

Dolayısıyla, elbette Türkiye de son 11 yıla varan AKP iktidarında ağır borçlanmalarla (toplamda 221 milyar Dolardan, 700 milyar doları aşkın..) ve bizzat Başbakan RTE’nin ağzından “servetin ciddi manada el değiştirmesine” karşılık; 80 milyon insanın emeğiyle yerinde saymamıştır, kimi göstergeleri iyileşmiştir. Bu sonuç, 80 milyonluk koca toplumun dizginlenemez öz potansiyelidir.

Ancak Dünya ile aramızdaki makas daha da açılmştır.
Bildik benzetme ile biz yürüyoruz ama Dünya daha hızlı yürüyor ve bizi geçiyor..

Bu bakımdan,

  • AKP’nin son 10-11 yıllık ekonomi politikaları tam bir fiyaskodur!

Başbakan İktisatçı olunca böyle oluyor galiba.. (Gerçi RTE’nin diplomasını gören yok??)
İktisat profesörü bayan başbakan Tansu Çiller döneminde de böyle oldu..
Enflasyon % 154’e fırlayınca 5 Nisan 1994 kararları ile alarm programı yürürlüğe konmuştu.

Sn. Prof. Ercan, bu konuyu farklı bir açıdan irdelemekte..

Biz, ağır bunalımdan çıkışın ancak MİLLİ EKONOMİ ile, ÜRETİM ile olabileceğinin
altını çizmek istiyoruz. 24 Ocak 1980 Kararları (http://ahmetsaltik.net/2013/01/28/24-ocak-1980-kararlari/) ile küresel emperyal ekonomik sisteme eklene Türkiye, 33 yılda yarı sömürgeliği aştı.. Kurtuluş için zaman ciddi biçimde azalıyor. Ama Başbakan hala halkı CHP iktidarında gaz, tüp, yağ vb. kuyrukları olabileceği sopası ile aldatmayı sürdürüyor.. İyice yaklaşan, altında kalacğı ağır yıkımın ne yazık ki ayrımında değil..

Ya ekonomiden anlayan AKP’liler, danışmanlar, uzmanlar…
Hepsi mi “saadet zinciri” nin nemalan(dırıl)an halkaları??

Gemi batınca ne olacak??
Hesaplar yur dışında mı??

Alağıdaki 3 görsele dikkat..

Büyük Atatürk‘ün 17 Şubat 1923’te, Lozan görüşmelerinin Batı’nın kapitülasyonlarda ısrarı yüzünden kesilmesi üzerine (4 Şubat 1923),

  • Batı’ya yanıt olmak üzere İzmir’de toplanan Türkiye İktisat Kongresi

açış konşmasından alıntılar..

O yokluklar içinde 1151 temsicinin 15 gün yıkık – yanmış İzmir’de hanlarda kalarak ülkemize olağanüstü iktisat politikaları çizdiği kongre..

Ve tüm yokluklara karşın kararlılığı görerek Batı emperyalizminin Lozan görüşmelerini yeniden başlatmasını sağlayan Kongre.. Çünkü İsmet Paşa Lozan’da sıcak savaşta yenilen Batı emperyaliminin kabuledilemez dayatmalarını rededince, İngiliz Başdelegesi Lord Kürzon, bilinen tehdidini yönelterek;

İsmet Paşa, isteklerimizi reddediyorsun, bunları cebimize koyuyoruz ama ülkene döndüğünde her yer harap – yıkıktır.. Dış krediye mahkumsun.. Para da bir bende bir de ABD’de var. Gelip borç istediğinde, bu kağıtları cebimizden çıkarıp önüne koyacağız..

İnönü de bilinen yanıtını verir : O zaman çıkarırsınız.. Şimdi bizim haklı isteklerimizi kabul etmelisiniz..

Görüşmeler kesilir (22 Kasım 1922 başlangıç – 4 Şubat 1923 kesilme).
Mustafa Kemal Paşa, İzmir’de topladığı Türkiye İktisat Kongresi ile Batı’ya
bu anlamda yanıt vermektedir :

– İktisaden de varolacağız, şantajlarınıza boyun eğmeyeceğiz, restinizi görüyoruz..

Batılı emperyalistler, Mustafa Kemal Paşa’nın dize getirilemeyeceğini bir kez daha anlarlar ve Lozan görüşmelerinin 2. bölümü, büyük ölçüde bu Kongrede sergilenen kararlılık ve Gazi’nin Ordu’ya savaş hazırlığı buyruğu vermesi üzerine başlatılır
(23 Nisan 1923 – 24 Temmuz 1923 bağıtlanma).

Bu Kongrenin işlevini hiç böylesine okumuş muydunuz??

Slide1 Slide2 Slide3
Sevgi ve saygı ile.
22.9.13, Ankara

Dr. Ahmet Saltık
www.ahmetsaltik.net

==================================================

Prof. Dr. D. Ali ERCAN

Ali_Ercan_portresi
Değerli arkadaşlar,

“2023 te Türkiye’nin Dünyadaki ilk 10 Büyük ekonomi arasında yer alacağı” yönündeki resmi demeçlere karşın, IMF tarafından yayınlanan kestirimler arasında büyük farklılıklar var. Örneğin IMF’nin 2018 kestirim listesi (yuvarlatılmış yaklaşık rakamlarla) aşağıdaki gibidir. Türkiye 1 trilyon 200 milyar dolar GNP (Toplam Ulusal Gelir, GSMH) ile 17. sırada; daha doğrusu şu andaki sıralamada büyük bir değişiklik yok.  21 trilyon dolarla ABD yine başı çekiyor. 

 
İki ay önce sizlere Çin’in ekonomik sıralamada ABD’yi  yakalaması üzerine bir öngörümü yollamış ve şunu sorgulamıştım; 
Çin ABD’ni geçer mi? 
 
Çin’in zaman ortalamasında kararlı bir biçimde ilerlediğini,
her yıl ABD ekonomik gücüne biraz daha yaklaştığını söyleyebiliriz.
Satır içi resim 1
 
 
1975’te Çin’in GSMH’sı ABD’nin beşte biri kadardı, şimdi yarısına geldi.
(Dünyanın 2. büyük ekonomisi oldu) Böyle giderse en geç 2040’ta Çin’in ABD’ni yakalayıp geçeceğini söyleyebiliriz.

Bir yandan da nüfusunu
“kadın başına bir çocuk” programıyla dizginlemeye çalışan Çin, gönenç katsayısını kesinlikle daha da yükseltecektir. Bu koşullarda,
2050’de Çin’in ABD ayarında bir süper güç olacağını söylemek olanaklı. 
Şimdi 1,35 milyar olan Çin nüfusunun 2050’de 750-800 milyon ve kişi başına
ulusal gelirin 50 bin dolar düzeyinde olacağını kestiriyorum. 
 
IMF’nin bu kestirimine göre 2040’ta değil, çok daha önce, 2030’larda Çin,
ABD’nin önünde olacak demektir. Ve iletiyi şöyle bitirmişim:
 
Çin, kuruluşunun 100. yılında Dünyanın doruğunda (zirvesinde) olacak.
Peki, Türkiye kuruluşunun 100. yılında hangi düzeyde olacak dersiniz? æ
 
Tabii, marifet Dünyanın ekonomisi en büyük ilk 10 Ülkesi arasında olmak değil;
marifet Dünyanın en gelişkin ilk 10 Ülkesi arasında yer almaktır.
Türkiye bugün 90-100 arası bir yerde bulunuyor gelişmişlik sıralamasında. æ

 
————————–
2018 Ülkeler ve GNP
 ABD   21,0  trilyon $

 AB   20,0
 Çin   15,0
 Japonya   6,0
 Almanya   4,0
 Brezilya   3,4
 Rusya   3,2
 Fransa   3,1
 İngiltere   3,0
 Hindistan   3,0
 İtalya   2,3
 Kanada   2,2
 Avustralya   1,8
 G.Kore 1,7
 Meksika  1,7
 İspanya  1,5
 Endonezya  1,5
 Türkiye   1,2
 Hollanda   0,9
 S. Arabistan   0,9
 İsveç   0,7
 Tayvan   0,7
  İsviçre   0,7
 Polonya   0,7
 
not. Şu anda ~800 milyar dolar GNP olan Türkiye’nin 5 yıl içinde 1200 milyar dolara çıkması için yıllık %8,5 gelişim hızı varsayılmış, ki, pek gerçekçi değil.
 
2018 Dünya GNP toplamı ~100 trilyon $, 2000 rakamı olan ~40 trilyon dolarla kıyaslanırsa, 18 yılda ortalama % 5,2’lik gelişme var demektir;
~ %1,2 nüfus artışını çıkarırsak
küresel ölçekte net % 4 /yıl
gelişim hızı 
varsayılmış demektir. 
 
İktisatçılar ne der, bilmiyorum ama, bence bu  küresel finans balonunun ~% 4/yıl oranında şişirilişi ve doların değer kaybından başka bir şey değil. Eğer doların değer kaybı (enf) %2,5 kadarsa o zaman küresel ölçekte yaratılan gerçek artı değer %1,5/yıl olurdu… æ

ATATÜRK NEDEN BÜYÜKTÜR ??


Dostlar,

Değerli dostumuz 9 Eylül Üniversitesi’nden Tarih uzmanı Sn. Prof. Dr. Kemal Arı‘nın müthiş bir irdelemesini paylaşalım..

Çok ilginç ve çekici bir anlatım ile yakın insanlık tarihinin özetlemesi ve içine
Atatürk devriminin somut edimleri ile ustalıkla yerleştirilerek ilişkilendirilmesi..

Mustafa Kemal Paşa‘yı ve görlemli tarihsel eylemini anlamamış, anlayamamış olanların da okuduklarında aydınlanacakları ağırbaşlı ve kapsamlı bir makale..

Sn. Prof. Arı’yı emeği için kutluyor, paylaşımı için de teşekkür ediyoruz..
(Metne Atatürk fotoğrafını biz ekledik..)

Sevgi ve saygı ile.
22.9.13, Ankara

Dr. Ahmet Saltık
www.ahmetsaltik.net

===========================================

ATATÜRK NEDEN BÜYÜKTÜR ??

portresijpg


Prof. Dr. Kemal ARI

“Ulusunun Yönünü Aydınlığa Çeviren Türk”

Hemen bir çelişkili durumu ortaya koyalım:

 

1930’lar dünyasındayız.
Avrupa’da, eski yüzyılla karşılaştırıldığında büyük kırılmalar yaşanıyor. 1. Dünya Savaşı, milyonlarca insanın ölümüyle sonuçlanmış, ancak pek çok sorunu çözememiş. Kimi imparatorluklar yıkılıp gitmiş; bunların yerine ulusal / milli ya da etnik kimliği öne çıkan devletler kurulmaya başlamış. Rusya da ancak bir rejim değişikliği ile varlığını başka bir boyuta evirmiş… Sözüm ona proleterya denilen işçi sınıfı kendi devrimini yapmış; ancak, içerde büyük sorunlar yetmiyormuş gibi dünkü bağlaşıklarına karşı
çetin bir savaşın içine girmiş.

Avrupa’ya az daha yakından bakalım:

Bu yaşlı kıta, sanki 18. Yüzyıl’ın Aydınlanma değerlerini yaşamamış, örneğin bir Thomass More’u, Jean Jaques Rousseau’yu, Volter’i, Montesquieu’yu kendi bağrından çıkarmamış gibi; kökleri çok daha eskiye uzanan, ancak 19. Yüzyıl’daki Sanayi Devrimi ile daha da palazlanan ırkçı, faşist ve antidemokratik yönetimlerin pençesine düşüvermiş. Seçimle iktidara gelen ünlü diktatörler; coşkulu söylevleriyle uluslarına büyük düşlere ulaşma sözü veriyorlar. Gobineau ve O’nun gibi ırkçı/şoven ideologların düşünceleri merkezi Avrupa’yı; özellikle de Almanya ve İtalya’yı, hatta İngiltere, Fransa gibi ülkeleri bile etkisi altına almış… Pek çok ülke, kendi ırkının peşine düşmüş… Her yanda kemik ve kan ölçümleri yapılıyor; ırklar, dört ayrı renge ayrılmış; her birinin, bir ötekine üstünlüğü üzerine hamaset dolu söylevler veriliyor, kitaplar yazılıyor. Bir yüz yıl önce, insanın yaşama hakkının kutsal bir hak olduğunu savunan düşünürlerin, onca aydınlanmacı değerin yerini insanın içini ürperten yeni değerler dizgesi almaya başlamış. Geçmişteki bütün bu birikim buharlaşıp uçmuş gibi; kendi toplumlarına ırklarının en üstün ırk olduğunu ve başka ırkları egemenlikleri altına almanın bir doğal hak olduğunu savunan sapık ve hastalıklı görüşler ortaya para pul eder olmuş… Almanya’da Hitler, İtalya’da Mussolini; İspanya’da Franko eş zamanlı olarak iş başına gelmişler. Artık “Aydınlanma” dünyasının değerleri yerle bir olmuş durumda. Ve örneğin Almanya’da, gerçekte bir Fransız olan Gobineau’nun düşünceleri, değişik Alman ırkçı yazarlar tarafından coşkulu söylemlere dönüştürülüyor ve Nazi gençlik kolları tarafından Nazizim” kutsanıyor

Sovyetler Birliği’ne gelince                      :

Rusya’nın 1917 Bolşevik Devrimi’nden sonra yıkılmasıyla birlikte; Sovyetler Birliği adı altında toplanan komünist ideolojinin temsilcisi olan yeni güç; parayı ve kapitali kutsayan kapitalizmin karşısına dikilmiş, emeği kutsuyor. Ancak bunu yaparken eşitlik üzerinden giderek özgürlüklere ulaşma derdinde. Bu nedenle bireysel mülkiyet kavramına koyu bir düşmanlık besliyor. Üretim araçlarını devletin tekeline alarak yeni bir ideolojiyi insanlığın kurtuluşu olarak gösteriyor. Ancak bunu yaparken, kendi sınırları içinde azıcık direnç gösteren kitlelere karşı, özellikle Stalin döneminde korkunç yüzünü göstermekten geri kalmıyor.

Ortadoğu ise sanki geçmişin parlak uygarlıklarının izlerini belleğinden silip atmış gibi… Önce Mutezile Hareketi ile başlayan akılcılığın önü kısa bir süre sonra tıkanmış;
kimi önemli bilim insanları yetiştirmekle birlikte; aklı ve bilimi temel alan bütüncül bir kültür zeminini oluşturamamış. Kimi uyanış, parlayış dönemlerinin ardından, özellikle de İbn’i Rüşt gibi bir dehadan sonra; felsefeyi, doğal olarak da düşünceyi kapı dışarı eden katı yorumların pençesinde, aklı ve bilimsel düşünceyi katı duvarlar arkasına süpürüvermiş. Ve zaten bir daha da dikiş tutmamış. Kendi ulusal benliğine
hiç kavuşamamış; ulusal bilinç oluşumuna o coğrafyada egemen olan kabileler, boylar, aşiret düzeni bir türlü izin vermemiş…

20. Yüzyıl’a gelince; doğal olarak enerji kaynakları önem kazanmış. Kolay mı?
Sanayi Devrimi gibi dev bir dönüşüme imza atmış, bir yüzyıl önce insanlık…
Şimdi sanayisini kuran güçlü ülkeler, enerji kaynaklarına ulaşmak için, kendi güçlerine ve sinsi politik girişimlerine dayanarak, almışlar ellerine cetvelleri; kendileriyle o bölgelerde işbirliği içine girmiş olan güçlü kabilele önderlerine “Orası senin, burası senin” diye paylaştırmışlar. Ancak şakşakçılığın, ihanetin, çıkar dürtülerinin sonu olmadığı için; “Senin ya da onun; sonuçta hiç fark etmez, size ait olanlar zaten bizim” dercesine,
dev bir ahtapot gibi kollarını bölgeye uzatmış, kanını – iliğini emiyor… Bu nedenle de ulusal uyanışlara, bilinçlenmelere, birey haklarının gelişmesine ve bireyin;

“Ben de insan olarak değerliyim; kulluğu yalnızca Tanrı’ya yaparım; bana ne şeyhten, emirden” demesine, bu bilince ulaşmasına dayanamıyor… Nerede bir kıpırdanış varsa, kirli elleriyle Arap bedenlerine kırbaçları acımasızca indiriyor…

Kara Afrika ise ayrı dert. Durumu öyle ya da böyle, Arap dünyasından çok daha kötü… Ataları, Avrupa’nın ve Amerika’nın zenginleşmesine bedenleriyle oluk oluk katkılar sunan bu kara talihli ve kara derili insanların; Gobineau’cu zihniyetin bir yansıması olarak, insan bile sayılamayacağı savları dillerde dolaşıyor.

Böyle bir tiyatro sahnesinde, gelelim Türkiye’nin görüntüsüne:

Türkiye denilen ve sanki dünyanın merkezi gibi alımlı bir görüntüye sahip olan üç kıtanın, değişik kültürlerin, dinlerin ve büyük tarihsel göçlerin tam kesişme noktası üzerinde bulunan Türkiye’de Türkler önce bir bağımsızlık ve özgürlük savaşı vermişler. Bu savaş, Türk ulusal varlığını ortadan kaldırmak isteyen batı emperyalizmine karşı; neredeyse kendi ulusal benliğini yitirmiş olan Türkler’in ulusal kimlikte öbek öbek toplanmaları sonucu ortaya çıkan ulusal istenç, egemenlik; birlik ve bütünlük duygusuna bağlı olarak verilmiş ve kazanılmış… Böylece emperyalizmin karizması fena halde çizilmişEzilen uluslar, Türkler’in bağımsızlık hareketlerinden oldukça umutlanıp,
bu savaşımı kendilerinin de verip veremeyeceklerini tartmaya başlamışlar.

Ancak Türkler durmamış: Bağımsızlık hareketlerini giderek büyük bir devrime dönüştürmeyi başarmışlar. Bu devrimin önderi Gazi Mustafa Kemal Atatürk
ancak ve ancak ulusunun köklü tarihinden, uygarlık özelliklerinden ve özgürlüğe olan tutkusundan güç alarak; bu büyük devrimin ve dönüşümün mimarı olarak,
ulusunu yeni bir ereğe yöneltmiş:

Batı takltçiliği

Tam bağımsızlık ilkesine sıkı sıkıya bağlı; kendi öz benliğini araştırıp bulan ve bulduğu bu değerleri kendi kimliğinin güçlenmesi için kullanan;

ulusal,
laik,
halkçı,
devletçi ve
devrimci bir Türkiye olarak, Çağdaş Uygarlık Düzeyi’nin üzerine çıkmak…”

Yineleyelim:

  • Tam bağımsız, çağdaş uygarlık düzeyinin üzerine çıkmış bir Türkiye… 

Örneğin Cumhuriyet’in 10. Yıl Kutlamalarında yaptığı ünlü konuşmasında;

  • “Türklüğün unutulmuş medeni vasfı, atinin (geleceğin) nurlu ufkunda yeni bir güneş gibi doğacaktır.” 

derken, sanki yüreği göğüs kafesini parçalayıp fırlayacak kadar coşkulu ve inançlı…

Şimdi bu aşamada, sanki tiyatro sahnesindeki roller, iyice belli olmuş gibi…
Bir kez batı dünyası Aydınlanma Dönemi’ni yaşamış… Ancak o aydınlık, ırkçı, şoven; vahşi kapitalist ve yayılmacı duygular, eğilimler ve yönelişlerle yavaş yavaş kararıyor.
Tıpkı bir tiyatro sahnesinde, ışıklı bir ortamın üzerine koyu bir gölgenin yavaş yavaş gelmesi gibi…

Aynı zaman diliminde Türkiye’ye bakıldığı zaman görülen ne?
Aydınlanma’yı yaşayamamış bir toplumda Gazi Mustafa Kemal Atatürk
önce bir cumhuriyetin kuruluşuna öncülük etmiş… Bunun için ulusça emperyalizme karşı verilen tam bağımsızlık savaşından sonra, “Asıl savaş şimdi başlıyor!” diyerek toplumsal, siyasal, ekonomik, kültürel ve pek çok alanda büyük devrimci sıçrayışlar gerçekleştirilmiş… Derken, bir tarım imparatorluğu düzeyinin üzerine çıkamamış
Türk toplumsal yapısını, Aydınlanma kültürü ve değerleriyle kucaklaştırmak için
yoğun bir çaba içine girmiş…

  • Bireye kul, topluma teb’a olmadığı anımsatılıyor; 

verilen çağdaş eğitimle, birey olmanın onuru, kişiliğin erdemi ve ulus olmanın bilinci aşılanıyor… Yani Aydınlanmayı yaşayamamış, bu yönden bir birikimi olmayan bir coğrafyada Atatürk, o coğrafyanın yüzyıllardır karanlıklar içinde uzayıp giden yolunu, Aydınlanma değerlerine doğru yöneltmiş…

İlki için bakınca ne denli “hazin”, ancak Türkiye için bakıldığında ne denli “coşkun” bir durum değil mi?
Duruma bak:
Aydınlanmayı yaşayan toplumlar karanlığa teslim oluyor; karanlıklar içinden gelen Türkiye, ışık dolu bir Aydınlığa doğru yüzünü dönmüş; atılan devrimci adımlarla
çağdaş dünyanın gerektirdiği kazanımları elde etme çabası içinde…
Hangi adımları sayalım ki?

– Köhne bir düzenin yıkılmasından sonra; ulus ve birey kimliğinin güçlendirilişi…
Bunun için derebeyi düzenine karşı verilen ve giderek toprak reformunu
bile ufkuna oturtacak denli temellere inen zorlu bir uyanış…

– Derken kültür aydınlanmasını sağlamak için zorunlu, birleşik ve laik eğitim;

– Aklı ve bilimi rehber olarak gören bir anlayış;

– Giderek yeni yazının kabul edilişi; dil ve tarih alanlarında atılan dev adımlar;
Halkevleri, Halkevleri’nin çıkardığı Ülkü, Fikirler, Çorumlu, Ün, Gediz gibi dergiler… Çeviri bürolarının kuruluşu; eğitim alanında yapılan büyük devrime koşut olarak, dünyanın klasikleşmiş ünlü yapıtlarının Türkçe’ye çevrilişi ve hatta, eşeklere sarılmış tahta bavullar içine istiflenmiş kitapların; tarlasında, bağında, bahçesinde çalışan köylülere kadar ulaştırılışı… Bu insanların Sokrates’in diyaloglarıyla tanışması, Molier’i okuyuşu; derken her bir köye sonradan, karanlığı aydınlatan birer fener gibi, sanki kutsal bir elin serpiştirdiği Köy Enstitülü öğretmenlerin gittikleri köylerde, Aydınlanma Devrimini içselleştirmiş kültür savaşları…

Türkçe’nin sözlüğünü ve gramerini oluşturma çabaları; toplanan tarih ve dil kongreleri; canlandırılan folklor; kültüre verilen yeni ve derin anlam; üniversite reformu; derken
Nazi kıyımından dolayı Almanya’dan kaçan bilim adamlarının Türk üniversitelerinde görev alışları, yurt dışına her biri kendi toplumlarına aydınlığı taşıyacak Promethe’ler gibi ortaya çıkacak olan öğrenciler… Hepsi kendi alanlarında bir kor ateşi gibi,
ülkelerine dönüşleri ve toplumsal, sayısal ve doğa bilimlerinin temellerinin atılışı… Hukuk Devrimi, kadınlara verilen yüksek değer ve batıda pek çok ülkede bile başlamamış siyasal hakların verilişi…

Ne geliyor gözlerimizin önüne?

Sanki Türkiye’nin o canım coğrafyasına öğretmenler, halkevleri; yeni kurulan
bilim merkezleri ve devrim ocaklarıyla birlikte göz göz ateş böcekleri dağılmış;
karanlık her bir ışık dalgasıyla yırtılıyor, yerini yavaş yavaş aydınlığa ve ışığa bırakıyor;
kasvet dağılıyor; ümitsizliğin yerini ümit ve geleceğe inanç alıyor.
Gittikçe karanlığa boğulan; zifiri gecelerin ortasında, akıl almaz cinayetlere kendini hazırlayan Avrupaya karşı; karanlıkların içinden sıyrılan, üzerindeki karanlık gölgeleri dağıtan, devrimin ateşiyle yurdun en ıssız köşesine kadar, kendi varlığını ve etkilerini duyumsatan bir Türkiye…

Ne muhteşem bir görüntü, ne görkemli bir yürüyüş ve ne büyük bir yeniden diriliş!

  • “Mustafa Kemal Atatürk niçin büyüktür?”
sorusunu ne zaman sorarsak soralım kendimize; bunun karşılığı olarak birçok yanıt bulabiliriz. Ancak O’nu büyüklerin büyüğü yapan yönü; Aydınlanmayı yaşayamamış toplumunun kucağına, o aydınlık değerleri getirip koymasıdır. Aydınlanmayı yaşamış toplumlar faşist ve dikta rejimler altında gittikçe tutsaklığın, yıkılışın, insani değerlerden sıyrılışın, gözlerini kan bürümüşlüğün elinde kıvranırken, ulusunu çağdaşlığa ve
çağdaş uygarlık düzeyinin üzerine götürmek için büyük ve dev adımlar atışıdır…

Bu büyük dönüşümün adına biz “Türk Aydınlanması” diyoruz.
İşte Atatürk, kendi geri kalmış ulusunu, Aydınlanma değerleriyle buluşturup; aklı ve bilimi ona rehber kıldığı ve onu çağdaş uygarlık düzeyine çıkarmak için
her alanda büyük devrimci atılımlar yaptığı için büyüklerin büyüğü bir Aydınlanmacıdır…

O, karanlıklar içinde bunalmış Türkler’i ışığa ve ateşe kavuşuran Promethesi’dir.

Bunlara bakarak, Atatürk’ün niçin “büyük” olduğunu hala kavrayamayanlar var mı bilemem!

Varsa, lütfen yeniden o büyük devrimsel dönüşümü okusunlar, bilgilensinler,
sonra da bir empati (duygudaşlık) yapıp duyumsamaya çalışsınlar. Emin olun,
bunu yapmayı başardıklarında; bir adım sonra içselleştirecek ve günümüzde şu Ortadoğu’nun durumuna bakıp;
İyi ki bu büyük ulus, Atatürk gibi bir dehayı yarattığı için”
dualarını ondan esirgemeyeceklerdir.

Prof. Dr. Kemal Arı, 20.09.2013

BÜYÜK ZAFERİN ÜZDÜKLERİ

Dostlar,

Değerli aydınımız, arkadaşımız Sn. Zeki Sarıhan, yakın tarihe ışık tutan birkaç değerili makalesini bizlerle paylaştı ve bu siteden hepsini yayımladık.

Aşağıdaki yazı ise, 30 Ağustos ve onu tamamlayan 9 Eylül 1922 İzmir’in kurtarılması utkularının (zaferlerinin) ardından, Padişah ve Sadrazamı Damat Ferit dahil, işbirlikçi ve hainlerin başlarına gelenleri anlatıyor..

Hazin bir ibretlik öykü..

Türkiye’yi yönetenlerin bu yakın tarih olayımızı yakından bilmelerinde saymakla bitmez yararlar var..

  • Evet, AKP’liler ve işbirlikçileri çooook dikkatele okumalı bu makaleyi..

Sn. Sarıhan’ı kutluyor ve teşekkür ediyoruz kendisine..

Yokusl ama ilkeli Hint müslümanlarına da şükranlarımızı sunuyor,
onları dostlukla selamlıyoruz..

Sevgi ve saygı ile.
Datça, 13.9.13

Dr. Ahmet Saltık
www.ahmetsaltik.net

=======================================


BÜYÜK ZAFERİN ÜZDÜKLERİ

Zeki_Sarihan_portresi

Zeki Sarıhan

Kurtuluş Savaşı’nın zaferi üzerine Türkiye’de yaşanan büyük sevinç dalgasını ve zaferin mazlum milletler ve sosyalist çevrelerde
nasıl kutlandığını iki ayrı yazıda anlatmaya çalışmıştım. Söz verdiğim üzere bu yazıda da bu zaferden zarar gören ve üzülen çevreleri anlatacağım.

BÜYÜK DERS

Büyük Türk Zaferi’nden dünya çapında zarar gören İngiltere olmuştur.
O zamana dek yenilmez kabil edilen, toprakları üzerinde güneş batmayan İngiltere’nin ilk kez esaslı biçimde “burnu kırılmış”tır.  Yunanistan ise
bu yenilgi ile büyük bir felaket yaşamıştır. Afyon’dan İzmir’e kadar olan bölgede on binlerce askeri ölmüş, pek çoğunu esir vermiş olmasından başka, bu büyük yenilgi Yunanistan’da bir ayaklanmaya neden olmuş, yenilgiden sorumlu tutulanlar idam, hapis gibi cezalar almışlardır.

Büyük Türk zaferinden zarar gören başka bir grup, Yunanların işgali altında bulunmuş olan bölgede yaşayan Rum nüfustur. Gene Afyon-Eskişehir çevresinden İzmir’e dek yüz binlerce Rum, Türklerin kendilerinden öç alacakları korkusuyla, yerlerini yurtlarını bırakarak
can havliyle çekilen Yunan ordusunun ardına takılmış, sağ olarak
Ege denizi kıyılarına ulaşanlar buradan adalara ve Yunanistan’a sığınmışlardır. 14 Eylül (1922) tarihli Vakit, yalnız Marmara sahillerinden kaçanların sayısını 80 bin olarak yazmıştır. Korkunun nedeni,
Yunan ordusunun bu bölgeden Rum gençleri askere alarak cepheye göndermesidir. İstanbul dışında Türkiye’nin öbür bölgelerinde yaşayan Rumlar ise Lozan Antlaşması’ndan sonra mübadele (karşılıklı değişim) yoluyla Yunanistan’a göç ettirilmişlerdir. Bütün bu acılar, İngiliz emperyalizminin Ortadoğu’ya egemen olmak için Yunan hükümetini bir alet olarak kullanması nedeniyle yaşanmıştır. Bu gelişme, yayılmacı (istilacı) veya emperyalist bir ülkenin teşvikiyle başka ülkelere, hatta kendi ülkesine karşı savaşa kalkışan halklar için büyük bir derstir.

150’LİLİKLER

Büyük Zafer’den büyük bir üzüntüye ve korkuya kapılanlar listesinde daha sonraki sırayı işbirlikçi Türkler almaktadır. Aslında bunların mevcudu olukça fazladır. İşgal güçleriyle doğrudan doğruya işbirliği yapanlar, işgalcilerin atadığı ve onlardan maaş alan vali, mutasarrıf, polis müdürü, müftülük gibi görevleri yapanlar, casusluk yaptığı belirlenenler, Milli Mücadele sırasında Kuvayı Milliye’ye karşı ayaklananlar, kalemlerini işgalcilerin lehine kullanan gazeteciler, Padişah, Damat Ferit Paşa ve çevresi… Padişah’ın kaçış öyküsü çok yazılmıştır. Ali Kemal’in feci sonunu ise ayrıca anlatmak gerekecektir.

Hükümet, bu kişilere karşı herhalde hiçbir şey olmamış gibi davranamazdı. Kendileri de bunu biliyorlardı. Bu nedenle, içlerinden kimileri Yunan ordusuyla birlikte gitmişler, bir bölümü İstanbul’dan gemilere binerek çeşitli ülkelere kaçmışlardır. Lozan Antlaşması’nda 1914-1922 yılları arasında işlenen suçlarla ilgili genel af kabul edilmiş, ancak Türkiye, 150 kişiyi Türkiye’den çıkarma hakkını da kabul ettirmiştir. Bu kişileri hükümetin önerisi ile TBMM saptamıştır. 1 Haziran 1924’te, zaten o tarihte çoğu yurt dışında bulunan kişilerden 150 kişilik bir liste, Meclis’ten geçmiştir. Bunların sürgün cezaları 1938’de kabul edilen af yasasına dek sürmüştür. O tarihte yaşamda olan 50 dolayında kişi Türkiye’ye dönmüştür.

“BEN VATAN VE MİLLET HAİNİYİM!”

Kurtuluş Savaşı ile ilgili en ilginç belgesel kitaplardan biri olan “Demirci Akıncıları (Gerilla)” adlı kitabın yazarı, Akıncılar Kumandanı İbrahim Ethem Bey’in anlattığına göre, Akıncılar 3 Eylül günü Sındırgı’yı kurtarırlar. Ertesi gün, düşman lehine hareket etmiş olan iki hoca ve bir serserinin başına “Ben vatan ve millet hainiyim. Bu cezaya layığım. İbret alın” yazılı karton külahlar geçirerek çıplak eşeklere bindirilirler, davul
ve tellallarla çarşı içinde dolaştırılırlar. Büyük bir kafile bunları tükürük yağmuruna tutar. Kurulan bir millet mahkemesinde herkes bunlar hakkında görüşlerini söyler. Eşraftan bazıları, bunların zafer şerefine affedilmelerini ister. Buna halk da katılır. Her biri bir akıncı giydirmesi ve imanlarını yenilemeleri koşuluyla affedilirler. Kemalettin Sami Paşa, Kirmasti’de (Mustafa Kemal Paşa) Yunanlara hizmet ettiği anlaşılan
72 kişiyi kurşuna dizdirmiştir. 11 Eylül günü, Edremit halkı, bir yıl kadar önce Yunanlar tarafından kaymakam tayin edilen Mehmet Vehbi’yi hapishanede linç etmiştir.

5 Ekim’de Gönen’de Yunanlarla işbirliği yapmaktan sanık Süleyman adında biri İstanbul’da yakalanmıştır. Sabah gazetesinin haberine göre Yunan işgali sırasında Bursa’da müftülük yapan Feraizci Hamdi Efendi de yakayı ele vermiştir. Gazetenin yayınına göre hoca, Türk bayrağını yırtmış, çiğnemiş, Yunan ileri hareketini Krala çektiği bir telgrafla kutlamıştır. Türkleri şikâyet ederek tutuklatmıştır. Müslüman kadınların Yunanlılarla evlenebileceği konusunda fetva da veren hoca, Bursa’nın kurtuluşuyla İstanbul’a gelip saklanmıştır. Sorgusu sırasında suçlarını saklamamış, ancak bunların Mustafa Kemal Paşa tarafından affedildiğini ileri sürmüştür. Gazetenin muhabiri ile yaptığı görüşmede ise Bursa’da ancak 20 gün müftülük yaptığını söyleyerek bayrak yırtığını ve Yunanlar Eskişehir’e girdiğinde secdeye kapandığını reddetmiş, fenalık yapanın kendisi değil şimdi Hicaz’da olan Ömer Feyzi olduğunu söylemiştir.

7 Ekim (1922) tarihli İkdam’ın haberine göre, Bursa’da İslam halkı
Kuvayı Milliyeci diye ihbar edenler hakkında hüküm vermek üzere
İstiklal Mahkemesi Bursa’ya ulaşmıştır.

17 Ekim günü, İşgal altındaki bölgede Yunanlara hizmet etmiş olanların İstanbul’da yargılanmalarına devam edilmiştir. Gönen’de kaymakamlık yaparak Yunan amaçlarına hizmet etmekten, Gönen eşrafından bazılarını, müftüyü ve belediye başkanını, Anzavur’a baş eğmedikleri için katlettirmekten sanık Osman Remzi de adliyeye sevk edilerek yargılanmasına başlanmıştır.

MİZAH DERGİLERİ ALAYA ALIYOR

14 Eylül’de mizah dergisi Ayine, “Muhalefetten bir hayli insan insaniyetten istifa edecektir” diye yazdı. Peki, bunlar hangi hayvanlığı kabul edeceklerdi?

Ali Kemal: Yılan,
Refik Halit: Kirpi çıkardığı (Aydede’ki takma adıydı)
Sait Molla: Dombay,
Lider Sadık: Saksağan,
Mehmet Ali Bey: Ördek,
Rıza Tevfik: Hindi,
Pehlivan Kadri ise Ayı Balığı kılığına gireceklerdi.  

Refik Halit, çıkardığı Aydede mizah dergisinde kendisini de alaya alabiliyordu.  5 Ekim tarihli dergisinde “Gideceklere tavsiyeler” başlığı altında “Gurbetçilik kötüdür. Giderayak İstanbul’un bütün lezzetlerinden birer kere daha tadınız.” tavsiyesinde bulundu.

19 Ekim tarihli Güleryüz, Türk Jandarmasının İstanbul’a çıkmasından
bir gün önceki sayısında İstanbul’daki muhaliflerin kılık değiştirdiğini,
kiminin kalpak, kiminin ise pasaport tedarik ettiğini yazdı.

Aynı günkü Aydede, muhalefet reislerinin bazılarının bugünlerde çeşitli memleketlere geziye çıkacakları hakkında şayialar olduğunu yazarak
bazı adlar sıraladı. Bunlar Rıza Tevfik, Hüseyin Daniş, Kadri Pehlivan, Sait Molla, Sakallı Rıfkı, Ömer Feyzi idi.

16 Kasım tarihli Ayine, gidenler için “Bu muhterem zevat, memleket ne zaman işgale uğrasa, o zaman geliyorlar. Dileğimiz bir daha sizin bu memlekete dönebileceğiniz felaketlerden uzak yaşamamızdır” diye yazdı.
Refik Halit’in de benzerleri gibi Mihraniye vapuruyla Avrupa’ya azimet ettiğini yazdı.

İNGİLİZ ELÇİLİĞİNE SIĞINIYORLAR

Damat Ferit Paşa, Büyük zafer sırasında yurt dışında bulunuyordu. Rastlantı bu ya, İzmir’in alındığının ertesi günü olan 10 Eylül günü İstanbul’a döndü. Mustafa Sabri, Sadık Bey, Selim Paşa, Cemal Bey, Rıza Tevfik ve daha birkaç kişi istasyonda beklemeye başladılar.
Birçok yurtsever genç de O’nu “karşılamak için” istasyona geldi.
Damat Ferit, tren Sirkeci’ye gelmeden Çekmece’de trenden indi ve
bir yabancı istimbotla Baltalimanı’ndaki evine gitti.

  • Sadrazam (Başbakan) Damat Ferit Paşa, 22 Eylül günü eşi Mediha Sultan, oğlu ve kızıyla birlikte Şark Sürat katarı ile ve polislerin koruması altında Fransa’ya hareket etti. O’nu hiç kimse uğurlamadı. İngiliz işbirlikçilerinin her biri kendi derdine düşmüştü.

Açıksöz, 21 Eylül 1922 tarihli sayısında “Hain Rumlarla hain İtilafçıların birçoğu İstanbul’dan kaçmaya başladı” diye yazdı. 24 Eylül günü İçişleri Bakanı eski bakanı Mehmet Ali Bey, Kâmil Bey ve Sait Molla İstanbul’dan kaçtılar. Mihran Efendi ise İtalya’ýa gitti. İçişleri eski bakanlarından Cemal Bey de İstanbul’dan ayrıldı. 27 Eylül tarihli Yeni Adana, “İstanbul’dan hainler kaçıyorlar” başlığını attı.

6 Kasım günü, kendilerini İstanbul’da güvende hissetmeyerek İngiliz Elçiliğine sığınmış 150 kişi, İngilizler tarafından Taşkışla’ya yerleştirildi.
9 Kasım günkü Hâkimiyeti Milliye, Ali Kemal’in yakalanıp Anadolu’ya sevk edildiği haberi üzerine 200 hainin İngiliz elçiliğine sığındığını, bir gemi ile derhal sevk edildiklerini yazdı. 13 Kasım’da İstanbul Vali Vekili Ankara’ya, 25 hainin bir İngiliz gemisiyle Mısır’a kaçtığını haber verdi. Bunlar arasında Hürriyet ve İtilaf Merkezi’nden Şaban, Rıza Tevfik, Polis eski umum müdürü Hasan Tahsin, eski şeyhülislam Mustafa Sabri, Alemdarcı Kadri Pehlivan, Polis Okulu Müdürü Galip, Ankara eski valisi Muhittin Paşa, adliye eski bakanı Mustafa, Cemal, Polis müdürlüğü eski memurlarından Mehmet Celalettin, Hoca Sabri,  Konyalı Zeynelabidin, Gümülcineli İsmail, Mahir Sait vardı.

9 Kasım’da Refik Halit Bey, bir süredir saklandığı İstanbul’da bir vapura binerek yurt dışına kaçtı. 2 Ocak’tan beri çıkardığı Aydede mizah dergisinin de son sayısı bugün yayımlandı. Renin gazetesine göre
Refik Halit Bey Bükreş’e gitmişti.

18 Kasım’da da Çerkez Ragıp, Ali, Murat, Adil, Kasım Mazlum, Mehmet Necdet, Kâzım, Talat adlarındaki Hürriyet ve İtilaf Partisi yanlısı on “hain” Yunan Bandıralı Espuvar vapuruyla Mısır’a kaçtılar.

HİNT MÜSLÜMANLARI HAİNLERİ KABUL ETMİYOR

19 Kasım tarihli Journal, “VI. Mehmet’le birlikte bütün eski Türkiye gözden uzaklaştı” diye yazdı. Aynı gün El Mukaddem gazetesinin Cidde muhabirinin istihbaratına göre Hicaz Kıralı Hüseyin, Sultanı iyi kabul göreceğine söz verdiği Mekke’ye sığınmaya çağırdı. Şeyhülislam Mustafa Sabri ile Rıza Tevfik, İngiliz himayesinde Hindistan’a giderken, düşük sultanın el yazısıyla bir mektup götürdüler. Mektupta Şeyhülislam’ın Vahdettin tarafından dikte ettirilen emirlere uyulması isteniyordu.
20 Kasım günü, Hint Hilafet Cemiyeti Başkanı Chotani, Bombay’dan Ankara’nın Roma Temsilcisi Celalettin Arif Bey’e gönderdiği telgrafta, Vahdettin’in, Rıza Tevfik ve Mustafa Sabri Efendi’nin İngilizler tarafından Hindistan’a getirtilip propaganda için kullanılmasına Hint Müslümanlarının izin vermeyeceğini, İslamiyet ve vatanseverliğe aykırı davranan
bu kişilerin saygınlığı bulunmadığını anlattı ve Hint Müslümanlarının TBMM’ne tam saygıları bulunduğunu belirtti.
  (13 Eylül 2013)

The Young Atatürk: From Ottoman Soldier to Statesman of Turkey


Dostlar
,

AÜTF‘den (Ankara Üniversitesi Tıp Fakültesi) 4. sınıf öğrencimiz sevgili Arda Civelek,
bu yaz ATATÜRK hakkında önemli bir İngilizce yapıt okudu (Robert Kolej mezunudur). Bize de söz edince bir tür başına iş açtı. Bu değerli kitabın kısa bir özetini rica ettik. Sağolsun üşenmeden yaptı ve pdf olarak yolladı.

Can düşmanı, sırtlarını yere getirdiği Batılılar bile, Mustafa Kemal Paşa‘nın
büyük idealleri ve benzersiz görkemli başarısı önünde şapka çıkarıyor,
gerçekleri teslim ediyorlar.

Yaşamlarını, dünyaya gelmelerini bile Atatürk’e borçlu ülkemizden birilerinin
-epeyce birilerinin galiba!?- başta tarih bilgisi ekikliği ve türevi tarih bilinci yoksunluğu nedenli olmak üzere nankörlüğü ve vefasızlığı anlaşılır gibi değil.. Yazıklar olsun..

Söz konusu kitabın adı;

  • The Young Atatürk: From Ottoman Soldier to Statesman of Turkey
    (George G. Gawrych, London/NewYork: IB Tauris, 2013, (xiv) + 267 pp).

Okumak için lütfen aşağıdaki erişkeyi (linki) tıklar mısınız??

Gawrych-Atatürk

Gawrych_The_Young_ATATURK

Teşekür ederiz sevgili Arda Civelek’e..

Daha kapsamlı bir özet, hatta tam çeviri
neden olmasın sevgili Arda??
Bir de Cumhuriyet KİTAP ekine
tanıtım yazısı yazılabilir


Sevgi ve saygı ile.
Datça, 13.9.13

Dr. Ahmet Saltık
www.ahmetsaltik.net

İlahi katta kesin hüküm : “Türkiye Cumhuriyeti ilelebet payidar kalacaktır!”

Dostlar,

ADD İzmir Şubelerimizin düzenlediği

  • “Kurtuluşun 91. Yılında Tam Bağımsızlık”

konulu panelin duyurusu aşağıda..

Duyurulması, destek verilmesi dileğimizdir..
Konu önemlidir, düzenleyenlere ve emek verenlere başarılar diler teşekkür ederiz..

9eylul2013

İlahi katta kesin hüküm :
“Türkiye Cumhuriyeti ilelebet payidar kalacaktır!”

9 Eylül 1922 yalnızca İzmir’in kurtuluş günü değildir..

1. Dünya Paylaşım Savaşı’nda Almanlarla birlikte yenilen Osmanlı İmparatorluğu’nun
30 Ekim 1918’de Mondros Silah Bırakışmasını (Mütarekesini) bağıtladığı bilinir.
Aslında “Bırakışma” sözcüğünün gerçek karşılığı olarak 2 yan da (İtilaf ve İttifak devletleri) karşılıklı silah bırakmış / bırakIŞmış değildir.. Ordusu dağıtılan ve silahlarına el konulan, Osmanlı Devletidir.. Buradaki retorik tuzağa (sözcük hilesine) dikkat edilmeli.

30 Ağustos 1922, 30 Ekim 1918’den tam 46 ay sonradır..
Türk Ordusu, 1. TBMM tarafından Mustafa Kemal Paşa’nın mutlak yönetimi ve yetkisinde yeniden kurulmuş ve emperyalistlerin muazzam biçimde donattığı
Yunan işgal ordusunu 4 gün içinde darmadağın etmiştir.

Unutulmasın, 30 Ekim 1918 Mondros Silah “Bıraktırması” Antlaşmasını 10 Ağustos 1920’de çoook doğallıkla SEVR ANTLAŞMASI izlemiştir. Hanedan – Saltanat
(6. Vahdettin ve Damadı Ferit), Osmanlı ordusunun dağıtılmasına göz yummakla kalmamış, son öz yurt Anadolu topraklarının da işgaline “evet” demişlerdir!

Mondros’un, ordusuzlaştırılmış ülkenin işgalini doğuracağını bile öngörememişlerdir.

Mustafa Kemal Paşa Şam – Halep cephesinden İskenderun’a gelerek
Saltanatı Ordu’nun dağıtılmaması ve silahsızlaştırılmaması için telgraflarla ısrarla uyarmış, müttefiklerin Antlaşma (Mondros) dışı işgal girişimlerine karşı koymuştur. Orada yeterince etkili olamayacağını görünce kalkıp İstanbul’a gelmiş ve “Mütareke İstanbul’u”nda 6 ay kadar savaşım vermiştir.. Sayın Dr. Alev Coşkun, bu dönemi ilgili kitabında (Samsun’dan Önce Bilinmeyen 6 Ay, Cumhuriyet kitapları) ayrıntılı ve belgeli işlemiştir.

Bu savaşım da etkili olmayınca, Samsun’a kendisine görev çıkartarak 19 Mayıs 1919’da Anadolu’ya ayak basarak Kurtuluş’u ilmek ilmek Anadolu yollarında örgütlemiştir.. Amasya Tamimi, Erzurum ve Sivas Kongreleri… Heyet-i Temsiliye ve
23 Nisan 1920’de 1. TBMM’nin açılışı..

İşte 9 Eylül 1922; 31 Mart 1908 ayaklanmasını bastırma, 1911 Libya – Trablusgarp, 1912 Balkan Savaşları,  1915 destansı Çanakkale Savaşlarından gelen
Mustafa Kemal Paşa’nın görkemli finalidir..

Ömrü cephelerde, savaşlarda geçmiştir..
Bir İmparatorluk, kanlı Osmanlı İmparatorluğu 1299 – 1920 arasında yaklaşık 621 yıl yaşayarak gümbür gümbür çökmüştür..

Anadolu’da binlerce yıldır öz yurt tutularak yaşanan vatan toprakları da Sevr ile
işgal edilmiş, Türk halkının tarih sahnesinden silinmesi yüzyllardır planlana gelmiştir. (SÖYLEV, Mustafa Kemal Paşa söylemi)

Mustafa Kemal Paşa’nın eylemi, çok yalın olarak;

Bizlere, Anadolu halkına, tarihten silinmek yerine, Türkiye Cumhuriyeti devletini kurdurarak “Türk Milleti” niteliği kazandırması ve yaşanacak bir yurt sağlamasıdır.
Üstelik Osmanlı saltanatına karşın, hain Padişahın idam fermanı boynunda
olduğu halde.

İşte bu nedenledir ki, Mustafa Kemal Paşa “lanetlenmeli” (!), “den’i ve soysuz” Osmanlı Saltanatı ise, Neo-Osmanlıcı zavallılarca, zerre tarih bilinci olmaksızın aptalca bir nostalji ile “yüceltilmelidir” (!).

Boşunadır; tarih hükmünü, de facto gerçeği (reel politik’i); Türkiye Cumhuriyeti Devleti’ni tanıyarak, tanımak zorunda kalarak vermiştir.. Verili gerçek budur, Osmanlı nostaljisi hastalıklı bir takıntıdır.

  • “Türkiye Cumhuriyeti sonsuza dek payidar kalacaktır!”
    (Gazi Mustafa Kemal ATATÜRK, 1926, İzmir suikast girişimi sonrası)

İlahi katta hüküm budur..
Her şeye ve her-ke-se karşın..
Böyle bilinmesinde saymakla bitmeyecek yarar vardır.

Bu tarihi yazanlara / Tarihi böyle yazanlara alnımız yerlerde selam duruyoruz!

Emanetleri, 1. dereceden kutsalımızdır
Sevgi ve saygı ile.
Datça, 8.9.13

Dr. Ahmet Saltık
www.ahmetsaltik.net

Büyük Taarruz, 91 yıl önce bu günlerde hala sürmekteydi!

 

 
Dostlar,

Büyük Taarruz, 91 yıl önce bu günlerde hala sürmekteydi..

Mustafa Kemal Paşa 14 gün planlamış ancak 1 gün fazla sürmüştü..

Mehmetçik, katmış önüne Yunan’ı Ege’ye sürüyordu.
Mustafa Kemal Paşa, Akdeniz diyordu..

  • ” Ordular, ilk hedefiniz Akdeniz, ileri!” komutunu vermişti..

Yol boyunca da 3,5 yıldır işgal mezalimi altındaki kentleri, kasabaları, köyleri
işgalden temizliyordu..

15 Mart 1919’da başlayan işgal, ancak 3,5 yıl sonra 9 Eylül 1922’de defedilebiliyordu..
Saltanat’ın Yunan işgalini desteklemesine karşın..
Mustafa Kemal Paşa’nın Osmanlı devlet,ndeki tüm görevlerinden ayrılmış,
kendi deyimi ile “Sine-i millette ferd-i mücahit” olması ile!
Boynunda son Osmanlı Padişahı Vahdettin’in “idam fermanı” olmasına karşıné

Ama ne yazık ki, emperyalizmin maşası Yunan ordusu yakarak – yıkarak
geri çekiliyor ya da kaçıyordu..

Aşk olsun Büyük Taarruz ve Büyük Zafer‘in yalın ayaklı Mehmetlerine ve şanlı komutanlarına..

30_Agustos_Kutlamasi

Sevgi ve saygı ile.
Datça, 8.9.13

Dr. Ahmet Saltık
www.ahmetsaltik.net

Sivas Ulusal Kongresi’nin Önemi

Dostlar,

Sayın Hüsnü Merdanoğlu Sivas’lı bir yurtsever aydınımızdır.

Temel niteliğinin ARAŞTIRMACILIK olduğunu söylerek sanırız yanlış olmaz.

Araştırır ve yazar..

Bir Atatürk sevdalısı olarak elbette nesnel ve bilimsel akılcılığa dayalıdır.

Yazdığı 3 temel kitap aşağıdadır.. Okunmalı ve değerlendirilmelidir.

Tarihi Gerçekler Işığında Dersim'den Ders Almak

Kemalizm ile Bütünleşen Alevilik

Kemalizm İle AB'nin Çelişkisi

Sivas’ın Şarkışla’sından çıkan bir Anadolu aydınlanmacısı olarak,

“Sivas Ulusal Kongresi’nin Önemi” 

başlıklı makalesini paylaşmak istiyoruz..

Kendisine teşekkür ederek..

Sevgi ve saygı ile.
Datça, 5.9.13

Dr. Ahmet Saltık
www.ahmetsaltik.net

===========================================

Sivas Ulusal Kongresi’nin Önemi

husnu merdanoglu

Hüsnü MERDANOĞLU
Atatürkçü Düşünce Derneği
Yazı Kurulu Üyesi

Osmanlı İmparatorluğu’nun, emperyalizme teslim olduğunun ve tarihe gömüldüğünün belgesi olan Mondros Ateşkesini (Mütarekesini, 30 Ekim 1918) izleyen günlerde, ümitsizliğe düşen Türk ulusu, bir çare bulmak için çeşitli yerel kongreler düzenlemeye başlamışlardır. Ne var ki, yaklaşan tehlike Türk ulusunun vatansız kalmasına yönelik bir tehlike olduğu için yerel kongreler ile ulusal çözüm bulmak mümkün değildi.

Bu koşullar altında Samsun’a çıkan (19 Mayıs 1919) ve ülkenin doğusuna yönelen Mustafa Kemal Paşa’nın başkanlığında 21 Temmuz – 7 Ağustos 1919 tarihleri arasında toplanan Erzurum Kongresi ulusal olduğu ölçüde bölgesel kongre özelliğindedir. Erzurum Kongresi’nde doğu (şark) illerini yakından ilgilendiren kararlar alınmıştır. Erzurum’da alınan kararların en önemlilerden birisi Heyet’i Temsiliye’nin (Temsilciler Heyeti’nin) kurulması ise de; “Kuva-yi Milliyeyi amil ve iradeyi milliyeyi hakim kılmak” (ulusal güçleri etkin, ulusal iradeyi egemen kılmak) esasının kabul edilmesinin ayrı bir önemi bulunmaktadır.

Bir başka önemli karar, Mustafa Kemal Paşa’nın başkanlığında yapılan gizli bir toplantıda alınınmış ve bu toplantıda Mustafa Kemal Paşa şu tehlikelere dikkatleri çekmiştir:

  • “… Büyük karşı koymalar, ihanet ve hıyanetle karşılaşacağımız kuşkusudur. Ulusal mücadeleye atılanların ortadan kaldırılması için, Saray, hükümet (Osmanlı) ve yabancı devletler kuşkusuz ki ilk andan başlayarak harekete geçeceklerdir. Ayrıca yer yer memleket halkının da kandırılması, isyanlar, ihtilaller çıkartılması ve bütün bu olumsuz hareketlerin ulusal mücadele aleyhine gelişmesi mümkündür. Daha kim bilir, akla gelen ve gelmeyen ne düzen ne bozgunculuk, ne tuzaklarla karşılaşacağız.
    Ulusal mücadeleyi milletin büyük çoğunluğuna dayanarak hızlandırmak ve düzenlemek zorundayız. Memlekette ve elimizde, tek tepe, tek kurşun kalıncaya kadar uğraşma isteğimiz sürekli olarak korunacak ve korunmak zorundadır.”

Mustafa Kemal Paşa’nın bu öngörüsü Sivas Kongresi sırasında ortaya çıkmaya başlamıştır. Mustafa Kemal Paşa’yı yakından tanıyan İsmail Fazıl Paşa (Ali Fuat Cebesoy’un babası) o ölüm kalım günlerinde bile kışkırtmalar, siyasal hırs ve hiziplerin etkisiyle kongre başkanlığına aday olmuştur. Sayısız engeller gibi bu engel de aşılmış ve 4 Eylül 1919 günü toplanan kongrede öncelikle “İttihatçılık” sorunu gündeme getirilmiştir. Böylece Sivas Kongresi’nin hiçbir siyasal partiye dayanmadığının tutanaklara geçmesinde ısrar edenler olmuştur.

Sivas Kongresi ülkenin çeşitli yörelerinden gelen delege ve temsilcilerle toplandıktan sonra, ülkenin geleceği ve yazgısı ile ilgili bütün sorunların tartışıldığı bir ulusal toplantı olmuştur. Özellikle büyük emperyalist ülkelerle işbirliği içindeki mandacı kesimlerin manda yönetimi konusundaki ısrarlı tutumları, Sivas Kongresi sırasında gündeme gelmiş ve uzun süre tartışılmıştır. Ne var ki, vatanı düşman işgalinden kurtarmak üzere yola çıkan Kuvayı Milliye kadrosu ve taraftarlarının ulusalcı çıkışları ile her türlü mandacılık önlenmiş ve Kongre kararlarına manda konusu yansıtılmamıştır. Bu yönü ile Sivas Kongresi’nin, Türk tarihi içinde gerçekleştirilen ilk ulusal kongre özelliğindedir.

Manda sorununu çözüme kavuşturan, ulusalcıların tek bir dernek altında (Anadolu ve Rumeli Müdafai Hukuk Derneği) çalışmalarının kararlaştırıldığı Sivas Kongresi sürecinde, yapılan çalışmalar Anadolu halkına ve yerel yöneticilere iletildiği için ülkede bir birlik ve bütünlük güveni doğmaya başlaması üzerine, ülkenin her yanından
Mustafa Kemal Paşa’ya iletilmek üzere Sivas’a telgraflar yağmaya başlamıştır.
Öyle ki, Sivas’ta parlayan ışığın aydınlığından yararlanarak, ulusal güven duygusu pekişmeye başlayan halk, işgalcilere karşı dik durmaya da başlamışlardır.
Örneğin, Afyonkarahisar’daki askeri depolarda bulunan silâh ve cephaneyi kendi denetimindeki yereler taşımak isteyen 300 kişilik bir İngiliz müfrezesi,
Afyonkarahisar halkının birlik ve direnciyle önlenmiştir.

Sivas Kongresi’nden sonra önemli bir gelişme de, Türk kadınının ulusal mücadeleye fiilen katılması olmuştur. Mustafa Kemal Paşa’yı çok memnun eden ilk Anadolu kadını dernekleri, Sivas Kongresinden sora kurulmaya başlanmıştır.

Sivas Kongresi ve tümü ile Ulusal Kurtuluş Savaşı süreci göstermektedir ki;
ulusun haklarını korumak için uğraş vermek her şeyden önce, maddi ve manevi cesaret yanında özveri gerektirmektedir. Sivas Kongresi’ne işgal altındaki İstanbul’dan yeterince delege katılmamıştır. Bu davranışın gerekçesi oldukça düşündürücüdür.
Sivas Kongresi öncesinde, 20. Kolordu Kurmay Başkanı Ömer Halis Bey’in,
9 Ağustos 1919 günü Mustafa Kemal Paşa’ya gönderdiği telgrafta, şu bilgiler
yer almıştır:“– İstanbul’dan delege gönderilmiyor. Onlar yapılan işleri uygun görmemekle birlikte, atılgan bir duruma girmek istemiyorlar. İstanbul’dan delege gönderilmeyecektir. Gönderilmek istenen kişiler, orada verimli, başarılı iş göreceklerine güvenmediklerinden, boşuna para harcamak ve yolculuk sıkıntıları çekmeme için
yola çıkmıyorlar.”

Bu bağlamda şu tarihsel gerçeği de bilmek gerekir ki; her zaman onurlu ile onursuzlar, dik duranlar ile teslimiyeti yeğleyenler var olmuşlardır. Ancak her zaman onurlu davranışı sergileyenler saygı ve övülerek anılırlarken, teslimiyetçiler yerilmişlerdir.

Ne mutlu, ulusal onurunu korumak uğruna gerekir ise yaşamını da hiçe sayarak, mücadele içinde olanlara.

Hüsnü MERDANOĞLU
4.9.2013

30 Ağustos’u Doğru Anlamak


Dostlar,

26 Ağustos 1922 sabahı Kocatepe’den başatılan Büyük Taarruz sürüyordu günümüzden 91 yıl önce bu gün de..

26 Ağustos’tan başlayarak sitemize konuya ilişkin yazılar koymayı sürdürüyoruz.
9 Eylül 1922’de işgalci Yunan birliklerini silip – süpürme eylemi tamamlanmış olacak.
Mehmetçik, Ege’yi işgalden kurtararak, yalın ayak, sırtında yükü ve elinde silahı – süngüsü ile ama seller gibi İzmir’e akmayı sürdürüyordu 91 yıl öncesinde..

30 ağustos 2004

 

Şimdilerde ise kimi zibidiler türediler,
30 Ağustos Zafer Bayramlarında
Bayrak geçit töreninde ayağa kalkarak
saygı selamı vermiyorlar !?

 

O bayrak ki, muzaffer Başkomutan Mustafa Kenal Paşa 9 Eylül’de (1922)
İzmir Hükümet Konağı’na girerken merdivenlere serilen işgalci ve zalim Yunanların bayrağını çiğnememiş,

  • “Bayrak, bir ulusun onuru ve namusudur, çiğnenemez..”

diyerek kaldırtmıştır.

Günümüzde Bayrak geçit töreninde ayağa kalkmayan kimi kendini bilez soysuzlar, gerçekte kendi namus ve onurlarına saygısızlık etmektedirler. Bu çıplak gerçeğin bile ayırdında ol(a)mayacak denli gafildirler (aymaz) ve dalalet (sapkınlık) içindedirler.

Bunlar, Mustafa Kemal Paşa‘nın Kadim SÖYLEV‘ini bitirirken
GENÇLİĞE SESLENİŞ ile kapanan bölümdeki “.. dahili ve harici bedhahlar..” ın
ta kendisi olsalar gerektir.

Ama mutlaka tepeleneceklerdir!

Aşağıda, Cumhuriyetimizin ağabeyi, 91 yaşındaki bilge insan
Dr. Müh. Ali Neejat Ölçen‘den bir makale sunuyoruz..

  • 30 Ağustos’u Doğru Anlamak

Sayın Ölçen’e teşekkür ederken, tarih çınarının makalesini okuyalım ve 30 Ağustos’u doğru anlayalım.. Ona hürmet kusuru etmeyelim..

Sevgi ve saygı ile.
Datça, 5.9.13

Dr. Ahmet Saltık
www.ahmetsaltik.net

==========================================

30 Ağustos’u Doğru Anlamak

olcen

Dr. Müh. Ali Nejat ÖLÇEN

30 Ağustos, Türkiye Cumhuriyeti Devletinin yaratılmasını sağlayan temel utkumuzdur (zaferimiz).

“Ulus-devlet” bütünlüğünü karmaşaya sürüklemekte olan siyasal partilerin üyeleri;
eğer Mustafa Kemal Ata­türk, Cumhuriyeti temel alan Devletimizi yaratmış olmasaydı, boyunla­rınızda Haç olacaktı.

Eğer Osmanlı Devleti sürüp gitseydi, Halife ve de Padişah olan kişinin ayaklarına kapanıp el etek öpecektiniz. Meclisi Mebusan’ın mutfağında bulaşıkçısı bile olamayacaktınız.

  • Nankörlüğünüzün utancını ne zaman duyacaksınız?

Ülkeyi karmaşaya sürüklenen, gerici ve emperyalizmin uşağı kadrolara sesleniyorum:

– Eğer adam olduğunuzu sanıyor ve Türkçe konuşabiliyorsanız, Camiye gidip
kötüye kullandığınız dinin gereğini yerine getiriyormuş gibi namaz kılıyorsanız,
bu 30 Ağustos sayesin­dedir.

Ey aydın geçinen ve 30 Ağustos’u kutlayan aydınlarımız sizlere de sesleniyorum.Bugüne dek 30 Ağustos’u aranızda doğru yorumlayan bir kişiye rastlamadım.

Böylesi utkular’ı (zaferler’i) kutlamakla yetinilmez, o utkuların yarattığı kurumlara bilimle, akılla, donanımla sahip çıkmak gerekir. O utkular savaş alanından önce karargâh’ta kazanılır. Utkuyu yaratacak olan o ka­rargâh’ta:1. Hazırlanan savaş stratejisi,
2. Stratejinin planları,
3. O plânların uygulanacağına ilişkin kararın verileceği gün ve saat ,
4. Savaş planlarını uygulayacak asker gücünün yapılanmasındaki tu­tarlılık,
koşul konusudur.

30 Ağustos utkusunun mimarı Başkomutan Mustafa Kemal Paşa,
bu 4 ko­şulu yürürlüğe koyarken Yunan ordusunu Sakarya meydanına çek­menin
koşul olduğunu görmüş ve onun gerçekleşebilmesi için Eskişehir’in Yunan ordusu tarafından işgalinin gereğine karar vermişti. 30 Ağustos utkusunun kazanılması
bu yanlış sanılan (gerçekte doğru olan) kararın sonucudur.

Ne yazık ki, aydın kesimlerden ve onların örgütlerinden yeni Türkiye Cumhuriyeti Devletinin yaratılmasına olanak sağlayan 30 Ağustos utkusuna ilişkin coşkusal kutlamaların ötesine geçilmediğini görmenin hüznünü yaşamıştır bu satırları yazan kişi (Ali Nejat Ölçen).

Mustafa Kemal’in Cumhuriyetine sahip çıkacak olan kadrolara 30 Ağustos utkusunun geri planda unutulan yazgısını açık­lamaya gereksinim du­yuyorum:TBMM’nin gizli celsesinde Başkomutan Mustafa Kemal bakınız du­rumu nasıl açıklıyor:“18 Temmuz 1921 günü İsmet Paşa’nın cenubî garbisinde Karacahi­sar’da bulunan karargahına giderek, vaziyeti yakından mülahaza et­tikten sonra, İsmet Paşa’ya
şu direktifi verdim: Orduyu Eskişehir şi­mal ve cenubunda topladıktan sonra,
düşman ordusuyla büyük bir mesafe koymak lazımdır ki, Ordu’nun tanzim, tenkis ve takviyesi mümkün olabilsin. Bunun için Sakarya şarkına kadar çe­kilmek la­zımdır.”

Başkomutan Mustafa Kemal, savaş utkusunun gereği olan yukarıki 4 ilkeden en önemli olanını; “savaş planının uygulanması için asker gücü­nün yapılanması” koşulunu sağlamak amacıyla İsmet Paşa’nın Karacahisar’daki karargâhına gitmiştir.
Şimdi dikkat ediniz, aldığı ve uygulanması için verdiği direktifi’nin kamuoyunda
yanlış yorumlanaca­ğını da bilerek o kararın gereğini şöyle açıklamıştı:

“Bu tarzı hareketimizin en büyük mahzuru, Eskişehir gibi mühim mevakimizi ve
çok araziyi düşmana terk etmekten dolayı efkarı umumiyede hasıl olacak manevi sarsıntıdır. Fakat az zamanda, is­tihsal edilecek muvaffakiyetli netaiçle,
bu mahzurlar kendiliğinden zail olacaktır.”

30 Ağustos utkusunun kazanılmasını sağlayan karar budur. Düş­manın Eskişehir’de oyalanması gerekiyordu. Bu karar alınmadıkça, Yunan ordusunu Sakarya meydanına çekmek olanaklı değildi. Nite­kim 30 Temmuz 1921 günü TBMM’nin gizli celsesinde “Heyeti Vekile Reisi” Fevzi Çakmak, sorulara şu yanıtı verecektir:

“Eskişehir’in işgali bizi sulha icbar edemez. Zaten Eskişehir’in bizim için mühim olan fabrikaları kısmen buraya (Ankara’ya A.N.Ö.) nakle­dilmiştir. Şimendifer
akşam tahrip edilmiştir. Düşmanın istifadesini mucip hiçbir şey bırakılmamıştır.”

30 Ağustos utkusunu yaratan bu stratejik kararın kimi aydınlarımız tarafından hala
ne denli yanlış yorumlandığına tanık olmaktayız. Ör­neğin, Necati Akgül adlı bir yazar, Eskişehir’e Yunan ordusunun giri­şini İsmet Paşa’nın geri çekilme kararının sonucu olduğunu yazmak­tadır. O’na göre “Sakarya Meydan Savaşında İsmet Paşa yoktur. Çünkü O, Altıntaş bozgununa neden olmuş ve bir tahta sandalya üze­rinde uyuya kalmış”! Böyle yazıyor kitabında. Bu kişi, Sakarya Meydan Sa­vaşını Başkomutan Mustafa Kemal’dan çok iyi biliyor olmalı! Ger­çek dışı art niyet ürünü bu yazıların
hiçbiri için kitabında tek bir satır dipnota rastlayamazsınız.

Yukarıya aktardığım bilgiler, TBMM’nin gizli celselerindeki görüşmeleri temel alarak hazırlanmış ve 20 yıldır yayınlamakta olduğum Türkiye Sorunları kitap dizisinin 71. sayısında (Ocak 2008) yer almıştı.

Ali Nejat Ölçen

İKİ FOTOĞRAFLA ASKERLERİN ZAFER BAYRAMI !?


Dostlar
,

Çok değerli dostumuz, insan gibi insan, E. Tümg. Sayın Naci Beştepe‘den ulaşan “hazin” bir iletiyi paylaşalım.. Bizim de duygu ve düşüncelerimize tercüman oldu adeta.

Sayın Beştepe’nin eklediği “2 fotoğraf” gerçek anlamda hüzün verici ve düşündürücü.. Tarihe mal olacakları ise kesin..

Sayın Beştepe yine çoook sabırlı ve olgun yazmış..

Biz ise, artık “Mustafa Kemal’in Ordusu” diyemeyeceğimiz TSK’nın fotoğraflardaki komuta heyetine derin teessüflerimizi bildiriyoruz..

Başta Genelkurmay Başkanı Necdet Özel beyefendiye..

Sonra da, son YAŞ’ta (2013) tüm askeri gelenekler ve hiyerarşi ayaklar altına alınarak belirlenen 4 yardımcısına..

– KKK Komutanı Org. Hulusi AKAR

– Deniz Kuvvetleri Komutanı Ora. Bülent BOSTANOĞLU

– Hava Kuvvetleri Komutanı Org. Akın ÖZTÜRK

– Jandarma Genel Komutanı Org. Servet YÖRÜK

Yazıklar olsun..

“Silahlı Kuvvetlerin manevi şahsiyetini tahkir… “ vb. kalıp ceza yasası
ağır yaptırımları daha fazlasını yazmamızı ne yazık ki engelliyor..

Ama şu kadarını söylemek yurttaş olarak anayasal hakkımız :

Bu komuta heyetine güvenmiyor, kendimizi güvende duyumsayamıyor
ve -maalesef- saygı da duymuyoruz..

Tuğg. Ertuğrul Gazi Özkürkçü.. 2 büklüm paşa.. içimizi acıttı..
(Müyesser Yıldız ODATV‘de hakkında kapsamlı yazdı, 3.9,13, http://www.odatv.com/n.php?n=o-selmin-ve-sahibinin-sirri…-0309131200)

Mustafa Kemal Paşa‘nın “Zabit ve Kumandan ile Hasbihal” inde tanımladığı subaylar bunlar olmasa gerek!?

Sevgi ve saygı ile.
Datça, 4.9.13

Dr. Ahmet Saltık
www.ahmetsaltik.net

===============================================

İKİ FOTOĞRAFLA ASKERLERİN ZAFER BAYRAMI !?

Naci BEŞTEPE
E. Tümgeneral

30 Ağustos 2013 Zafer Bayramı kutlamaları ile ile ilgili iki fotoğraf aldım.
Çok kişi sosyal medyadan ulaşmış, görmüş olabilir. Fotoğrafları paylaşanlar,
kısa ve anlamlı ibareler eklemişler.
Can alıcı ifadeler.
Ben de eklemeler yapmak istedim.

BİAT SELAMI

İlkinde, bir tuğgeneral eşi ile kutlamada (tebrikatta).
Hanımefendi UZUN ETEK kuralına uymuş. Modern görünümlü.

2_buklum_General_30.8.2013

Generalimiz (tanıyamadım), askerin BAŞLA SELAMLAMA yöntemini aşmış.
İki büklüm durumda

Basen teslime hazır.
Kafasının ortası hatta ensesi  Cumhurbaşkanı’nın gözü hizasında.

Özel bir selam biçimi.

BİAT SELAMI olmalı.

“Sen beni terfi ettir, ne istersen iste..” duruşu sanki!

Gelecek rütbeleri hayrlı olsun.

*****

GÜLÜNCE GÜLLER AÇIYOR

İkincisinde; Cumhurbaşkanı Gül’ün karşısında üç orgeneral, bir oramiral.
Genelkurmay Başkanı, iki kuvvet komutanı ve J. Genel Komutanı.

Komutanlar_pur_nese_30.8.2013

Görüntüye göre; Cumhurbaşkanı çok neşeli, nükteli / neşeli bir şeyler söylüyor.
Askerlerin hepsi keyifle gülüyor.

Ağızlar fiyonk.

Yurtta ve cihanda barış var.

TSK ve ülke güllük gülistanlık.

Gül’den nüktelerle bayram gülücüklerle dolu geçiyor.

Bir gün sonra, YAŞ’ta bu karedekilerin kararı ve onayı ile emekli edilen 14 general-amiral ve albaylar askeri cezaevlerinden sivil cezaevlerine nakledilecek.

İki  gün sonra 106 askerin 28 Şubat yargılanması başlayacak (2 Eylül 2013).
BALYOZ, ERGENEKON, CASUSLUK, POYRAZKÖY zaten cepte.

Gazetelerde sitem dolu demeçleri yer almış, emekli edilenlerin.
Fotoğraftakiler okumamış olmalı.

Koramiral Can ERENOĞLU’nun,

  • “Benim için üzücü olan, bu davanın TSK’nın Atatürkçü, aydın, yurtsever personelinin tasfiyesini hedeflediği ve delillerin düzmece iftira olduğu bilinmesine rağmen, sahip çıkması gerekenlerin, olmayan hukuka güvendiklerini söyleyerek bizleri yalnız bırakmasıdır.
    Daha vahim olan, bizleri tasfiye edenlerin içinde
    silah arkadaşı maskesi takan ve komplocularla işbirliği yapan hainlerin bulunmasıdır.
    Başka bir üzüntü kaynağım da, suçsuz olduğumuzu bilenlerin de
    üniformamızı çıkarmamıza onay vermesidir
    .”

sözlerinin kendileri ile uzaktan yakından ilgisinin olmadığını değerlendirmiş olmalılar. Yoksa,
bu ayıp hepsine yeter de artardı bile. Değil ağız kulakta gülmek, tebessüm etmek bile zul gelirdi. İçlerinde çok sevdiğim ve beraber çalıştığım arkadaşlarımın olması içimi yakıyor.

Hem de çok.

Çaresizler mi, basiretsizler mi, vurdumduymazlar mı, korkaklar mı, makam sevdasından gözleri mi buğulanmış?

Anlayamıyorum.

Üzülüyorum.

Türk Vatandaşı Naci BEŞTEPE
1 Eylül 2013

Yurtsever ve özverili halkımızın “emperyalist operasyondan kurtarmaya çabaladığı” Ordu bu olmasa gerek.. Şimdi, bu 2 fotoğraf ile, tertip davalarda kurban edilenlerin gerçek değeri daha iyi anlaşılıyor ve Onlara sahip çıkma uğraşı daha da anlam kaanıyor.

Bu 2 fotoğraf bir dönemeç işlevi üstlenmiştir.

İtiraf edelim; emperyalizmi ve işbirlikçilerini “şu kesitte” şimdilik alkışlıyoruz (!).
Büyük bir taktik başarı elde etmişlerdir. Ancak henüz “savaş” bitmemiştir;
birkaç ciddi muharebe yitirilmiş ve çook ağır yitik (zayiat) verilmişse de..

Ne deniyordu Gezi‘de ??

Bu daha başlangıç; mücadeleye devam!

Sevgi ve saygı ile.
Datça, 4.9.13

Dr. Ahmet Saltık
www.ahmetsaltik.net

=============================================

İKİ FOTOĞRAFLA ASKERLERİN ZAFER BAYRAMI !?

Naci_Bestepe_portresi

Naci BEŞTEPE
E. Tümgeneral

30 Ağustos 2013 Zafer Bayramı kutlamaları ile ile ilgili iki fotoğraf aldım. Çok kişi sosyal medyadan ulaşmış, görmüş olabilir. Fotoğrafları paylaşanlar, kısa ve anlamlı ibareler eklemişler. Can alıcı ifadeler. Ben de eklemeler yapmak istedim.

BİAT SELAMI

İlkinde, bir tuğgeneral eşi ile tebrikatta. Hanımefendi UZUN ETEK kuralına uymuş.
Modern görünümlü.

Generalimizi (tanıyamadım), askerin BAŞLA SELAMLAMA yöntemini aşmış. İki büklüm vaziyette.

Basen teslime hazır.  Kafasının ortası hatta ensesi  Cumhurbaşkanı’nın gözü hizasında.

Özel bir selam şekli.

BİAT SELAMI olmalı.

“Sen beni terfi ettir, ne istersen iste..” duruşu sanki!

Gelecek rütbeleri hayrlı olsun.


GÜLÜNCE GÜLLER AÇIYOR

İkincisinde; Cumhurbaşkanı Gül’ün karşısında üç orgeneral, bir oramiral.
Genelkurmay Başkanı, iki kuvvet komutanı ve J. Genel Komutanı.

Görüntüye göre; Cumhurbaşkanı çok neşeli, nükteli/neşeli bir şeyler söylüyor.
Askerlerin hepsi keyifle gülüyor.

Ağızlar fiyonk.

Yurtta ve cihanda barış var.

TSK ve ülke güllük gülistanlık.

Gül’den nüktelerle bayram gülücüklerle dolu geçiyor.

Bir gün sonra, YAŞ’ta bu karedekilerin kararı ve onayı ile emekli edilen 14 general-amiral ve albaylar askeri cezaevlerinden sivil cezaevlerine nakledilecek.

İki  gün sonra 106 askerin 28 Şubat yargılanması başlayacak (2 Eylül 2013). BALYOZ, ERGENEKON, CASUSLUK, POYRAZKÖY zaten cepte.

Gazetelerde sitem dolu demeçleri yer almış, emekli edilenlerin. Fotoğraftakiler okumamış olmalı.

Koramiral Can ERENOĞLU’nun,

“Benim için üzücü olan, bu davanın TSK’nın Atatürkçü, aydın, yurtsever personelinin tasfiyesini hedeflediği ve delillerin düzmece iftira olduğu bilinmesine rağmen, sahip çıkması gerekenlerin, olmayan hukuka güvendiklerini söyleyerek bizleri yalnız bırakmasıdır. Daha vahim olan, bizleri tasfiye edenlerin içinde silah arkadaşı maskesi takan ve komplocularla işbirliği yapan hainlerin bulunmasıdır. Başka bir üzüntü kaynağım da suçsuz olduğumuzu bilenlerin de üniformamızı çıkarmamıza onay vermesidir.”

sözlerinin kendileri ile uzaktan yakından ilgisinin olmadığını değerlendirmiş olmalılar. Yoksa, bu ayıp hepsine yeter de artardı bile. Değil ağız kulakta gülmek,
tebessüm etmek bile zul gelirdi. İçlerinde çok sevdiğim ve beraber çalıştığım arkadaşlarımın olması içimi yakıyor.

Hem de çok.

Çaresizler mi, basiretsizler mi, vurdumduymazlar mı, korkaklar mı, makam sevdasından gözleri mi buğulanmış?

Anlayamıyorum.

Üzülüyorum.

Türk Vatandaşı Naci BEŞTEPE
1 Eylül 2013

Darvin der ki…

Dostlar,

EVRİM KURAMI‘nı bilim dünyasına armağan eden öncü ve yürekli bilim insanı, araştırmacı Charles Darwin, uzun yıllar süren saha gözlemleri, araştırmaları sonunda “Kuram”ını (Teorisini) üretti. Darvin’in bilimsel bulguları bilimsel bir kuram (teori) olarak yazıldı, bilim dünyasına sunuldu (1858) ve aradan geçen uzun yıllar (155 yıl!) bu bulguları sürekli doğruladı. Böylelikle kuram, giderek EVRİM YASASI oluştu. İzleyen dönemlerde bilimsel çalışmalar Darvin’in bulgularını desteklemese idi, önermeler KURAMLAŞAMAYACAK, bilim tarihine armağan edilecekti.

Charles Darwin ve Alfred Russel Wallace, birbirinden bağımsız olarak geliştirdikleri, “Doğal Seçilimle Evrim Kuramı”na ilişkin makalelerini Londra’daki ünlü bilim derneği Linnean Society’nin Temmuz 1858’deki bir oturumunda birlikte sundular. (http://user.tninet.se/~owl390d/dog_yasa/darwinkr.htm, 25.8.13)

    Özetle Darvin dedi ki:

Yeryüzünde canlılar birden bire bu görece “gelişkin” biçimleriyle yaratılmadı.. Koaservat denilen protein moleküllerinden milyonlarca yıl içinde evrimleşerek günümüzdeki durumlarına geldiler ve

.. bu böyle sürecek..

Darvin şunu DEMEDİ : İnsan maymundan geliyor; insanın atası maymundur!

    Darvin dedi ki :

“İnsan ve maymunun atası ortak.. Ortak atadan evrimleşerek geliyorlar.”

*****

Bilimsel akıcılıktan ve bilimsel düşünüş biçiminden, bilimsel araştırma yöntembilgisinden – yöntembiliminden nasibini alamamış, bilim terbiyesi görmemiş birileri ise konuyu inanç alanına taşıyarak yozlaştırma çabasında..

Oysa bilim sonuna dek en küçük ayrıntıyı sorgular, en küçük çelişkiyi eleştirir..

Ya inanç?? Adı üstünde, sorgulamadan inanılır, tartışılmaz, iman edilir.

Aradaki temel fark bu..

Türkiye’den bir muhterem zat bu konularda sayısı onları geçen kitap yazabiliyor.
Konuya ilişkin bir bilimsel eğitimi, diploması olmaksızın!? Bu bilgiler vahiy mi?

Günümüzde EVRİM, Biyolojinin bir ileri uzmanlık alanı.
Örn. Prof. Ali Demirsoy gibi, Prof. Aykut Kence.. gibi ömrünüzü vereceksiniz ki Evrim’i anlaya ve hakkında kitap yazabilesiniz!

Kalitim_ve_Evrim_Ali_Demirsoy

Aradan geçen 155 yılda, insanın – canlılığın evrimi ile ilgili süreklilik gösteren fosil serileri bulunujp çıkarılmıştır. Bilimi ve inancı karıştırmayanlar, net olarak Evrim Kuramı’nın kanıtlandığını ve Evrim Yasası’na dönüştüğünü görmektedirler.

Kimi yobazlar ie bilinen arkayik tutumlarını sürdürmekteler.

– Fakat EVRİM bir inanç alanı olgusu – kavramı değil.
– EVRİM Bilimsel bir gerçek.

Zurafaaların_boynu_uzuyor

İnsanlar eğitimsiz bırakılarak bilimin aydınlığından uzak daha ne denli tutulabilir?
Bu davranışın Roma’da Spartaküs ve kölelere uygulananlardan ne farkı var??

Ama bilimin ışığı o yarasaları da hizaya getirecek..

* İnsanlığı bilim özgürleştirecek..

* Demokrasi ve insan haklarının da omurgası hiç kuşku yok;
özgür ve insanlığın hizmetindeki bilim olacak..

Darvin çok önemli bir şey daha söylüyor.. O da aşağıdaki posterin üzerinde..
Bu bilgece öğütten çok dersler çıkarılmalı; TAVUK TOPLUM olmamak için..

Darvin_der_ki

Ünlü İngiliz tarihbilimci Arnold Toynbee‘ye de nesnelliği ve onun ürünü gerçekçi vefası için teşekkür ederiz.. Büyük ATATÜRK‘ün hakkını aklı başında yabancılar öncelikle teslim ediyor.. Dahası şapka çıkararak selamlıyorlar.. Bizdeki 3,5 zibidiye ne demeli??

Ne demişti Mustafa Kemal Paşa ?

* “Dünyada her şey için, maddiyat için, başarı için en gerçek yol gösterici bilimdir, fendir; bilim ve fennin dışında kılavuz aramak aymazlıktır, bilgisizliktir, doğru yoldan sapmaktır.”
(22.09.1924, Samsun öğretmenleriyle konuşma, 1925, Atatürk’ün M.A.D. s. 19)

Sevgi ve saygı ile.
Tekirdağ, 25.8.13

Dr. Ahmet Saltık
www.ahmetsaltik.net