Etiket arşivi: Dr. Alev COŞKUN

Lozan Temel Bağımsızlık Antlaşmasıdır

Dr. Alev Coşkun
Cumhuriyet, 21 Aralık 2021

Lozan Antlaşması Türklerin uluslararası temel bağımsızlık antlaşmasıdır. Bu konuda, ileri geri sözlerle bu konuda tartışma yaratılması milli çıkarlara aykırıdır.

Oysa 24 Temmuz 2023’te 100. yıldönümüne ulaşacak olan Lozan Barış Antlaşması Türkiye’nin ve Türk halkının uluslararası temel belgesidir. Türkiye’nin özellikle Akdeniz ve Ege Denizindeki çıkarlarını koruyan bu temel antlaşma üzerinde gereksiz tartışma ve kuşku yaratmak hele bugünlerde çok hatalıdır.

İNÖNÜ’YE GÖNDERME

Şentop yaptığı konuşmada, İsmet İnönü’nün, “Bu antlaşmayla Türkiye’ye 100 yıl kazandırdığını” söylediğini öne sürmektedir.

İnönü bu sözü nerede söylemiş? Bu sözü söylerken temel amacı neymiş? Bunları bilmiyoruz. Lozan üzerinde uzun yıllar çalıştım, derinlemesine araştırmalar yaptım. 500 sayfalık bir kitap yazdım (Bkz. Diplomat İnönü, Kırmızı Kedi, 2019). Bu konuda yazılmış yerli ve yabancı eserleri incelemiş araştırmacı bir yazar olarak Lozan Barış Antlaşması’nın yaratıcısı İsmet İnönü’nün böyle bir sözüne rastlamadığımı belirtmek isterim. İnönü böyle bir cümle söylemişse onun da muhakkak bir nedeni ve arka planı vardır.

TBMM Başkanı Şentop, bu durumda iddia ettiği bu sözlerin kaynağını açıklamalıdır.

TBMM Başkanı Şentop, böylesi bir yorumla, Lozan’ın “kalıcı değil geçici bir çözüm” olduğuna işaret etmiş oluyor. TBMM Başkanı tarafından yapılan bu yorum Türkiye’nin milli çıkarları açısından gerçekten çok “vahim”dir.

Lozan Barış Antlaşması 24 Temmuz 1923 tarihinde imzalandı. 98 yıldır Türkiye’nin ulusal çıkarlarını koruyor.

Bu antlaşma Türkiye Cumhuriyeti’nin siyasal ve ekonomik alanda en önemli uluslararası belgesidir.

Türkiye’nin Anadolu ve Trakya toprakları üzerindeki egemenliğini tam olarak kuran vazgeçilmez bir bağımsızlık belgesidir.

MONTRÖ VE HATAY

98 yıl önce Lozan Antlaşması imzalanırken Trakya, Marmara ve İstanbul işgal altındaydı. O günün koşullarında Boğazlar konusu Lozan’da tam olarak çözülemedi ve çözüm ileriye bırakıldı. 20 Temmuz 1936’da imzalanan Montrö Boğazlar Sözleşmesi, Boğazlar rejimini Türkiye’nin çıkarları yönünde sonuçlandırdı.

Ardından 1939’da Hatay’ın Türkiye’ye kazandırılmasıyla tartışmalı siyasal noktalar tamamlanmış oldu.

Bu nedenle Lozan, özellikle Akdeniz ve Ege’deki çıkar çatışmalarının yoğunlaştığı, bugünün tartışmalı dünyasında son derece önemlidir.

ŞENTOP’UN YORUMU

Lozan konusunda yıllardır ileri geri konuşmalar yapılır. Konu, TBMM Başkanı tarafından ileri sürülmeseydi, üzerinde bile durmaz, Lozan konusunda yeni bir “saptırma” ve “uydurma” diye geçiştirirdik.

Ancak TBMM Başkanı tarafından böylesi bir çıkışın yapılması, uluslararası politik arenada kuşkulara yol açacaktır.

Şentop, “100 yılını dolduran Lozan geçici bir antlaşmadır” yorumuyla ne demek istemektedir?

Bu çıkış, Türkiye’nin yeni haklar istemesi olarak yorumlanabilir mi?

Yoksa Ege Denizi’nde Yunanların 12 mil karasuları iddiasını benimseyen bir olanak mı yaratılmak isteniyor?

ÖNEMLİ MADDE

Lozan Antlaşması’nın 12. maddesi çok önemlidir. Bu maddeye göre Ege Denizi’nde Asya sahilinden (AS: kıyısından) üç milden az mesafede (AS: uzaklıkta) bulunan ve Antlaşmada başkaca bir hüküm olmayan adalar Türkiye’nin egemenliği altındadır.

  • Ancak 2004 yılından bu yana Ege Denizi’ndeki 18 ada Yunanistan’ın işgali altındadır.

AKP siyasal iktidarı, ne yazık ki, Lozan Antlaşması’nın kesin hükümlerine karşın bu konuda herhangi bir girişimde bulunmamaktadır.

Şentop’un durduk yerde, bir anda ortaya koyduğu bu çıkışından sonra AKP iktidarı, Batı dünyasında bu 18 ada üzerinde Lozan Antlaşması’ndan doğan haklarımızı kullanmak istemiyoruz mu demek istemektedir?

Yoksa Şentop, Lozan Antlaşması’ndaki 12. maddeyi “geçici bir çözüm” olarak mı gördüğünü belirtmek istiyor?

Bunlar tartışma yaratan noktalardır. Çok önemli bir makamda oturan TBMM Başkanı Şentop, makamının ağırlığını duyumsamalı ve ona göre davranmalıdır.

Yineliyoruz,

  • Lozan Antlaşması Türkiye Cumhuriyeti’nin uluslararası çok önemli bir belgesidir.

Atatürk’ün “Yurtta barış, dünyada barış” ilkesini tartışmaya açmak ve böylesi konuşmalar yapmak tehlikelidir.

İnönü’yü yeniden tanımak

ÖLÜMÜNÜN 45.YILDÖNÜMÜ


GÜLSÜN BİLGEHAN

İnönü Vakfı Başkan Yardımcısı
Cumhuriyet, 25 Aralık 2018

(AS: Bizim katkımız yazının altındadır..)

[Haber görseli]

İnönü’nün ülkenin gündeminden düşmemesi ilginçtir. Bunun başlıca nedeni, O’nun, Cumhuriyetimizin kurucusu Atatürk’ün en yakın dava ve silah arkadaşı olmasıdır. Atatürk’ü doğrudan hedef alamayanlar, İnönü’ye hücum ederler. Gerek Atatürk döneminde gerekse çok partili dönemde İnönü daima eleştirilerin hedef tahtasındadır.

Cephede İlk Karşılaşma:
“16 Aralık 1916’da, 2. Ordu Komutanı Ahmet İzzet Paşa’dan Ordu Komutan Vekilliği görevini alan Mustafa Kemal, Silvan’dan hareketle Diyarbakır’a geldi. Palu ilçesinde konuşlanmış olan Ordu Karargâhı’na ulaştı ve kendisini 2. Ordu Kurmay Başkanı Albay İsmet Bey karşıladı. Böylece, 1907-1908 yıllarında Selanik’teki görüşmelerinden hemen hemen 8 yıl sonra, Mustafa Kemal- İsmet İnönü arasında, ilk kez emir- komuta zinciri altında yakın görev ilişkisi içinde bulunma ve birlikte çalışma olanağı ortaya çıkmıştı.
1 Nisan 1916’da generallik (Paşa) rütbesine yükselen Mustafa Kemal 35 yaşındaydı, kendisinden üç yaş küçük olan İsmet Bey kısa süre önce Mevhibe Hanım’la evlenmiş ve 21 gün sonra Diyarbakır cephesine hareket etmişti. Karakış kapıya dayanmıştı. Olası bir Rus saldırısı karşısında, başta kış şartları nedeniyle ordunun yiyecek, giyecek ve diğer güçlüklere uğramaması için ileri hatlarda hafif birlikler bırakarak, ordu cephesinin geriye alınması kararı verildi. Bu konuda Ordu emirnamesinin yazılması görevini Atatürk, Albay İsmet Bey’e verdi.
“Gitti, gelmez. Yaverim Cevat’ı ‘bak, ne yapıyor’ diye yolladım. Döndü, masanın başında düşündüğünü söyledi. Şehirler ve topraklar bırakacaktık. Orduyu kurtarmak için başka çare yoktu. Ama öyle bir karar vermek de güçtü. Git söyle, yazamıyorsa ben dikte edeyim’ dedim. Bir müddet sonra çekilme emrini yazmış, getirdi. Askerlik edebiyatına örnek diye anılabilecek kadar iyi düşünülmüş ve yazılmıştı.”

En övücü örnek
Atatürk, İnönü’yü keşfetmişti. Kısa bir süre sonra O’na verdiği askeri sicil, askerlik tarihinde, bir üstün, kendi emrinde görev yapan bir subaya verdiği en övücü örnek olarak bilinir.
Bu sicilin verildiği tarih Mayıs 1917’dir. Zaten o tarihten sonra da birbirlerinden ayrılmadılar.

  • Atatürk Milli Mücadele sürecinde Genelkurmay Başkanlığı’nı, Batı Cephesi Komutanlığı’nı, Lozan Delegeler Kurulu Başkanlığı’nı, Başbakanlık görevlerini öncelikle İsmet İnönü’ye verdi.

İsmet İnönü de sonuna kadar Atatürk’e sadık kaldı. Birinci Dünya Savaşı’nda O’nun yanında Kurmay Başkanı, Kolordu Komutanı, Milli Mücadele’de Genelkurmay Başkanı, Cephe Komutanı olarak sadakatle görev yaptı. Sivil yaşamda, Cumhuriyet’in kuruluşu, aydınlanma devrimlerinin gerçekleşmesinde büyük Önder’in yanında kuşkuya kapılmadan, duraksama göstermeden yer aldı.”

Asker İnönü:
Neredeyse yarım asır önce bu dünyadan ayrılan İsmet İnönü’nün ülkenin gündeminden düşmemesi ilginçtir. Bunun başlıca nedeni, onun, Cumhuriyetimizin kurucusu Mustafa Kemal Atatürk’ün en yakın dava ve silah arkadaşı olmasıdır. Atatürk’ü doğrudan hedef alamayanlar, İnönü’ye hücum ederler. Gerek Atatürk döneminde gerekse çok partili dönemde İnönü daima eleştirilerin hedef tahtasındadır. Zaten hatıralarında kendisini öyle tanımlamış: 

  • “Beğenildiği zaman çok cömert takdirler görmüş, beğenilmediği zaman çok taşkın ölçüde yerilmiş sade bir insan…” 

İşte, 1958-1961 yılları arasında, kendi deyimiyle, kaderin çok güzel, hatta “harika” bir sonucu olarak, İsmet İnönü’nün yakınında çalışma olanağını yakalayan, yine kendi anlatımıyla “Cumhuriyet döneminde doğmuş, Cumhuriyet’in verdiği olanaklarla okumuş, politik yaşamda bakanlık düzeyinde görevler üstlenmiş, daha sonra üniversitelerde ders vermiş bir sosyal bilimci olarak biz de görevimizi yapmalıydık” diyen Alev Coşkun, bu sade insanı yeniden tanıtıyor. “

“Hiçbir belgesi olmayan dedikoduya dayanan iddialara, kimi saptırmalar ve yalanlara yanıt verilmesi gerekmez mi? İşte bu kitabın yazılış amaçlarından birisi budur. İnönü hakkında ileriye sürülen iddiaları ele almak, doğruları belgelere dayalı olarak ortaya çıkarmak.”

Alev Coşkun’un Asker İnönü kitabı, yoğun incelemeye ve belgelere dayanan, son zamanlarda, Atatürk, İnönü, Osmanlı İmparatorluğunun son dönemleri, Kurtuluş Savaşı hakkında yazılmış en kapsamlı eserlerden birisi. Kitabın iki kahramanı, Mustafa Kemal ve İsmet Paşa’nın yanında Milli Mücadele’nin bilinen ve bilinmeyen bütün kahramanları tanıtılıyor.

En önemli soru
“Düzenli ordu kurulurken en önemli soru şuydu: Anadolu’da kurulacak ordunun subay gereksinmesi nasıl karşılanacak? TBMM’nin açılışından 50 gün sonra, 1 Temmuz 1920’de, Ankara’da Genelkurmay Başkanlığı’na bağlı “Subay Talimgâhı” adı verilen ve uygulamalı eğitim yapan bir subay yetiştirme kursu açıldı. Bu talimgâhın öğrencileri, İstanbul’dan kaçarak gelen Askeri Lise ve Harp Okulu öğrencileriydi. Üçer aylık dönemlerle, bu okulda henüz 17-19 yaşları arasındaki gençler eğitiliyorlardı.

Savaş meydanındaki nezaket
Sakarya Savaşı’nda cephenin en önlerinde çarpışmalara katılan bu subayların %sekseni şehit ya da gazi oldu.
15 ve 16 Temmuz 1921 günleri, Batı Cephesi için çok nazik günlerdi. Çünkü birliklerimiz, bir direnme hareketinden sonra, Kütahya mevzilerinden çekilmek zorunda kalmıştı. Kütahya işgal edilmişti. Durumu yakından görmek isteyen Mustafa Kemal, Batı Cephesi Komutanı’na şifreli bir telgraf gönderdi:

  • Şimdi hareket etmek üzere bulunan bir trenden yararlanarak yüksek şahsınızla gelip görüşmek istiyorum. Sıkıntı verir miyim? Karşılığınızı makine başında bekliyorum.”

Bu telgrafa İsmet Paşa anında şu yanıtı verdi: “Teşrifinize cidden müteşekkir kalırım”.
Mustafa Kemal, 17 Temmuz günü sabaha karşı saat 05.00’te trenle Eskişehir’e vardı ve İsmet Paşa tarafından karşılandı.
Savaş meydanında iki komutanın birbirine gösterdiği bu nezaketin başka örneği yoktur.

İnönü’yü ben de yeniden keşfettim
Asker İnönü, İnönü’nün yaşamının birinci bölümünü, 1884-1922 yıllarını, yani doğumundan Lozan Antlaşması öncesine kadar olan 38 yıllık bir zaman dilimini kapsıyor. Konu ile ilgili yazılmış bütün temel eserleri kaynak olarak kullanan Alev Coşkun, yazarı olduğum Mevhibe kitabından da yararlanmış. Cumhuriyet’in ilk Başbakan’ı, İkinci Cumhurbaşkanı’mız İsmet İnönü, benim “Dedepaşam”dı. Cebinde hep bir pergelle dolaşan, okul arkadaşı Ali Fuat Erden’e sınıf geçişini “geleceğimle aramdaki bir perdeyi çiğneyip geçtim!” diye duyuran, Harp Okulu’nu altın madalya alarak birincilikle bitiren, zeki bakışlı, sevimli, dış dünyadan “namuslu, onurlu ve en yüksek insanlık emelinin hududunu aşan bir vatansever” değerlendirmelerini almış, büyük âşık… İnönü’yü ben de yeniden keşfettim.

Teşekkürler, Alev Coşkun.
=====================================
Dostlar,

Bizden de başta İsmet Paşa’yı keşfeden ve O’ndan gereğince yararlanan Mustafa Kemal Paşa’ya,
ASKER İNÖNÜ kitabını yazan sayın Dr. Alev Coşkun’a
Ve bu makaleyi kaleme alan İsmet Paşa’nın torunu Gülsün Bilgehan’a çoook teşekkür ediyoruz..

Ülkemizdeki herkesi, dünyanın büyük saygı gösterdiği bu 2 ulusal – tarihsel – eşsiz kahramana ve ülkemize yaptıkları benzersiz hizmetlere saygıya, vefaya çağırıyoruz. En azından saygı kusuru işlememeleri ve aziz hatıralarına asla hakaret etmemeleri, aşağılamamaları, iftira atmamaları için asgari insanlık değerlerine uygun davranmaya uyarıyoruz.

Tam 46 yıl önce soğuk bir Ankara öğleni idi. Hacettepe Tıp Fakültesinde 3. sınıf öğrencisi idik. Bir otomobilin açık penceresinden kulağımıza ulaşan öğle haberinin bir tümcesi acı haberi vermekteydi. Donakalmıştık, dizlerimizin bağı çözülmüştü neredeyse, yanaklarımız ıslaktı..
****

Yüce Önder, Kurtarıcı – Kurucu Gazi Mustafa Kemal Paşa’nın Anadolu’da Kurtuluş’u ilmek ilmek ören – örgütleyen 19 Mayıs 1919 – 27 Aralık 1919 arası Kongreler dönemi ardından Ankara’ya gelişlerinin 100. yılında coşku ile karşılayarak,

  • HOŞ GELİŞLER OLAN MUSTAFA KEMAL PAŞA, HOŞ GELİŞLER OLA!

diyoruz gönül dolusu şükran ve coşkuyla..

Sevgi ve saygı ile. 27 Aralık 2019, Ankara

Dr. Ahmet SALTIK MD, MSc, BSc
Ankara Üniv. Tıp Fak. – Halk Sağlığı Uzmanı
Sağlık Hukuku Bilim Uzmanı – Mülkiyeliler Birliği Üyesi
www.ahmetsaltik.net     profsaltik@gmail.com

 

 

CHP’den ‘Tek Adam Parti Devleti Hevesinin Milletimize Faturası’ broşürü

CHP’den rapor    :
Tek Adam Parti Devleti Hevesinin Milletimize Faturası’ 

(AS: Bizim atkımız yazının altındadır..)

Cumhuriyet Halk Partisi son beş yıldır ekonomideki gidişatı inceleyen bilgileri “Tek Adam Parti Devleti Hevesinin Milletimize Faturası” broşüründe bir araya topladı. Broşürde son 5 yılda Türkiye’nin ulusal gelirinin 202 milyar $ eridiği, 2013’te 950 milyar $ olan ulusal gelirin 2019’un ilk 3 ayında 748 milyar $’a indiği belirtildi.

CHP Ekonomi Politikaları Genel Başkan Yardımcılığınca, Parti Sözcüsü Prof. Faik Öztrak’ın eşgüdümünde, hükümetin ekonomi politikalarına yönelik eleştirilere yer verilen bir broşür hazırlandı. CHP’den yapılan yazılı açıklamada, Ekonomi Politikaları Genel Başkan Yardımcılığı tarafından, Genel Başkan Yardımcısı ve Parti Sözcüsü Faik Öztrak’ın eşgüdümünde hazırlanan “Tek Adam Parti Devleti Hevesinin Milletimize Faturası” başlıklı broşürle, parti devleti inşa sürecinin Türkiye’ye maliyetinin ortaya konduğu ifade edildi.

‘SON 5 YILDA ULUSAL GELİR 202 MİLYAR $ ERİDİ’

Broşürde, 2014’ten bu yana Türkiye ekonomisindeki değişimlerin ele alındığı belirtilen açıklamada, son 5 yılda Türkiye’nin ulusal gelirinin 202 milyar $ eridiği, 2013’te 950 milyar $ olan ulusal gelirin 2019’un ilk 3 ayında 748 milyar $’a indiği savunuldu.

Son bir yılda dolar alan yandı altın alan kazandı

Son bir yılda dolar alan yandı altın alan kazandı

‘EN BÜYÜK 20 EKONOMİDEN DÜŞME RİSKİ’

Kişi başına düşen gelirin 2013’ten bu yana 3404 $ azalarak 9076 $’a gerilediği kaydedilen açıklamada, 2013’te 950 milyar $’lık ulusal gelirle dünyanın 16. büyük ekonomisi olan Türkiye’nin, 6 yılda ulusal gelir sıralamasında 4 basamak gerileyerek en büyük 20 ekonomi liginden düşme riskiyle karşı karşıya kaldığı belirtildi.

Enflasyon oranının 2017’den başlayarak çift hanelere yerleştiği aktarılan açıklamada, “2013’te % 9 olan işsizlik 2015’ten bu yana çift haneye çıktı, küresel krizden bu yana en yüksek düzeylere geldi. Resmi işsiz sayısı 4 milyonu aşarken, gerçek işsiz sayısı 8 milyona dayandı. Üniversiteli işsiz sayısı ise bu dönemde rekorlar kırarak 1 milyon sınırını aştı. Mevsim etkisinden arındırılmış rakamlarla 2013 sonunda her 100 gençten 16’sının işsiz olduğu Türkiye’de, 2019 nisan döneminde her 100 gençten 26’sı işsiz.” saptamasına yer verildi.

TÜRKİYE’NİN TOPLAM BORCU ARTTI

Türkiye’nin toplam borcunun ulusal geliri aştığı bildirilen açıklamada, toplam borcun 4 trilyon 162 milyar TL’ye çıktığı belirtildi. Hazinenin iç borçlanma faiz oranı 2013’te %7,6 iken 2019’da bu oranın %22,2’ye yükseldiği belirtilen açıklamada, şu bulgulara yer verildi:

TL, $ KARŞISINDA % 66 DEĞER YİTİRDİ!

“2013 ile 2019 Ağustos ayı arasında Türk lirası, ortalama kurlarla, $ karşısında % 66, Euro karşısında %60 değer yitirdi. 2013 yıl sonundan bu yana, benzer ekonomiler içinde, Arjantin Pezosu’ndan sonra en çok değer yitiren para birimi TL oldu.

Son 5 yılda Türkiye, hukukun üstünlüğü endeksinde 2014’ten bu yana 50 basamak birden gerileyerek 109. sıraya düştü.

Yolsuzluk algı endeksinde ise Türkiye son 5 yılda 25 sıra kötüleşerek 78. sıraya geriledi.

Türkiye, küresel mutluluk endeksinde 2 basamak, küresel barış endeksinde ise 18 basamak düştü.”

Broşürde;
– İnsani Gelişmişlik Endeksi,
– Hukukun Üstünlüğü Endeksi
,
– Yolsuzluk Algı Endeksi,
– Dünya Mutluluk Endeksi ve
– Küresel Barış Endeksi’nde

ilk 10 ve son 10 sırada yer alan ülkelerin yönetim sistemlerinin incelendiği ayrı bir bölümün yer aldığı belirtilen açıklamada, bu endekslerde ilk 10 sırada yer alan ülkelerin tümüne yakınının parlamenter sistemle, son 10 sırada yer alan ülkelerin tümüne yakınının ise başkanlık ya da yarı başkanlıkla yönetildiği belirlemesine yer verildi.

Açıklamada, CHP’nin krizden çıkış için önerdiği tedbirlerin hiçbirinin uygulanmadığı, krizin aspirin sağaltımı (tedavisi) ve pansuman önlemleriyle (tedbirleriyle) geçiştirilmeye çalışıldığı savunuldu.
(AA, 13.8.19)
===========================
Dostlar, 

CHP’nin geçtiğimiz yıl 11 Ağustos’ta (2018) yayımladığı 13 maddelik döviz bunalımından çıkış reçetesi aşağıdaki gibiydi..

CHP’nin 13 maddelik krizden çıkış reçetesi                   :

  1. madde: “Devlette liyakat yoksa devlette çürüme vardır. Yapılması gereken en önemli işlerden birisi devlette liyakat sisteminin yeniden inşa edilmesidir.
  2. madde: Hukukun üstünlüğü ve güvenliği milletvekillerinin öğrencilerin hapiste olduğu bir ülkede‘Yabancılar gelsin yatırım yapsın’ diye beklerseniz hayal ortamında yaşarsınız.
  3. madde: Merkez Bankası’nın bağımsızlığı. Bugün merkez bankalarıyla ilgilenen dünyadaki bütün çevreler Türkiye’deki Merkez Bankasının bağımsız olmadığına inanıyorlar. Siyasi otorite yüzünden bağımsız karar alamıyor. Eğer bu güvenceyi verirseniz farklı bir merkez bankası profili ortaya çıkar.
  4. madde: Sıcak para yönetimi. Akılcı bir sıcak para yönetimine geçmek gerekiyor.  Dolar kurundaki her on kuruşluk artışın bize maliyeti 22 milyar lira. Yılbaşından bu yana $ kurunun yükseliş maliyeti 580 milyar lira.
  5. madde: Dolar temel alınarak ihaleler yapılıyor, yani $ baştacı ediliyor, bu politikadan vazgeçilmeli. Dolar temel alınarak hızla  TL’ye dönüştürülmeli eğer TL’ye güveniyorsanız ‘TL bizim paramız’ diyorsanız hızla ihaleleri Türk Lirasına dönüştürün. Dolara endeksli geçiş ücretleri var. Bunların da tümüyle  TL’ye dönüştürülmesi gerekiyor. Bunu yapmanın mevcut yönetim tarafından zor olduğunu biliyorum.
  6. madde: Kamu İhale Yasasının mutlaka değişmesi gerekiyor. Yolsuzluğun temel kaynağı budur. 16 yılda tam 186 kez ihale mevzuatı değişti.”
  7. madde: Hepimiz vergi ödüyoruz çocuk doğduğu andan başlayarak vergi ödüyor. Vergilerin nereye ödendiğini denetleyen Sayıştay uluslararası standartlarına dönmeli. Sayıştay’ın şu anda denetim yapacağı alanlar kısıtlı, eli kolu bağlı durumda.
  8. madde: Bütçe dışı uygulamalar. Kim bütçenin dışında fonlar oluşturdu? TOKİ vb. yapıların hepsinin kaldırılması gerek. Bütçe disiplinin bu bağlamda sağlanması gerek.
  9. madde: Dış politika bugün izlenen politikanın 180 derece değişmesi gerek. Dış politikada hamaset söylemlerine, dost söylemlerine yer yoktur. Her ülke kendi çıkarları için söylem oluşturur. Güçlü bir ekonomi oluşturamazsanız başka ülkelerin sömürdüğü ülkeler haline gelirsiniz Türkiye’nin bugün geldiği nokta bu. Trump bir tweet atıyor, Türkiye’de $ yükseliyor. Neden böyle oluyor? Güçlü bir ekonomi olmadığı için. Trump’ın attığı her tweet Türk halkının onurunu zedeliyor. Asla kabul etmiyoruz. Bu konuda Türkiye’de bir görüş birliğinin sağlanması çok önemli. Eğer iç politikayı, dış politikanın malzemesi durumuna getirirseniz güçlü kalamazsınız.
  10. madde: Kontrolsüz borçlanma. Bunun için bir anayasal kural getirmek gerekiyor. Herkes gönlünce borçlanamaz. Çocuklarımızı, torunlarımızı borç altında bırakamayız. Bunun sınırları ve kurallarının olması gerek. TBMM’ye hesabı verilmeli. Bu borçları kim ödeyecek? Bu borcu 80 milyon ödeyecekse hepimizin soru sorma hakkımız var.
  11. madde: Fakirin, fukaranın sırtına yıkılan bir vergi politikası var. Türkiye’nin bunu düzeltmesi gerek. Vergi cennetlerinde dolarları olanlar var. Bu dolarları olanlar Türkiye’ye getirdiğinde vergi ödemiyorlar. Fakir ekmek alırken, su içerken vergi ödüyor. Milyarlarca dolarla uğraşanlar vergi ödemiyor. Bunu engellemek için 2006’da Parlamento üstüne düşeni yapmış. ‘Dolarlar ülkeye gelirse %30 vergi alacağım’ demiş. Bu kararname 2006 yılından beri çıkmıyor. Biz bu kararnamenin hızla çıkmasını istiyoruz. O vergi cennetleri nereler herkes biliyor.
  12. madde: Üretimi önceleyen politikaya ihtiyacımız var. Bir ülke üretirse güçlü olur.
  13. madde: İsraf ekonomimizi hepiniz görüyorsunuz. Lüks arabalardan geçilmiyor. Tasarruf yapacağız diyorsanız kamudaki araba saltanatına son verin. Kiralık binalarda oturuyorlar. Neden? Eskiden bakanlıklarda otururlardı. Beğenmiyorlar.” (http://www.cumhuriyet.com.tr/haber/ekonomi/1052422/Kilicdaroglu_ndan_doviz_krizi_aciklamasi.html, 11.08.2018)

‘Parlamentoda görüşülmesi bizim en büyük arzumuz’

Saydığı önerilerin bir bölümünün ‘derhal yapılabilir’, bir bölümünün ise ‘orta vadede’ yapılabilir olduğunu söyleyen CHP lideri Kılıçdaroğlu şöyle devam etti:

Bir bölümünün sonuçları uzun sürede çıkabilir. Hem yasaların hem uygulamaların gelişmesi gerekiyor. Yasama ve yürütmenin bunu el ele vererek yapması gerekiyor. Türkiye’nin demokratikleşmesi, Sayıştay’ın güçlenmesi pek çok yasal düzenlemeye her türlü desteği vereceğiz ve izleyicisi olacağız. Hükümet yok. Artık bakanlar kurulu yok. Yasa önerilerini milletvekilleri verecek. Bu önerilerin krizden çıkma yolunda bir uzlaşmayla Parlamentoda görüşülmesi bizim en büyük arzumuz. Her türlü katkıyı veririz. Bir kişinin egosuna ülke teslim edilemez. Parlamentoda üzerimize düşeni yapacağız. Ülkeyi yönetenlerin hızla karar alması gerek.”
******

Siyaset bilimci Dr. Alev Coşkun‘un son derece yerinde uyarısıyla bağlayalım (Cumhuriyet, 28.7.2019)  :

“Çağdaş ve evrensel demokrasi rejimi anlayışına aykırı olan bu sistem er ya da geç değiştirile­cek ve Türkiye yeniden demok­ratik parlamenter sisteme döne­cektir. Ülkemizin gerek ekonomik, gerek toplumsal yüzlerce soru­nu çözüm beklerken, siyasal ik­tidarın bunları çözmek yerine kavga ve çatışmaya dayalı po­litikalarla enerji tüketmesi; de­mokrasiye uymayan, hataları görülmüş ve onarım olanağı da ol­mayan Cumhurbaşkanlığı hü­kümet sisteminde ısrar etmesi, kaçınılmaz olarak, siyasal ikti­darı bir süre sonra “yöneteme­yen demokrasi” konumuna geti­recektir.“

Sevgi ve saygı ile. 14 Ağustos 2019, Tekirdağ

Prof. Dr. Ahmet SALTIK MD, MSc, BSc
Halk Sağlığı – Toplum Hekimliği Uzmanı
Sağlık Hukuku Bilim Uzmanı, Mülkiyeliler Birliği Üyesi
www.ahmetsaltik.net   profsaltik@gmail.com

Batı’dan Cumhuriyet’e Yönelik Eleştirilerin Düşündürdükleri

Batı’dan Cumhuriyet’e Yönelik Eleştirilerin Düşündürdükleri

Onur Öymen
Cumhuriyet,
29.9.18

Cumhuriyet Vakfının Başkanlığına seçilen Dr. Alev Coşkun, “Cumhuriyeti hedefe koymak rastlantı mı?” başlıklı makalesinde yabancı basında yer alan ölçüsüz tepkileri de yanıtladı.

Coşkun, Cumhuriyetteki yönetim değişikliğinden sonra Alman basınındaki suçlamaları şöyle özetledi: “Türkiye’deki yegâne muhalif gazete Cumhuriyet, Erdoğan destekli karanlık, ekstrem nasyonalist ve ultra Kemalist darbe sonucu tasfiye edilmiş bulunuyor.”

Bedri Baykam da Le Monde gazetesinde yer alan suçlamaları “yüz kızartıcı” ve yanıltıcı, demokratik haklar açısından kabul edilemez buluyor.

Bugün Cumhuriyet gazetesi yöneticilerini suçlayanların ülkelerinde ve Avrupa Parlamentosunda maalesef medyalar konusunda her zaman demokrasiyle bağdaştırılabilecek örnekler görmüyoruz.

Fransa’nın en önemli gazetelerinden biri Türkiye’nin Kıbrıs harekatının ilk günlerinde sergilediği tarafsız tutumu, Türkiye’den beklentileri karşılanmayınca değiştirmiş ve Rum yanlısı bir yayın politikası izlemeye başlamıştı.

Frankfurter Allgemeine Zeitung’da uzun yıllar köşe yazarlığı yapan Alman gazeteci Udo Ulfkotte 2015 yılında yazdığı “Satın Alınmış Gazeteciler” başlıklı kitabında devlet güçlerinin baskısıyla makaleler yazmak ve tasvip etmediği görüşleri savunmak zorunda bırakıldığını açıkladı. Ulfkotte bu konuda maruz kaldığı baskıları YouTube’da İngilizce olarak yaptığı bir konuşmada anlattı. Ancak yazdığı kitap ve yaptığı konuşma Alman medyalarında neredeyse görmezlikten gelindi.

Türkiye’de bizim bir kilise kapattığımız iddiası üzerine ülkemize davet ettiğimiz 14 Alman gazeteci bu iddianın gerçek dışı olduğunu gözleriyle görmelerine karşın, onların kaleminden Alman basınında gerçek durumu yansıtan bir habere rastlamadık.

Türkiye’ye yönelik bazı haksız suçlamalar Başbakan Kohl’ü bile rahatsız etmişti. Kohl, bir kezinde bu eleştiri sahiplerine “Hepimiz camdan evlerde oturuyoruz. Başkasının evini taşlarken kendi camımızı kırabiliriz,” demişti.

Avrupa Parlamentosu da bu konularda her zaman iyi bir sınav vermemiştir. Türkiye raportörlerinden biri, saygın gazetecilerin tutuklandığı Ergenekon davasında kanıtlanmamış iddiaları desteklemiş ve Ergenekon’un devletin içine sızmış bir çete olduğunu ileri sürerek devletin bu örgüt mensuplarını cezalandırması gerektiğini söylemiştir.

Kuşkusuz insan hakları ve demokrasi gibi kavramlar Türkiye gibi, Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesini imzalayan ülkelerde bir iç sorun sayılamaz. İnsan hakları alanında ülkemize yönelik eleştirilerde hiç haklılık payı olmadığını da söyleyemeyiz. O nedenle yabancıların eleştirilerini dikkatle değerlendirmeliyiz. Ancak bu eleştiriler Cumhuriyet vakfına yapılan saldırılar gibi, çağdaş ve demokratik düşünce sahibi oldukları bilinen kişilere yönelik olarak yapıldığında, onlara karşı sessiz kalamayız. Özellikle Türk gazetecilerini ‘bizden yana olanlar, bize karşı olanlar’ şeklinde tasnif edenleri ve görüş ve eleştirilerini bu anlayışla dile getirenleri dikkatli bir gözle okumalıyız. Cumhuriyet Vakfı olayında olduğu gibi, bu konularda görüş açıklayanlar belli kesimlerin ve kişilerin sözcülüğünü yapmak yerine adil, tarafsız ve ilkeli bir tutum izlemeye özen göstermelidirler.

Turgut Özakman’ın Anısına


Turgut Özakman’ın Anısına

Dr. Alev COŞKUN
Cumhuriyet, 30.9.13

Su_Cilgin_Turkler

Özakman bu ölümsüz kitabında, Atatürk’e,
Milli Mücadele’ye resmi tarih diye saldıran, o tarihi saptıran, 2. Cumhuriyetçi, şeriat yanlısı ya da liboş yazarların bu yalanlarını tek tek ele alıp irdelemiş ve belgelere dayanarak bunların tarihin çöplüğüne atılmasını sağlamıştır.

Çok önemli kitaplarıyla Türk Milli Mücadele tarihi kütüphanesine büyük katkılar sağlayan araştırmacı, yazar, bilge insanı, Turgut Özakman’ı yitirdik.

Bütün Atatürkçülerin, Kemalistlerin, anti-emperyalistlerin başı sağ olsun.

Emperyalizme karşı 1919’da başlayan ve üç buçuk yıl süren savaş, daha sonra Cumhuriyetin kuruluşu, laik bir devlet düzeni ve çağdaş bir toplumun yaratılışı…
Büyük devrimler… Ortaçağ koşullarında yaşayan bir toplumun büyük dönüşümü…
Bu büyük devrimi, Nâzım Hikmet bize “Milli Mücadele Destanı”nda
o unutulmaz destansı şiiriyle anlattı.

Bu devrimi Falih Rıfkı Atay, “Çankaya”daŞevket Süreyya Aydemir, toplam 6 ciltlik “Tek Adam” ve “İkinci Adam” kitaplarında bize edebi eserleriyle anlattılar.
Son yıllarda da bu konuyu bize Özakman yalın bir biçimde aktardı.

Çanakkale Savaşlarını ve önemini “Diriliş”, Milli Mücadele’yi “Şu Çılgın Türkler”, Cumhuriyet kazanımlarını da “Cumhuriyet-Türk Mucizesi” kitaplarıyla,
Turgut Özakman halka ulaştırdı.

“Şu Çılgın Türkler”, 
bu tip kitaplarda görülmeyen bir başarı elde etti ve haftalarca en çok satanlar listesinde uzun süre yer aldı. “Şu Çılgın Türkler” kitabı Mart 2013 itibarıyla
397 baskı yaparak korsan baskılarla beraber milyonu aşan satışa ulaşmıştır.
Böylesi kitapların milyonlara ulaşan rakamlarla dağıtım ve satış yapması çok güçtür. Ama “Şu Çılgın Türkler”, bu kırılması olanaksız rekoru yakalamıştır.

Turgut Özakman’ın kitapları çok ciddi bir araştırma ürünüdür. Özakman, konu ile ilgili bütün kitapları okur, notlar alır, bu kitaplarda bu notları yerli ve yabancı belgeleri kullanır ve bunlara gönderme yapar. Her kitabın arkasında yer alan dipnotlar, daha sonra araştırma yapacaklar için gerçek ve bulunmaz bir araştırma kaynağı niteliğindedir.
Onun kitapları alışılmış tarih kitabı değildir. Onun kitapları belgesel romandır.
Roman tadında, senaryo modelinde, insanı içine alan bir kurgu düzeninde yazılmıştır.
Turgut Özakman aslında yakın tarihimizin askeri tarihini yazıyordu. Askeri tarihin anlatımı kuru ve sıkıcıdır. T. Özakman askeri tarihin bu yazılış yöntemini bir yana bırakmış kitaplarını bir öykü, bir roman tadında yazarak büyük başarı göstermiştir.
Özakman’ın kitapları bir “Türkiye Üçlemesidir”1915’teki Çanakkale Savaşı’nı
685 sayfalık belgesel romanında anlattı. Buna ‘Diriliş’ adını verdi.

Çanakkale, Türk vatanını, Türk milletini ve halkını parçalamak için uzun yıllar hazırlanan emperyalist planın ilk aşamasıydı.

Özakman, Çanakkale Savaşları için şu yorumu yapar:

  • “Tarihin en eski milletlerinden biri, ateşten geçerek, kan içinde, bir daha uyumamak, benliğini unutmamak, sömürülmemek, ezilmemek, ölmemek üzere çığlık çığlığa diriliyordu.”

İşte onun için kitabına “Diriliş” adını vermiştir.

“Şu Çılgın Türkler”
de Özakman, 1.İnönü Savaşı’ndan başlayarak İzmir’in emperyalist askeri güçlerin işgalinden kurtuluşuna kadar geçen savaşları, bu en zor günleri toplam 750 sayfada anlatmıştır.

İki kitap, toplam 1281 sayfadan oluşan “Cumhuriyet Türk Mucizesi” kitabında ise Özakman 1923-38 yıllarında, Cumhuriyetin kazanımlarının nasıl gerçekleştiğini anlatır.
Cumhuriyetin önünde hazır bir model yoktu. Yolunu düşünerek, arayarak, deneyerek açtı.

  • Para yok, kredi yok, yetişmiş yeterli sayıda eleman, uzman yok, araç-gereç yok. Osmanlı’dan borca batık bir miras kalmış.

1923’te Türkiye 12 milyon nüfuslu, Anadolu’da doğru dürüst tek fabrikanın bulunmadığı, geri, ilkel, yoksul, nüfusun sadece %7’si okuma-yazması olan bir köylü toplumu.
Kadın erkek eşitliği söz konusu değil. Dinsel kurallar yaşamın her noktasında egemen. İşte böylesi ortaçağ koşullarından çağdaş bir toplum yaratmak hamleleri…
Cumhuriyet Türk Mucizesi”nde bu devrimler anlatılır…

Turgut Özakman’ın ölümsüz bir büyük ürünü de yukarıdaki kitaplarından önce 1997 yılında yayımlanan Vahidettin, M. Kemal ve Milli Mücadele” adını taşıyan kitabıdır. “Yalanlar, Yanlışlar, Yutturmacalar” kitabın ikinci başlığıdır.

Özakman bu ölümsüz kitabında, Atatürk’e, Milli Mücadele’ye resmi tarih diye saldıran,
o tarihi saptıran, ikinci cumhuriyetçi, şeriat yanlısı ya da liboş yazarların bu yalanlarını tek tek ele alıp irdelemiş ve belgelere dayanarak bunların tarihin çöplüğüne atılmasını sağlamıştır.

Bu kitapta, Çanakkale, Milli Mücadele, Lozan gibi konularda, ortaya atılan yalanlar
ve saptırmalar teker teker ele alınarak belgelere dayanılarak yanıtlanmıştı.

Çok sevgi ve saygı duyduğum dostum Özakman, imzalayıp gönderdiği
Şu Çılgın Türkler”i, kitabına koyduğu kısa mektubunda “eğer hak ediyorsa”
kitap hakkında bir tanıtım yazısı yazmamı istemişti.

Kitabı bir solukta bitirdim. Müthiş bir eserdi. Milli Mücadele ilk kez bir senaryo tekniğiyle, yalın ve akıcı bir yazın biçemiyle, en önemli ve can alıcı noktalarıyla anlatılıyordu.
Rahmetli İlhan Ağabey’le kitap üzerinde konuştuk. O da hemen okudu ve benden önce “Pencere” köşesinde bir yazı yazdı.

Yazının başlığı: “Bu Kitabı Okuyun ve Okutun” idi. Kitabın önemini belirtiyor ve
şöyle diyordu:

  • “Özakman’ın kitabı tarihsel gerçeğin güzelim bir Türkçeyle roman diline dönüştürülmesidir… Hiç lamı cimi yokbilelim ki, laik Türkiye Cumhuriyeti topun ağzındadır… Kırk yıllık özel çabayla saydamlaştırılan özgün tarihimizin anlamını yeniden içimize sindirmek, bize ve yeni kuşaklara her zamankinden
    daha çok gerekli… O nedenle bu kitabı okuyun, okutun… Toplantılar düzenleyin, üzerinde tartışmalar açın…” 
    diyordu. (Cumhuriyet, 26 Nisan 2005)

Gerçekten, İlhan Ağabey’in bu yazısından sonra bu kitap dalga dalga yayılıp
bütün Türkiye’yi sardı.

Turgut Özakman büyük bir yurtseverdir.
Gerçek bir Atatürkçüdür.
Çok ciddi bir araştırmacıdır.

Hukuk öğreniminden sonra Almanya’da Tiyatro Bilgileri Enstitüsü’nde okuması,
Devlet Tiyatroları ve TRT’de önemli görevler alması, 25’i aşan tiyatro oyunu yazması
ve sonunda Milli Mücadele tarihimizle ilgili olarak yukarıda özetini verdiğimiz kitapları, Milli Mücadele kütüphanemize kazandırması onu ölümsüzlüğe taşımıştır.

Türk toplumu gerçek bir yurtseverini yitirdi..

Atatürkçüler gerçek bir Kemalisti yitirdi.

Bağımsızlıkçı ve ulusalcılar gerçek bir anti-emperyalist yandaşını yitirdiler.
Bütün halkımız gerçek bir yazarını. halkçı, devrimci bir insanını yitirdi.

Özakman, kalıcı eserleriyle yaşayacaktır. Nurlar içinde yat…

İlahi katta kesin hüküm : “Türkiye Cumhuriyeti ilelebet payidar kalacaktır!”

Dostlar,

ADD İzmir Şubelerimizin düzenlediği

  • “Kurtuluşun 91. Yılında Tam Bağımsızlık”

konulu panelin duyurusu aşağıda..

Duyurulması, destek verilmesi dileğimizdir..
Konu önemlidir, düzenleyenlere ve emek verenlere başarılar diler teşekkür ederiz..

9eylul2013

İlahi katta kesin hüküm :
“Türkiye Cumhuriyeti ilelebet payidar kalacaktır!”

9 Eylül 1922 yalnızca İzmir’in kurtuluş günü değildir..

1. Dünya Paylaşım Savaşı’nda Almanlarla birlikte yenilen Osmanlı İmparatorluğu’nun
30 Ekim 1918’de Mondros Silah Bırakışmasını (Mütarekesini) bağıtladığı bilinir.
Aslında “Bırakışma” sözcüğünün gerçek karşılığı olarak 2 yan da (İtilaf ve İttifak devletleri) karşılıklı silah bırakmış / bırakIŞmış değildir.. Ordusu dağıtılan ve silahlarına el konulan, Osmanlı Devletidir.. Buradaki retorik tuzağa (sözcük hilesine) dikkat edilmeli.

30 Ağustos 1922, 30 Ekim 1918’den tam 46 ay sonradır..
Türk Ordusu, 1. TBMM tarafından Mustafa Kemal Paşa’nın mutlak yönetimi ve yetkisinde yeniden kurulmuş ve emperyalistlerin muazzam biçimde donattığı
Yunan işgal ordusunu 4 gün içinde darmadağın etmiştir.

Unutulmasın, 30 Ekim 1918 Mondros Silah “Bıraktırması” Antlaşmasını 10 Ağustos 1920’de çoook doğallıkla SEVR ANTLAŞMASI izlemiştir. Hanedan – Saltanat
(6. Vahdettin ve Damadı Ferit), Osmanlı ordusunun dağıtılmasına göz yummakla kalmamış, son öz yurt Anadolu topraklarının da işgaline “evet” demişlerdir!

Mondros’un, ordusuzlaştırılmış ülkenin işgalini doğuracağını bile öngörememişlerdir.

Mustafa Kemal Paşa Şam – Halep cephesinden İskenderun’a gelerek
Saltanatı Ordu’nun dağıtılmaması ve silahsızlaştırılmaması için telgraflarla ısrarla uyarmış, müttefiklerin Antlaşma (Mondros) dışı işgal girişimlerine karşı koymuştur. Orada yeterince etkili olamayacağını görünce kalkıp İstanbul’a gelmiş ve “Mütareke İstanbul’u”nda 6 ay kadar savaşım vermiştir.. Sayın Dr. Alev Coşkun, bu dönemi ilgili kitabında (Samsun’dan Önce Bilinmeyen 6 Ay, Cumhuriyet kitapları) ayrıntılı ve belgeli işlemiştir.

Bu savaşım da etkili olmayınca, Samsun’a kendisine görev çıkartarak 19 Mayıs 1919’da Anadolu’ya ayak basarak Kurtuluş’u ilmek ilmek Anadolu yollarında örgütlemiştir.. Amasya Tamimi, Erzurum ve Sivas Kongreleri… Heyet-i Temsiliye ve
23 Nisan 1920’de 1. TBMM’nin açılışı..

İşte 9 Eylül 1922; 31 Mart 1908 ayaklanmasını bastırma, 1911 Libya – Trablusgarp, 1912 Balkan Savaşları,  1915 destansı Çanakkale Savaşlarından gelen
Mustafa Kemal Paşa’nın görkemli finalidir..

Ömrü cephelerde, savaşlarda geçmiştir..
Bir İmparatorluk, kanlı Osmanlı İmparatorluğu 1299 – 1920 arasında yaklaşık 621 yıl yaşayarak gümbür gümbür çökmüştür..

Anadolu’da binlerce yıldır öz yurt tutularak yaşanan vatan toprakları da Sevr ile
işgal edilmiş, Türk halkının tarih sahnesinden silinmesi yüzyllardır planlana gelmiştir. (SÖYLEV, Mustafa Kemal Paşa söylemi)

Mustafa Kemal Paşa’nın eylemi, çok yalın olarak;

Bizlere, Anadolu halkına, tarihten silinmek yerine, Türkiye Cumhuriyeti devletini kurdurarak “Türk Milleti” niteliği kazandırması ve yaşanacak bir yurt sağlamasıdır.
Üstelik Osmanlı saltanatına karşın, hain Padişahın idam fermanı boynunda
olduğu halde.

İşte bu nedenledir ki, Mustafa Kemal Paşa “lanetlenmeli” (!), “den’i ve soysuz” Osmanlı Saltanatı ise, Neo-Osmanlıcı zavallılarca, zerre tarih bilinci olmaksızın aptalca bir nostalji ile “yüceltilmelidir” (!).

Boşunadır; tarih hükmünü, de facto gerçeği (reel politik’i); Türkiye Cumhuriyeti Devleti’ni tanıyarak, tanımak zorunda kalarak vermiştir.. Verili gerçek budur, Osmanlı nostaljisi hastalıklı bir takıntıdır.

  • “Türkiye Cumhuriyeti sonsuza dek payidar kalacaktır!”
    (Gazi Mustafa Kemal ATATÜRK, 1926, İzmir suikast girişimi sonrası)

İlahi katta hüküm budur..
Her şeye ve her-ke-se karşın..
Böyle bilinmesinde saymakla bitmeyecek yarar vardır.

Bu tarihi yazanlara / Tarihi böyle yazanlara alnımız yerlerde selam duruyoruz!

Emanetleri, 1. dereceden kutsalımızdır
Sevgi ve saygı ile.
Datça, 8.9.13

Dr. Ahmet Saltık
www.ahmetsaltik.net

Tüm ABD Yurttaşları “Ben Amerikalıyım” değil “Ben Amerikan’ım” diyor?!

Dostlar,

Sayın Dr. Alev Coşkun ile bu gün telefonla görüştük (4.3.12). 21. 2.13 tarihli Cumhuriyet’in 2. sayfasında yayımlanan “Milliyetçilik, Ulusalcılık Tartışmaları..” konulu yazısındaki “Ben Amerikalıyım” anlatımının yanlış dizildiğini, doğrusunun,
Ben Amerikan’ım” olduğunu, biz söze girereken kendileri ön alarak düzelttiler.
Zaten biz de öyle düşünmüş ve izinlerini almadan sitemize düzelterek koymuştuk.

Geç kalan bir düzeltme izni istemimizi ise incelikle karşılayarak teşekkür etti.

Sizlerle de paylaşmak istedik..

Sayın Coşkun ile “ana dili” ve “anne dili” konusunu da konuştuk. Önerimiz şu oldu :

İtalyan kökenli bir Amerikan yurttaşının anne dili (mother tongue):
İtalyanca; ana dili : İngilizce

Ana dil : basic language; major language; principal language; essential language

Kürt kökenli bir Türk yurttaşının anne dili (mother tongue) Kürtçe; ana dili : Türkçe.

Sanırız bu terminoloji, yersiz ve haksız kullanılan -hatta duygu sömrürüsü yapılan-
bir retoriği boşa çıkarabilir.

Her etnik küme kendi ANNE DİLİNİ (ana dilini değil!) sosyal ve kültürel alanda
özgürce kullanabilir.

Fakat ULUS DEVLETİN “tanımı gereği” kamusal alanda çok sayıdaki “anne dilleri” (mother tongues) değil; tek ortak “resmi dil” / ANA DİL olan “basic language,
major language, principal language, essential language” kullanılacaktır.

Tersi, ULUSLAŞARAK emperyalizm karşısında güçlü bir blok oluşturmayı engeller ve sömrürgeleşme doğurur.

Bu ağır yokoluş bedelini ödememek için, ULUS DEVLET bir uzlaşmadır ve güvencedir.

Türkiye’deki eşit ve 1. sınıf yurttaşlarımız olan Kürt kökenli kardeşlerimizle özellikle paylaşmak isteriz. Bu konuda hiçbir kompleks duymamaları beklenir, gerekir..
ABD’yi kuran 50 dolayında “millet” gibi. Bu  insanlar ayrı ayrı devletler kurmuşlardır
ve o devletin uyruğu ve vatandaşıdırlar. Buna karşın, hiçbir kompleks duymadan
Ben Amerikan’ım” diyebilmektedirler gönül rahatlığıyla. (Kürt kardeşlerimizin
tarihte bir devlet kurabildiklerini ve “milliyet” ten “millete” geçemediklerini biliyoruz.)

Kürt politik önderlerinin bu bilimsel gerçeğin ayrıdında olmaMAları olanaksız..

Dolayısıyla, ayrışma-bölünme-kukla Kürt devletçiği-karakol Kürt devletçiği-istasyon Kürt devletçiği.. nden başka bir sonuç doğurmayacak bu dayatmalarını niçin sürdürürler; ciddi biçimde kaygılanıyoruz..

Birlikte yaşamaktan yana olduğunu çok iyi bildiğimiz Kürt yurttaşlarımızın
ezici çoğunluğunun da politik önderlerine bu soruyu sormalarını çok isteriz…

Yaşanan tablonun (kardeş kavgasının!) AB-ABD dayatması bir kurgu olduğu apaçık.
BOP kapsamında “eşbaşkanlara” talimatla yaptırılmakta..

Bir kez daha, çok sıklıkla sorduğumuz 2 soruyu Türkiye Kürtlerine sormak isteriz :

1. Emperyalizmin özgürlüğüne kavuşturduğu bir halk / etnisite / milliyet / millet biliyor musunuz? Tarihte örneği var mı? Böyle bir işlev emperyalizmin tanımı ile çelişmez mi? Emperyalizmin tunç yasası “BÖL VE YÖNET” (Latin atasözü : DİVİDA ET İMPERA!) değil mi?

2. Eli kanlı sömürgen emperyalizm ile işbirliği yaparak, daha dün Kurtuluş Savaşı’nda ortak Anavatanımız Türkiye için birlikte dövüştüğümüz emperyalistlerle “Anti-emperyalist Mazlum Türkiye Cumhuriyeti” ne karşı cephe açmak etik midir,
ahlaki midir; tabandaki masum Kürt kardeşlerimiz de açıkça aldatılmış olmuyor mu??

– Başta AKP’yi ve kurmaylarını ve de seçmenlerini

– BOP Eşbaşkanı Başbakan RT Erdoğan’ı

– BDP’yi

– PKK’yi

– Ve de ABD ve AB’deki sağduyulu, barış ve demokrasiden yana tüm çevreleri
bir kez daha düşünmeye ve konumlarını gözden geçirmeye çağırıyoruz..

Emperyalizmi tarihinde ilk kez kanlı savaş meydanlarında dize getiren, Türk’ün de, Kürt’ün de… mazlum tüm Anadolu ahalisinin / halkının önderi (“Türkiye Cumhuriyeti’ni kuran Türkiye halkına TÜRK MİLLETİ denir..” tanımını asla unutmayalım..)
Mustafa Kemal ATATÜRK‘ten haklı bir gururla aktararak,
haykırarak bu çağrıyı bir kez daha yapıyoruz :

  • YURTTA BARIŞ, DÜNYADA BARIŞ!

Son olarak, Gazi Mustafa Kemal Paşa‘nın şu kesin ve net tavrını koyalım :

  • Bizi yutmak isteyen kapitalizme ve bizi mahvetmek isteyen emperyalizme karşıt bir doğrultuda hareket etmiş, emeğiyle geçinen zavallı bir halk olmanın gerektirdiği bir yapılanmayı hedefliyoruz..”

Mustafa Kemal Paşa’nın “Türkiye Cumhuriyeti’ni kuran Türkiye halkına TÜRK MİLLETİ denir..” tanımını bir kez daha anımsarsak, Kürt kardeşlerimiz bu bütüncül ve asla ırk temelli olmayan tanımın, antiemperyalist halkın neresinde görüyorlar kendilerini?

Dışında mı? Hayır, tam tersine, tam da içinde.. Ama ne yazık ki onlar da aldatılıyor..

Sonsöz : Kadim Türkiye halkı / Türk Milleti bu alçakça bölücü emperyalist oyunu da bozacak ve kardeş kavgasına düşmeden ortak anavatanımızda özgürce, başı dik, BİRLİKTE yaşayacağız. Gönenç ve güvenç içinde geleceği birlikte yaratacak,
hem kendi kültürümüzü yaşatacak-varsıllaştıracak hem de evrensel kültüre
katkı vereceğiz.

Demokratik ULUS DEVLET modelimizle de dünya halklarına örnek olacağız..

  • Türkiye Cumhuriyeti ilelebet payidar kalacaktır..

Sevgi ve saygı ile.
4.3.13, Ankara

Dr. Ahmet SALTIK
www.ahmetsaltik.net 

Milliyetçilik… Ulusalcılık Tartışmaları…


Dr. Alev COŞKUN

portresi

Milliyetçilik… Ulusalcılık Tartışmaları…

  • Türkiye’de uluslaşma kolay olmadı. Cumhuriyetin temel amacı, çağdaş bir toplum, çağdaş bir devlet yaratmaktı. Tanrı egemenliğine dayanan bir monarşiden, halk egemenliğine dayanan Cumhuriyete geçildi.

Dr. Alev COŞKUN

TBMM’de “milliyetçilik” ve “ulusalcılık” kavramları geçen hafta gündemin ön sıralarına taşındı.

Bu tartışma “milliyet”, “milliyetçilik”, “ulus devlet”, “ulusalcılık” kavramları üzerinde yoğunlaşıyor. Kısaca irdeleyelim.

Avrupa’da 16. yüzyıldan sonra feodal sistem çözülmeye, onun yerine kapitalist üretim biçimi yerleşmeye başladı. Emekçiyi sömüren vahşi kapitalist sistem, 18. yüzyılda güçlendi ve emperyalizme dayanan sömürgeleşme de başladı. Öte yandan da Fransız ihtilalinin etkisiyle ulus devletler ortaya çıkıyordu.

Ulus devlet siyasal olarak örgütlenmiş belli bir toprak üzerinde bir arada yaşayan dil, tarih, kültürel özellikler ve ekonomik yönden ortak yaşam içinde bulunan insan topluluklarıdır.

Irkçılık, milliyetçilik ile eşdeğerde değildir. Irkçılık, kendi ırkını öteki ırklardan üstün sayar ve bu temel düşünceden bir siyasal ideoloji oluşturur. Bir ırkın ötekilerden üstün olduğunu öne süren kör ırkçılık insanlık dışı bir ideolojidir.

Bu girişten sonra yapılan konuşmalara acaba olumlu yönleriyle bakabilir miyiz? Her ikisi de şoven-ırkçı bir yönelim içinde değildirler. CHP milletvekili Birgül A. Güler“Irk milliyetçiliğini bana ilericilik diye yutturamazsınız” diyordu. Bu da doğrudur. İster Kürt, ister Türk, herhangi bir milliyetçilik ilericilik olamaz. Güler, ayrıca “Sözlerim çarpıtıldı, Türk ile Kürt insanı, kültürel anlamda eşittir” dedi.

BDP milletvekili Sırrı Sakık’ın Meclis kürsüsünden “Kafkaslar’dan, Boşnaklardan gelenler siz bu ülkenin sahipleri değilsiniz… dağdan gelip bağcıyı kovma hakkına sahip değilsiniz” sözleri daha “vahimdir”.

Sakık, karşısındakini ırkçılıkla suçlarken kendisi ırkçılık yapıyordu. Ama neyse ki, sözlerinin yanlış anlaşıldığını söyledi.

Aslında, Türk milleti ya da Türk ulusu kavramı bir dayatma olarak ortaya çıkmadı. “Türk” yüzyıllardan beri Anadolu’da yaşayan çeşitli topluluklara verilen ortak addır.

Üç akım                                 :

Osmanlı son yüzyılda gerileme dönemine girince, özellikle II. Meşrutiyet döneminde devleti kurtarmak için

Osmanlıcılık,

İslamcılık ve

Türkçülük akımları ortaya çıktı.

Osmanlıcılık, Osmanlı devletinin yaşamını sürdürmesini, imparatorluk sınırları içinde yaşayan ve “millet” adı verilen toplulukların din, dil ve soyları ne olursa olsun Osmanlılık” kavramı içinde kaynaşmasını öngörüyordu. Osmanlı devleti içindeki Türk, Rum, Yahudi, Ermeni, Kürt, Arap, Arnavut, Gürcü her soydan “millet” toplulukları eriyerek Osmanlı olacaktı. Ancak bu akım tutmadı.

Bunun üzerine İslamcılık akımına ağırlık verildi. İslamcılık düşüncesine göre devlet işlerinin kötüye gitmesinin nedeni din kurallarının bütünüyle uygulanmamasıdır. Bu nedenle “ümmet” denilen “İslam milleti” düşüncesine “İslam ittihadı”, yani İslama bağlı olanların birleşmesi siyasetine öncelik verildi. Ama bu da tutmadı.

Bir başka akım da Pan-Türkizm” akımıdır ki bütün Türk topluluklarını birleştirmeyi amaçlıyor ve “Turancılığa” kadar gidiyordu. Bu da gerçekçi değildi ve tutmadı.
Ama, Osmanlı devletinde milliyetçilik akımları gelişti. Rumeli’de Yunanlılar ve Bulgarlar ayrıldılar. Milliyetçilik en son Türklere geldi.

Kimlik sorunu

Durumu anlatmak için, Abdülhamit zamanında Avrupa’da bulunan bir Jön Türk’ün anılarında geçen bir öyküden söz edelim. Birkaç arkadaşıyla Paris’te bir kütüphaneye dadanmış. Oraya bakan memur bunları ilgiyle izlermiş. Bir gün sormuş:

– Siz nesiniz?
Bizimkiler bakışmışlar, hepsi birden:
– Müslümanız.
Fransız:
– Bu sizin dininiz. Milliyetiniz ne?
Bizimkiler cevap vermişler:
– Biz Osmanlıyız, demişler.
Adam gene tatmin olmamış:
– Bu, sizin tabiiyetiniz. Fakat milliyetiniz nedir?
– Bakın demiş, şuradakini görüyor musunuz? Ona sordum; “Ermeniyim” dedi.
Bir de şurada oturan var; o da Rum olduğunu söyledi.

Jön Türk bu öyküyü anlattıktan sonra: İşte o zaman Türk olduğum aklıma geldi, diyor.
Bu gelişmenin tarihimizde en az 150 yıllık bir altyapısı vardır. Bu tarihsel arka planı bilmeden “ahkâm kesmek” doğru olmaz.

Atatürk “Pan-İslamizm”e ve “Pan-Türkizm”e de karşıydı.

Atatürk, tarihsel gerçeklere ve kültürel gelişmeye dayandı. 1930’larda kendisinin yazdığı “Medeni Bilgiler” kitabı bu konulara açıklık getirmiştir.

Türkiye halkı

Atatürk, Cumhuriyetin kuruluşunda Türklere bir üstünlük tanımamıştır. Örneğin “Türkiye Cumhuriyeti’ni kuran Türk soyuna Türk milleti denir” demedi. Onun yerine “Türkiye halkı” deyimini kullandı. Konuya bugünleri görür gibi açıklık getirmiştir. 

  • Türkiye Cumhuriyeti’ni kuran Türkiye halkına Türk milleti denir…

Bugünkü millet siyasi ve içtimai toplumumuz içinde Kürtlük fikri, Çerkezlik fikri ve hatta Lazlık veya Boşnaklık fikri propaganda edilmek istenmiş vatandaş ve milletdaşlarımız vardır…. Bu millet efradı da (bireyleri de) umum Türk camiası (topluluğu) için aynı müşterek maziye (geçmişe), tarihe, ahlaka, hukuka sahip bulunuyorlar. ” (Medeni Bilgiler, TTK, s. 351)

Atatürk’ün düşündüğü Türk ulusu ortak geçmiş, ortak tarih, ortak ahlaka dayanmaktadır. Anadolu’da yaşayan Kürtler, Çerkezler, Lazlar, Boşnaklar, Gürcüler, Rumelililer aynı ortak geçmişe ve tarihe sahip çıkıyorlar.

Çok ilginçtir ki epeyce eleştiri alan Sakık’ın sözleri derinlemesine irdelenirse, bu ortak temalar görünür. Sakık kızgınlıkla ne diyor:

“Çanakkale’ye bakın, orada yalnızca sizin atalarınız savaşmadı. Sonradan bu ülkeyi kendisine vatan edenler, Kafkaslar’dan, Boşnaklardan gelenler, siz bu ülkenin sahipleri değilsiniz…”

Sakık, Kafkaslar’dan Rumeli’den gelenlere çatarken Çanakkale ortak malımızdır, orada Kürtler de savaştı, Milli Mücadele’de de Kürtler savaştı, bunlar ortak değerlerimizdir, diyor. Sakık, isteyerek ya da istemeden iç benliğindeki hepimizin ortak değerlerini ortaya koyuyor.

Böyle konuşunca da ünlü sosyal bilimci Ernest Renan’ın millet ve ulus tanımına destek veriyor. Renan diyor ki:

  • “Geçmişte kalan ortak şan, şeref ve acılar mirası ve gelecek için gerçekleştirilecek bir program.” İşte ulusu yapan ortak ögeler.

Sakık’ın Çanakkale Savaşı’na sahip çıkması, ortak geçmişi benimsediğinin tartışmasız kanıtıdır.

Bugün dünyanın hiçbir yerinde homojen bir ulus devlet yoktur. Avrupa’da yoktur.
Hele Amerika… 72 çeşit millet bir olmuş daha önce tarihte olmayan bir ulusu “Amerikan ulusunu” ve “Amerikan devletini” yaratmıştır. Sorduğunuz zaman Ben Amerikanım” diyor. Oysa kökenine bakın. Ya İtalyan, ya İskoç, ya İngiliz ya da Alman…
Ama, “ben Amerikanım”, diyor.

İnsan topluluğunu ulus ya da millet yapan salt din, dil, ırk unsurları değildir. Örneğin din, dil, ırk ve kültür açısından oldukça homojen olan Araplar, tek bir ulus devlet içinde birleşemiyorlar. Bugün Türkiye’de yaşayan hiçbir ırk “saf”, değildir. Ne Türkler, ne Kürtler ne de diğer unsurlar… Bin yıldır Anadolu’da bütün ırklar ve soylar kaynaşmıştır.
Dil, din, ırk ve kültür birlikleri önemlidir. Ancak yetmez; ortak geçmiş, ortak acılar, ortak kıvançlar o insanları bir arada tutan en önemli unsurlardır. Bu nedenle; 30 yıldır terör var, ama Güneydoğu’daki Kürt vatandaşlarımız 700 yıllık ortak paydalar nedeniyle Türkiye’den ayrılmak istemiyorlar.

Birkaç söz de ulusalcılık için…

Bugünün küreselleşme akımı karşısında, süper güçlere karşı kendi ulusunun milli çıkarlarını savunma, ulusalcılıktır. Ulusalcılık, kesin olarak şovenizmle karıştırılmamalıdır.

Türkiye’de uluslaşma kolay olmadı…

Cumhuriyetin temel amacı, çağdaş bir toplum, çağdaş bir devlet yaratmaktı.
Tanrı egemenliğine dayanan bir monarşiden, halk egemenliğine dayanan Cumhuriyete geçildi. Atatürk karmaşık bir etnik yapıdan, kendine güvenen çağdaş bir toplum,
çağdaş bir ulus yapısına geçişi sağladı.

Türkiye Cumhuriyeti, Anadolu ve Trakya toprakları üzerinde kederde, kıvançta,
sevinçte dayanışma içinde olan insanların ortak devletinin adıdır.

İşte bu oluşum bugün Ortadoğu’da en çağdaş, en ileri bir devlet ve toplum yapısına sahiptir.