Etiket arşivi: Almanya’da Hitler

Yönetemeyen demokrasi

Alev Coşkun
Alev Coşkun
Cumhuriyet, 17 Ekim 2021

 

Bu haftaki Pazar yazımda “Yönetemeyen Demokrasi” konusunu ele alıyorum.

Demokrasi, halkın yöneticilerini seçimle belirleme esasına dayalı bir yönetim biçimidir. Temel unsur; eşit, adil, dürüst ve hukuka dayalı olarak yapılan genel seçimlerle yöneticilerin seçilmesidir.

Ancak salt genel seçim, demokrasinin varlığını kanıtlamaz. Yalnızca seçim demokrasi için yeterli olsaydı, 2. Dünya Savaşı öncesi genel seçimlerle iktidara gelen Almanya’da Hitler, İtalya’da Mussolini, Portekiz’de Salazar ve İspanya’da Franco gibi faşist ve otoriter yönetimler demokrasi sayılırdı.

Kuvvetler ayrılığı

Demokrasilerde genel seçimler ne kadar önemliyse, halkın temel hak ve özgürlüklerinin de anayasal güvence altına alınması o derece önemlidir.

Kuşkusuz diğer önemli bir unsur, siyasal iktidarın elinde toplanan gücün anayasal kurallar çerçevesinde sınırlandırılmasıdır. Bu da kuvvetler ayrılığı ilkesinin kabul edilmesi ve işlemesi ile olanaklıdır.

Türk halkı, Tanzimat’ın ilanı olan 1839’dan bugüne, belirli dönemlerde kısıtlamalar olsa da parlamenter sistemle yönetilmiştir ki bu da toplam 182 yılı bulmaktadır.

Ancak son yapılan halkoylaması sonucunda dünyanın hiçbir ülkesinde bulunmayan ve “Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi” adı verilen bir sisteme geçildi. Dünyada bir benzeri olmayan “Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi”ne 2018 yılında geçtik.

Erdoğan, “Her şey iyi olacak. Ekonomi kanatlanıp uçacak” diyordu. Oysa bu sistemle çok büyük bir gerileme dönemi başlamıştır.

Bu sisteme geçeli 3 yıl 3 ay oldu. Bu kadar kısa bir dönemde devlet kurumları adeta çöktü. Özellikle devletin her katmanında denetim sistemleri devre dışı bırakıldı. Kamu yönetiminde yetenek (liyakat) yerine, dine dayalı zihniyete inanan adamlar yerleştirildi.

Bu sistemde, “partili cumhurbaşkanı” tek yetkili oldu. Her şeyi o biliyor, her şeye o karar veriyor. Yasama organı, yetkileri elinden alınmış, sadece adı “Meclis” olan bir kuruma dönüştü.

Cumhurbaşkanı tarafından atanan bakanların Meclis’e gelip hesap vermeleri ortadan kaldırıldı. Çağdaş ve evrensel demokratik sistemin vazgeçilmez unsuru olan kuvvetler ayrılığı ilkesi iptal edildi.

Son 3 yıl 3 aydır uygulanan bu sistemle Türkiye ne yazık ki “yönetemeyen demokrasi” modeline dönüştü.

Yöneten – yönetemeyen demokrasi

Yöneten ve yönetemeyen demokrasi konusu, siyaset bilimciler tarafından derinlemesine incelenmiştir. Siyaset bilimci G. Bordeau, “Yöneten Demokrasi” adlı 3 ciltlik kitabında bu konuyu inceledi. Prof. Bordeau: “Kimi siyasal partilerin demagoji ve halk dalkavukluğu yaparak seçimlerde tepkisel oyları ele geçirebildiklerini, ancak böylesi durumların demokratik yaşamda daha büyük yeni sorunlara yataklık yaptığını” irdeliyor.

Yazar, yetersiz ve donanımsız siyasal iktidarların oluşması sonunda, kaybedenin aslında “yönetilen”lerin yani halkın kendisinin olduğunu savunur ve bu gibi modellerin sonunda “yönetemeyen demokrasi”lere dönüştüğünü de vurgular.

Demokrasi teorisine geri dönüş

ABD’nin Colombia (AS: Columbia) Üniversitesi siyaset bilimi öğretim üyesi Prof. Dr. Giovanni Sartori ise “Demokrasi Teorisine Geri Dönüş” adlı yapıtında, “Yönetemeyen Demokrasi” konusunu ele almıştır. Bir ülkede yönetemeyen demokrasinin unsurları olarak “Aşırı Yük ve Sorunların Çözülememesi” kavramlarını irdelemiştir. Prof. Sartori, bir ülkede iktidarın çözmekle yükümlü olduğu sorunların ağırlığını belirtmek amacıyla da “overload” (aşırı yük) olgusunu ortaya atmıştır.

Örneğin siyasal, toplumsal, dış politika ve ekonomi alanlarındaki birçok sorunla (aşırı yük), karşı karşıya olan bir ülke, öncelikle bu sorunları çözmek için “sorun üreten” değil; “sorun çözen” siyasal iktidarlara gereksinim duyar…

Popülist yaklaşım ve yönetemeyen demokrasi

Ancak, iktidara gelen siyasal parti eğer sorunları görmezden gelerek popülist davranışlarla halkı oyalama yoluna giderse, siyasal ve toplumsal sorunlar birikir. Bu noktada “sorun çözücü” olmak yerine, “sorun yaratıcılık” ve “sorun üreticilik” ortaya çıkar ki bu da “yönetilmezlik” (ungovernability) olgusunu yaratır ve sonunda durum, “yönetemeyen demokrasi”ye dönüşür.

Prof. Sartori’ye göre bir ülkede hem “aşırı yük” (ağır sorunlar) hem de sorun çözememek, sorunları ortada bırakıp “halk dalkavukluğu” ya da “çatışma yöntemi” yani “toplumu kutuplaştırma” öne çıkıyorsa, “yönetilmezlik” konusu üst düzeye ulaşır. Bu da “yönetilemeyen demokrasi” olgusunu ortaya çıkarır. Sartori bu noktada şu yargıya varıyor:

  • Toplumsal sorunları çözemeyen siyasal iktidarlar giderek erirler ve ufalırlar. 

Prof. Dr. Sartori bu noktada siyaset bilimci Karl Mannheim’ın ünlü “Man and Society in Old Age Reconstruction” kitabına gönderme yaparak “…toplumda liderlik yokluğuna” işaret eder, “halkın giderek umudunu yitirmesini” ve “demokrasi dışı istekleri bulunan gruplara fırsat veren olgunun işte bu genel yönetme, çekip – çevirme yokluğu” olduğunu vurgular. (s.179)

Türkiye’de durum

Şimdi Türkiye’ye bakalım.

1. AKP, iktidara geldiği günden itibaren (AS: başlayarak) temel politika olarak toplumu kutuplaştırma yolunu izledi.

2. Ayrıca, ekonomik alanda Türkiye son derece ciddi sorunlarla karşı karşıyadır. İşsizliğin en üst düzeyde olduğu, her üç gençten birinin iş bulamadığı, ekonomik daralmanın son yılların en üst düzeyine ulaştığı bir ekonomik durum. İşçilerin tedirginliği, tarım kesiminin giderek yoksullaşması, orta tabakanın giderek kaybolması gibi son derece önemli ekonomik ve toplumsal sorunlar…

3. Gelir dağılımındaki adaletsizliğin giderek büyümesi,

4. Cumhurbaşkanı Erdoğan, kendisini doğruları en çok bilen kişi olarak görüyor ve buna göre hareket ediyor. Dünyanın hiçbir ülkesinde devlet başkanları merkez bankalarına karışmaz (müdahale etmez). Erdoğan, “faiz sebep, enflasyon neticedir” gibi kendisinin yarattığı ekonomik teorilerle Merkez Bankası’na karışıyor. Bunun sonunda Merkez Bankası başkanı kısa sürelerde değişiyor. Merkez Bankası rezervleri eriyor, halkın 128 milyar doları kaybediliyor. Ocak 2020’de 5.96 TL olan Dolar, 22 ayda 9.18 TL’ye yükseliyor (%55’in üzerinde bir yükselme gerçekleşiyor.).

5. Dış politikada ABD ile Rusya arasında adeta bir top oyunu gibi gidip gelmeler, zikzaklar çiziliyor. Ortadoğu’da; Irak, Suriye, Afganistan, Yunanistan ve Doğu Akdeniz’deki sorunlar giderek büyüyor.

Gündem saptırılıyor

Bugünkü siyasal iktidar bu önemli sorunlar üzerine yoğunlaşma yerine sürekli sürtüşme ve kavga yolunda politika geliştiriyor; temel konulardan kaçma politikası uyguluyor.

AKP iktidarı, rövanş alma hırsı ile yargı, eğitim ve Orduya karşı bu alanları “ele geçirme” anlayışıyla hareket ediyor ve özellikle üniversiteler, aydınlar ve eleştirel basınla kavga etmeyi temel bir politika önceliği haline getirmiş bulunuyor.

Siyasal iktidar, düşman yaratıp, bu düşman kesimle sert bir kavga vererek, hem tabanını güçlendirmeye çalışıyor hem de gündem değiştiriyor. Oysa, gerçek ve çağdaş demokrasilerin temel unsurları (AS: ögeleri) çatışma değil, uzlaşmadır.

Türkiye’de son üç yıldır uygulanan ve dünyanın hiçbir yerinde olmayan “Cumhurbaşkanlığı hükümet sistemi”, dünya siyaset bilimi literatürüne “Yönetemeyen demokrasi modeli” olarak geçmiş bulunuyor.

Sayısal çoğunluk

Çağdaş demokrasi kuramının önde gelen düşünürlerinden Robert A. Dahl, Demokrasi ve Eleştirileri adlı eserinde “sayısal çoğunluk” ve “çoğulculuk” kavramları üzerinde durur. Gerçek demokrasinin çoğulculuktan geçtiğini vurgular. Amaç bütün kesimlerin demokrasi sürecine katılımının sağlanmasıdır.

Demokrasi, Mecliste sayısal çoğunluğa sahip siyasal partilerin her istediklerini yapmasını onaylayan bir sistem değildir. Tersine çağımızın demokrasi anlayışı katılımcılık ve çoğulculuk ilkelerine; yasama, yürütme ve yargının birbirinden bağımsızlığı ve birbirlerini denetlemeleri temeline dayanır. Çağdaş demokrasi anlayışı, geniş fikir alışverişi, uzlaşma ve oydaşma kavramları üzerine yükselir.

Ne yazık ki, AKP iktidarında bu çağdaş düşünceleri göremiyoruz. AKP iktidarı ve lideri uzlaşma yerine çatışmayı; erklerin birbirlerini denetlemesi yerine, gücün bir elde toplanmasını, oydaşma yerine sayısal çoğunlukla her türlü kararı Cumhurbaşkanlığı kararnameleriyle ve gerektiğinde Meclis’ten geçirerek sonuçlandırmayı yeğliyor.

Bunları temel politikalar olarak kabul ediyor ve uyguluyor.

SONA DOĞRU

Ancak bugün, AKP iktidarı bir yanda yoğun dış politika baskıları, öte yanda ekonomik alanda yapılan hatalar ve çalkantılar içinde çırpınmaktadır.

Genel kabul gören görüş şudur:

AKP iktidarı artık ekonomiyi düzeltemez, işsizliği çözemez, enflasyonu denetim altına alamaz, yükselen kurları toparlayamaz.

AKP iktidarının temel ekonomi politikası borçlanma üzerine kurgulanmıştır. Nitekim, Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi’nin uygulandığı son üç yılda, Türkiye Cumhuriyeti’nin 95 yılının toplamından daha fazla borçlanıldı. 2018 Haziran ayında 970 (969.9) milyar TL olan Türkiye’nin borç stoku, Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi’ne geçildikten sonra 1 trilyon 57 milyar TL’lik borç eklenmiş ve toplam borç stoku 2 trilyon 27 milyar TL’ye ulaşmıştır.

Döviz cinsi iç borç stoku ise bu üç yılda tam 394 kat artmış bulunuyor.

Milli gelirin durumu

Özellikle işaret etmemiz gereken önemli nokta şudur:

  • Türkiye’de kişi başına düşen milli gelir son 7 yıldır sürekli düşüş gösteriyor.

Verilere göre 2013 yılında 12 bin 582 Dolar olan milli gelir, 2020 yılında 8 bin 547 dolar oldu. 2013’ten bugüne kişi başına düşen milli gelirdeki azalma yüzde 31.67 oldu. Bu derece düşüş 2. Dünya Savaşı’nda bile görülmedi.

Cumhurbaşkanı Erdoğan, her konuda en çok bilendir. “Faiz sebep, enflasyon neticedir” biçiminde formüle ettiği, ekonomi kuralını ısrarla uygulayarak Merkez Bankası rezervlerinin erimesine neden oldu. Geçen hafta yine aynı yola girildi. Faiz indi ama enflasyon düşmedi; tersine, yükseldi ve döviz kurları tavan yaptı.

AKP iktidarı bir kısırdöngünün içine girmiştir..

Yeteneksiz ve partizan yönetimin yarattığı sorunlar ve her gün ortaya çıkan yolsuzluklar karşısında AKP siyasal iktidarı sarsıntılar geçirmektedir. AKP iktidarı giderek otoriterleşiyor. En tipik örnek Basın İlan Kurumu’dur ve bu kurum bir ceza kurumuna dönüşmüştür.

Böylece art arda verilen resmi ilan kesme cezalarıyla başta Cumhuriyet gazetesi olmak üzere eleştirel basın ekonomik baskı altında tutulmak isteniyor.

KUTUPLAŞMAYI KÖRÜKLÜYOR

Türk siyasal yaşamının hiçbir döneminde kurumlar arasında bu derece çatışma ve güvensizlik oluşmadı. Halk artık mevcut siyasal kurumların işleyişinden, ülkenin yönetiminden memnun olmadığını açıkça göstermektedir. Nitekim son kamuoyu anketleri halkın bu düşüncesini açıkça ortaya koymaktadır. Bulguların özeti şudur:

1. Halk, uygulanan Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi’nden memnun değildir.

2. Bu sistemi destekleyen AKP+MHP’nin Cumhur İttifakı giderek erimektedir.

Türk toplumunda gelir dağılımı adaletsizliği son kertede büyüdü. Orta gelir tabakası yok oldu. Araştırma şirketi Konda’nın son bulguları şöyledir:

Cumhur İttifakı %41.6, Millet İttifakı %44.1. Bunların açılımı şöyledir:

AKP %32.7, MHP %8.9, CHP %24.8, İyi Parti % 19.3, HDP % 11.7’dir.

Ülkemizin gerek ekonomik, gerek toplumsal yüzlerce sorunu çözüm beklerken, siyasal iktidarın bunları çözmek yerine sürekli çatışmaya dayalı politikalarla ülkeyi kutuplaştırması çok hatalıdır. Üç yıldır uygulanan ve dünyanın hiçbir yerine olmayan “Türk Tipi”  Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi iflas etmiştir. Ne yazık ki, AKP siyasal iktidarı “yönetemeyen demokrasi” konumuna girmiştir.

İlk seçimlerde, çağdaş parlamenter sisteme dönmek en acil yapılacak iştir.

KAYNAKÇA

1. Giovanni Sartori, Demokrasi Teorisine Geri Dönüş, (Çev.: Tuncer Karamustafaoğlu ve Mehmet Turan), Ankara, Yetkin Yayınları, 1993.
2. Karl Mannheim, Man and Society in Old Age Reconstruction, London, Routledge & Kegan, 1940.
3. A.D. Lindsay, The Modern Democratic State, London, Oxford Press, 1943.
4. Robert A. Dahl, Demokrasi ve Eleştirileri, (Çev.: Levent Köker), Ankara, Yetkin Yayınları, 1196.

Not: Aynı başlıkla 22.7.2009 tarihli Cumhuriyet gazetesinde özet bir yazım yayımlanmıştı.

ATATÜRK NEDEN BÜYÜKTÜR ??


Dostlar,

Değerli dostumuz 9 Eylül Üniversitesi’nden Tarih uzmanı Sn. Prof. Dr. Kemal Arı‘nın müthiş bir irdelemesini paylaşalım..

Çok ilginç ve çekici bir anlatım ile yakın insanlık tarihinin özetlemesi ve içine
Atatürk devriminin somut edimleri ile ustalıkla yerleştirilerek ilişkilendirilmesi..

Mustafa Kemal Paşa‘yı ve görlemli tarihsel eylemini anlamamış, anlayamamış olanların da okuduklarında aydınlanacakları ağırbaşlı ve kapsamlı bir makale..

Sn. Prof. Arı’yı emeği için kutluyor, paylaşımı için de teşekkür ediyoruz..
(Metne Atatürk fotoğrafını biz ekledik..)

Sevgi ve saygı ile.
22.9.13, Ankara

Dr. Ahmet Saltık
www.ahmetsaltik.net

===========================================

ATATÜRK NEDEN BÜYÜKTÜR ??

portresijpg


Prof. Dr. Kemal ARI

“Ulusunun Yönünü Aydınlığa Çeviren Türk”

Hemen bir çelişkili durumu ortaya koyalım:

 

1930’lar dünyasındayız.
Avrupa’da, eski yüzyılla karşılaştırıldığında büyük kırılmalar yaşanıyor. 1. Dünya Savaşı, milyonlarca insanın ölümüyle sonuçlanmış, ancak pek çok sorunu çözememiş. Kimi imparatorluklar yıkılıp gitmiş; bunların yerine ulusal / milli ya da etnik kimliği öne çıkan devletler kurulmaya başlamış. Rusya da ancak bir rejim değişikliği ile varlığını başka bir boyuta evirmiş… Sözüm ona proleterya denilen işçi sınıfı kendi devrimini yapmış; ancak, içerde büyük sorunlar yetmiyormuş gibi dünkü bağlaşıklarına karşı
çetin bir savaşın içine girmiş.

Avrupa’ya az daha yakından bakalım:

Bu yaşlı kıta, sanki 18. Yüzyıl’ın Aydınlanma değerlerini yaşamamış, örneğin bir Thomass More’u, Jean Jaques Rousseau’yu, Volter’i, Montesquieu’yu kendi bağrından çıkarmamış gibi; kökleri çok daha eskiye uzanan, ancak 19. Yüzyıl’daki Sanayi Devrimi ile daha da palazlanan ırkçı, faşist ve antidemokratik yönetimlerin pençesine düşüvermiş. Seçimle iktidara gelen ünlü diktatörler; coşkulu söylevleriyle uluslarına büyük düşlere ulaşma sözü veriyorlar. Gobineau ve O’nun gibi ırkçı/şoven ideologların düşünceleri merkezi Avrupa’yı; özellikle de Almanya ve İtalya’yı, hatta İngiltere, Fransa gibi ülkeleri bile etkisi altına almış… Pek çok ülke, kendi ırkının peşine düşmüş… Her yanda kemik ve kan ölçümleri yapılıyor; ırklar, dört ayrı renge ayrılmış; her birinin, bir ötekine üstünlüğü üzerine hamaset dolu söylevler veriliyor, kitaplar yazılıyor. Bir yüz yıl önce, insanın yaşama hakkının kutsal bir hak olduğunu savunan düşünürlerin, onca aydınlanmacı değerin yerini insanın içini ürperten yeni değerler dizgesi almaya başlamış. Geçmişteki bütün bu birikim buharlaşıp uçmuş gibi; kendi toplumlarına ırklarının en üstün ırk olduğunu ve başka ırkları egemenlikleri altına almanın bir doğal hak olduğunu savunan sapık ve hastalıklı görüşler ortaya para pul eder olmuş… Almanya’da Hitler, İtalya’da Mussolini; İspanya’da Franko eş zamanlı olarak iş başına gelmişler. Artık “Aydınlanma” dünyasının değerleri yerle bir olmuş durumda. Ve örneğin Almanya’da, gerçekte bir Fransız olan Gobineau’nun düşünceleri, değişik Alman ırkçı yazarlar tarafından coşkulu söylemlere dönüştürülüyor ve Nazi gençlik kolları tarafından Nazizim” kutsanıyor

Sovyetler Birliği’ne gelince                      :

Rusya’nın 1917 Bolşevik Devrimi’nden sonra yıkılmasıyla birlikte; Sovyetler Birliği adı altında toplanan komünist ideolojinin temsilcisi olan yeni güç; parayı ve kapitali kutsayan kapitalizmin karşısına dikilmiş, emeği kutsuyor. Ancak bunu yaparken eşitlik üzerinden giderek özgürlüklere ulaşma derdinde. Bu nedenle bireysel mülkiyet kavramına koyu bir düşmanlık besliyor. Üretim araçlarını devletin tekeline alarak yeni bir ideolojiyi insanlığın kurtuluşu olarak gösteriyor. Ancak bunu yaparken, kendi sınırları içinde azıcık direnç gösteren kitlelere karşı, özellikle Stalin döneminde korkunç yüzünü göstermekten geri kalmıyor.

Ortadoğu ise sanki geçmişin parlak uygarlıklarının izlerini belleğinden silip atmış gibi… Önce Mutezile Hareketi ile başlayan akılcılığın önü kısa bir süre sonra tıkanmış;
kimi önemli bilim insanları yetiştirmekle birlikte; aklı ve bilimi temel alan bütüncül bir kültür zeminini oluşturamamış. Kimi uyanış, parlayış dönemlerinin ardından, özellikle de İbn’i Rüşt gibi bir dehadan sonra; felsefeyi, doğal olarak da düşünceyi kapı dışarı eden katı yorumların pençesinde, aklı ve bilimsel düşünceyi katı duvarlar arkasına süpürüvermiş. Ve zaten bir daha da dikiş tutmamış. Kendi ulusal benliğine
hiç kavuşamamış; ulusal bilinç oluşumuna o coğrafyada egemen olan kabileler, boylar, aşiret düzeni bir türlü izin vermemiş…

20. Yüzyıl’a gelince; doğal olarak enerji kaynakları önem kazanmış. Kolay mı?
Sanayi Devrimi gibi dev bir dönüşüme imza atmış, bir yüzyıl önce insanlık…
Şimdi sanayisini kuran güçlü ülkeler, enerji kaynaklarına ulaşmak için, kendi güçlerine ve sinsi politik girişimlerine dayanarak, almışlar ellerine cetvelleri; kendileriyle o bölgelerde işbirliği içine girmiş olan güçlü kabilele önderlerine “Orası senin, burası senin” diye paylaştırmışlar. Ancak şakşakçılığın, ihanetin, çıkar dürtülerinin sonu olmadığı için; “Senin ya da onun; sonuçta hiç fark etmez, size ait olanlar zaten bizim” dercesine,
dev bir ahtapot gibi kollarını bölgeye uzatmış, kanını – iliğini emiyor… Bu nedenle de ulusal uyanışlara, bilinçlenmelere, birey haklarının gelişmesine ve bireyin;

“Ben de insan olarak değerliyim; kulluğu yalnızca Tanrı’ya yaparım; bana ne şeyhten, emirden” demesine, bu bilince ulaşmasına dayanamıyor… Nerede bir kıpırdanış varsa, kirli elleriyle Arap bedenlerine kırbaçları acımasızca indiriyor…

Kara Afrika ise ayrı dert. Durumu öyle ya da böyle, Arap dünyasından çok daha kötü… Ataları, Avrupa’nın ve Amerika’nın zenginleşmesine bedenleriyle oluk oluk katkılar sunan bu kara talihli ve kara derili insanların; Gobineau’cu zihniyetin bir yansıması olarak, insan bile sayılamayacağı savları dillerde dolaşıyor.

Böyle bir tiyatro sahnesinde, gelelim Türkiye’nin görüntüsüne:

Türkiye denilen ve sanki dünyanın merkezi gibi alımlı bir görüntüye sahip olan üç kıtanın, değişik kültürlerin, dinlerin ve büyük tarihsel göçlerin tam kesişme noktası üzerinde bulunan Türkiye’de Türkler önce bir bağımsızlık ve özgürlük savaşı vermişler. Bu savaş, Türk ulusal varlığını ortadan kaldırmak isteyen batı emperyalizmine karşı; neredeyse kendi ulusal benliğini yitirmiş olan Türkler’in ulusal kimlikte öbek öbek toplanmaları sonucu ortaya çıkan ulusal istenç, egemenlik; birlik ve bütünlük duygusuna bağlı olarak verilmiş ve kazanılmış… Böylece emperyalizmin karizması fena halde çizilmişEzilen uluslar, Türkler’in bağımsızlık hareketlerinden oldukça umutlanıp,
bu savaşımı kendilerinin de verip veremeyeceklerini tartmaya başlamışlar.

Ancak Türkler durmamış: Bağımsızlık hareketlerini giderek büyük bir devrime dönüştürmeyi başarmışlar. Bu devrimin önderi Gazi Mustafa Kemal Atatürk
ancak ve ancak ulusunun köklü tarihinden, uygarlık özelliklerinden ve özgürlüğe olan tutkusundan güç alarak; bu büyük devrimin ve dönüşümün mimarı olarak,
ulusunu yeni bir ereğe yöneltmiş:

Batı takltçiliği

Tam bağımsızlık ilkesine sıkı sıkıya bağlı; kendi öz benliğini araştırıp bulan ve bulduğu bu değerleri kendi kimliğinin güçlenmesi için kullanan;

ulusal,
laik,
halkçı,
devletçi ve
devrimci bir Türkiye olarak, Çağdaş Uygarlık Düzeyi’nin üzerine çıkmak…”

Yineleyelim:

  • Tam bağımsız, çağdaş uygarlık düzeyinin üzerine çıkmış bir Türkiye… 

Örneğin Cumhuriyet’in 10. Yıl Kutlamalarında yaptığı ünlü konuşmasında;

  • “Türklüğün unutulmuş medeni vasfı, atinin (geleceğin) nurlu ufkunda yeni bir güneş gibi doğacaktır.” 

derken, sanki yüreği göğüs kafesini parçalayıp fırlayacak kadar coşkulu ve inançlı…

Şimdi bu aşamada, sanki tiyatro sahnesindeki roller, iyice belli olmuş gibi…
Bir kez batı dünyası Aydınlanma Dönemi’ni yaşamış… Ancak o aydınlık, ırkçı, şoven; vahşi kapitalist ve yayılmacı duygular, eğilimler ve yönelişlerle yavaş yavaş kararıyor.
Tıpkı bir tiyatro sahnesinde, ışıklı bir ortamın üzerine koyu bir gölgenin yavaş yavaş gelmesi gibi…

Aynı zaman diliminde Türkiye’ye bakıldığı zaman görülen ne?
Aydınlanma’yı yaşayamamış bir toplumda Gazi Mustafa Kemal Atatürk
önce bir cumhuriyetin kuruluşuna öncülük etmiş… Bunun için ulusça emperyalizme karşı verilen tam bağımsızlık savaşından sonra, “Asıl savaş şimdi başlıyor!” diyerek toplumsal, siyasal, ekonomik, kültürel ve pek çok alanda büyük devrimci sıçrayışlar gerçekleştirilmiş… Derken, bir tarım imparatorluğu düzeyinin üzerine çıkamamış
Türk toplumsal yapısını, Aydınlanma kültürü ve değerleriyle kucaklaştırmak için
yoğun bir çaba içine girmiş…

  • Bireye kul, topluma teb’a olmadığı anımsatılıyor; 

verilen çağdaş eğitimle, birey olmanın onuru, kişiliğin erdemi ve ulus olmanın bilinci aşılanıyor… Yani Aydınlanmayı yaşayamamış, bu yönden bir birikimi olmayan bir coğrafyada Atatürk, o coğrafyanın yüzyıllardır karanlıklar içinde uzayıp giden yolunu, Aydınlanma değerlerine doğru yöneltmiş…

İlki için bakınca ne denli “hazin”, ancak Türkiye için bakıldığında ne denli “coşkun” bir durum değil mi?
Duruma bak:
Aydınlanmayı yaşayan toplumlar karanlığa teslim oluyor; karanlıklar içinden gelen Türkiye, ışık dolu bir Aydınlığa doğru yüzünü dönmüş; atılan devrimci adımlarla
çağdaş dünyanın gerektirdiği kazanımları elde etme çabası içinde…
Hangi adımları sayalım ki?

– Köhne bir düzenin yıkılmasından sonra; ulus ve birey kimliğinin güçlendirilişi…
Bunun için derebeyi düzenine karşı verilen ve giderek toprak reformunu
bile ufkuna oturtacak denli temellere inen zorlu bir uyanış…

– Derken kültür aydınlanmasını sağlamak için zorunlu, birleşik ve laik eğitim;

– Aklı ve bilimi rehber olarak gören bir anlayış;

– Giderek yeni yazının kabul edilişi; dil ve tarih alanlarında atılan dev adımlar;
Halkevleri, Halkevleri’nin çıkardığı Ülkü, Fikirler, Çorumlu, Ün, Gediz gibi dergiler… Çeviri bürolarının kuruluşu; eğitim alanında yapılan büyük devrime koşut olarak, dünyanın klasikleşmiş ünlü yapıtlarının Türkçe’ye çevrilişi ve hatta, eşeklere sarılmış tahta bavullar içine istiflenmiş kitapların; tarlasında, bağında, bahçesinde çalışan köylülere kadar ulaştırılışı… Bu insanların Sokrates’in diyaloglarıyla tanışması, Molier’i okuyuşu; derken her bir köye sonradan, karanlığı aydınlatan birer fener gibi, sanki kutsal bir elin serpiştirdiği Köy Enstitülü öğretmenlerin gittikleri köylerde, Aydınlanma Devrimini içselleştirmiş kültür savaşları…

Türkçe’nin sözlüğünü ve gramerini oluşturma çabaları; toplanan tarih ve dil kongreleri; canlandırılan folklor; kültüre verilen yeni ve derin anlam; üniversite reformu; derken
Nazi kıyımından dolayı Almanya’dan kaçan bilim adamlarının Türk üniversitelerinde görev alışları, yurt dışına her biri kendi toplumlarına aydınlığı taşıyacak Promethe’ler gibi ortaya çıkacak olan öğrenciler… Hepsi kendi alanlarında bir kor ateşi gibi,
ülkelerine dönüşleri ve toplumsal, sayısal ve doğa bilimlerinin temellerinin atılışı… Hukuk Devrimi, kadınlara verilen yüksek değer ve batıda pek çok ülkede bile başlamamış siyasal hakların verilişi…

Ne geliyor gözlerimizin önüne?

Sanki Türkiye’nin o canım coğrafyasına öğretmenler, halkevleri; yeni kurulan
bilim merkezleri ve devrim ocaklarıyla birlikte göz göz ateş böcekleri dağılmış;
karanlık her bir ışık dalgasıyla yırtılıyor, yerini yavaş yavaş aydınlığa ve ışığa bırakıyor;
kasvet dağılıyor; ümitsizliğin yerini ümit ve geleceğe inanç alıyor.
Gittikçe karanlığa boğulan; zifiri gecelerin ortasında, akıl almaz cinayetlere kendini hazırlayan Avrupaya karşı; karanlıkların içinden sıyrılan, üzerindeki karanlık gölgeleri dağıtan, devrimin ateşiyle yurdun en ıssız köşesine kadar, kendi varlığını ve etkilerini duyumsatan bir Türkiye…

Ne muhteşem bir görüntü, ne görkemli bir yürüyüş ve ne büyük bir yeniden diriliş!

  • “Mustafa Kemal Atatürk niçin büyüktür?”
sorusunu ne zaman sorarsak soralım kendimize; bunun karşılığı olarak birçok yanıt bulabiliriz. Ancak O’nu büyüklerin büyüğü yapan yönü; Aydınlanmayı yaşayamamış toplumunun kucağına, o aydınlık değerleri getirip koymasıdır. Aydınlanmayı yaşamış toplumlar faşist ve dikta rejimler altında gittikçe tutsaklığın, yıkılışın, insani değerlerden sıyrılışın, gözlerini kan bürümüşlüğün elinde kıvranırken, ulusunu çağdaşlığa ve
çağdaş uygarlık düzeyinin üzerine götürmek için büyük ve dev adımlar atışıdır…

Bu büyük dönüşümün adına biz “Türk Aydınlanması” diyoruz.
İşte Atatürk, kendi geri kalmış ulusunu, Aydınlanma değerleriyle buluşturup; aklı ve bilimi ona rehber kıldığı ve onu çağdaş uygarlık düzeyine çıkarmak için
her alanda büyük devrimci atılımlar yaptığı için büyüklerin büyüğü bir Aydınlanmacıdır…

O, karanlıklar içinde bunalmış Türkler’i ışığa ve ateşe kavuşuran Promethesi’dir.

Bunlara bakarak, Atatürk’ün niçin “büyük” olduğunu hala kavrayamayanlar var mı bilemem!

Varsa, lütfen yeniden o büyük devrimsel dönüşümü okusunlar, bilgilensinler,
sonra da bir empati (duygudaşlık) yapıp duyumsamaya çalışsınlar. Emin olun,
bunu yapmayı başardıklarında; bir adım sonra içselleştirecek ve günümüzde şu Ortadoğu’nun durumuna bakıp;
İyi ki bu büyük ulus, Atatürk gibi bir dehayı yarattığı için”
dualarını ondan esirgemeyeceklerdir.

Prof. Dr. Kemal Arı, 20.09.2013