Etiket arşivi: Lozan Antlaşması

ÇARŞAMBA İĞNELERİ – 29 Temmuz 2020

ÇARŞAMBA İĞNELERİ – 29 Temmuz 2020

Türk Vatandaşı Naci BEŞTEPE

SORU

 AKP’li gazeteci Süleyman Özışık, “Diyoruz ki ‘Bu gençlik nereye gidiyor?’ Gençlik de diyor ki, ‘Sen neredesin ki ben sana geleyim? Hırsızlık sende, yolsuzluk sende, namussuzluk sende. Biz bu gençlere ne veriyoruz?” 

Sorusu sorunumuz…

VATAN

Vatan Partisi’nden son iki yılda 9,275 üye resmen istifa etmiş. Kalan üye 20,900.

Anlaşılır…

FETÖ

FETÖ’den tutuklanıp itirafçı olan üç vali yardımcısı ve iki kaymakam göreve iade edildi.

“FETÖ ile mücadelemiz bitmez” diyorlar ya, bitmez…

İSTİFA

Pişman olan FETÖ’cülerin affedilmesini isteyen TTK Başkanı Ensarcı A. Yaramış istifa etti/rildi. (Cumhurbaşkanı isterse ederim demişti)

İtirafçı ol yine gel…

DAVET

24 Temmuz’da Ayasofya’da kılınan toplu gösteri namazı için DİB Erbaş, “Bütün Müslümanlar davetlidir. İsim, isim davet olmaz” demişti.

İsim isim 500 kişiye davetiye çıkardı.

Alnı secdeye değiyor, sözüne güvenilir!…

YASAK

Türkiye sosyal medyaya sansür uygulamada dünya birincisi oldu.

Bu şampiyonluk onuru da AKP’nin!…

LANET

Ali Erbaş Ayasofya’daki Cuma hutbesinde “vakıf malı dokunulmazdır, dokunanı yakar! Vakfedenin şartını çiğneyen lanete uğrar” diyerek Atatürk’e göndermede bulundu.

Lanet kadir kıymet bilmeyenlere olsun!…

İNANÇ

Erbaş tepkiler üzerine yaptığı açıklamada, “…bizim millet olarak vakıf mallarını koruma konusunda çok titiz olmamız gerekir. Bunu sağlamanın tek yolu kanunlarla korkutarak olmamalı. Farklı yollarla vicdanlar harekete geçirilmeli ve inanç ilkeleri de devreye sokulmalı” dedi.

Yasa kenarda dursun din öne geçsin.

Oluuuur, sen önden buyur!…

ZAFER

AKP MKYK üyesi ve Aydın Milletvekili Metin Yavuz, Ayasofya’nın ibadete açılmasıyla ilgili “Bu kalabalık, 86 yıldır mukaddesata susamış kahraman Türk Milletinin vuslat anıydı. Mabedimizi müzeye çeviren vesayetçi zihniyetle 86 yıllık hesaplaşmamızda kazandığımız zaferden dolayı şükredişimizdir” dedi.

Alttan alırlar samanı, üstten çıkarırlar dumanı, zaman sallama zamanı…

CORONA

Lozan Antlaşmasının yıldönümünü kutlamaları salgın nedeniyle tüm illerde yasaklandı.

Ayasofya’ya 350 bin kişinin katılması övünç nedeni yapıldı.

Virüs işbirlikçileri…

YAŞ

YAŞ toplantısı 45 dakika sürmüş.

Sarayda pişen aş için o kadar zaman harcamaya değer mi?…

DİSİPLİN

MHP Ordu milletvekili Cemal Enginyurt, “Fındık üreticisinin hakkını savunmak vatanı savunmaktır” diye feryat etti. Bunun üzerine MHP yönetimi milletvekilini kesin ihraç talebiyle disiplin kuruluna sevk etti.

Halkın hakkını arama/ma disiplini…

İŞKEMBE

Yalova Üniversitesi Öğretim Üyesi Doç. Dr. Mehmet Gökhan Genel,

“Sözde ülkenin fiziki bağımsızlığını düzenleyen; gizli maddeleriyle Müslüman Türk milletinin koca bir tarihi, dini ve kültürel müktesabatının ölüm fermanı olan #Lozan antlaşmasının ilk gediğini açtık”

Neymiş gizli madde? Bilim insanı işkembeden atmaz, belgeyle konuşur…

YOL

Yol yapmakla övünen AKP iktidarının 15 yılda yaptığı 11 km’lik Amasya çevre yolunun kilometresi 125 milyon TL’ye mal oldu.

Yollarını böyle buluyorlar…

BÖLÜCÜ

Hilafet yanlıları ile bölücü terör örgütünün yayın organı aynı başlıkla (Şimdi değilse ne zaman? Sen değilsen kim?) çıktı.

Amaç bir yol farklı…

FOTO

Yenikapı’da Hulusi Akar Cüppeli ile poz vermişti. Ayasofya’da da Gnkur. Bşk. Yaşar Güler,
Nur Cemaati liderlerinden Hüsnü Bayramoğlu ile poz verdi.

Yaşar Paşa, Gnkur.Bşk. oldun, bakan da olursun ama…

UYUM

Gnkur. Bşk. ve Kuvvet Komutanları Ayasofya’daki namaza resmi kıyafetle katıldılar. Atatürk’e lanet okuyan Erbaş’ın ardında saf tuttular.

İmama uydular…

BAHÇELİ

Bahçeli, DİB Erbaş’ı destekleyerek onu tenkit edenleri ağır bir dille eleştirdi.

Görevi…

TARTIŞMA

CB Sözcüsü Kalın, Meis yakınlarındaki gaz-petrol aramalarımızı durdurma kararı ile ilgili RTE’nin, “Yunanistan bizim önemli bir komşumuz. Yunanistan ile biz bütün bu konuları konuşmaya hazırız. Herkes kendi kıta sahanlığında çalışmalara devam etsin, tartışmalı bölgelerde de ortak çalışmalar yapılsın.” dediğini aktardı.

100 yıl daha çalışılsa/tartışılsa sonuç çıkmaz.

Yunan laftan anlamaz…

SORUN

Yunanistan Dışişleri Bakanı Nikos Dendias, “Baskı veya tehdit olmadan Türkiye ile diyaloğa hazırız. Türkiye ile tek sorunumuz, kıta sahanlığı ve deniz yetki alanlarının belirlenmesidir.”

Kıbrıs, işgal edilen adalar, silahlandırılan adalar, göçmenlerin geri atılması (deport), FIR hattı, hava sahası, karasuları, güvenlik koridoru, arama-kurtarma yetki sahası sorunlarını Japonya ile yaşıyoruz herhalde.

Severim seni Nikos!…

TAVUK

AKP İstanbul Milletvekili Ahmet Hamdi Çamlı, “Kadın ve erkeği eşitliğe zorlayanlar en büyük kötülüğü yapanlardır, tavuğa horozluk yaptıramazsın.” dedi.

Eşitlik konusunda insanla hayvanı kıyaslayan, milyonlarca kadının kendisinden daha işlevsel beyin taşıdığını anlayamaz…

HARF

Bilal Erdoğan, Harf Devrimi‘ne karşıtlık sergilemiş.

Efendim babacım, hangi harfler babacım…

VATAN TOPRAKLARINDA BİZANS BAYRAĞI DALGALANIRKEN AYASOFYA’DA CUMA NAMAZI KILMAK

VATAN TOPRAKLARINDA BİZANS BAYRAĞI DALGALANIRKEN
AYASOFYA’DA CUMA NAMAZI KILMAK

*Ayasofya’nın tapusuna ve egemenlik haklarına sahip çıkan Erdoğan ve AKP Hükümeti, Adalar (Ege) Denizi’nde işgal edilen 18 Türk Adası ve 2 Türk Kayalığının tapusuna ve egemenlik haklarına sahip çıkmıyor.

*İşgal edilen adalarda Erdoğan ve AKP Hükümetlerinin himayesinde kiliseler inşa edildi. Vatan toprakları çan sesleri ile inim inim inliyor. Adalarda bir tek cami yok, ezan sesi hiç yok.

ERDOĞAN VE AKP HÜKÜMETLERİ BİZANS’I İHYA EDİYOR !…

*Erdoğan ve AKP Hükümetlerinin himayesi ve desteği ile ABD, İngiltere, Finlandiya, Yeni Zelanda, Girit ve Rodos’tan getirilen papazlar Fener Rum Patrikhanesi’nin Sen Sinod Meclisi’ne yerleştirildi. Lozan’a aykırı olarak papazlara Türk vatandaşlığı verildi. Anılan papazlardan ikisi Rum cemaatin olmadığı İznik ve Bursa’ya metropolit olarak atandı.

*Bursa Metropoliti Elpidophoros, Bizans dönemi Bursa haritası ile Yunanca ve İngilizce broşürler bastırdı. 2016’da da İzmir Metropolitliği açıldı. Erdoğan ve AKP Hükümetlerinin himaye ve desteği ile Bizans kurumları yeniden açıldı.

*Erdoğan’ın Başbakanlığı döneminde 2012 yılında Heybeliada Ruhban Okulu açıldı. Okulda Lozan Antlaşması’na aykırı olarak ERASMUS öğrencilerine eğitim veriliyor.

*Güney Kıbrıs’ta Tuzla Camisi’ne asılan Bizans bayrağına CB Yardımcısı Fuat Oktay, CB Sözcüsü İbrahim Kalın ve AKP Sözcüsü Ömer Çelik sert tepki verdi.

*Ancak işgal edilen adalarımızda 2004’den beri tam 16 yıldır dalgalanan Bizans bayraklarına hiç kimse tepki vermiyor.

*Fatih Sultan Mehmet’in 1453 yılında İstanbul’u fethetmesiyle birlikte tarihe gömülen Bizans bayrakları, Erdoğan ve AKP Hükümetleri döneminde yeniden Türk topraklarında dalgalanmaya başladı. İşgal edilen Türk adalarında Bizans bayrakları dalgalanırken 24 Temmuz 2020’de Ayasofya’da Cuma namazı kılınacak.

Konu ile ilgili açıklamalarım ve belgeler eklerde sunulmuştur.

Saygılarımla, 24 Temmuz 2020

Ümit YALIM
Milli Savunma Bakanlığı eski Genel Sekreteri

Diplomat İnönü Lozan’da!

Diplomat İnönü Lozan’da!

Emre Kongar
ekongar@cumhuriyet.com.tr
Cumhuriyet, 24 Temmuz 2020

Bugün 24 Temmuz:

Kanlı bir zaferin, Yeni Türkiye Cumhuriyeti’nin tapusunun, emperyalist camiaya boyun eğdirilerek onaylatılmasının yıldönümü!

Gerek Ön Asya’da tarihin akışını değiştiren mucizevi İstiklâl Savaşı’nı yapan, gerekse Tarım Dönemi’nde patinaj yaparak Endüstri Devrimi’ni ıskalayan Feodal bir Din İmparatorluğu’nu görülmemiş bir hızla, Ulusal ve Laik bir Cumhuriyete dönüştüren Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ün:

Amasya Tamimi ile ilan ettiği Cumhuriyet Rejiminin meşruiyetini bütün dünyaya kabul ettirdiği Lozan Antlaşması’nın yıldönümü!
***
Lozan hakkında çok kitap vardır:

Anıt kitap, 2. baskısı Yapı Kredi Yayınları tarafından yapılan Lozan Barış Konferansı/Tutanaklar-Belgeler (8 cilt, İstanbul 1993) adlı, değerli ve sevgili hocam Prof. Seha L. Meray tarafından Türkçeye kazandırılmış olan eserdir.

Bir başka önemli çalışma da, konferanstaki Türk heyetinde yer alan Ali Naci Karacan’ın, son baskısı İş Bankası Kültür Yayınları tarafından 2014 yılında yapılmış olan kitabıdır.

Lozan konusundaki son önemli kitap Alev Coşkun tarafından yazılan 1922-1923, Diplomat İnönü, LOZAN adlı çalışmadır. (Kırmızı Kedi Yayınevi, İstanbul, 2019)

Lozan hakkındaki bu eser, kendisinden önceki bütün öteki kitaplarından çok daha farklı bir perspektifle yazılmıştır:

Lozan’la ilgili bütün kitapları, belgeleri inceleyen ve yorumlayan Alev Coşkun, bu kitabı, Cumhurbaşkanı Erdoğan’a bir yanıt olarak da kaleme aldığını belirtiyor…

Erdoğan’ın bir konuşmasında, “Birileri bize Lozan’ı zafer diye yutturdular”, “Biz daha Cumhuriyetin kuruluşunun biraz öncesinde yaklaşık 3 milyon kilometrekarelik topraklara sahiptik. Lozan’da işte o 3 milyon kilometrekareden bir yerler yine tırtıklandı, maalesef 780 bin kilometrekareye kaldık” dediğini, sonra da “Lozan’da güncellemeye ihtiyaç var” diye yorum yaptığını anımsatıyor…

Lozan’a yönelik olarak AKP çevrelerinin ve yandaş yazarların yaptıkları, “Lozan’da en büyük ihanet halifeliğin kaldırılmasıdır”, “Lozan’da Türk milletine 100 yıllık bir süre verildi”, “100. yıl olan 2023’te Lozan Antlaşması’nın gizli maddeleri ortaya çıkacaktır” gibi tarihsel gerçeklere aykırı olan saçma sapan eleştirileri vurguladıktan sonra, “Tartışmayı açan ve bu korkunç iddiaları ortaya atan sıradan bir kişi değil, Türkiye Cumhuriyeti’nin Cumhurbaşkanı’ydı” diye vurguluyordu.

Bu iddialara karşı, CHP’nin de, aydınların da, üniversite öğretim üyelerinin de yeterli yanıt veremediğini, Antlaşmayı imzalayan vatansever milletvekillerine sahip çıkamadıklarını belirterek:

Ancak, Türkiye Cumhuriyeti’nin Cumhurbaşkanı düzeyinde öne sürülen bu ‘saçma sapan’ iddialar yanıtlanmalıydı” diyor.
***
Alev Coşkun’un kitabı, sadece Lozan’ı doğuran koşulların irdelenmesi ve antlaşmanın tarihsel bir perspektif içinde değerlendirilmesi bakımından değil, güncel tartışmalara tuttuğu ışık, tarihi saptırmak isteyen abuk sabuk iddialara verdiği yanıtlar açısından da bütün öteki Lozan kitaplarından çok farklı ve önemli bir çalışmadır.

ULUSAL EGEMENLİKSİZ 23 NİSAN

ULUSAL EGEMENLİKSİZ 23 NİSAN

Prof. Dr. Anıl ÇEÇEN

Türkiye yeni bir 23 Nisan tarihini yaşarken, bu tarihin ulusal egemenlik bayramı olduğu gerçekliği giderek geride kalmaktadır. Her yıl 23 Nisan tarihinde, Türkiye Cumhuriyeti devleti, Türk milletiyle kaynaşarak yeni bir ulusal egemenlik bayramını kutluyordu. Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin aldığı bir karar ile ve bu doğrultuda yapılan yasal düzenlemeler çerçevesinde, Türk ulusu genciyle ve çocuklarıyla kucaklaşarak “Ulusal Egemenlik ve Çocuk Bayramı”nı hem devlet birimleri aracılığı ile yapılan resmi kutlama törenleri ile hem de ulusal demokratik kitle örgütlerinin katılımı ile hazırlanan toplumsal programlar aracılığı ile, Türk ulusunun bu mutlu günü bütün vatan sathında kitlesel katılımlar sağlanarak kutlanıyordu. Türkiye Cumhuriyeti’nin yüzüncü yılına doğru gidilirken, her sene aynı günde kutlanan Ulusal Egemenlik ve Çocuk Bayramı’nın, son yıllarda artık eskisi gibi kutlanmadığı görülmekte ve bu tarihte doksan dört yıldır yapılmakta olan resmi törenlerden, son dönemin yönetiminin eğilimleri doğrultusunda vazgeçilmeye başlandığı ortaya çıkmaktadır.

Aslında, Türkiye Cumhuriyeti’nin ulusal kurtuluş savaşı tarihinden gelen bütün resmi bayramlar için, böylesine bir ilgisizlik ve uzaklaşma eğilimleri son dönemin egemen güçleri tarafından yurt sathında yönlendirilirken, Türk devletini ve Türk ulusunu var eden ulusal tarihin birikimi olarak öne çıkan resmi bayramlardan vazgeçildiği iyice ortaya çıkmaktadır. Benzeri olumsuz tutumlar I9 Mayıs Gençlik ve Spor Bayramı için de, son on yıldır siyasal baskılar aracılığı ile öne çıkarılırken, kız öğrencilerin üşümesi gerekçesiyle halka açık olarak düzenlenen I9 Mayıs spor gösterileri giderek Anadolu kentlerinde yapılmamaya başlanmıştır. Büyük Atatürk, vatanı düşman işgallerinden kurtarmak üzere Samsun’a çıktığı tarih olan ulusal kurtuluş savaşının başlangıç tarihini geleceğe dönük bir doğrultuda “Gençlik ve Spor Bayramı “ olarak ilan ederken, Türkiye Cumhuriyeti devletinin  resmi kuruluş tarihi olan, Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin açılış tarihini de  Türk ulusunun geleceğini temsil eden çocuklara “Ulusal egemenlik ve çocuk bayramı “olarak armağan ediyordu. Aynı doğrultuda, cumhuriyet rejiminin resmen ilan edildiği gün olan 29 Ekim tarihi de Cumhuriyet Bayramı olarak, Türk ulusunun onur günü olarak bütün dünyaya açıklanıyordu. Benzeri bir doğrultuda, düşmanın büyük bir taaruz ile yenilgiye uğratıldığı tarih olarak 30 Ağustos günü de Büyük Zafer olarak Türk tarihine altın harfler ile yazılıyordu.

Türk devletinin başlangıç noktası olan TBMM’nin açılış günü, Türk çocuklarına armağan edilirken, ulusal egemenlik kavramı ile birleştirilerek geleceğe dönük bir yapılanmanın öncüsü olarak öne çıkarılıyordu. Tarih sahnesine bir büyük ulusal kurtuluş savaşı vererek çıkmış olan Türk ulusunun gelecekteki nesillerinin, daha hayatın ilk yıllarındayken bir bayram aracılığı ile devletleriyle ve sahip oldukları demokratik rejimleriyle tanışmaları, çeşitli törenler ile örgütlenmek isteniyordu. Nitekim, böylesine bir yaklaşım son derece başarılı bir sonuç vermiş, doksan yılı aşkın bir süre içerisinde 23 Nisan bayramları aracılığı ile cumhuriyet Türk çocuklarına aktarılmıştır. Yeni cumhuriyet kuşakları daha çocuk yaşlarındayken, Türkiye Cumhuriyeti ile tanışmak fırsatını bulmuşlar, yeni nesillerde bu bayramlar aracılığı ile bilinçli bir ulusal bilincin gelişmesi sağlanmıştır. Küreselci enternasyonalist liberal çevreler ulusları hayali cemaatlar olarak suçlamalarına rağmen, ulus devletlerin bilinçli uyguladıkları ulusal kalkınma ve gelişme programları aracılığı ile güçlü uluslar ortaya çıkmıştır. Türk ulusu bu açıdan dünya tarihindeki başlıca örneklerden birisidir. Kurucu önderin son derece bilinçli ve kararlı yaklaşımları ile geliştirilmiş olan uluslaşma programları zaman içinde devreye sokulurken, Türk çocukları ve gençleri geleceğin Türk ulusunun bilinçli ve kararlı vatandaşları olabilmişlerdir. Türk çocukları ile ulusal egemenlik kavramının tek bir milli bayramda birleştirilerek kutlanması sayesinde, Türk toplumundaki uluslaşma olgusu daha etkin bir biçimde geliştirilerek, güçlü bir ulusal yapı yaratılmıştır. Dünün Türk çocukları sonraki dönemin bilinçli Türk vatandaşları olmuşlardır.

Türkiye Cumhuriyeti ulus devleti, imparatorlukların yıkıldığı bir sürecin sonucunda dünya haritasında kendisine yer bulabilmiştir. Krallıklardan ulus devletlere doğru bir uluslararası geçiş dönemi yaşanırken, Osmanlı hanedanı tarih sahnesinden çekilmek zorunda kalmıştır. İmparatorluklar geniş alanlara yayıldıkları için, birçok ülkeyi sınırları içerisinde barındırmış ve bu yüzden de birden çok etnik kökenli ya da farklı dinden gelen cemaat gruplarını aynı devletin çatısı altında bir araya getirmiştir. Büyük devlet yapıları ile yüzyıllarca geniş alanlarda hegemonya kurmuş olan imparatorlukların zaman içerisinde yıpranarak zayıflamaları ve kontrolü kaybetmeleri üzerine, imparatorluk sınırları içinde yer alan çeşitli bölgelerin halkları ayrılarak, kendi başlarının çaresine bakmak zorunda kalmışlar ve bu yüzden de belirli bölgelerde yaşayan halk topluluklarının sahip olduğu sosyal ve kültürel yapılar üzerinden hem uluslar hem de ulus devletler tarih sahnesine çıkabilmişlerdir. Yıllar geçtikçe nüfusun hızlı artış göstermesi   ve yüzyıllar boyunca aynı nüfusun belirli bölgelerde farklı özellikler kazanması üzerine etnik gruplar hızla uluslaşmışlar, büyük etnik gruplar böylece uluslaşarak kendi ulus devletlerini kurma yoluna giderlerken, daha küçük kalan etnik gruplar büyük grupların oluşturduğu ulus devletlerin sınırları içerisinde belirli bölgelerde yaşamlarını sürdürerek, öteki unsurunu oluşturmuşlardır. Dünyanın çeşitli bölgelerinde görülen bu gibi gelişmeler Osmanlı ülkesinde de gündeme gelince, Türkiye Cumhuriyeti’nin kurulmasına giden yol kendiliğinden açılmıştır.

On sekizinci yüzyılın sonlarında gerçekleşen Fransız devrimi ile krallık rejimi yıkılarak halk kitlelerinin egemenliği doğrultusunda ulus devlet kurulurken, ulusal toplum ile ulus devlet arasındaki bağlayıcı noktanın ulusal egemenlik kavramı olduğu anlaşılmıştır. Krallık sonrasında yeni bir anayasal düzen kurulurken, devletin çekirdeğinde bulunan otorite kaynağı, ulus egemenliği olarak belirlenerek, hanedan egemenliğine son verilmiştir. Böyle bir aşamaya gelindiğinde, Vestfalya Antlaşması ile 1648 yılından başlayarak kabul edilen krallıkların sınırları içinde kalan bölge ülke olarak kabul edilerek, bu toprak parçası üzerinde yaşayan halkın bütünü o ülkenin ulusu olarak ilan edilmiştir. Krallıklardan ulus devletlere geçilirken, ulusal toplum tabanının kendi içinden örgütlenerek bir ulus devlet ortaya çıkarmasıyla, ulusal egemenlik kavramı devletin temellerinde yer almıştır. Kralın içinden geldiği hanedan yönetimi devre dışı bırakılırken, devlet örgütlenmesinin içi ulusal egemenlik kavramı ile dolduruluyordu. Her devletin temelinde bir varsayım yattığı için, feodal devlet ya da kral devlet bir aile, hanedan ya da güçlü kişi iradesine dayanıyordu. Bu gibi rejimlerde devletin temelinde ya kişisel ya da ailesel irade özel bir egemenlik biçimi olarak sürdürülüyordu. Fransız Devrimi ile bu duruma son verilmesi üzerine, toplumun bir bütün olarak iradesi devletin otoritesinin temeli olarak ulusal egemenlik adı altında örgütleniyordu. Geçmişin devlet yönetimi aile ya da hanedan gibi dar bir çerçevede tutulurken, yeni dönemde ülke sınırları içinde yaşamını sürdürmekte olan bütün bir toplumun bir üst kimlik altında devlet yönetimine sahip çıkması, ulusal egemenlik kavramı ile ifade edilmek isteniyordu. Ulusun bir bütünsel varlık olarak ülke yönetimine sahip çıkması ve devletin merkezi otoritesinin ulus adına yönlendirilmesiyle ulusal egemenlik kavramı kalıcı bir içerik kazanıyordu. Bir kralın aşırı otoritesi ya da bir hanedanın azınlık yönetimi altında ezilen halk kitleleri, yeni dönemde yepyeni bir ulus kimliği altında bir araya gelerek birleşiyor ve örgütlenerek devletin yönetimine geliyordu. Böylece, devlet teorisi doğrultusunda ulusun varlığı ve ağırlığı devleti yeniden yapılandırırken, merkezi güç ve otorite ulusal egemenlik olarak devreye giriyordu. Uluslar çağı başlarken, dünyanın her bölgesindeki ülkelerde ulusal egemenlik kavramından yola çıkan ulusal yönetimler gündeme geliyordu.

19. yüzyılda oluşumunu tamamlayan uluslar, 20. yüzyıla doğru üzerinde yaşadıkları topraklar da emperyalizme karşı ulusal kurtuluş savaşları vererek uluslaşma sürecini tamamlıyorlardı. Asya ve Afrika ülkelerinde beş yüz yıl boyunca süren sömürge yönetimleri 1. Dünya Savaşı sonrasında, dünya halklarının ayaklanarak isyan etmeleri üzerine sona eriyordu. Ezilen halk kitlelerinin öncülüğünde verilen kurtuluş savaşları ortak kaderi paylaşan bölge halklarının hızla uluslaşmasının önünü açıyor ve geleceğe dönük bir uluslaşma sürecinin devreye girmesi için elverişli bir ortam yaratıyordu. 1. Dünya Savaşı 20. yy’ın kaderini belirlerken, yıkılan merkezi imparatorluğun geride bıraktığı ahali, batı emperyalizminin çizmeleri altında ezilmeye başladığı anda, Mustafa Kemal Samsun’a çıkarak  Türk’lerin makus talihini değiştiriyordu. Dünya tarihinde batı emperyalizmine karşı ilk ciddi ulusal kurtuluş savaşı Anadolu toprakları üzerinde veriliyordu. Sömürgeci güçler Osmanlı devletinin merkezi ülkesi olan Anadolu’yu işgale geldikleri aşamada, eski Osmanlı ahalisi Mustafa Kemal’in önderliğinde savaşarak, bir ulusal kurtuluş savaşı veriyor ve bunu kazanarak da ulusal egemenliğini tam bağımsızlık statüsü altında ilan ediyordu. Hasan İzzettin Dinamo’nun kitabına verdiği isim gibi Anadolu ve Rumeli halkı bir araya gelerek ortak bir var olma mücadelesi vererek, batı emperyalizminin işgal girişimlerine karşı kutsal bir isyan hareketini başlatıyordu. Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşuna giden yolda, Atatürk’ün öncülüğünde ortaya konan milli irade ulusal egemenlik düzeninin temeli olarak, yeni devletin temelini oluşturuyordu. Milli sınırlar içende geleceğe dönük bir bağımsız yaşam düzeni oluşturmak isteyen Anadolu ve Rumeli halkı, sırt sırta vererek oluşturdukları dayanışma düzeni içinde, ulusal egemenliklerini kendi kaderlerini belirleme doğrultusunda tarih sahnesine çıkarıyorlardı.

Türkiye Cumhuriyeti ulus devletinin kurucu önderi Mustafa Kemal Atatürk, Anadolu halkının temsilcileriyle gerçekleştirdiği milli kongrelerden aldığı yetki ile, Heyeti Temsiliye’nin başı olarak yeni başkent Ankara’da 23 Nisan 1920’de Türk milli devletini dünyaya ilan ediyordu. Atatürk ‘ün ana hedefi bir cumhuriyet rejimi kurmak olduğu için, bunun ancak ulus devlet oluşumu ile mümkün olduğu görülüyordu. Bu doğrultuda, 19. yy’daki gelişmeler değerlendiriliyor ve geçmişten gelen siyasal birikimin üzerine, ulusal egemenlik ilkesine dayanan bir ulus devlet ortaya çıkarılıyordu. Uluslaşma süreci imparatorluğun son dönemlerinde başladığı için,  geçmişten gelen potansiyeli Atatürk yerinde değerlendirerek, devleti kurduktan sonra uluslaşma doğrultusunda hızlı adımlar atıyordu. Ankara’nın milli başkent ilan edilmesi ve bu kentte milli devletin kamu kuruluşlarının kısa bir zaman dilimi içinde kurularak tamamlanması ile, Türkiye kısa bir zaman sonra, dünyanın merkezi coğrafyasında çağdaş bir ulus devlet olarak dünya kamuoyunun önüne çıkıyordu. Kurtuluş savaşının zafer ile sonuçlanmasından sonra, imzalanan uluslararası Lozan Antlaşmasında yeni devletin toplumunu uluslaştırma doğrultusunda önemli adımlar atılıyor ve eski imparatorluk ahalisinin uluslaşması doğrultusunda ana ilkeler kabul ediliyordu.  Osmanlı devletinden geride kalan ahalinin otuzdan fazla etnik ögeyi içinde barındırması ve Müslüman çoğunluğun yanı sıra gayrimüslim ve lövanten toplulukların da ülkede yaşamlarını sürdürmeleri gerçeği karşısında, uluslaşma süreci ileri batı ülkelerindeki standartlara göre ayarlanıyordu. Katı bir milliyetçiliğin yerine, çağdaş bir ulusalcılık, Atatürk’ün dikkatli adımları ile yeni devletin kuruluşunda belirleyici oluyordu. Yirmi yıl süre ile Türk toplumunun başında kalan Atatürk döneminde emperyalizme karşı, tam bağımsız bir ulusal egemenlik düzeni kurulması doğrultusunda önemli adımlar atılıyordu. Savaş koşullarında bile parlamento ile birlikte çalışan Kemalist yönetim, toplumun uluslaşması ve devletin tam anlamıyla bir ulus devlet biçimine dönük olarak kurumlaştırması doğrultusunda ulusal egemenliğe dayanarak önemli girişimleri başarıyordu. Atatürk dönemi, her yönü ile uluslaşmanın tamamlandığı bir bağımsızlık dönemi olarak Türk ulusunun geleceğini belirlemiştir.

Atatürk sonrasında ise, uluslaşma süreci dış müdahale ve baskılar ile durdurulmuştur. İkinci adamın Atlantik ülkeleri ile gizli antlaşmalara yönelmesi yüzünden, tam bağımsızlıktan önemli ölçülerde ödün verilmiştir. 2. Dünya Savaşı sırasında Türkiye içine kapanarak yoluna devam etmiş ama savaşın galibi olan ABD’nin, Orta Doğu bölgesine gelmesi ve daha sonrasında İsrail devletinin kurulması üzerine Türkiye Cumhuriyeti’nin uluslaşma süreci dış müdahaleler ile durdurulmuştur. Savaş sonrası dönemde Köy Enstitüleri ve Halkevlerinin kapatılmaları ile köylü toplumunu uyandıran modern uluslaşma süreci kesilmiştir. Atlantik emperyalizmi üzerinden  ülkede lövantenlerin ve gayrimüslimlerin etkilerinin artması uluslaşma sürecinin kesilmesinde önemli bir dönemeç olmuştur. Ülkenin doğusunda Büyük Ermenistan, batısında Megaloidea doğrultusunda  İyonya ya da Büyük Yunanistan kurmak isteyen  Hırıstiyanları, ABD’nin gelişi ile birlikte Büyük İsrail projesini yeni bir Orta Doğu yaratma görünümünde  Musevi  lobileri izleyince, Türkiye Cumhuriyetinin geleceğe dönük uluslaşma  sürecinin önü kesilmiştir. Sovyet tehdidi nedeniyle içine girilen NATO ittifakının, batı emperyalizminin denetim altına alma örgütüne dönüşmesi yüzünden, Türk devleti kendi toplumunun tam olarak uluslaşabilmesi doğrultusunda gereken adımları atamamıştır. Zaman içinde Tevhidi Tedrisat yasasından vazgeçilmeye başlanmış, ülkenin doğu bölgelerinde ciddi bir Türkçe eğitimi yapılmasına izin verilmemiş, yabancı okullar üzerinden farklı kimliklerin beslenmesini sağlayan bir gidiş, ulusal toplumu ve birliği tehdit eden bir biçimde gelişerek öne çıkmıştır. Türk Ocaklarına karşı Kürt Ocakları kurulmak istenmiş, gayrimüslimler yabancı kolejler aracılığı ile, Türk kimliğine karşıt bir çizgide eğitilerek, toplumun yeniden kozmopolitleşmesinin önü açılmıştır. 2. Meşrutiyet döneminde kurulmuş olan gayrimüslim cemiyetler, batı ülkelerinin destekleriyle Türk ulusal kimliğine karşıt bir çizgide çalışmalarını sürdürmüştür.

Soğuk savaşın son yıllarında ülkenin doğu bölgelerinde bölücü bir etnik terör batılı emperyalistler tarafından desteklenince, Türk toplumu yeniden alt kimliklerin hortlatılması macerası ile karşı karşıya kalmıştır. Daha önceleri Araratizm doğrultusunda geliştirilen etnik terör, Türk diplomatlarına karşı sürdürülmüş ve Türkiye’nin önü dış dünyada kesilmeye çalışılmıştır. Ayrıca, batı ile artan ilişkilerde, batılı ülkeler Türkiye’deki gayrimüsimler ile ortaklıklarını geliştirerek, Türk ulusunu dışlayan ya da ikinci sınıf bir konuma sürükleyen girişimlerde bulunmuşlardır. Türklere Almanya’ya işçi olarak gitmek kalmış, batılılar ise Türkiye’ye gelerek ülkenin en güzel yerlerine el koyarak, geleceğe dönük bir kozmopolitizmi hem Türk ulusuna hem de Türk devletine karşı geliştirmişlerdir. Ayrıca, 20. yy boyunca Türkiye’yi yöneten kadroların batı ülkelerinde yetiştirilmelerine dikkat edilmiş ve batı ülkelerinden gelen batıcı aydınların siyaset sahnesinde öne geçmeleriyle birlikte, Türk toplumunun ve devletinin ulusalcı çizgide gelişmesi önlenmiştir. Bugün Türkiye devletinin ulusallığı yalnızca anayasada kalmış ve bu yüzden şimdilerde yeni anayasa dayatarak, devletin ulusal kimliğine son verilmek istenmektedir. Ayrıca, çeşitli kampanyalar ile ve küresel sermayenin denetimi altındaki medya ve basın yayınlarıyla, Türk vatandaşlarının alt kimliklerini öne çıkaran bir yaklaşım ısrarlı bir doğrultuda sürdürülerek, Türklük ve Türk kimliği devlet ve toplum düzeni içinden silinmek istenmiştir. Bu nedenle Türkiye artık ulusal egemenlikten kopartılarak batı egemenliğinin geçerli olduğu bir merkez üssü ülke konumuna düşürülmüştür. Batı emperyalizmi yerli işbirlikçileri ile geliştirdikleri ekonomik programlar ile, Türkiye’yi yarı sömürge konumuna düşürürlerken, devletin çekirdeğinde yer alan ulusal egemenlik ilkesinin yerini sermaye egemenliği almıştır. Küreselleşme sürecinin bir süper emperyalizme dönüşmesi yüzünden, Türkiye yavaş yavaş  bağımsız ulus devlet statüsünden, tıpkı Osmanlı devletinin son döneminde olduğu gibi, batı hegemonyasına teslim olmuş bir yarı sömürge ülke konumuna düşürülmüştür . Gelinen aşamada Türk ulusu, 23 Nisan ulusal egemenlik bayramını, ulusal egemenliğe sahip olmadan ve eskiden sahip olduğu kendi kendini yönetme gücünü elinden kaçırarak kutlamak durumundadır. Ulusal egemenlik bayramını, ulusal egemenlik düzeni olmadan kutlamak zorunda bırakılan Türk ulusu, ülkeyi bu duruma düşürmeleri nedeniyle, geçmişte işbaşına gelen bütün yönetimlerden gelecekte hesap sormak durumundadır. Türk ulusunun geleceğe yönelik özgürlük yürüyüşü böyle bir tavrı zorunlu kılmaktadır.

21. yy’ın ortalarına doğru Türkiye Cumhuriyeti yol alırken, Türkiye’yi ulusal egemenlikten uzaklaştıran ve batı emperyalizminin yeniden bağımlı sömürgesi konumuna sürükleyen eski yönetimlerin, ülkeye verdiği büyük zararların artık tartışılmasının zamanı gelmiştir. Önümüzdeki dönemde ya bu konular gündeme getirilerek, demokratik rejim içinde hatalı ve kusurlu kadrolardan hesaplar sorulacak ya da böylesine bir hesap sorulmasını istemeyen egemen güçler, gerçek gündem dışı sahte gündemler ile halk kitlelerini oyalayarak ya da ülkeyi daha fazla gerginliğe veya karışıklığa sürükleyerek ülke çapında bir ulusal denetim mekanizmasının oluşturulmasını önleyeceklerdir. Batı ülkelerindeki demokratik rejimlerin en önde gelen ilkesi olan hesap verilebilirlik kavramı, her nedense Türkiye’de gündeme getirilmemekte, batının önde gelen büyük devletlerinin taşeronu konumundaki kadroların siyaset sahnesinde ön planda yer alması sağlanarak, batı emperyalizminin istekleri doğrultusunda Türkiye bir yerlere doğru çekilmeye çalışılmaktadır. Uzunca bir süre medya kanalları aracılığı ile halk kitleleri uyutularak, kamuoyunda ulusal bir bilinçlenmenin oluşması önlenmiştir. Küresel sermayenin, küreselleşme döneminde bütün dünya ülkelerine saldırması gibi, büyük saldırılara hedef olan Türkiye’nin böylesine olumsuz bir durumdan kurtulabilmesi için yeniden bir ulusal kurtuluş mücadelesine olan gereksinme, her geçen gün daha da artmaktadır. Önümüzdeki yıllarda Türk ulusunun 23 Nisan bayramlarını eskisi gibi ulusal egemenlik düzeni içinde kutlayabilmesi için, Türkiye’nin batılı dost ve müttefikleriyle olan ilişkilerini yeniden düzenlemesi gerekmekte ve oluşturulacak yeni bağımsızlık düzeninde ulusal egemenlik hakkını hem Türk ulusu hem de Türkiye Cumhuriyeti, öbür bağımsız güçlü devletler gibi uluslararası hukuka göre özgürce kullanabilmelidir. İttifak ilişkilerinin ulusal egemenlik hakkını ortadan kaldırmasına cumhuriyetin kuruluş yıllarında ve onu izleyen   Atatürk döneminde olduğu gibi izin verilmemelidir.

Türkiye Cumhuriyeti’ni ve Türk ulusunu, 23 Nisanlar’da ulusal egemenlikten yoksun bir biçimde ulusal egemenlik bayramı kutlamak durumunda bırakanlara karşı, Türk ulusunun daha kararlı bir tutum izlemesi gerekmektedir. Önceki yıllarda kutlanan her 23 Nisan bayramında Türk ulusunun geleceğe olan inancı ve umutları daha da artardı. Bugün gelinen noktada ise, herkes daha kötü bir duruma sürüklenmemek için, bir şeyler yapamaz duruma gelmiştir. Dünyanın en pahalı ülkelerinden birisinden yaşamak zorunda bırakılan Türk ulusu, yanı başında enerji depoları bulunurken, neden en pahalı petrolü ve doğalgazı kullanmak zorunda bırakıldığını artık birilerine sormak durumundadır. Aksi halde yarın daha olumsuz durumlar ile karşılaşmak söz konusu olabilecektir. Avrupa Birliği’ne gireceğiz hayalleri ile Türkiye’yi Gümrük Birliğine sokarak büyük dış borçlara sürükleyen eski yönetimlerden hesap sorulmadığı için, günümüzde bu gibi olumsuz tutumlar ve gelişmeler sürüp gitmektedir. 23 Nisanlarda insanlar artık eskisi gibi neşe dolamamakta, yarın ne olacak endişesi içerisinde ulusal egemenlik bayramları anlamını yitirmektedir Ulusal egemenliğini elinden kaçırmakta olan Türk ulusunun yeniden örgütlenerek geleceğe dönük yepyeni politikalar ile artık kendisine yeni bir yön çizmesi gerekmektedir. Önümüzdeki dönemde  ortaya çıkabilecek yeni ulusal hareketler ya da örgütlenmeler, küresel emperyalizmin örümcek ağından Türkiye’yi kurtarabilecek düzeyde güçlü  yapılanmaları   toplumun önüne getirebilmelidir. Böylece devletin özünde var olan ulusal egemenlik kavramı yeniden içerik kazanarak, Türk ulusunun kendi geleceğine sahip olabilmesini sağlayabilecektir. Türklerin tarih sahnesi önünde ölüm kalım savaşı vererek ele geçirdiği ulusal egemenlik düzeninin gelecekte her türlü baskı ve tehdide rağmen yaşatılabilmesi için gerekirse yeniden böylesine bir savaşı göze almak gerekmektedir.

Küresel emperyalizmin bütün ulus devletleri yok olma tehdidi ile karşı karşıya bıraktığı yeni dönemde, bütün ulus devletlerin bir araya gelerek tarih sahnesine çıkış aşamasında kazanmış oldukları ulusal egemenlik hakkına yeniden sahip çıkmaları gerekmekte ve bu doğrultuda daha gelişmiş bir uluslararası dayanışma düzeni içine girmeleri zorunluk kazanmaktadır. Büyük patronların ve para babalarının oluşturduğu küresel ortaklığa karşı, dünya halklarının ve devletlerinin daha gelişmiş bir dayanışma düzeni çerçevesinde bir araya gelerek, küresel sermayenin yaratmış olduğu süper emperyalizme karşı ortak bir dayanışma girişimine kalkışmaları, daha adil bir yeni dünya düzeni için kaçınılmaz bir zorunluluktur. Tek başına hiçbir ulus devletin sahip olduğu ulusal egemenlik hakkını, küresel sermayenin ekonomik alan üzerinden yaratmış olduğu emperyalist saldırı ve işgal hareketlerine karşı koruyabilmesi ya da savunabilmesi giderek zorlaşmaktadır. Dev gibi büyüyen ve giderek kendi alanında tekelleşen küresel şirketlerin ulus devletler ile giriştikleri ilişkilerin yeni bir sömürgecilik dönemine yol açması gerçeği karşısında, ulus devletlerin azalan gücü nedeniyle bir şeyler yapılamamakta ve bu nedenle de karşı dengeler giderek daha da bozulmaktadır. Tekelci şirketlerin uluslar arası alanda  küresel devlet gibi hareket etmeye başlamaları yüzünden, şirketler ile devletler arasındaki geçmişten gelen dengeli ilişkiler bozulmuş ve küresel  sermaye devleşen şirketleri aracılığı yeryüzünde var olan bütün devletlere karşı, kendi çıkarları doğrultusunda  baskılar yaparak, her açıdan ağırlıklarını ortaya koyarak ve   bazen da tehdit ederek, bu ülkelerin  hukuk açısından sahip  oldukları ulusal egemenlik haklarını  kullanılmaz  bir hale getirmişlerdir . Türkiye Cumhuriyeti de bir ulus devlet olarak, öbür ulus devletlerin birlikte yaşamak zorunda bırakıldıkları böylesine bir ulusal egemenlikten uzaklaşma sürecinin kurbanlarından biri olmuştur. Yeni bir ulus devletler işbirliğinin, her devletin sahip olduğu ulusal egemenlik hakkını koruyacak bir doğrultuda evrensel alanda geliştirilmesi gerekmektedir.

Geleceğin 23 Nisanlarında, Türk ulusunun yeniden ulusal egemenlik ilkesi doğrultusunda Türk ulus devletinin yazgısına sahip olmasıyla birlikte, gerçek anlamda bir ulusal egemenlik bayramı kutlaması mümkün olabilecektir. Bugün için böyle bir durumdan söz edebilmek ne yazıktır ki, mümkün olamamaktadır. “Ne mutlu Türküm diyene“ sözünün Atatürk heykellerinin duvarlarından silindiği bir aşamada, Türkiye Cumhuriyeti’nin güçlü bir biçimde yoluna devam edebilmesi ve içine düşürüldüğü çıkmazdan kurtulabilmesi için, Türk ulusunun silkelenerek ve uyanarak kendi yazgısına sahip çıkması, atılması gereken ilk adımdır.

Küresel sermayenin

– siyaseti finanse etmesi,
– medya ve basın organlarını satın alarak kendi çıkarları doğrultusunda kullanması ve
kendi adamlarını ulus devletlerin başına işbirlikçi taşeron bir yönetici olarak getirmesi

gibi olumsuz gelişmelerin önlenmesini sağlayacak yepyeni bir ulusal uyanış, toparlanma ve  bağımsızlıkçı karşı hareketler, bütün ulus devletlerde olduğu gibi, Türkiye Cumhuriyeti’nde de demokratik yollardan gündeme getirilebilmelidir. Eski Osmanlı ahalisi Türk ulusu olarak dünya sahnesine çıkarken kendisini yeniden yaratarak, tam bağımsız çağdaş bir cumhuriyet çatısı altında mutlu olma şansını yakalayabilmiştir. Bu doğrultuda Türk ulusunun mutluluğunun  gelecekte sürdürülebilmesi için, ulusal egemenlik düzeninin yeniden Atatürk döneminde olduğu gibi  tam bağımsız bir biçimde kurulması gerekmektedir. Bu doğrultuda, ilk adım olarak

  • “Ne mutlu Türküm diyene! “

İnönü’yü yeniden tanımak

ÖLÜMÜNÜN 45.YILDÖNÜMÜ


GÜLSÜN BİLGEHAN

İnönü Vakfı Başkan Yardımcısı
Cumhuriyet, 25 Aralık 2018

(AS: Bizim katkımız yazının altındadır..)

[Haber görseli]

İnönü’nün ülkenin gündeminden düşmemesi ilginçtir. Bunun başlıca nedeni, O’nun, Cumhuriyetimizin kurucusu Atatürk’ün en yakın dava ve silah arkadaşı olmasıdır. Atatürk’ü doğrudan hedef alamayanlar, İnönü’ye hücum ederler. Gerek Atatürk döneminde gerekse çok partili dönemde İnönü daima eleştirilerin hedef tahtasındadır.

Cephede İlk Karşılaşma:
“16 Aralık 1916’da, 2. Ordu Komutanı Ahmet İzzet Paşa’dan Ordu Komutan Vekilliği görevini alan Mustafa Kemal, Silvan’dan hareketle Diyarbakır’a geldi. Palu ilçesinde konuşlanmış olan Ordu Karargâhı’na ulaştı ve kendisini 2. Ordu Kurmay Başkanı Albay İsmet Bey karşıladı. Böylece, 1907-1908 yıllarında Selanik’teki görüşmelerinden hemen hemen 8 yıl sonra, Mustafa Kemal- İsmet İnönü arasında, ilk kez emir- komuta zinciri altında yakın görev ilişkisi içinde bulunma ve birlikte çalışma olanağı ortaya çıkmıştı.
1 Nisan 1916’da generallik (Paşa) rütbesine yükselen Mustafa Kemal 35 yaşındaydı, kendisinden üç yaş küçük olan İsmet Bey kısa süre önce Mevhibe Hanım’la evlenmiş ve 21 gün sonra Diyarbakır cephesine hareket etmişti. Karakış kapıya dayanmıştı. Olası bir Rus saldırısı karşısında, başta kış şartları nedeniyle ordunun yiyecek, giyecek ve diğer güçlüklere uğramaması için ileri hatlarda hafif birlikler bırakarak, ordu cephesinin geriye alınması kararı verildi. Bu konuda Ordu emirnamesinin yazılması görevini Atatürk, Albay İsmet Bey’e verdi.
“Gitti, gelmez. Yaverim Cevat’ı ‘bak, ne yapıyor’ diye yolladım. Döndü, masanın başında düşündüğünü söyledi. Şehirler ve topraklar bırakacaktık. Orduyu kurtarmak için başka çare yoktu. Ama öyle bir karar vermek de güçtü. Git söyle, yazamıyorsa ben dikte edeyim’ dedim. Bir müddet sonra çekilme emrini yazmış, getirdi. Askerlik edebiyatına örnek diye anılabilecek kadar iyi düşünülmüş ve yazılmıştı.”

En övücü örnek
Atatürk, İnönü’yü keşfetmişti. Kısa bir süre sonra O’na verdiği askeri sicil, askerlik tarihinde, bir üstün, kendi emrinde görev yapan bir subaya verdiği en övücü örnek olarak bilinir.
Bu sicilin verildiği tarih Mayıs 1917’dir. Zaten o tarihten sonra da birbirlerinden ayrılmadılar.

  • Atatürk Milli Mücadele sürecinde Genelkurmay Başkanlığı’nı, Batı Cephesi Komutanlığı’nı, Lozan Delegeler Kurulu Başkanlığı’nı, Başbakanlık görevlerini öncelikle İsmet İnönü’ye verdi.

İsmet İnönü de sonuna kadar Atatürk’e sadık kaldı. Birinci Dünya Savaşı’nda O’nun yanında Kurmay Başkanı, Kolordu Komutanı, Milli Mücadele’de Genelkurmay Başkanı, Cephe Komutanı olarak sadakatle görev yaptı. Sivil yaşamda, Cumhuriyet’in kuruluşu, aydınlanma devrimlerinin gerçekleşmesinde büyük Önder’in yanında kuşkuya kapılmadan, duraksama göstermeden yer aldı.”

Asker İnönü:
Neredeyse yarım asır önce bu dünyadan ayrılan İsmet İnönü’nün ülkenin gündeminden düşmemesi ilginçtir. Bunun başlıca nedeni, onun, Cumhuriyetimizin kurucusu Mustafa Kemal Atatürk’ün en yakın dava ve silah arkadaşı olmasıdır. Atatürk’ü doğrudan hedef alamayanlar, İnönü’ye hücum ederler. Gerek Atatürk döneminde gerekse çok partili dönemde İnönü daima eleştirilerin hedef tahtasındadır. Zaten hatıralarında kendisini öyle tanımlamış: 

  • “Beğenildiği zaman çok cömert takdirler görmüş, beğenilmediği zaman çok taşkın ölçüde yerilmiş sade bir insan…” 

İşte, 1958-1961 yılları arasında, kendi deyimiyle, kaderin çok güzel, hatta “harika” bir sonucu olarak, İsmet İnönü’nün yakınında çalışma olanağını yakalayan, yine kendi anlatımıyla “Cumhuriyet döneminde doğmuş, Cumhuriyet’in verdiği olanaklarla okumuş, politik yaşamda bakanlık düzeyinde görevler üstlenmiş, daha sonra üniversitelerde ders vermiş bir sosyal bilimci olarak biz de görevimizi yapmalıydık” diyen Alev Coşkun, bu sade insanı yeniden tanıtıyor. “

“Hiçbir belgesi olmayan dedikoduya dayanan iddialara, kimi saptırmalar ve yalanlara yanıt verilmesi gerekmez mi? İşte bu kitabın yazılış amaçlarından birisi budur. İnönü hakkında ileriye sürülen iddiaları ele almak, doğruları belgelere dayalı olarak ortaya çıkarmak.”

Alev Coşkun’un Asker İnönü kitabı, yoğun incelemeye ve belgelere dayanan, son zamanlarda, Atatürk, İnönü, Osmanlı İmparatorluğunun son dönemleri, Kurtuluş Savaşı hakkında yazılmış en kapsamlı eserlerden birisi. Kitabın iki kahramanı, Mustafa Kemal ve İsmet Paşa’nın yanında Milli Mücadele’nin bilinen ve bilinmeyen bütün kahramanları tanıtılıyor.

En önemli soru
“Düzenli ordu kurulurken en önemli soru şuydu: Anadolu’da kurulacak ordunun subay gereksinmesi nasıl karşılanacak? TBMM’nin açılışından 50 gün sonra, 1 Temmuz 1920’de, Ankara’da Genelkurmay Başkanlığı’na bağlı “Subay Talimgâhı” adı verilen ve uygulamalı eğitim yapan bir subay yetiştirme kursu açıldı. Bu talimgâhın öğrencileri, İstanbul’dan kaçarak gelen Askeri Lise ve Harp Okulu öğrencileriydi. Üçer aylık dönemlerle, bu okulda henüz 17-19 yaşları arasındaki gençler eğitiliyorlardı.

Savaş meydanındaki nezaket
Sakarya Savaşı’nda cephenin en önlerinde çarpışmalara katılan bu subayların %sekseni şehit ya da gazi oldu.
15 ve 16 Temmuz 1921 günleri, Batı Cephesi için çok nazik günlerdi. Çünkü birliklerimiz, bir direnme hareketinden sonra, Kütahya mevzilerinden çekilmek zorunda kalmıştı. Kütahya işgal edilmişti. Durumu yakından görmek isteyen Mustafa Kemal, Batı Cephesi Komutanı’na şifreli bir telgraf gönderdi:

  • Şimdi hareket etmek üzere bulunan bir trenden yararlanarak yüksek şahsınızla gelip görüşmek istiyorum. Sıkıntı verir miyim? Karşılığınızı makine başında bekliyorum.”

Bu telgrafa İsmet Paşa anında şu yanıtı verdi: “Teşrifinize cidden müteşekkir kalırım”.
Mustafa Kemal, 17 Temmuz günü sabaha karşı saat 05.00’te trenle Eskişehir’e vardı ve İsmet Paşa tarafından karşılandı.
Savaş meydanında iki komutanın birbirine gösterdiği bu nezaketin başka örneği yoktur.

İnönü’yü ben de yeniden keşfettim
Asker İnönü, İnönü’nün yaşamının birinci bölümünü, 1884-1922 yıllarını, yani doğumundan Lozan Antlaşması öncesine kadar olan 38 yıllık bir zaman dilimini kapsıyor. Konu ile ilgili yazılmış bütün temel eserleri kaynak olarak kullanan Alev Coşkun, yazarı olduğum Mevhibe kitabından da yararlanmış. Cumhuriyet’in ilk Başbakan’ı, İkinci Cumhurbaşkanı’mız İsmet İnönü, benim “Dedepaşam”dı. Cebinde hep bir pergelle dolaşan, okul arkadaşı Ali Fuat Erden’e sınıf geçişini “geleceğimle aramdaki bir perdeyi çiğneyip geçtim!” diye duyuran, Harp Okulu’nu altın madalya alarak birincilikle bitiren, zeki bakışlı, sevimli, dış dünyadan “namuslu, onurlu ve en yüksek insanlık emelinin hududunu aşan bir vatansever” değerlendirmelerini almış, büyük âşık… İnönü’yü ben de yeniden keşfettim.

Teşekkürler, Alev Coşkun.
=====================================
Dostlar,

Bizden de başta İsmet Paşa’yı keşfeden ve O’ndan gereğince yararlanan Mustafa Kemal Paşa’ya,
ASKER İNÖNÜ kitabını yazan sayın Dr. Alev Coşkun’a
Ve bu makaleyi kaleme alan İsmet Paşa’nın torunu Gülsün Bilgehan’a çoook teşekkür ediyoruz..

Ülkemizdeki herkesi, dünyanın büyük saygı gösterdiği bu 2 ulusal – tarihsel – eşsiz kahramana ve ülkemize yaptıkları benzersiz hizmetlere saygıya, vefaya çağırıyoruz. En azından saygı kusuru işlememeleri ve aziz hatıralarına asla hakaret etmemeleri, aşağılamamaları, iftira atmamaları için asgari insanlık değerlerine uygun davranmaya uyarıyoruz.

Tam 46 yıl önce soğuk bir Ankara öğleni idi. Hacettepe Tıp Fakültesinde 3. sınıf öğrencisi idik. Bir otomobilin açık penceresinden kulağımıza ulaşan öğle haberinin bir tümcesi acı haberi vermekteydi. Donakalmıştık, dizlerimizin bağı çözülmüştü neredeyse, yanaklarımız ıslaktı..
****

Yüce Önder, Kurtarıcı – Kurucu Gazi Mustafa Kemal Paşa’nın Anadolu’da Kurtuluş’u ilmek ilmek ören – örgütleyen 19 Mayıs 1919 – 27 Aralık 1919 arası Kongreler dönemi ardından Ankara’ya gelişlerinin 100. yılında coşku ile karşılayarak,

  • HOŞ GELİŞLER OLAN MUSTAFA KEMAL PAŞA, HOŞ GELİŞLER OLA!

diyoruz gönül dolusu şükran ve coşkuyla..

Sevgi ve saygı ile. 27 Aralık 2019, Ankara

Dr. Ahmet SALTIK MD, MSc, BSc
Ankara Üniv. Tıp Fak. – Halk Sağlığı Uzmanı
Sağlık Hukuku Bilim Uzmanı – Mülkiyeliler Birliği Üyesi
www.ahmetsaltik.net     profsaltik@gmail.com

 

 

97 yıl önce halk olduk!..

97 yıl önce halk olduk!..

Ümit ZİLELİ
SÖZCÜ, 02.11.19

(AS: Bizim kısa katkımız yazının altındadır..)

Tarih 30 Mart 1919…
Mustafa Kemal‘in Samsun’a hareket etmesine henüz 47 gün vardı… İstanbul’un gayriresmi işgalinden beri İngilizlerin himayesine girmek için her yolu deneyen Padişah Vahdettin, o gün İngiltere’den resmen manda isteminde bulundu!..

Padişah adına Amiral Calthorpe‘un ayağına dek giden Osmanlı Sadrazamı Damat Ferit manda önerisini sundu. Neler mi vardı, Osmanlı’nın İngiltere’ye tümüyle boyun eğdiğini anlatan bu aşağılık öneride?..

-İngiltere, sultanın egemenliğindeki Asya ve Avrupa topraklarından gerekli gördüğü yerleri, Osmanlı’nın yabancılara karşı bağımsızlığını korumak ve içeride huzurunu sağlamak aracıyla 15 yıl süreyle işgal edecektir.
-Ermenistan, İngiltere’nin isteğine göre bağımsız ya da özerk cumhuriyet olarak kurulacaktır.
-Karadeniz ve Çanakkale Boğazlarındaki bütün tahkimat yıkılacak ve bu bölgeler İngilizler tarafından işgal edilecektir.
-İngilizler bir dostluk belirtisi olarak, Osmanlı bakanlıklarına İngiliz müsteşarlar atanmasına rıza gösterecektir.
-Her ilde bir İngiliz başkonsolosu bulunacaktır. Bunlar valilere 15 yıl süreyle danışmanlık yapacak, parlamento seçimleri ve yerel seçimler bu konsolosların gözetimi altında yapılacaktır.
-İngiltere gerek merkezde gerekse illerde maliyeyi denetim hakkına sahiptir.

Bu sefil manda önerisiyle Padişah sözde kendi tahtını güvence altına alıyor, karşılığında koca memleketi içindeki insanlarla birlikte emperyalizme peş keş çekiyordu!.. Damat Ferit, aynı öneriyi, Kurtuluş Savaşı başladıktan sonra, 8 Eylül 1919’da bir kez daha yineleyecektir!..

İngilizler ise Osmanlı’nın tümüyle bittiğini, yapabilecek hiçbir şeyinin olmadığını bildiği için görmezden gelecek, bunun yerine aynı kıratta bir başka “ölüm fermanı” olan Sevr Antlaşması‘nı dayatacaktı…

Ne denli yanıldıklarını görmeleri için yaklaşık 4 koca yıl geçecekti!..

Büyük zafer ve halkın egemenliği

Kurtuluş Savaşı, fiili olarak İzmir’in kurtuluşu (AS: 9 Eylül 1922) ve ardından 11 Ekim 1922’de Mudanya Ateşkes Antlaşması ile sona ermiş, 24 Temmuz 1923’te Lozan Antlaşması‘nın imzalanmasıyla resmen bitmişti… O alçakça “manda önerileri”, Sevr Antlaşması ise tarihin çöplüğüne yollanmıştı…

Ancak bu Antlaşma o denli kolay sağlanamamıştı. Türkiye, başta İstanbul olmak üzere işgal altındaydı. İstanbul’da Padişah hükümeti, Ankara’da ise TBMM hükümeti vardı. Bundan yararlanmak isteyen yabancı güçler, her iki hükümeti de barış masasına davet ederek Türkiye’nin elini zayıflatmaya çalışıyor, Sevr’in daha yumuşak bir örneğini kabul ettirme kurnazlığına başvuruyorlardı… Mustafa Kemal, her şeyin farkındaydı. Bu iki başlılığın derhal ortadan kaldırılması gerekiyordu…

Yakın arkadaşları tarafından Meclis’e “saltanatın kaldırılması” için verilen önerge ile büyük tartışmalar başladı. Saltanat yandaşları, önergeyi engellemek için her yolu deniyorlardı. Büyük Devrimci, sonuca gitmek için başka bir çare bulamayınca söz istedi ve önündeki sıranın üzerine çıkarak açık, kesin ve yüksek bir sesle şu konuşmayı yaptı:

  • Efendiler, egemenliği hiç kimse, hiç kimseye, bilim gereğidir diye, görüşmeyle, tartışmayla vermez. Egemenlik, güçle, erkle ve zorla alınır. Osmanoğulları, zorla Türk Milleti’nin egemenliğine el koymuşlardı. Bu yolsuzluklarını altı yüzyıldan beri sürdürmüşlerdi. Şimdi de Türk Milleti bu saldırganlara, “artık yeter” diyerek ve bunlara karşı ayaklanarak egemenliğini kendi eline almış bulunuyor. Bu bir olup bittidir. Söz konusu olan, millete egemenliğini bırakacak mıyız, bırakmayacak mıyız sorunu değildir. Sorun, olmuş bitmiş bir gerçeği yasa ile saptamaktan başka bir şey değildir. Bu, ne olursa olsun yapılacaktır. Burada toplananlar, Meclis ve herkes sorunu doğal bulursa, sanırım ki uygun olur. Yoksa yine gerçek, yöntemine göre saptanacaktır; ama ihtimal bazı kafalar kesilecektir!..

Bu konuşmanın ardından Ankara Milletvekili Hoca Mustafa Efendi, Gazi’ye seslenerek şöyle diyecekti:

Bağışlayınız efendim; biz sorunu başka bakımdan ele almıştık. Açıklamalarınızdan aydınlandık.

Aynı gün, 1 Kasım 1922’de Saltanatın kaldırılması oybirliği ile kabul edildi ve Osmanlı Devleti tarihe karıştı.

Türk Milleti yüzyıllar sonra kul olmaktan, özgür ve bağımsız bir halk olmaya doğru dev bir adım atmıştı. Sırada Cumhuriyetin ilanı ve Halifeliğin kaldırılması vardı!..

Haysiyetsiz (AS: onursuz) bir kaçışın utandırıcı hikayesi (AS: öyküsü) !..

Ankara’da yapılan Devrim, İstanbul’da bomba etkisi yapmıştı…

Altı yüzyıllık Osmanlı, bir yasa maddesiyle sona erivermişti. Vahdettin daha 4 yıl önce milletinin yaşamını insafına terk ettiği İngiltere’den, bu kez kendi yaşamı için yardım dilenecek, onun kollarına sığınacaktı!..

İngiliz İşgal Güçleri Komutanı’na, İngiliz Yüksek Komiseri’ne aracılar gönderdi; kendisinin, ailesinin ve maiyetinin yaşamlarının teminat (AS: güvence) altına alınmasını istedi. İngilizler açısından hiç sorun yoktu; Vahdettin’in Türkiye’ye karşı iyi bir koz olacağı düşüncesi ağır basıyordu. Gericilerin yere göğe koyamadığı soysuz padişah, ailesi ve yakın yardımcıları 17 Kasım 1922 gecesi Malaya zırhlısına bindirilerek Malta’ya kaçırıldı..

Mustafa Kemal Paşa, bu rezil kaçışı öğrendiğinde şöyle diyecekti:

  • Gerçekten, neden ve nasıl olursa olsun, Vahdettin gibi özgürlüğünü ve canını kendi milleti içinde tehlikede görebilecek kertede aşağılık bir yaratığın, bir dakika bile olsa, bir milletin başında bulunduğunu düşünmek ne acıklıdır!..

Aradan neredeyse 100 yıl geçtikten sonra Vahdettin’den “kahraman” yaratmak isteyenlere ithaf olunur (AS: sunulur)!..
===============================
Dostlar,

Sn. Ümit Zileli’nin 1 Kasım 1922’de (Lozan’a gitmeden önce) Saltanatın kaldırılması bağlamında yazdığı makale, zamanlaması ve içeriği bakımından çok değerli..

Osmanlı hayranlarının, son Padişah Vahdettin’in sefilliğini – alçaklığını – vatana ihanetini.. görmeleri bakımından önemli. Dileriz okunur ve acı gerçekler öğrenilir, sağduyulu olunur.

Ancak Sn. Zileli DİL DEVRİMİ‘ne hemen hemen hiiiiiç özen göstermiyor!
ATATÜRK Devrimleri bir bütün.. Dil Devrimi’ni bunca görmezden gelmeye ya da savsaklamaya hakkımız yok. Metinde epey sözcüğü güncel Türkçe ile değiştirdik anlama dokunmadan. Yer yer de ayraç içinde Türkçesini verdik.

Dün, 1 Kasım 1928, Dil Devriminin de yıldönümü idi. Saltanatın kaldırılmasını ve ardalanını işlemek elbette değerli ve önemli. Ama Dil Devrimimize karşı da sürekli görevlerimiz var..
****
Öte yandan, zavallıca “saf kan ırkçılık” yapanlara basit bir genetik – matematik gerçekliği sunmak isteriz :
İlk Osmanlı Beyi Osman Gazi’den sonra gelen oğlu Orhan Gazi, 3 Rum kızıyla evlenmiştir; Asporçe, Theodora ve Horafira. Sonki, bize Nilüfer diye yutturulmuştur. Böylelikle, 2. Osmanlı Beyinde Oğuzların Kayı boyu genleri (kalıtımı), Rumlarla melezlenerek, 3. Beyden başlayarak  yarıya inmiştir. İlki dışında tüm Osmanlı Padişahları yabancı kadınlarla evlendiklerinden, bu genetik yarılanma 34 kez yinelenmiştir. Dolayısıyla son Osmanlı Padişahı soysuz Vahdettin’de Oğuzların Kayı Boyu genetiği / kalıtımı, (1/2)^34 = 5,8^-11 düzeyindedir..

Daha açık yazmak gerekirse;

  • Vahdettin’de Türk kanı yüz milyarda 6 oranındadır! Yani yok gibi..
  • Acaba Türk halkına bunca ihanet – alçaklık -soysuzluk – ihanet bu yüzden midir??

    Körü körüne Osmanlı hayranlarını azıcık düşünmeye, akıllarını kullanmaya, rezil olmaktan bilimin rehberliği ile kendilerini kurtarmaya çağıralım..

    Sevgi ve saygı ile. 02 Kasım 2019, Ankara

    Dr. Ahmet SALTIK MD, MSc, BSc
    Siyaset Bilimci, Mülkiyeliler Birliği Üyesi
    Sağlık Hukuku Bilim Uzmanı
    www.ahmetsaltik.net     profsaltik@gmail.com

 

CUMHURİYET BAYRAMI

CUMHURİYET BAYRAMI

Mustafa AYDINLI
Eğitimci – Yazar

Bu gün, Mustafa Kemal Atatürk’ün “En büyük eserim” dediği Türkiye Cumhuriyeti‘nin 96. yılını, AKP iktidarınca son 17 yıldır içine sürüklendiğimiz tüm olumsuzluklara karşın coşkuyla kutluyoruz.

Adı geçen siyasal partinin ve iktidarının konjonktürel olduğunu, bir başka anlatımla, Türkiye Cumhuriyeti’nin sonsuza dek sürecek onurlu tarihinde küçücük bir ayraç (parantez) olduğunu çok iyi biliyoruz..

Nitekim, Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucusu Gazi Mustafa Kemal ATATÜRK’ümüz de çok net ve kesin olarak vurgulamış, tarihe bilinçle not düşmüştü :

  • “Benim naçiz (ölümlü) bedenim elbet bir gün toprak olacak ama Türkiye Cumhuriyeti ilelebet payidar kalacaktır (sonsuza dek yaşayacaktır.

Kurtuluş Savaşımızın utkuyla (zaferle) sonuçlanması ve Lozan Antlaşmasıyla uluslararası hukuk katında resmen tanınmamız, bağımsızlığımızın kabulüyle, yeni Türk devletinin yönetim biçimine karar vermek gerekiyordu. 29 Ekim 1923 günü, Teşkilat-ı Esasiye Kanununda (Anayasada) yapılan değişiklik ile Cumhuriyet ilan edildi.

Cumhuriyet rejimi emperyalizme karşı yurt içinde ve dışında yıllarca süren savaşlar ve çok çetin uğraşlar sonucunda kuruldu. Yurt içinde saltanat yandaşları emperyalistlerle iç içe geçmişlerdi.  Emperyalist devletleri cephede yenmiştik, ancak kapıdan kovsak bacadan girmeye çabalıyorlardı. Din adamı kılıklı ajanlarını, Anadolu’nun en uç noktalarına dek sızdırmışlardı. Cumhuriyetin ilk yıllarında planlı biçimde dış güçlerin kışkırtmasıyla çıkarılan pek çok iç isyanın bastırılması, 1911’den beri 12-13 yıldır pek çok cephede ağır sıcak çatışmalardan son derece yorgun ve olanakları tükenmiş çıkan yeni Türk Devleti için kolay olmadı. Emperyalizmin yerli işbirlikçileri ve hilafet – saltanat yandaşları, satın aldıkları sözde din adamlarına, Cumhuriyet’in ölümsüz kurucusu Mustafa Kemal Paşa hakkında “Görüldüğü yerde katli vaciptir diyerek ölüm fermanı – fetvası yayımlatıyorlardı.

Günümüzde de Cumhuriyet Bayramlarında, 30 Ağustoslarda, 19 Mayıslarda, Çanakkale zaferinin yıldönümünde, kurucusu olduğu Diyanet İşleri Başkanlığı tarafından, Cumhuriyetimizin yaratıcısının adının anılmıyor olması, es geçilecek bir durum değildir. Aksine “Keşke Yunan galip gelseydi” diyebilen Cumhuriyet düşmanlarının, üstelik bir 10 kasım gününde (2018) hediyelerle ziyaret edilmesi ise açıkça Cumhuriyet’e meydan okumadır.. Devletin – milletin birliğinden Anayasal olarak sorumlu AKP’li Cumhurbaşkanı, bu kabul edilemeyecek gelişmeler karşısında suskundur nedense! Erdoğan, Anayasal sorumluluğunu yerine getirmemektedir. Dahası, bu anlamlı sessizlik yüzündendir söz konusu pervasızlıklar. Daha açık söyleyelim :

  • Cumhuriyetin anayasal kurumları, Cumhuriyetin kurucusunu görmezden gelmeyi kararlılıkla sürdürebiliyorlarsa, KARŞIDEVRİM FİİLEN YÜRÜRLÜKTEDİR!

Onun için Türkiye’de Cumhuriyet demek, Türk Milletinin bağrına oturmuş olan emperyalizmle Saltanat’a karşı kurduğu bir savunma kalesi demektir. Bu sebepten Türkiye’nin devrimci Anayasasında, her madde üçte iki çoğunlukla değiştirilebilirdi. Ama hiçbir çoğunlukla, hiçbir zaman ve hiçbir kimsenin değiştiremeyeceği tek madde, Türkiye Devletinin bir Cumhuriyet olduğu maddesidir.demekte Dr. Hikmet KIVILCIMLI.

Cumhuriyet, Prof. Türkkaya Ataöv’ün deyimi ile “Ümmet değil Cumhuriyet, kulluk değil bilgelik!” tir. (http://ahmetsaltik.net/2019/08/14/ummet-degil-cumhuriyet-kulluk-degil-bilgelik/)

Mustafa Kemal Atatürk, gençlere şöyle sesleniyor ve en büyük yapıtı Cumhuriyeti, Türk gençliğine emanet ediyordu.

  • “Ey yükselen yeni nesil! Gelecek sizsiniz.
    Cumhuriyeti biz kurduk, onu yükseltecek ve yaşatacak sizsiniz.” 

Cumhuriyet ulusumuza, çağdaş uygarlığın, demokratik ve laik bir hukuk devleti olmanın tüm kapılarını açmıştır. Cumhuriyetin kazanımlarının değerini bilir ve onu koruyup geliştirerek gelecek kuşaklara aktarabilirsek; 21. yy. ve sonrasında dünya uluslar ailesinin, uluslararası toplumun saygın bir üyesi olacağımıza, yolumuzun ışık ve aydınlık olacağına kuşku yoktur.

Türkiye Cumhuriyeti; yeniden varoluşun, küllerinden dirilişin ve tam bağımsızlığımızın kurumsal yapılanması ve güvencesidir. Kuşaktan kuşağa şan ve onurla aktarmak, sonsuza dek yaşatmak, Anadolu halkının / ahalisinin = Türk Milletinin tek sözcükle “beka” sorunudur.

“Bizi karanlıklardan, esaretten ve zilletten kurtararak, Kutlu Vatanımızı ve Kutlu Cumhuriyetimizi armağan eden Büyük Atatürk‘ümüzün aziz hatırası  ve maneviyatı önünde en derin sevgilerimle, en derin saygılarımla ve sonsuz sonsuz minnet hislerimle eğiliyorum..” diyor bir Cumhuriyet kadını yazar, Güzide Filiz Tuzcu (http://ahmetsaltik.net/2017/10/29/45097/)

Biz de aynı duygularla tüm halkımızın Cumhuriyet Bayramı kutlu olsun diyoruz ve

  • AKP iktidarını                                        ;
  • Cumhuriyetin temel değerlerine saldırmaktan vazgeçmeye,
    Karşıdevrimi durdurmaya çağırıyoruz.
  • Bu gidiş ülkemiz için “hayırlı” değildir. Kalkışanlar için hiç ama hiç “hayırlı” olmayacaktır. Türkiye Cumhuriyeti, önüne çıkan – çıkarılan her türlü irticayı ezip geçerek sonsuzluğa yolculuğunu kararlılık ve onurla – şanla, bilimsel akılcılıkla sürdürecektir.
  • Bu tarihsel gerçeklik böylece kavranmalı ve herkes ama her- kes haddini bilmelidir.

 

 

KURTULUŞ YILDÖNÜMÜNDE İŞGAL ÖZLEMİ

KURTULUŞ YILDÖNÜMÜNDE İŞGAL ÖZLEMİ

Av. Hüseyin Özbek
(AS: Bizim kısa katkımız yazının altındadır..)

Okura Kısa Not:

Lozan Antlaşması sonrasında, 6 Ekim 1923’de senelerdir düşman işgali altında inleyen İstanbul’a Türk Ordusu girer. Çizmeleriyle İstanbul’u 5 yıldır kirleten işgalciler Türk sancağını selamlayarak başları eğik İstanbul’u terk ederler

6 Ekim 2009’da İstanbul’daki kimi camilerin minarelerine kurtuluş sevincini ifade eden mahyalar asılmıştı. Kimi genç sefiller ve yandaş medya ortalığı birbirine katınca akşam beklenmeden mahyalar apar topar sökülmüştü! Bu yazı o günlerde kaleme alınmıştır. Güncelliğini yitirmediğini düşünüyorum.

Şehit ve gazilerimize saygı ve rahmetle…
*****

13 Kasım 1918’den 6 Ekim 1923’e işgal çizmeleri İstanbul kaldırımlarıyla birlikte Dersaadet ahalisinin şerefini, ırzını, onurunu da çiğneyip duracaktır. Seferden dönen Orduyu Hümayun’un tuğlarından, zafer sancağından gayrisini tanımamış İstanbullular esaretin simgesi yabancı bayrakları görmemek için işgal süresince gözlerini yerden kaldıramayacaklardır.

13 Kasım 1918, Sarı Paşa’nın da Filistin Cephesinden İstanbul’a dönüş günüdür. Boğaza demirlemiş 55 parçalık Müttefik donanmasının namlularının çevrildiği selatin camilerin minareleri suskun, yenilginin, esaretin utancı altında ezilen Türkler sessiz, şaşkındır. Gizlemeye gerek duymadıkları bir coşkuyla evlerini, işyerlerini düşman bayraklarıyla donatıp, işgali alkışlayan Osmanlının Hıristiyan uyrukları, kendileriyle yıllarca ekmeğini bölüşmüş Türk komşularını aşağılamakta, alaya almaktadır.

Sarı Paşa Dersaadet’e ayak bastığı gün, düşman zırhlıları arasından Boğazı geçerken davetsiz konukları geldikleri yere göndermek için imparatorluğun uzak coğrafyalarında kalan Mehmetler üzerine and içer.

İşgal namlularının altında Saltanat ve Hilafet makamına kurulmuş Vahdettin“Umutlarımı Allah’tan sonra İngiltere’ye bağladım” dese de İngiliz diplomatlarına ve komutanlarına Londra’dan verilen talimat bambaşkadır: “Türklere yüz verilmeyecek ve ağır şekilde cezalandırılacakları kuşkuya yer bırakılmayacak şekilde kendilerine anlatılacaktır.”

Anadolu’da başlayan milli direnişle çıldıran müttefikler 13 Kasım çıkartmasının yeterince caydırıcı olmadığını düşünmektedirler. 16 Mart 1920’de İstanbul’un resmen işgali başlar. Fındıklı’daki Millet Meclisi ( Meclis-i Mebusan ) başta olmak üzere İstanbul’un askeri ve sivil tüm stratejik noktalarına vahşice el konur. Sabahleyin Şehzadebaşı’ndaki 10. Tümen Karargâhı’nı basan İngilizler uykudaki Mehmetlerin üzerine ateş açar. 5 er şehit olur, 9’u yaralanır. Vatanseverler derdest edilip Bekirağa Bölüğü’ne tıkılırken görevde 1. haftayı henüz dolduran Salih Paşa Hükümeti halka; “Tam bir sükûnetle iş ve gücüyle meşgul olmasını” tavsiye etmektedir! Rumca yayınlanan Neogolos Gazetesi işgalin ertesi günü olan 17 Mart’ta; “Irkımız için yeni ufuklar, mukaddes dakikalar” başlığıyla çıkar!

İstanbul sokaklarından, hele Pera’dan Tatavla’dan üniforma ile geçme gafletinde bulunan Türk polislerinin, subaylarının apoletleri sökülmekte, şapkaları kapılmakta, ay yıldızları üzerinde tepinilmekte, işgalci bayraklarına, askerlerine selama zorlanmaktadır.

İşgal altında yaşamanın, öz vatanında köleleşmenin utancı, acısı içine işlemiş İstanbullular, Yunan Ordusunu 9 Eylül 1922’de Akdeniz’e döken Mehmetleri kucaklamak, al sancağa yüz sürmek için 6 Ekim 1923’ü bekleyeceklerdir.

Lozan Barış Antlaşmasıyla bağımsızlığı onaylanmış Türkiye’nin Gazi Ordusu, 6 Ekim 1923’de Şükrü Naili Paşa’nın komutasında beş yıldır işgal altında yaşayan kente girer. Mütareke Hükümetlerinin işbirlikçi Sadrazamı Damat Ferit Paşa da kaçıp sığındığı Fransa’nın Nice kentinde Türk Ordusu İstanbul sokaklarında resm-i geçit yaparken, aynı gün hücceten ölüverir!

Pera’nın Cadde-i Kebir’inin İstiklal Caddesi, Tatavla’nın Kurtuluş, Şişli Caddesinin Halaskargazi oluşu aynı zamanda tutsaklıktan özgürlüğe ulaşmanın da kısa öyküsüdür.

Gazi Ordunun Gazi Mehmetlerine Şükrü Naili’nin komutasında Dersaadet’e ayak bastıklarında, gün gelip adlarının mahyalardan silinip, minarelerden apar topar indirileceğini söyleselerdi inanırlar mıydı dersiniz?

İstanbul’a girişlerinde dökülen gözyaşlarını, al bayrağa sürülen yüzleri, kendilerine dokunmak, terlerini koklamak için birbirini çiğneyenleri görünce, haklarını kat kat helal edip huzur içinde dünyadan ayrılan Mehmetler şimdikilerle helalleşir mi acep!

İşgal utancından özgürlüğün erdemine ulaşmanın 96. yıldönümünde yattıkları yerden doğruluverseler, sivil sıfatını kullanan her yaştan fonlu sefillere ilk sözleri ne olurdu Gazi Mehmetlerin?

Mahyalardan;

  • Ne Mutlu Türküm Diyene
  • Ordumuza Şükran Borçluyuz,
  • Kurtuluşun Kutlu Olsun,
  • Önce Vatan,
  • Milli Birlik Esastır,

yazılarını indirten Damat Ferit mirasçılarına şöyle bir bakıp yeniden uzandıklarında neler hisseder, neler düşünür dersiniz Mehmetler?

Çölün amansız sıcağına, Sarıkamış’ın imansız soğuğuna, düşmanın yağlı kurşununa, şarapneline bana mısın demeyen Mehmetleri biliniz ki, aldıkları bu son yara hepten öldürür.

Bu yaraya dayanamaz Mehmetler!
==================================

Dostlar,

Dostumuz sayın Av. Hüseyin Özbek’e bu irdelemesi için teşekkür ederiz..
Tarihi çarpıtmak isteyenlere tokat gibi bir yazı..

29 Mayıs 1453’ü  abartılı biçimde kutlayan Osmanlı hayranı Yeni Osmanlıcılar ve AKP şürekası, Fatih’in aldığı İstanbul’u son Osmanlı Padişahı Vahdettin’in İngilizlere teslim ettiğini untmuş görünüyor, unutturmaya çabalıyorlar..

İstanbul’u yeniden işgalden kurtararak anavatan Türkiye’ye katan Mustafa Kemal Paşa’yı görmezden geliyorlar..

Bu mudur tarih bilinci, vefa, hak bilirlik??
Yalan söylemek, hak yemek, halkı aldatmak.. dine – imana – kitaba sığar mı eyyyyy dini dar siyasal İslamcılar!?

Sevgi ve saygı ile. 08 Ekim 2019, Ankara

Dr. Ahmet SALTIK MD, MSc, BSc
Siyaset Bilimci, Mülkiyeliler Birliği Üyesi
Sağlık Hukuku Bilim Uzmanı
www.ahmetsaltik.net     profsaltik@gmail.com

TURİZM BAKANI MEHMET ERSOY’DAN BÜYÜK SKANDAL !

TURİZM BAKANI MEHMET ERSOY’DAN BÜYÜK SKANDAL !…

*Cumhuriyet tarihinde böyle bir skandal görülmedi.

*Bakan Mehmet Nuri Ersoy, işgal altında olan Muğla Keçi Adası’ndaki Yunan Oteli H Hotel Pserimos Villas’ı , sahibi olduğu etstur şirketi vasıtasıyla pazarlıyor.

*İşgal altında olan Muğla Keçi Adası’ndaki Yunan H Hotel Pserimos Villas’ı pazarlayan şirketler arasında tatilsepeti.com ve tatil.com adlı Türk şirketleri ile tripadvisor adlı Amerikan şirketi ve  Booking.com adlı Hollanda şirketi de var. Turizm Bakanı Ersoy, işgal altında olan Muğla Keçi Adası’ndaki Yunan Otelini pazarlayan diğer şirketleri de görmezden geliyor.

*Kültür ve Turizm Bakanı Mehmet Nuri Ersoy’un, şirketi vasıtasıyla işgal altında olan Muğla Keçi Adası’ndaki Yunan Otelini pazarlaması, 1923 Lozan Antlaşması, 04 Ocak 1932 Türk İtalyan Sözleşmesi ve 1947 Paris Antlaşması’nı ihlal etmesi, adanın Yunanistan’a ait olduğunu iddia ederek bölücülük yapması ve Türkiye Cumhuriyeti’nin egemenlik haklarını yok sayması asla kabul edilemez.

Bakan Ersoy derhal istifa etmelidir.

Konu ile ilgili açıklamalarım ve belgeler eklerde sunulmuştur.

İŞGAL EDİLEN KEÇİ ADASI, Ümit Yalım

Saygılarımla, 27.11.2018
umityalim@gmail.com

Ümit YALIM
Milli Savunma Bakanlığı eski Genel Sekreteri

SEVR Antlaşması’nın 94. Yıldönümü…

SEVR Antlaşması’nın 98. Yıldönümü....

Dostlar,

Geçtiğimiz yıl bu gün, son Osmanlı Padişahı Vahdettin‘in onadığı lanetli Sevr Antlaşması’nın 93. yılında sizlerle paylaştığımız dosyayı güncelleyerek sunuyoruz.

Türkiye yangın yeri,, Ekonomi çöktü.. Tek sorumlu AKP = Erdoğan..

Bu gün Sevr’e kimse değin(e)medi dolayısıyla..
Oysa bu gün yaşadığımız 1920’nin Sevr’inin güncel uzantısı gibi değil mi??
Tam bağımsızlığınızı yitirirseniz olacağı budur..

10 Ağustos 2018, Ankara

Dr. Ahmet SALTIK

=======================
Türkiye’nin 12. CB / Yarıbaşkanı seçimi ne yazık ki ülkemizin gündemini kilitledi.

Ancak, Osmanlı İmparatorluğu’nu resmen bitiren ve anayurt Anadolu’nun bile işgalini öngören bu lanetli Antlaşma’nın unutulmaması ve genç kuşaklara tarih bilinci verecek biçimde sürekli işlenmesi gerek..

SEVR paçavrasını yırtan ulus kahramanlarına, başta önder Gazi Mustafa Kemal ATATÜRK olmak üzere, 94 yıl sonra bitmeyen bir şükran ve minnetle..

Yeni Osmanlıcıların da aklını başına alması dileğiyle..
Böylesi bir yok edici Antlaşmaya Vahdettin’in onay verdiğini unutmadan..

Bir de, 2. Padişah Orhangazi’dan başlayarak tüm Osmanlı Padişahların eşlerinin, dolayısıyla 3. padişah sonrası padişah analarının Türk olmadığını unutmadan..

Basit ama, anlayana anlamlı bir hesap yapalım :

36. ve son Padişah Vahdettin’in Oğuzların Kayı boyundan genetik kalıtım oranı
(1/2)^34 = 11 milyarda 6’ya düşmektedir. Hala biyolojik – etnik olarak Asya Türkmen genetiğinden söz edilebilir mi? O halde bu “Atalarımız Osmanlılar” ne demektir??

Sevgi ve saygıyla.
11.8.2014, Ankara

Dr. Ahmet SALTIK
www.ahmetsaltik.net 

==============================================


SEVR ANTLAŞMASI’nın 93. YILDÖNÜMÜ..

Bu gün, 10 Ağustos 1920’de hain Osmanlı Padişahı 6. Mehmet Vahdettin ve
Sadrazamı Damat Ferit’in Sevr Anlaşması’nı Fransa’da bağıtlayışlarının
93. yıldönümü..

1. Dünya Paylaşım Savaşı sonunda 30 Ekim 1918’de Mondros Ateşkesi ile fiilen çökertilen Osmanlı Devleti, Sevr Antlaşması ile tümüyle parçalanıyor ve hukuksal olarak da ortadan kaldırılıyordu. Türklere, İstanbul dolayı ile Anadolu’nun ortasında Akdeniz ve Ege’ye kapalı küçük bir toprak parçası (280 bin km2, şimdiki topraklarımızın 1/3’ü kadar) bırakılıyordu. Aşağıdaki haritaya bakınız lütfen..

Bu sınırlı toprakların bile Yengin (galip) İtilaf Devletleri gerek görürse (!) işgali
Sevr Antlaşması’na göre olanaklıydı (md. 206).

Bu boğulmaya isyan, zincirleri kırma bağlamında Mustafa Kemal Paşa tarafından
30 Ağustos 1922’de “Ordular, ilk hedefiniz Akdeniz’dir, ileri!” buyruğu ile veriyordu. Ege ve Akdeniz’i bir bütün görerek denizlere açılmak, özgürleşmek, Sevr’i yırtmak için..

İngiliz, Fransız, İtalyan, Yunan, Ermeni birlikleri öz yurdu bile tümüyle işgal ediyordu. Boğazlar uluslararası güce bırakılıyordu. Ordu’nun tank, ağır top, uçak ve gemilerine el konuyor; asker sayısı elli bin ile sınırlanıyordu. Azınlık hakları Türklerin haklarını aşıyordu.

Tam bir aşağılanma, onursuzluk ve tutsaklık hatta Türkleri tarihten yok ediş belgesi idi Sevr!

  • Bir Ulusa topyekun suikast (soykırım!) girişimi!

Atatürk Sevr Antlaşmasıyla ilgili olarak şunları söylemişti SÖYLEV‘inde :

  • “Siyasi, adli, iktisadi ve mali bağımsızlığımızı imhaya ve sonuç olarak
    yaşama hakkımızı inkar ve ortadan kaldırmaya yönelik olan
    Sevr Antlaşması bizce mevcut değildir.”

Gazi Mustafa Kemal Paşa ile İnönü, başta dava ve silah arkadaşları ulusumuza öncülük ederek, tarihte benzeri olmayan bir Kurtuluş Savaşı verdiler ve bu uğursuz ihanet belgesini, şanlı İstiklal Savaşımız ile yırtıp attılar. Bize, Lozan Antlaşması ile Ulusal And (Misak-ı Milli) sınırları içindeki bugünkü güzelim yurdumuzu, özgürlüğümüzü ve onurumuzu sağladılar (24 Temmuz 1923).

Bizler; yüce önder ATATÜRK’ün bize armağanı ve kutsal emaneti olan
bağımsız, özgür, demokrat, halkçı, laik ve insan haklarına saygılı, çağdaş
Türkiye Cumhuriyeti’mizi sonsuza dek yaşatacağız.

Tüm Türkiye toplumunu (Atatürk’ün deyimi ile “ahalisini”) bilinç ve kararlılıkla,
varlığımızın özü ve güvencesi olan bu temel değerlere sahip çıkmaya çağırıyoruz.

Özellikle BOP vb. AB-ABD süreçleriyle sinsice tuzaklanan kimi uluslararası girişimlere karşı son derece uyanık olmak zorundayız. Sözde “Yeni Anayasa”,
dünkü İtilaf Devletleri’nin, günümüzün ise sözde stratejik / trajik müttefiklerinin diplomatik “Yeni Sevr” dayatmasıdır. AB yasama organı AP’nin (Avrupa Parlamentosu), açıkça Sevr’in uygulanmasını isteyen utanmaz istekleri olmuştur
ne yazık ki! Hem de kezlerce..

Ama köprülerin altından çok sular akmıştır.

  • Artık Türkiye halkı uluslaşarak TÜRK MİLLETİ olmuştur

ve bu tür bildik oyunlara gelmeyecek denli deneyimlenmiş, bilinçlenmiştir.

Tarihin “aptallar için tekerrürüne” asla izin vermeyecektir.

Atatürk’ün SÖYLEV’inde vurguladığı üzere;

  • Türk Ulusu’nu tarih sahnesinden silme amaçlı olup, yüzyıllardan beri hazırlanagelen bir “suikast planı” (apaçık SOYKIRIM!) olan meş’um (lanetli) Sevr paçavrasını 

yırtarak bizlere Lozan Antlaşması ile günümüz Türkiye Cumhuriyeti’nin uluslararası hukukta adeta tapusunu sunan Anadolu İhtilalcilerini ve Anadolu Aydınlanmacılarını, Türk Devrimi’nin harcını kanları ve canları ile karan tüm şehit ve gazilerimizi
(artık hiçbiri yok galiba!?) sonsuz bir minnetle anıyor; kutsal emanetlerini sonsuza dek tam bağımsız ve dünya uluslar ailesinin eşit haklara sahip onurlu bir üyesi olarak yaşatacağımıza söz veriyoruz.

Sevgi ve saygı ile.
Elazığ, 10.8.13

Dr. Ahmet Saltık
www.ahmetsaltik.net

Bu Sevr haritası ile Lozan’da sağlanan ve Atatürk’ün büyük çabalarıyla 1939’da Hatay’ın anavatana katılımıyla; ayrıca yine Atatürk’ün başarısı 1936 Montrö Boğazlar Sözleşmesi ile tamamlanan günümüz T.C. sınırları (Musul – Kerkük dışında ne yazık ki) Misak-ı Milli karşılaştırıldığında, her şey çok daha net anlaşılacaktır..

Not     : Fransız işgal bölgesi neredeye Karadeniz’e ulaşacak! Niye acaba?
Divriği demir madenlerini de ele geçirmek için!