Etiket arşivi: dünya sağlık örgütü dsö

HALK SAĞLIĞI UZMANLARI DERNEĞİ (HASUDER) YENİ KORONAVİRÜS HASTALIĞI (COVID-19) PANDEMİSİNE TÜRKİYE’DE HAZIRLIKLILIK VE YANIT: 28. GÜN DEĞERLENDİRMESİ

HALK SAĞLIĞI UZMANLARI DERNEĞİ (HASUDER)
YENİ KORONAVİRÜS HASTALIĞI (COVID-19) PANDEMİSİNE
TÜRKİYE’DE HAZIRLIKLILIK VE YANIT: 28. GÜN DEĞERLENDİRMESİ*

Pandeminin Ülkemizdeki 28 gününe ilişkin HALK SAĞLIĞI UZMANLARI DERNEĞİ (HASUDER) YENİ KORONAVİRÜS HASTALIĞI (COVID-19) GÖREV GRUBU iş planı çerçevesinde Prof. Dr. Muzaffer Eskiocak, Dr. Öğr. Üyesi Meltem Akın Dikleli, Prof. Dr. Gül Ergör, Arş. Gör. Nurcan Şentürk Durukan, Arş. Gör. Dr. Selin Girgin ve Prof. Dr. C. Tayyar Şaşmaz.’ın katkılarıyla hazırladığımız durum raporunu değerlendirmelerinize sunuyoruz.
 
Salgının  zararını en aza indirmeye katkı sağlamasını diliyoruz. 12 Nisan 2020
 
COVID-19 Durum İzleme Grubu adına

Prof.Dr. Muzaffer Eskiocak

I. Giriş

Dünya Sağlık Örgütü (DSÖ) 30 Ocak 2020 tarihinde Yeni Koronavirüs Hastalığı’nın (COVID-19) Uluslararası Önemi
Haiz Halk Sağlığı Acil Durumu olduğunu ilan etmiştir. DSÖ durum raporlarında Türkiye’deki virüs dolaşımı
tanımlaması; Avrupa kaynaklı olduğu açıklanan ilk importe olgu bildiriminden yaklaşık bir hafta sonra (19 Mart
2020) yerel dolaşıma (local transmission), üç hafta sonra da (09 Nisan 2020) toplumda yaygın dolaşıma (community transmission) evrilmiştir.

Sağlık Bakanlığı kurduğu Pandemi Bilim Kurulu ile süreci yönetmeye ve koordinasyonu sağlamaya çalışmaktadır.
Alınan önlemler, başlangıçta COVID-19 olgusu bulunan ülkeler ile olan uçuş yasağı sınırlamalarından; okulların
kapatılması, kamu kurumlarında esnek ve uzaktan çalışılması, yurtdışı ve yurtiçi seyahat ve hareketliliğin
sınırlandırılması, büyükşehirlere giriş ve çıkışların kapatılması, illerin kendi pandemi kurullarıyla il için alınacak
önlemlerin belirlenmesi ve büyükşehirlerde iki günlük sokağa çıkmanın yasaklanması noktasına ulaşmıştır. Geçen
bir ayda COVID-19 olgu sayıları hızla artarak ülkemizin olgu sayısı yüksek seyreden ülkeler grubunda yer aldığı
görülmektedir ve olgu artışı hızla devam etmektedir.
Bu süreçte sağlık örgütünün cansiperane çalışmalarına karşın, kamu yönetiminin aldığı önlemler ile süreç
yönetimi, -Uzmanlık Derneğimiz HASUDER’in anlamlı soyutlaması ile- UMUT ve ENDİŞE duygularını birlikte
yaşatmaktadır. Süreç, toplumda ve kamu yönetiminde gittikçe daha çok belirginleşen ve farklılaşan -aklın ve
bilimin sınırlarını zorlayan- etki ve tepkilere (geçinmek için evden çıkmak zorunda olma-evde kal çağrısına
uyamama, COVID-19 durumu belirsiz yurt dışından ve umreden dönenlere ilk başlarda uygulanan öz-denetimli
karantina, sosyal mesafeye aldırmama, dezenfeksiyon tüneli, sokağa çıkma yasağının kapsamında belirsizlik markete hücum vb gibi) yol açmaktadır.

Pandemi bütün ülkeler için birincil sağlık sorunu olma durumunu sürdürürken bu süreç, akıl ve bilimsel
yöntemlerden uzaklaşılmadan, tüm süreç saydam olarak paylaşılarak, toplumda güven duygusu korunup
geliştirilerek yürütülür ise en az toplumsal hasar ile atlatılabilecektir.

Amaç

HASUDER tarafından hazırlanan “Türkiye’de Pandeminin İlk 14 Gün Değerlendirmesi” raporunun devamı niteliğinde ve kapsamı bir öncekine göre genişletilmiş olan bu çalışma ile; ülkemizde ilk COVID-19 olgusunun görülmesinden (10 Mart 2020) sonra geçen 28 gün içindeki pandemi sürecini değerlendirmek, sürecin yöneticileri için eleştirel okuma ve tartışma zemini oluşturmak, bilim ve toplumsal bellek için kayıt üretmek amaçlanmıştır.

Yöntem

Bu çalışmada, kabul gören 14 günlük kuluçka süresi temel alınarak ülkemizdeki hazırlıklılık ve yanıt en uzun iki kuluçka
süresince (28 gün) değerlendirilmiştir. Sağlık Bakanlığı kamuoyu paylaşımları [1, 2, 3], DSÖ durum raporları [4],
Avrupa Hastalık Önleme ve Kontrol Merkezi (ECDC) [5] ile diğer açık kaynaklı veriler ve medya haberleri gözönüne
alınarak ülkemizdeki salgın yönetim süreci DSÖ Hazırlıklılık ve Yanıt Kılavuzu’na [6] göre değerlendirilmiştir.

…………………..
……………………………
…………………………………….
…………………………………….

Öneriler

1. Halk Sağlığı Uzmanları İl Pandemi Koordinasyon kurullarının tamamında görevlendirilmelidir.
2. Salgın epidemiyolojik veriler ve toplumbilimleri doğrultusunda hastalanma ve ölümleri önlemek amaçlı
bir yaklaşımla yönetilmelidir. Kontrollü salgın yönetimi yerine baskılama stratejisine geçilmelidir.
3. Tüm illerde test yapılmalıdır. Test yapılan merkez sayısı illerin ihtiyacını zamanında karşılayacak düzeye
çıkarılmalıdır
4. Sağlık çalışanlarının iş sağlığı ve güvenliği sağlanmalıdır.
5. Toplumun algı ve davranışlarına ilişkin toplumbilim araştırmalarından üretilen kanıtlara dayalı uyum ve
işbirliğini geliştirici politikalar belirlenip uygulanmalıdır. Salgın yönetimine güven geliştirilmelidir.
6. Türkiye’de COVID-19 salgınına ilişkin araştırma olanakları hızlıca yaratılmalıdır.
7. Yurttaşlara, “Yaşamınızın sürdürülmesi devletin güvencesi altındadır“ mesajı net olarak verilmeli,
gereği yapılmalıdır.
8. Sürveyans verileri epidemiyolojik analizlerin ve değerlendirmelerin yapılabilmesi için ilgili bilim
alanlarındaki uzmanların analizine açılmalıdır.
9. Salgının denetiminde olguların izolasyonu ve temaslı izlemleri yaşamsal öneme sahip olup, ev izolasyon
koşulları uygun olmayan COVID-19 olguları için yurt vb. ev dışında izolasyon yerlerinin hazırlanması gerekmektedir.
10. COVID-19 PCR(+) olgular dışında PCR(-) radyoloji ya da klinik pozitif olguların da izolasyon temaslı
izlemlerinin yapılması ve kayıtlarının ayrıca tutulması önerilir. COVID-19 virüs tanımlanmış (test sonucu
pozitif olan) hastalar COVID-19 doğrulanmamış (test sonucu negatif) COVID şüpheli hastalar da U07.3
hastalık kodu ile kayıtlara geçirilmelidir. Ölüm bildirim sisteminde ve Hastane Bilgi Yönetim Sistemi’nde
(HBYS) aynı kodlar kullanılmalıdır
11. Pandemi bilim kurulu kararları toplumla paylaşılmalıdır.
12. Sağlık çalışanlarının örgütlerinin de katıldığı, toplum önderlerini de sürece katan saydam bir yönetim
sergilenmeli, salgın yönetimine güven güçlendirilmelidir.
*****
Dostlar,

26 sayfalık bu çok değerli raporu hazırlayan, başta uzun yıllar Trakya Üniv. Tıp Fak. Halk Sağlığı Anabilim Dalında birlikte çalıştığımız sevgili meslektaşımız Prof. Dr. Muzaffer ESKİOCAK olmak üzere çalışma kümesindeki meslektaşlarımıza şükran doluyuz..

Yukarıda rapordan bölümler sunduk..

Tüm raporu okumak ve indirmek için lütfen tıklayınız..
(2,15 MB)

Yeni_Koronavirus_Pandemisinde_Hazirliklilik_ve_Yanit_Turkiye_28._Gun_Degerlendirmesi

Özenle okunmalı ve gereği yapılmalıdır..

Sevgi ve saygı ile. 13 Nisan 2020, Ankara

Prof. Dr. Ahmet SALTIK MD, MSc, BSc

Hekim, Kamu Yönetimi – Siyaset Bilimci (SBF-Mülkiye)
Sağlık Hukuku Bilim Uzmanı

www.ahmetsaltik.net     profsaltik@gmail.com

Sağlık Ekonomisi / Health Economics

Sevgili AÜTF Asistanlarımız ve
Dönem V Öğrencilerimiz,

Ankara Üniversitesi Tıp Fakültesi Dönem 5 öğrencilerimize sunduğumuz 1 saat süreli SAĞLIK EKONOMİSİ derslerinin güncellenmiş yansılarını görebilmek için lütfen aşağıdaki erişkeyi (linki) tıklar mısınız ? 194 yansıdan oluşan çok varsıl içerikli sununun (7 MB) yararlı olması dileğiyle.

Saglik_Ekonomisi_2018-19

Sınavda ilk 89 yansıdan sorumlusunuz.. Sonrakiler ek bilgi içindir.

Dönem 1 için 1 saatlik ayrı bir sunu sitemizde vardır.

Sevgi ve saygı ile.
20 Eylül 2018, Ankara

Prof. Dr. Ahmet SALTIK MD, MSc, BS
AÜTF Halk Sağlığı – Toplum Hekimliği Uzmanı
Mülkiyeliler Birliği Üyesi
www.ahmetsaltik.net     profsaltik@gmail.com

17. ULUSAL HALK SAĞLIĞI KONGRESİ SONUÇ BİLDİRGESİ

 

hasuder

 

 

17. ULUSAL HALK SAĞLIĞI KONGRESİ
SONUÇ BİLDİRGESİ

 

Dostlar,

20 -24 Ekim 2014 arasında Edirne’de, Trakya Üniversitesi Tıp Fakültesi
Halk Sağlığı Anabilim Dalı‘nın ev sahipliğinde, Uzmanlık Derneğimiz HASUDER
(Halk Sağlığı Uzmanları Derneği) ile birlikte düzenlenen bilimsel kongreye katıldık ve
bir açıkoturumu yönettik (Konusu : Üretim, Tüketim, Paylaşım ve Sağlık).

Kongrenin konusu : “Sanayileşme Çevre ve Halk Sağlığıidi.

600’ü aşkın katılım ile rekor kırıldı ve çok başarılı bir kongre oldu.
Tüm emek verenleri bir kez daha kutluyoruz, teşekkür ediyoruz.

Trakya Üniversitesi Tıp Fakültesi Halk Sağlığı Anabilim Dalı,
8 Nisan 1988’de bizim Yrd. Doç. olarak atanmamızla kuruldu. Bu Birimde 16 yıl
1,5 ay görev yaptık ve akademik ilerlemelerimiz gerçekleşti (17 Ocak 1996’da Profesörlüğe yükseltildik.. Mayıs 2004’te Ankara Üniv. Tıp Fak. ne geçtik).
Şu an akademik kadroda olan 5 öğretim üyesini de asistanlıklarından başlayarak biz yetiştirmeye çaba gösterdik. 3 profesör, 2 doçent söz konusu Anabilim Dalı’nda görevde ve hocaları olarak kendileriyle övünüyoruz.

Kongre sonunda yayımlanan kapsamlı sonuç bildirisini paylaşmakta yarar var.
Bu bildiriye katkı koyanlara da teşekkür ederiz. Önerilerimizi değerlendirerek
metne koyan meslektaşlarımız sağolsunlar. Metni aşağıda sunuyoruz
(anlama dokunmadan dili bir parça arılaştırılmış ve birkaç maddi hata düzeltilmiştir.
Özgün biçimine metnin altındaki erişkeden ulaşılabilir.)

Sevgi ve saygıyla.
17.11.2014, Ankara

Dr. Ahmet SALTIK
www.ahmetsaltik.net

=========================================

17. ULUSAL HALK SAĞLIĞI KONGRESİ SONUÇ BİLDİRGESİ

17_UHSK_logosu

Sanayileşme Çevre ve Halk Sağlığı” ana temasıyla 20-24 Ekim 2014 arasında Edirne’de gerçekleştirilen
17. Ulusal Halk Sağlığı Kongre’sinde 17 panel, 3 konferans, 2 ikili konferans,
2 forum ve 4 kurs düzenlenmiştir. Kongre’ye 600 dolayında kişi katılmıştır. Kongrede ana temanın “Sanayileşme Çevre ve Halk Sağlığı” olarak seçilmesinin temel nedenlerinden biri, sanayi
ve çevre kirliliği konusunda resmi makamların raporlarında da yer aldığı gibi, Trakya ve Edirne’nin sanayileşmeye bağlı kirliliğin derinden hissedildiği bir bölge olmasıdır.

Kongrede gerçekleşen bilimsel toplantılardan elde edilen çıktılar
aşağıdaki biçimde özetlenmiştir:

Sanayileşme, hem doğrudan hem de dolaylı yollardan çevreyi ve yaşamı etkilemektedir. Bu etkilerin çoğu canlılar ve insan için olumsuz etkilerdir. Olumsuz etkiler, anne karnındaki dönemden başlayıp, yaşamın tüm evrelerine yayılabilmekte; hastalıklarda
ve erken ölümlerde artışa yol açabilmektedir.

Çevre sağlığını savunan politikalar, yalnızca çevre korumacı yaklaşımlar demek değildir. Artık çevre savunucuları olarak ekolojik politikaları tartışmak gerekmektedir. Ekoloji politikaları, doğadaki ekosistemlere saygı duyan, onların bozulmaması ve sürdürülebilmesi için gerekli politikalardır. Salt para kazanma amaçlı verili politikaların bu yaklaşımdan çok uzak olduğu açıktır.

Sanayinin çevre üzerinden insan yaşamına etkili olduğu önemli bir başlık, bulaşıcı olmayan hastalıklardır. Çevresel karşılaşmanın etkisi uzun süreli olduğu için bu etkiyi hastalıklarla ilişkilendirmek oldukça zordur. Bilinen en yaygın etki, hava kirliliğinin başta solunum sistemi olmak üzere hastalık ve ölümleri önemli ölçüde artırdığıdır. Madencilik, tarım ilaçlarının kullanımı, sanayi atıkları ve su ve besin kaynaklı karşılaşmalar (maruziyetler) sanayinin insan sağlığına etkilerinde temel araçlardır. Bu alanda herhangi bir siyasal ve sosyal baskı olmaksızın bilimsel araştırmaların desteklendiği, bilimsel kanıtların paylaşıldığı ve tartışıldığı demokratik ortamlar yaratılmalıdır. Süreç halka karşın değil, bilimsel kanıtların ışığında kamuoyu yaratarak halk ve demokratik kitle örgütleri ile birlikte yürütülmelidir. Halk Sağlıkçılar yereldeki çevre savaşımının doğal bir parçası olmak zorundadır. Korumanın sağaltımdan (tedaviden) üstün olduğu akılda tutulmalıdır.

Bugün epidemiyolojik yöntemlerle sanayi-üreme sağlığı sorunlarını ortaya koymak olanaklıdır. Uygun izleme sistemleri kurulmalı ve risk değerlendirmeleri yapılmalıdır.

Sanayileşme ve sağlık ilişkisi dikkate alındığında, eldeki kalkınma anlayışı artık yürütülemez duruma gelmiştir. Hem kalkınma, hem de sağlıklı bir çevrede sağlıklı bir yaşam için verili ekonomi anlayışının çözüm üretemediği ve yeni yolların olanaklı ve uygulanmasının kaçınılmaz olduğu ortaya çıkmıştır.

Üretim kavramı putlaştırılmamalı, bir gönenç aracı olarak görülmelidir.

“Sürdürülebilir kalkınma” bir aldatmacadır ve yerini “sürdürülebilir yaşam”a bırakmalıdır.

Sağlık hizmetleri sömürü düzeninin alınıp satılabilen bir malı değil,
en temel insanlık hakkıdır.

Yurtta ve dünyada barışın sağlanması, kışkırtılmış sağlık hizmetleri üretim
ve tüketimini engelleme
de başlıca araçtır. Üretim-tüketim-paylaşım süreçleri, merkezine insanı ve çevreyi koymalıdır. İnsan gereksinimlerini ve ekosistemleri
göz önüne alan üretim ve tüketim anlayışı, gereksiz, aşırı üretim ve tüketim anlayışı ile değiştirilmelidir.

Var olan tabloya doğru biçimde müdahale edilmezse, ağırlıklı olarak sanayinin neden olduğu küresel iklim değişikliği çevreyi ve yaşam alanlarını etkilediğinden; yoksulluğun artması, biyoçeşitliliğin azalması, doğrudan ve dolaylı olarak insan sağlığının olumsuz etkilenmesi beklenmektedir. Günümüzde kimi hastalıkların yeniden ortaya çıkışı ya da sıklığındaki hızlı artışın (AIDS, Kuş Gribi, Ebola, Kolera, Tifo, TBC vb.)
küresel ısınmaya bağlı iklim değişikliği ile ilgili olduğu belirtilmektedir.

Enerji politikaları çevre ve tüm canlıların sağlığını gözetir biçimde oluşturulmalı,
en zararsız enerjinin enerji tasarrufu olduğu akılda tutulmalıdır. İnsan ve çevre sağlığına zararlı etkileri bilimsel olarak kanıtlanmış hidroelektrik ve nükleer güç santralleri yerine, çok daha az zararlı seçenek enerji kaynaklarının kullanımının artırılması / teşvik edilmesi yönünde bilimsel, halk ile birlikte, örgütlü ve eylemsel politikalar geliştirilmeli, kamuoyu oluşturulmalıdır.

Sanayileşme tarımsal alanda çalışan ve kırsal bölgelerde yaşayanların kente göçünü zorlamaktadır. Günümüzde modern toplumdan küresel topluma geçiş ile gelişmiş ülkelerde dünya kentleri; gelişmekte olan ülkelerde sağlıksız kentleşme, yoksulluğun yüksek olduğu dev kentler ortaya çıkmaktadır. Dev kentlerde (metropollerde) yaşanmakta olan eşitsizlikler, toplum katmanları arasında büyük uçurumlar oluşturmuştur.

Bütün bu gelişmeler kayıt dışı emek gücü ve emeğin sömürüsü, niteliksiz işçilik, kötü çalışma koşulları ve yoksulluk, madde bağımlılığı, şiddet ve sağlıksız yaşam koşullarına yol açmıştır.

Küresel güçlerin kendi çıkarları için yarattığı savaş ortamı ülkemizde de sığınmacılar ve ilişkili sorunları ortaya çıkarmıştır. Sığınmacıların sağlık, eğitim, çalışma hakkı, çocuk ve kadın hakları bakımından yaşadıkları, eşitsizlik olarak ele alınmalı ve başta kamu kurumları olmak üzere ulusal ve uluslararası kuruluşların işbirliği ile ivedilikle çözülmelidir.

Sağlığı etkileyen bir başka sanayi tütün endüstrisidir. Tütün şirketleri tütün salgınının, aracıları, nedenleridir ve günümüzde tütün ürünleri nedeniyle insanlığın en büyük programlı kırımı (katliamı) tütün salgını üzerinden yaşanmaktadır. Tütün pazarlama politikaları ile konu, tüm dünya için önemli bir sorun oluşturmaktadır. Sağlık hakkı, yalnızca hastalık olduğunda sağlık hizmetlerine ulaşmak değil, sağlığı bozacak etmenlerin denetimini de içermektedir. Bu kapsamda Devlet; önlem alıcı, koruyucu, önleyici önlemler almakla sorumludur. Tütün, daha güvenli bir ürünün olanaklı olmadığı durumda hukuksal olarak yasa koyucunun koruma kapsamına aldığı “güvenli ürün” tanımı içinde yer aldığı için, bu durum savaşıma engel oluşturmaktadır.

Dünyada bağışıklama hizmetleri, aşı takviminin çocukluk dönemine odaklı Genişletilmiş Bağışıklama Programı’nın (EPI) erişkinlerde gebe Td, yaşlılarda
grip ve pnömoni, riskli kümelerde özel aşılamadan yaşam boyu bağışıklama gereksinimlerini karşılamaya doğru evrildiğini göstermektedir. Çocukluk dönemi aşılama oranlarının yüksek bildirimine karşın, kızamık salgınının ortaya çıkması ve birkaç yıldır varlığını sürdürmesi, hizmet sunum biçimi değişikliği ile birlikte aşılama oranlarının gerçekliğinin sorgulanmasını gerekli kılmaktadır. Ülkemizde kamuoyuyla paylaşılan verilerle Dünya Sağlık Örgütü (DSÖ) verileri arasındaki uyumsuzluk dikkate alındığında, bu alanda bağımsız araştırmaların yapılması gerekliliği ortaya çıkmaktadır.
Ayrıca erişkin aşılamaları ile ilgili izleme sistemi de kurulmalıdır.

Aşı ile önlenebilir hastalıkların izlenmesinde; duyarlılık ve saydamlık ile ilgili sorunlar vardır. Toplanan verilerin işlenmesi ve toplumla paylaşılması konusunda
Sağlık Bakanlığı gittikçe daha kısıtlayıcı ve sınırlı bilgi sunucu olmaktadır.

Ülkemizde ne yazık ki aşı üretilmemektedir
.

Bu konuda kimi girişimlerin varlığı bilinse de, sürecin bilimsel ve teknolojik alt yapısının geliştirilmesi gerekliliği vardır.

Halk Sağlığı Uzmanlığı ve Halk Sağlığı Uzmanlarının görev tanımına uygun alanlarda görevlendirilmeleri, toplum sağlığının korunması ve geliştirilmesi bakımından stratejik önemdedir. Bu amaçla Halk Sağlığı Uzmanlık eğitimi, nitelik ve nicelik bakımından evrensel bilimsel temellerde, ülkenin durumu ve beklentileri dikkate alınarak planlanmalı ve uygulanmalıdır. Halk Sağlığı eğitiminin niteliğinden popülist yaklaşımlar nedeniyle ödün verilmemeli, Halk Sağlığı Uzmanlık eğitimine seçenek arayışlara girilmemelidir. Halk Sağlığı Uzmanlarının özlük hakları iyileştirilmeli ve yetkileri tanımlanmalıdır. Eğitimde önemli bir yeri olan Sağlık Eğitim Araştırma Bölgeleri’nin işlevsel duruma getirilmesi, Sağlık Bakanlığıyla Üniversiteler arasında bağıtlanan Protokol’ün Halk Sağlığı biliminin alanda daha etkin uygulanabilmesi için Halk Sağlığı akademisyenlerin bilgi ve deneyimlerinin alana aktarılabilmesi amacıyla geliştirilmeli, ancak en azından bugün eldeki olan hükümlerinin uygulanması sağlanmalıdır.

Tıp ve hemşirelik eğitimi yetişek (müfredat) programında, çevresel sorunları tanılama, sağlıklı çevre oluşturma ve bireyleri çevresel zararlardan korumaya yönelik uluslararası hemşirelik ilkelerine daha geniş yer verilmeli, öğrencilerin çevre sağlığına yönelik etkinliklere katılımları yüreklendirilmelidir.

Çalışan sağlığı ve güvenliği kapsamında 6331 sayılı İş Sağlığı ve Güvenliği Yasası, çalışanların sağlığı ve güvenliğini koruma bağlamında yetersiz kalmaktadır. Hizmete
en çok gereksinim duyan kesimlere erişim sağlanamamakta, temel iş sağlığı hizmetleri anlayışı alana yansıtılamamaktadır.

Küreselleşen dünyada üretim, tüketim ve paylaşım politikaları yeniden değerlendirilmelidir. Tüketimi körükleyen hatta kışkırtan tutum ve davranışların sürmesi durumunda, daha çok üretime bağlı olarak çevresel bozulma sürecek ve başta insan olmak üzere bütün yaşam tehdit altında kalmaya devam edecektir. Plansız sanayileşme, tarım politika ve uygulamalarıyla eşgüdümlü olmayan sanayi,
alıcı ortama saldığı atıklarla yüksek fiyat – düşük çiftçi geliri örneğinde olduğu gibi
temel bir insanlık hakkı olan yeterli ve dengeli beslenme sürecini engellemektedir. Bu bağlamda Birleşmiş Milletler 3. Binyıl Kalkınma Hedeflerinde de (The 3rd Millennium Developmental Goals – MDG) çevresel sürdürülebilirliğin sağlanması ve mutlak yoksulluk ve açlığın ortadan kaldırılması temel amaçlar arasında yer almaktadır.

Günümüzde “olağandışılık” istisna olmaktan çıkmış, sürekli durum olmuştur. Sorun son derece yaygın ve önemlidir. Dolayısıyla risk iletişimi disiplinlerarası bir konu olarak ele alınmalı bu kanaldan gelişimi desteklenmelidir. Sağlıklı çevre politikaları için toplumcu bakış açısına sahip olunmalıdır. Anayasanın 56. maddesinde herkesin sağlıklı ve dengeli bir çevrede yaşama hakkı ve çevreyi koruyup geliştirme yükümünün devletin ve yurttaşın ortak görevi olduğunun vurgulandığı akılda tutulmalıdır.
Halk sağlığı alanında yapılan bilimsel çalışmalar toplum için önemli ve toplumun gereksinim duyduğu konuları kapsamalı, bu konuda yöneticilere bilimsel kanıt ve çözüm seçenekleri oluşturulmalıdır. Bilimsel yollarla elde edilen bilgiler toplumla paylaşılırken, bu paylaşımlar uzmanlık derneklerince izlenmeli ve paylaşımda güvenli ortam ve kanallar kullanılmalıdır.

KAMUOYUNA SAYGIYLA DUYURULUR..
http://hasuder.org/anasayfa/index.php/33-news/292-uhsk17sonucbilgirgesi, 6.11.14

Metnin pdf örneği için : 17._ULUSAL_HALK_SAĞLIGI_KONGRESI_SONUC_BILDIRGESI

Not : Sonuç bildirgesi için yetkili kurula aşağıdaki önerileri sunmuştuk :

Sonuç bildirgesi için önerilerimiz aşağıdaki gibiydi : 

1. Üç metin hazırlayalım. İlki 1 A4 dolusu basın için 2. si yönetici özeti, 3-4 sayfa;
3.’sü kapsamlı teknik metin, 8-10 sayfa olabilir..
2. Kapsamlı metinlerde tematik alanları A, B, C.. diye ayıralım, alt başlıkları da
A1, A2, B1, C1  gibi numaralayalım ki paragraflara gönderme yapmak
kolaylaşsın..
3. “Üretim bir gönenç aracı olarak algılanmalı”..
4. Anayasanın 56. maddesindeki sağlıklı ve güvenli çevrede yaşama hakkı ve
çevreyi koruyup geliştirme yükümünün devletin ve yurttaşın ortak görevi
olduğunun vurgulanmasında yarar var.
5. MDG kapsamında Çevre hedeflerine değinilmesi uygun olur.
6. BM’nin Millennium Ecososystem Assessment – 2005’ten anlamlı bir alıntıya
metinde yer verilebilir :

In 2005, the largest ever assessment of the Earth’s ecosystems was conducted by a research team of over 1,000 scientists.  The findings of the assessment were published in the multi volume Millennium Ecosystem Assessmentwhich concluded that in the past 50 years humans have altered the earth’s ecosystems more than any other time in our history.

7. Bu bağlamda; çevresel toksisite son 50 yıldır insan bedeninde özellikle artarak –
hızlanarak birikmekte. Bu nedenle de pek çok sakıncalı kimyasalların
stokastik
(birikimli) etkileri için “uygun” bir zamanlama  – dönem içindeyiz..
Çevresel kökenli hastalıklarda patlama düzeyinde artış beklenebilir,
belli ölçülerde yaşanıyor da…
8. Ayrıca ILO bu yıl 28 Nisan Dünya İş Sağlığı Günü temasını İŞYERİ KİMYASALLARI olarak belirledi. Bu olguya da bir gönderme yapılmalı.
9. Hızlı ve gereksiz nüfus artışının çevreye başlıca olumsuz etmenlerden biri olduğu vurgulanmalı ve Anayasa md. 41 uyarınca Aile Planlaması hizmetlerinin Devletin yükümü olduğu; son yıllarda bu hizmetlerin TR’de iktidarın siyasal tercihleri ekseninde aksatılarak anayasa suçu işlendiği…
10. Küresel kapitalizmin çöp endüstrilerinin çevre ülkelerde yapılandırılması
bu kapsamda TR’de çimento sanayisi..

Elden geldiğince arı Türkçe lütfen….. “Alternatif” yerine “seçenek”… gibi..

************

Dünya Sağlık Örgütü‘nden korkutan Ebola açıklaması


Dünya Sağlık Örgütü‘nden korkutan Ebola açıklaması

Ebola salgını büyüyerek sürüyor..
Bu bağlamda daha önce de sitemizde yazılar yazmıştık..
Bakılması dileğiyle..
Ebola_haritasi_2014

 

  • Dünya Sağlık Örgütü, önlem alınmazsa, 2 Kasım’a dek
    virüs bulaşan insan sayısının
    20 bini aşacağını bildirdi.
Dünya Sağlık Örgütü (DSÖ), Batı Afrika’da Ebola virüsünün yayılmasını önleyecek önlemler alınmadığı takdirde, 2 Kasım 2014’e dek virüs bulaşan insan sayısının 20 bini aşacağı öngörüsünde bulundu.

DSÖ uzmanlarının New England Journal of Medicine‘daki makalesinde,
Batı Afrika’da Ebola virüsünün denetim altına alınmaması durumunda,
virüs bulaşan insan sayısının katlanarak artacağı uyarısında bulunuldu.

DSÖ, 2 Kasım’a dek Gine’de 5700, Liberya’da 9900 ve Sierra Leone’de 5 bin olmak üzere Ebola virüsü bulaşanların sayısının 20600’e ulaşmasını bekliyor.

DSÖ’nun dün yaptığı açıklamada ise Liberya, Gine ve Sierra Leone‘de
toplam 5843 Ebola olgusunun belirlendiği belirtilmişti.

EBOLA.. İmamlar ve sağlık çalışanlarını bekleyen büyük tehlike ne?


EBOLA..


İmamlar ve sağlık çalışanlarını bekleyen büyük tehlike ne?

İmamlar ve sağlık çalışanlarını bekleyen büyük tehlike ne
İlk kez 1976 yılında Kongo Demokratik Cumhuriyeti’nde Ebola Nehri kıyısındaki bir köyde tanımlanan Ebola’nın etkeni virüs. Öldürücülüğü çok yüksek ve bulaşıcı bir hastalık. Virüslerin insana bulaşması ve 2-21 günlük bir kuluçka süresinden sonra; birden gelişen yüksek ateş ve kanamalarla seyrediyor. Bu nedenle de Ebola Kanamalı Ateşi, Afrika Kanamalı Ateşi ya da yalnızca Kanamalı Ateş olarak da adlandırılıyor.

EBOLA VİRÜSÜNÜN BELİRTİLERİ NE?

Hastalık, genellikle ateş yükselmesi, halsizlik, kas ve baş ağrıları ile birden başlıyor. İzleyen günlerde gelişen farenjit ile buna bağlı kusmalar ve ishalle seyrediyor.
Deride hafif kabarık kırmızı – pembe döküntüler biçiminde gözüken (makulo-papuler) kanamalarla sürüyor. Temel özelliği kanın pıhtılaşma yeteneğini bozmasıdır.
Bu nedenle de, hastalığa yakalananlarda yaşamsal organlar da dahil, bedenin her yerinde kanamalar meydana geliyor. Başta merkezi sinir sistemi olmak üzere, karaciğer ve böbrek gibi tüm yaşamsal organlarda hasarlar yaparak kişiyi ölüme götürüyor.

Aşağıdaki son salgın sayılarından da anlaşılacağı üzere Ebola, dünyanın bilinen
en ölümcül hastalıklarından biri. Hastaların %90’ından çoğunu öldürüyor.

Hasta insanlar dışındaki virüs kaynağı kesin olarak bilinmiyor. İnsanlara öbür primatlardan (goril, şempanze ve maymunlar) geçtiği düşünülüyor. Bu geçişte,
ölmüş veya hasta primatların kanı, taze dokuları ve ürünlerinin ya da salgı ve çıkartıları (kusmuk, idrar, dışkı) aracılık ediyor.

Şimdilerde virüs insandan insana doğrudan temas yolu ile bulaşabiliyor. Bu bulaşmada hastaların özellikle kanı, taze dokusu ve yaralı bereli dış veya iç deri salgı veya çıkartıları (kan – serum – tükürük – seks organları salgıları – kusmuk – dışkı – idrar) veya bunlarla bulaşmış eşyaları aracılık ediyor. Bu nedenle de hastaların bakımında rol alan sağlık çalışanları, hastane personeli ve aynı anda hastanede yatan öbür hastalara olan tıbbi bulaşma en çok görülen bulaşma biçimi.

NASIL BULAŞIYOR?

Batı Afrika’da görülen son Ebola salgını Aralık 2013’te Guinea’de başladı. Salgın Guinea’nin komşuları olan Liberia, Nigeria ve Sierra Leone’ye de yayıldı. Dünya Sağlık Örgütü (DSÖ) verilerine göre 8 Ağustos’ta 1779 kişiye Ebola enfeksiyonu tanısı kondu. Bunlardan 1134’ü kesin, 452’si olası, 192’si de kuşkulu olgu. Bu sayılar içinde
en yüksek pay sağlık çalışanlarına ait .

Bu son salgında Ebola’dan ölen kişi sayısı 961. Bunlardan, 622’si kesin, 286’sı olası, 53’ü ise kuşkulu Ebola ölümü olarak değerlendiriliyor. DSÖ hastalığın yayılmasını durdurmak üzere olgu görülen bu dört Batı Afrika ülkesinin “olağanüstü durum” ilan etmesini öneriyor. Öbür ülkelerden ise, başta havaalanları olmak üzere dünyadaki
tüm uluslararası giriş kapılarında bu ülkelerden gelenler için, ateşli kişi denetimi ve
ateşi yüksek olanlarda da Ebola sorgulaması yapılmasını istiyor.

Hastalık kuluçka süresi dışında ciddi seyirli ve belirgin bir görüntü veriyor.
Kuluçka süresinde ise bulaştırma olasılığı çok düşük. Solunum yolu, ağız-dışkı ya da gıdalar aracılığıyla gibi basit ve hızlı yayılım yolları ile bulaşmaması yüzünden,
Türkiye ve öbür ülkeler için şimdilik bir tehdit oluşturmuyor. Özet bir söylemle  yurttaşların korkması gerekmediği gibi, yapacağı bir şey de yok. Ancak bunun anlamı Türkiye için hiçbir tehlike yok, devlet edenlerin herhangi bir dikkatine gerek yok anlamına da gelmiyor. Hastalık tehlikesi açısından küçük olasılıklar olsa bile, yönetiminin 4 konuya dikkat etmesi gerekiyor.

İMAMLAR ve SAĞLIK ÇALIŞANLARI TEHLİKEDE

DSÖ’nün önerisini de yerine getirmiş olmak açısından, başta havaalanları olmak üzere tüm giriş kapılarında özellikle Batı Afrikalı yolcular arasında ateşli kişi denetimi ve bukişilerde Ebola sorgulaması yapılması gerekir. Kuşkulu görülenler sınırdan içeri sokulmamalı ve ülkelerine geri gönderilmelidir. Yüksek ateşlilerin 21 gün karantinada tutulması, hastaların ise derhal özel korunma ve tedaviye alınmaları için gerekli uluslararası bildirimler yapılmalıdır. Kayıt dışı sınır girişlerine asla müsaade edilmemesi gerekiyor.

Dünya hamiliği ve kahramanlığına soyunan Yöneticimiz, Afrika ülkelerinden önüne gelen hastayı toplayarak Türkiye’de tedavi ettiriyor. Bunların içine Ebola hastası karışmamasına çok dikkat etmek gerekir. Hastalığı, henüz deri döküntülerinin görülmediği ilk evresinde öbür hastalıklardan ayırmak ve ayırıcı tanı koymak zordur.
Bu bağlamda özellikle sağlık çalışanlarının hem kendini hem de yurttaşlarını korumak açsından Batı Afrikalı hastalarla ilgilenirken çok dikkatli olmaları gerekiyor. Çünkü
Sağlık Bakanı kendilerine değil Yunan meslektaşlarıyla daha çok empati yapıyor.

Ne yazık ki, Türkiye’de “sınır” diye bir şey kalmadı. Türkiye, tüm dünyadan terörist ve maceracılar için bir konaklama merkezi durumuna geldi. Türkiye’nin komşularına gidecekler önce Türkiye’de bir mola veriyor. Hazırlıklarını tamamladıktan sonra gitmek istedikleri ülkeye gidiyorlar. İpini koparan soluğu Türkiye’de alıyor. Ebola’nın uzun sayılabilecek 21 günlük bir kuluçka evresi var. Bu evredeki hastalar herhangi bir belirti vermezler ve sağlam insanmış gibi görünürler. Bunların Türkiye’ye kayıtlı ya da kayıtsız geçiş yapması olanaklı. Özellikle kayıt dışı sınır geçişi hiçbir dönemde bu kadar yoğun olmamıştı. Sanırım Osmanlı döneminde bile, yani Orta Doğu Osmanlı eyaleti iken bile Anadolu köy, kasaba ve kentlerinin sokaklarında bu kadar çok Ortadoğulu dolaşmıyordu.

Sınırdan kayıt dışı primat getirilmesi, öbür hastalıkların taşınması tehlikesi olarak düşünülebilir. Tıpkı insan için sınır kalmadığı gibi primatlar için de sınır diye bir şey kalmadı. Kayıtsız geçişler önemli sayılarda olabilir.

Son söz olarak yurttaşlarımızın, eğer Batı Afrika’ya primat avlamaya girmemiş ve
Batı Afrikalılarla özel ilişkiler kurmamış ve de onlarla ortak enjektör kullanmamış ise, şimdilik Ebola kaygısı yaşamasına ve herhangi bir şey yapmasına gerek yok. Kaygılanması gerekenler devlet edenler, sağlık çalışanları ve de cenaze yıkayan imamlar.

Prof. Dr. Recep Akdur
Odatv.com, 13.8.14

========================================

Dostlar,

AÜTF (Ankara Üniversitesi Tıp Fakültesi) Halk Sağlığı Anabilim Dalı’nda
çalışma arkadaşımız Dr. Akdur, EBOLA hastalığı hakkında yukarıdaki yazıyı yayımladı. Doğrusu biz de bugün – yarın konuyu ele alalım istiyorduk.
Geçtiğimiz hafta bu konuda, göreller de içeren bir yazı yayımlamıştık :

ÖLÜMCÜL VİRÜS “EBOLA” YİNE BAŞ GÖSTERDİ…
(http://ahmetsaltik.net/2014/08/05/olumcul-virus-ebola-yine-bas-gosterdi/, 5.8.14)

* Dr. Akdur’un makalesindeki yazım ve noktalama yanlışları,
tümce düşüklükleri.. 
tüm yazılarda yaptığımız gibi tarafımızdan düzeltilmiştir.. Makaleye, 

http://www.odatv.com/n.php?n=imamlar-ve-saglik-calisanlarini-bekleyen-buyuk-tehlike-ne–1308141200
veya
EBOLA_Imamlar_ve_saglik_calisanlarini_bekleyen_buyuk_tehlike_ne
adresinden erişilebilir..

Sevgi ve saygıyla.
15.8.2014, Ankara

Dr. Ahmet SALTIK
www.ahmetsaltik.net

Güven Soner : Kapitalizm ve sağlık

Dostlar,

Bir makale.. Biraz uzunca ama ufuk açıcı..

Okunmasını öneriyoruz..
(http://haber.sol.org.tr/serbest-kursu/kapitalizm-ve-saglik-guven-soner-haberi-79014, 4.9.13)

AKP’nin yabanıl (vahşi) sağlıkta özelleştirme – piyasalaştırma dayatmalarına direnmek gerek..

Sevgi ve saygı ile.
Datça, 6.9.13

Dr. Ahmet Saltık
www.ahmetsaltik.net

=====================================

 

Güven Soner : Kapitalizm ve sağlık 


Kapitalizm ve sağlık (Güven Soner)

Sağlık nedir?

Kuşkusuz bu soruya günümüz AKP Türkiye’sinde, onun piyasacı “sağlıkta dönüşüm”programı on yıldan fazladır hayatımızdayken “haktır!” cevabını yapıştırmamız gerekiyor, duyduğumuz her yerde.

Ancak ben sağlığın kavramsal olarak ne olduğunu ele almak istiyorum.

Bu yazıda sağlığın daha genel bir tanımını sorgulamak istiyorum.

Öyle ya, sürekli olarak kavramların içinin boşaltıldığı, özünün değiştirildiği bir sistemde yaşıyoruz.

Bu yüzden ara ara durup kavram sorgulaması yapmamız, kavramların içeriğinin değiştirilmesine, onun çarptırılmasına izin vermememiz önemli.

Üstelik hayatımızın vazgeçilmez parçaları olmuş kavramlar için bunu yapmamız daha da önemli.

Sağlık da hayatımızdaki bu vazgeçilmez kavramlardan.

Sağlık kavramı üzerine

Sağlık için, günümüzde hem akademi hem sağlık çalışanları çevresinde, hem de artık halk arasında yaygın bir görünürlük kazanan, Dünya Sağlık Örgütü (DSÖ)’nün 1947 yılında yapmış olduğu ve hâlâ anayasasında yer alan bir sağlık tanımı kullanılıyor.

  • DSÖ yapmış olduğu tanımda; Sağlığı, yalnızca hastalığın ve sakatlığın olmayış durumu değil aynı zamanda kişinin fiziksel, ruhsal ve sosyal yönden tam bir iyilik haline sahip olması şeklinde tanımlıyor.

Bu tanım çeşitli yönleriyle yıllardır eleştiriliyor.
Kimi çevreler tanımı yeterli görmezken, kimi çevreler gerçekleştirilmesi mümkün olmadığı için çok ütopik buluyorlar.
Bu doğrultuda DSÖ birkaç kez bu tanımı sorgulamak zorunda kaldı, bazı yayınlarında farklı tanımlara yer verdi ancak; hepsi de çok kısa süre görünür kaldılar.
1947 yılından beri farklı bir tanım DSÖ anayasasında yer almadı.

Bu yazımızda sağlık tanımının küçük bir tarihsel gezintisini yaparak en son DSÖ anayasasında yer alan, yukarıda bahsedilen tanımın günümüz neoliberal dünyası ile ne kadar uyumlu olduğunu göstermeye çalışacağız.

Tarihte ‘sağlık’

Sağlık, organik dünyaya ait bir kavramdır.
İnsanlığın ilk zamanlarında bir sağlık kavramından bahsedemesek de bir olgu olarak sağlıktan bahsedebiliriz.
Bu dönemde insan, yaşamını devam ettirebilmek için doğa ile mücadele etmeye başladığı sürece adım atmıştır.
Bunun sonucunda insanın, bir yandan doğaya karşı bir savunma mekanizması olarak bedeninin ve bilincinin evrimsel süreci tetiklenmiş bir yandan da doğa ile karşı karşıya kaldığı anlarda edindiği deneyimler ile hastalık ve kaza durumlarında neler yapabileceğini keşfettiği bir öğrenme süreci belirginleşmiştir.
Birçok sistemin mükemmelleşerek doğaya karşı bir savunma mekanizması oluşturmasına evrimsel gelişim için; kanayan yaraya basınç uygulama, aşırı sıcaklarda suya girme gibi refleksleri deneyimle kazanılan uygulamalara örnek olarak verebiliriz.

İlerleyen dönemlerde, kabile tarzı yaşama geçiş ile birlikte hastalık ve kazalar daha fazla görülmeye başlanmış, hastalıkların yorumlanamadığı durumlarda hastalık nedenleri doğaüstü güçlere bağlanmıştır.
Bu dönemde hastalık, insana ya tanrı tarafından verilen bir ceza ya da kötü bir gücün insan bedenine hapsolması şeklinde algılanır.
Bunun sonucunda hasta olan kişiler ya toplumdan uzaklaştırılmış ya da bir din adamının öncülüğünde büyü ya da dualarla tedavi edilmeye çalışılmıştır.

Egemen sınıfın ayrıcalığı

Bazı bitkilerin bazı hastalıklara iyi geldiğinin gözlenmesi ve yazının da aracılığı ile bu gözlemlerin yaygınlaşması hastalık olgusuna daha farklı bir yaklaşımın önünü açar.
Özellikle Hipokrat’ın tıp alanına yaptığı katkılar ile din ile tıp bilimi arasındaki bağ büyük bir hasara uğramıştır.

Ancak bu ilerlemelere rağmen köleci toplumda sağlıklı olma durumu egemen sınıfın bir ayrıcalığı olmuş, toplumda çoğunluğu oluşturan ezilen sınıfa yönelik bir sağlık hizmeti büyük oranda görülmemiştir.

Feodalizmde de sağlık hizmeti yer yer yaygınlaşmış olsa da yine bu hizmet baskın sınıfın bir ayrıcalığı olarak görülmüştür.

  • Ezilen sınıflar çoğu zaman bir sağlık hizmetine dahi ulaşamaz.

Ayrıca bu dönemde dinlerin oynadığı gerici rol yaygınlaştığı oranda tıp ile din arasındaki bağda oluşan hasar iyileşerek güçlenmeye başlamıştır.
Sağlık hizmetleri çoğu zaman kiliselerde papaz ve rahibeler tarafından sağlanır.
Bu hizmetlerin içeriği bilimsel bir tedavi programından uzak olup daha çok dua ve rituellerden oluşmuştur.

Bu zamanlarda her sınıflı toplumda olduğu gibi sağlıklı olma durumunun egemen sınıfın bir ayrıcalığı olarak görülmesi, bunun sonucunda yaşam alanlarında sağlık hizmeti sunum ağının ya olmaması ya da sağlık hizmetine erişiminin çok zor olması, gerçeklerin yorumlanamadığı oranda olayların doğaüstü güçlere bağlanması, pozitif bilimlerin varlığına rastlanmaması gibi nedenlerle sağlık hep negatif tanımlar ile anılır.
Sağlık yerine onun zıttı olan hastalık kavramı daha fazla oranda görünürde olmuştur.

Kapitalizmde ‘sağlık’

  • Kapitalizmde temel ilke kâr maksimizasyonudur.

Bu ilke doğrultusunda kapitalizmde egemen sınıf olan burjuvazi tüm olaylara pragmatist bir çerçevede yaklaşır, neredeyse her şeyi meta olarak değerlendirir.
Burjuvazinin sağlık konusuna yaklaşımı da elbette bu şekildedir.

Kapitalizmin baskın üretim tarzı olmaya başladığı yıllardan itibaren burjuvazi, daha fazla kâr için büyük bir iştahla üretimde gaza basmış, işçileri çok ağır çalışma koşulları altında çalıştırmış, onları katlanılması güç bir yaşama maruz bırakmıştır.

Bu dönemde kazanma açgözlülüğü ile işçi sınıfının sağlığı da üretim araçlarına sahip sınıf tarafından umursanmamıştır.
Ancak daha sonra durum biraz değişmiştir.
Çünkü; koşulların çok kötü durumda olması nedeniyle çalışma ortamında işçi ölümlerinin artmaya başlaması, işçilerin iyi bir beslenme düzeninden yoksunluğu, işçilerin yaşadığı bölgelerde hijyenden bahsedilememesi(toplu yaşanılan alanlarda kanalizasyon ağlarının olmaması örneğin) gibi sebeplerle bir çok bulaşıcı hastalığın ortaya çıkması, bu bulaşıcı hastalıkların yine hijyen koşullarının kötülüğünden dolayı hızla yayılması kapitalizmde temel üretici güç olan işçi sınıfında büyük kayba neden olmuştur ve egemen sınıf kâr döngüsünü sürdürebilmek için saydığımız nedenleri göz önüne alarak işçi sınıfının sağlığını iyileştirmeye yönelik adımlar atmaya başlamıştır.

İşçi sınıfının sağlığı

Sonuç olarak, sağlık hizmeti sunum ağları işçi sınıfının yaşadığı alanlarda yaygınlaştırılıp, zamanın bilimsel gelişmeleri sayesinde bazı hastalıklar ve nedenleri saptanmış olmasının avantajı ile de bu doğrultuda koruyucu önlemlere ağırlık verilmiştir.
Ayrıca işçinin üretim sürecini devam ettirebilmesi için beslenme ve barınma ihtiyacını karşılayacağı asgari ücretleri, çalışma saatleri burjuva sınıfı tarafından yeniden düzenlenir.
Gerçekleştirilen tüm bu olumlu uygulamalarda işçi sınıfı arasında yükselen hoşnutsuzluğundan payı büyük olmuştur.
Yer yer çıkan işçi sınıfı isyanları burjuvazinin bu adımları atmasını hızlandırır.

İşçi sınıfı emek gücünü satarak yaşamını devam ettirmek zorunda olduğu için,
bu dönemde sağlık, üretim yapabilme gücü ile bağdaştırılmıştır.
Hem işçi sınıfı hem egemen sınıf sağlığı, işçinin ertesi günü için işine devam etmesini sağlayacak miktarda sahip olması gereken enerji şeklinde algılamıştır.

Emperyalizm çağında ise, 1. ve 2. Dünya Savaşı’nın getirdiği büyük hasarları ortadan kaldırmak için kapitalist devletler sağlık hizmeti sunum ağlarını daha fazla geliştirmeye başlar.
Bu geliştirme çabalarında 1917 yılında yapılan Ekim Devrimi’nin de etkisi büyük olur.
Sovyetler Birliği’nde sağlık ücretsiz ve eşit olarak halka sunulduğu için kapitalist devletler kendi halklarında bir başkaldırı meydana gelmemesi adına sağlık sunumunda iyileştirmeye gitmek zorunda kalır.
Bu iki kutuplu dünyada sosyalist kutbun bilim ve akademideki hızlı gelişimi ve diğer kutbun bu hızı yakalama çabaları dünyada bir aydınlanma patlamasına sebep olmuştur.
Tarihin bu kesitinde sağlığa yönelik holistik (bütüncül) bir bakış yaygınlaşmaya başlar.

Bu dönemde en önemli olaylardan bir tanesi Birleşmiş Milletler bünyesinde
Dünya Sağlık Örgütü’nün kuruluşudur.
Dünya Sağlık Örgütü 1947 yılında, yukarıda bahsettiğimiz holistik (A.S.: tümelci, bütüncül)  bakışın etkisi ile sağlığa yönelik bir tanım getirme ihtiyacı hissetmiştir.
Tekrarlamak gerekirse; DSÖ sağlığı, yalnızca hastalık ve sakatlığın olmaması durumu değil aynı zamanda fiziksel, ruhsal ve sosyal yönden tam bir iyilik hali olarak tanımlar.

Dünya Sağlık Örgütü, ‘tüm insanların mümkün olan en üst sağlık düzeyini ulaşmaları’ amacıyla 7 Nisan 1948’de kurulur.
DSÖ, Birleşmiş Milletler bünyesinde özerk bir kuruluş olarak ortaya çıkmıştır.
Kuruluşunun ilk 20, 30 yılında üstlendiği roller önemlidir.

Dünya Sağlık Örgütü 2. Dünya Savaşı sonrasında ağır yaralar alan ülkelere birçok hizmette bulunur ve az gelişmiş ülkelerin sağlık alanında ciddi iyileştirmeler sağlar.
Bu dönemde DSÖ, günümüzden farklı olarak BM içinde bağımsız bir hat izlemiştir.
Bu yüzden DSÖ’nün yaptığı 1947 sağlık tanımı tümüyle iyi niyetlidir ve zamanına göre bir devrim niteliği taşır[3].

Sosyalizmin etkisi

İlerleyen yıllarda iki kutuplu dünyada sosyalist ülkelerin popülerliğinin artması
DSÖ’ye de yansır.

DSÖ hem bu sol ideolojiden doğrudan etkilenir hem de kendi bünyesinde sol görüşlü akademisyenleri barındırmaya başlar.
Bu yüzden 1978 yılında DSÖ’nün gerçekleştirdiği ‘Temel Sağlık Hizmetleri Konferansı’nın Kazakistan’ın başkenti Alma-Ata’da gerçekleşmesi tesadüf değildir.
Bu konferansta ülkelerin toplum sağlığını korumaya ve sürdürmeye yönelik yapmaları gereken standartlar belirlenmiş ve “2000 yılında Herkese Sağlık”hedefi konferansın akıllarda kalan sloganı olmuştur[4].

DSÖ 1984 yılında sağlığı bu kez şu şekilde tanımlar :

  • Sağlık, birey ve grupların bir yandan, istek ve arzularının farkına varabilmesi,
    diğer yandan ise çevreyi değiştirebilme ve onunla baş edebilmesinin ölçüsüdür.

Sağlık, bu nedenle günlük yaşamın bir kaynağı olarak görülür, yaşamın bir amacı olarak değil.
Sağlık, fiziksel kapasiteleri olduğu kadar, sosyal ve kişisel kaynakları da vurgulayan pozitif bir kavramdır.

Görüldüğü gibi yakın zamanda yapılan bu tanım 1947 tanımına göre çok çok ileridedir.
Bu tanımda birey ve gruplar isteklerinin farkına varan ve çevreyi dönüştürebilen bir özne olarak vurgulanmıştır.
Ayrıca sağlık, günlük yaşamın bir kaynağı olarak görülerek, hayatın ‘olmazsa olmaz’larından sayılmıştır.
Bu tanıma göre sağlığın ücretli sunulması da düşünülemez.
Bu tanımın oluşturulmasında DSÖ’deki sol görüşlü akademisyenlerin büyük katkısının olduğu gözükmektedir ve önemli bir gelişmedir.
Ancak, bu tanım daha sonrasında DSÖ anayasasında yer bulamamış ve unutulup gitmiştir.
İnternette bile çok kolay ulaşılmayan bir hâl almıştır.

Neoliberalizm ve satılabilir sağlık

Peki, sonrasında yaptığı daha ileri tanıma rağmen, DSÖ 1947’nin sağlık tanımında neden bu kadar ısrar ediyor?

Yukarıda 1947 tanımının tamamen iyi niyet çerçevesinde ve zamanına göre bir devrim niteliğinde olduğunu belirttik.
Ancak DSÖ’nün günümüzdeki ideolojik konumlayışı dolayısıyla tanımda bir değişiklik yapmamasının iyi niyetli olduğunu söylememiz mümkün değil.
Çünkü bu tanım, neoliberalizmin sağlık anlayışı ile tamamen uygun bir tanımdır.

Neoliberalizm, 1970’li yılların ortalarından itibaren günlük hayatımıza yerleşen bir ideolojidir.
Kapitalizm yarattığı ekonomik buhrandan kurtulmak için neoliberal politikaları izlemeye başlamıştır.
Neoliberalizm, özel mülkiyete sınırsız izin verildiği, kamu sorumluluklarının ortadan kaldırılarak sorumlulukların bireylere yüklendiği, insanın toplumdan kopartılarak yabancılaşmasının tavan yaptırıldığı; onu bencilliğe, pragmatizme, bir hiçliğe iten sistemin adıdır.
Neoliberalizmde birey en temel haklarını dahi kendisi karşılamakla yükümlüdür, bu haklar da zaten satılıktır.
Sağlık bu haklardan sadece bir tanesidir.

Tüketim olarak sağlık

Neoliberal ideolojinin seksenli yıllardan itibaren ağırlık kazanmasının ardından sağlık hizmetleri hızla özelleştirilmiş, hastalar bu hizmetleri tüketen bir müşteri konumuna getirilmiştir.
Ancak kapitalizmde kârın maksimizasyonu temel ilke olduğu için sağlık hizmetlerine erişen kesimin sadece hastalardan ibaret kılınmaması sağlanmıştır.
Bu doğrultuda insan yaşamı tıbbileştirilerek[5] tüketimin süreklilik gösterdiği bir sağlık pazarı oluşturulmuştur.

Yapılan ideolojik girdiler ile bireyler kapitalizmin belirlediği vücut oranlarına sahip olmaya çalışmış, yaşlılık gibi normal bir süreç hastalık olarak gösterilerek önlemeye yönelik hizmetler satın almış, daha önce hiç de anormal karşılamadığı çekingen olma, konsantre olamama, hareketli olma durumları sosyal fobi, dikkat bozukluğu, hiperaktivite gibi adlandırmalarla tekrar ‘tanımıştır’.
Ayrıca tıp alanında kullanılan göstergeler tekrardan tanımlanmış check-up gibi programlarla ideal kolestrol seviyesi, normal kalp hızı, standart akciğer kapasitesi gibi kavramlar hayatımıza girmiştir.
Sonuç olarak sağlıklı insanlar dahi bu değerlere ulaşmak için gayret göstermeye başlamış, kendilerini ‘normal’ kılmak adına sağlık hizmeti satın alır bulmuştur.

Tüm bunlar yapılırken toplum, bir ‘risk toplumu’na dönüştürülmüştür.
Sistemin ideolojik aygıtları sürekli olarak insanlara korku yaymıştır.
Çünkü birey bunları yapmazsa daha ‘güzel’ olamayacak ya da daha fazla yaşayamayabilecektir (Son yıllarda televizyon kanallarında artan sağlık programları, medikal reklamlar tesadüf mü?)

‘Birey’ olarak ‘tam iyilik’ aramak

Üçüncü tekrarımızı yapıyoruz, ancak tekrarlamamızda fayda var; 1947 yılında DSÖ ilk andan beri anayasasında sağlığı şu şekilde tanımlamıştı: Sağlık, sadece hastalık ve sakatlığın olmayışı durumu değil, fiziksel, ruhsal ve sosyal yönden tam bir iyilik halidir.

Şimdi tüm bu yazdıklarımız ile bu tanımı tekrar düşünmekte fayda var.
İnsanlar günümüzde sürekli olarak bir sağlık hizmeti alma zorunluluğu hissediyorsa, bunun nedeni neoliberalizm insanlara işlediği “tam iyilik” haline ulaşma düşüncesidir.
Bu düzende bireyler “bireyselleşerek” pragmatistleşir ve hep en iyisine ulaşmayı arzular, bunun için de teknolojik ve bilimsel gelişmeleri kaçırmamalı, her şeyin en iyisine sahip olmaya çalışmalıdır.

Ayrıca sistem güzellik olarak ne anlamamızı öğütlüyorsa, nasıl daha iyi bir yaşama sahip olunuru, nasıl daha geç ölmemiz gerektiğini tavsiye ediyorsa, hangi kıyafetlerin iyi hangilerinin kötü olduğunu her gün medya aracılığı ile bize haykırıyorsa ve kitleler tüm bunlardan kolayca etkileniyorsa bu, insanların üzerinde beliren yine sistemin ideolojik bir girdisi olan ‘en iyiye özlem’ hâlidir.

Bu yüzden her ne kadar 1947 yılında yapılan sağlık tanımı zamanın koşullarında ileri bir aşama olsa da bu tanım, günümüzde neoliberal dünyaya hizmet etmektedir.

Peki, o halde sağlık nedir?

DSÖ’nün sağlık tanımının birçok eleştiri aldığını söylemiştik.
Bu çerçevede birçok sağlık tanımı önerisi yapıldı.
Bunların tamamını burada saymamız mümkün değil.
Ancak Onur Hamzaoğlu’nun yapmış olduğu tanımı burada paylaşmadan yazıyı bitirmemiz de büyük haksızlık olur.
Bu yüzden kapanışımızı bu tanım ile yapalım.
Onur Hamzaoğlu’nun Sol Meclis üretimi olan “Sosyalist Türkiye’de Sağlık” adlı kitapta yaptığı tanımı, her noktasında materyalizmin izlerini taşıyor.
Hamzaoğlu, sağlığı şu şekilde tanımlıyor:

  • Soyut ve somut pek çok ürünün yaratıcısı olan insanın, toplumun üyeleriyle kolektif içinde ve her bir üyenin gereksinimini sonuçta eşitliği sağlayacak biçimde örgütlenerek üretebilmesi, biyolojik ve zihinsel bütünlüğün korunması ve toplumsal örgütlülük ve üretim süreciyle birlikte geliştirilmesidir.

Notlar    :

1.Bu başlığı açarak, kapitalizmi tarihsel süreçten kopartılmış bir olgu olarak değerlendirdiğimi düşünmeyin sakın.
Sadece kapitalizm gibi karmaşık bir sistemde sağlık olgusunun daha bir özenli incelenmesin gerektiğini düşündüğüm için kapitalizm, ayrı bir başlığı hak ediyor.

2.Bu nokta önemli, çünkü kapitalizmin pragmatist ideolojisini gözler önüne seriyor.
Günümüzde de sağlık hizmeti sunum alanlarının kırsal alanlardan daha fazla oranda kent coğrafyasında yaygınlaşmasının sebebi, işçi sınıfını yerleşiminin genellikle kentsel alanlarda olmasıdır.
Kapitalizm, işçi sınıfına asgari düzeyde sağlık hizmeti sunmak zorundadır ki, fabrikasının bacası tütebilsin.

3.Burada, 1946 yılında New York’ta düzenlenen sağlık konferansında BM’ye üye olan ülkelerce DSÖ anayasasının hazırlandığını, DSÖ’nün kuruluşunun ise bundan iki yıl sonra gerçekleştiğini belirtelim.

4.2013 yılındayız ve bu hedefin gerçekleştiğinden bahsetmemiz imkânsız.
Üstelik DSÖ bu konuda bir sorgulama da yapmamıştır.
Çünkü özellikle 2000’li yıllardan itibaren DSÖ ideolojik olarak ciddi bir deformasyona uğramış ve kendisini büyük oranda egemen sınıftan yana konumlandırmıştır.

5.Kavramsallaştırma Deniz Sezgin’e ait.
Sezgin, Deniz.(2011).

Tıbbileştirilen Yaşam Bireyselleştirilen Sağlık.
İstanbul: Ayrıntı Yayınları

HİPERTANSİYON, DAMAR SERTLİĞİ…. ve KORUNMA


Dostlar
,

Bu sitede hem günlük yaşama ilişkin sosyal – politik yazılara ve dosyalara da
yer veriyoruz AYDIN sorumluluğumuz gereği;

Hem de sağlıkla ilgili yazılarımız oluyor, profesyonel sorumluluğumuz gereği..

Bu kez hipertansiyon, damar sertliği ve ciddi komplikasyonlarından söz etmek istiyoruz.

Yaklaşık 5 sayfalık bir metin oluştu.

Bu yıl, Dünya Sağlık Örgütü (DSÖ) de yıl boyunca işlenecek temayı
YÜKSEK KAN BASINCI (yüksek tansiyon; HİPERTANSİYON) olarak belirledi.

Dünya Sağlık Örgütü, 7 Nisan 1947’de kuruldu. Türkiye de bu Örgüte üye.
Üyelik statüsü, DSÖ Anayasasını (Ana Sözleşmesini) ulusal parlamentoda bir “yasa” olarak benimsemekle olanaklı ve Türkiye de bu işlemi 5062 sayılı yasa ile o yıl yapmıştı.

DSÖ Genel Başkanı Dr. Margaret Chan, bu yılki geleneksel basın açıklaması temasını HİPERTANSİYONA ayırdı. Bu metni İngilizce olarak 7 Nisan 2013 günü web sitemize koyduk (http://ahmetsaltik.net/world-health-day-message-on-blood-pressure/).

İlk fırsatta Türkçesini de vereceğimizi belirtmiştik. Şimdi sunduğumuz 5 sayfalık kapsamlı yazı, bir bakıma o sözümüzün gereği..

İyi okumalar ve sağlıklı yaşamlar dileğiyle..

Büyük Atatürk‘ün aşağıdaki uyarısını hiç akıldan çıkarmadan :

Vahşi SAĞLIKTA ÖZELLEŞTİRME politikaları

SAĞLIKTA DÖNÜŞÜM diye halka yutturmaya çalışarak değil..

ATATURK_Devletin_en_birinci_gorevi_saglik

Sevgi ve saygı ile.
12.4.13, Ankara

Dr. Ahmet SALTIK
www.ahmetsaltik.net

==============================

Atherosklerosis / Arteriosklerozis / Damar Sertliği ve Korunma

Prof. Dr. Ahmet SALTIK
Ankara Üniversitesi Tıp Fakültesi
Halk Sağlığı Anabilim Dalı
www.ahmetsaltik.net
profsaltik@gmail.com, 12.4.13, Ankara

Bu yazı, günümüzün önemli sağlık sorunlarından biri olan damar sertliği hastalığı hakkında genel bilgiler sunmak ve korunma yöntemlerini aktarmak için kaleme alınmıştır. Önce genel bilgiler, ardından korunma yöntemleri özet olarak işlenecektir.

İsterseniz önce bir tanım yapalım.. Tıpta arteriosklerozis, halk dilinde damar sertliği denilen bu hastalık şöyle tanımlanır :

Arteroisklerosis :  Arter adı verilen atar damarların duvarlarında kalınlaşma, sertleşme ve esnekliğin ortadan kalkmasıdır. En sık görülen şekli, atardamarların iç duvarlarında kolesterol gibi yağların bazen de kalsiyumun depolanması ile olur.

Böylece atardamarlar daralır ve içindeki kan akımı azalır, yavaşlar. Bu durum 3 sonuca yol açabilir :

  1. Tromboz denilen kan akımının yavaşlamasına bağlı kan pıhtılaşması ve damar tıkanıklığı,
  2. Kalp hastalığı (özellikle koroner arter hastalığı ve pompa yetmezliği)
  3. Beyin kanaması veya beyin damar tıkanıklığına bağlı inme (stroke, felç, ölüm)

Arterioskleroz’un yaygın bir biçimi, atheroskleroz diye bilinir. Atherosklerozis, kolesterol içeren ve atherom plağı denilen lipitlerin yani kan yağlarının, büyük ve orta boy atardamarların (arter) en iç tabakasında (intima yüzeyinde) birikimi ile oluşur.

Athero (ma) + sklerosis (sertleşme) terimlerinin birleşmesiyle türetilmiştir. Bu süreç ise, Athero (ma) + genesis sözcüklerinin birleşmesiyle oluşan atherogenezis adıyla anılır.

Cerrahi yolla yapılan sağaltım (tedavi, endarterektomi) bazen etkilidir fakat bu hastalığın özgül (spesifik) bir sağaltımı yoktur. En etkili yol korunma olarak gözükmektedir.

Düşük kolesterollü bir diyet ve hastalığa zemin hazırlayabilecek risk etmenlerinden sakınmak genellikle önerilmektedir. Kaçınılması gereken zemin hazırlayıcı bu etmenler şunlardır :

¨Hipertansiyon (yüksek kan basıncı)          ¨Sigara içimi (tütün kullanımı)

¨Diyabet (şeker hastalığı)                            ¨Şişmanlık (obesite)

*************** 

Damar Sertliği Önemli midir ?

Evet, hem de oldukça önemlidir (Yüksek DALY yükü)..
Çok önemli oluşu başlıca 3 nedene dayalıdır :

1. Çok görülmektedir   2. Çok öldürmektedir   3. Çok engelli (özürlü) kılmaktadır.

Hastalık çok görülmekle kalmamaktadır. Gerçekten de hemen hemen tüm dünyada
1. ölüm nedeni kalp ve damar hastalıklarıdır (AÇLIK ölümleri gerçekte 1/5 ile ilk sırada!). İzleyen sıralarda ise kanserle birlikte beyin damar hastalıkları, beyin kanaması, beyin damar tıkanıklıkları gelmektedir. Geri kalmış ülkelerde bulaşıcı hastalıklar da
ön sıralardadır.

Bu hastalık ayrıca yüksek oranda engelliliğe de yolaçmaktadır. Damar sertliği yüzünden bir bölüm yaşamsal organlar yeterince kan alamayınca, onların işlevleri de bozulmaktadır. Bu organlar başlıca 4 temel organdır :

1. Kalp           2. Beyin          3. Böbrekler         4. Gözler

Atardamarların iç duvarlarında oluşan yağ birikimi, çok önemli fakat istenmeyen bir sonuç olarak da kan basıncı yükselmesine yani Hipertansiyon’a neden olmaktadır. Yüksek kan basıncı, daralan atardamarlar, yavaşlayan kan akımı ve yetersiz doku ve organ kanlanması sonucunda, yukarıda sıralanan yaşamsal organlar zamanla dönüşümsüz biçimde zarar görür.

Kalp kası, erişkin bir insanda ortalama olarak günde 100 bin kez kasılarak her kezinde küçük bir çay bardağı oylumunda (hacmında) kanı (yakl. 75 cc/ml) tüm bedene pompalar. Bu oylum (hacım) dakikada 5 litre, saatte 300 litre, 1 günde ise 7 tonu aşkındır! Kan damarlarının daralması hem artan kan basıncı nedeniyle kalbin pompa yükünü artırarak onu zorlar ve zamanla yorar; hem de kalp kasını besleyen (kanlandıran) koroner damarlarda daralma, artmış pompa yükü işine karşın yeter kanlanmayı sağlayamaz. Atardamarların daralması ve duvarlarının sertleşerek esnekliklerini yitirmeleri, kan basıncının yükselmesi yani hipertansiyon demektir
(P= v x r).

Kalp kasını (miyokard) besleyen koroner damarlar denilen atardamarların da damar sertliğinden paylarını almasıyla; hem pompa yükü artan hem de buna karşın yeterince kanlanamayan kalp kası hızla yetmezlik durumuna düşer. Buna kalp yetmezliği denmektedir (miyokard pompa yetmezliği).

Kalp enfarktüsü (AMI) denilen ani koroner damar tıkanmaları, çağımızın en önemli hastalıklarından biridir. Bu enfarktüsler yüksek oranda ölüm ve engelliliğe yol açmaktadırlar. Enfarktüs geçiren insanların çalışma güçleri önemli derecede düşmektedir (yüksek DALY yükü).

  • Unutulmasın; Yaşam 2 kalp vurusu arasındaki süredir..
    3. “Vuru”nun gelmeyişi ölümdür!

Beyin için de benzer şeyler söylenebilir. Beyin damarlarının damar sertliğinden paylarını almalarıyla beyin dokusunun işlevleri bozulur. Bu damarlarda ani kanamalar ve tıkanmalar olabilir ki; sonuçları çok ciddidir. Ölüm ya da değişen derecelerde felçler..
Bu yolla ülkemiz ve dünya ekonomisine çok büyük akçal (mali) yükler yüklenmektedir. Eğitilmiş insanların, toplumlarına, kendilerinden beklenen yararı sağlamadan hastalanarak erkenden çalışma güçlerini yitirmeleri ya da ölmeleri hem insancıl bakımdan, hem de ekonomik bakımdan razı olunamayacak, olunmaması gereken, ülkeyi geri bırakan, kaldırılamaz bir bedeldir… (Salt Sağlık Ekonomisi açısından..)

Böbrekler de, damar sertliğinden kaynaklanabilecek yetersiz kan dolaşımından ve yüksek kan basıncından çok etkilenen yaşamsal organlardır. Zamanla böbrek yetmezliği gelişmekte ve bu insanlar yapay böbrek makinelerine -hemodiyalize- bağlanmakta, böbrek aktarımı (nakli) adayı olmaktadır. Her ikisi de çok ağır ve pahalı tablolardır; yaşam niteliğini ağır düzeyde bozmaktadırlar.

Gözler... gözün gören tabakası olarak adlandırılan retina da yetersiz kan dolaşımına çok duyarlıdır. Damar sertliğine bağlı yetersiz retina kanlanması, yüksek kan basıncı retinayı hızla zedeler ve göz dibinde kanamalarla görme yitiğine yani körlüğe yol açar. Bu sonuç da açıktır ki, son derece ağırdır ve körlük nedenleri arasında yüksek kan basıncının payı oldukça yüksektir.

Görülüyor ki, damar sertliği çok ciddi sonuçlara yol açabilen bir hastalıktır. Ek olarak bacak damarlarındaki zedelenmeden de söz etmek gerekir.. Bacak damarlarında oluşan damar sertliği de benzer düzeneklerle (mekanizmalarla), bedenimizi gezdirip dolaştıran bu vefalı organlarımızı zora sokar. Öyle ki, zamanla ilerleyerek 2 adım bile yürüyemeyecek derecede tıkanmalara yol açabilir. Durduğu yerde bile dayanılmaz ağrılara yol açabilir! Çevrede görülen bacak kesilmelerinin önemli bir bölümünün nedeni damar sertliği ve sigaradır.. (Buerger hastalığı..)

Özetle                             :

Yaşamın tadını kaçıran, yaşama zevki ve coşkusunu ortadan kaldıran, yaşamı kısaltan ve sıklıkla da ölümlere hem de erken ölümlere yol açan bir hastalıktır damar sertliği..

**********************

Damar Sertlği’nden Nasıl Korunalım ?? 

Öncelikle korunmanın olanaklı olduğunu bilmek gerekir..

Önemli bir korunma yolu yeterli ve dengeli beslenmedir.. Şişmanlık (obesite) damar sertliğine zemin hazırlayan en önemli nedenlerdendir.. O halde yaş ve boyumuza uygun tartı sınırları içinde kalmaya özen göstermeliyiz (Beden Kitle İndeksi 18-25 arasında tutulmalı).. Yağlı, hamur işi, tuzlu, şekerli gıdalar ve yetersiz beden hareketleri şişmanlamanın başlıca nedenleridir. Şişmanlıktan büyük bir dikkatle kaçınmalıyız.. Gereksiz yağ dokusu, pek çok kanser türü için de risk artırıcıdır.

Tuz sınırlaması başlıbaşına önemlidir. Erişkinlerde günlük 5-6 g tuz tüketimi yeterlidir. Ülkemizde bu rakamın 3 katına dek çıktığına ilişkin veriler vardır ve ürkütücüdür. İngiltere’de neredeyse 20 yıldır sofralara tuzluk getirilmemektedir. Yemekler dengeli tuz içermektedir. “Tuzluk kullanımı” öğrenilmiş bir kültürel davranıştır; fizyolojk bir gereksinme türevi değildir; dolayısıyla bırakılmalıdır.

Şeker sınırlaması için de benzer gerçeklikler doğrudur. Değişen yaşam biçimiyle, şeker tüketimimiz muazzam düzeyde artmıştır. Doğal olmayan şeker türleri de ek sorun kaynağıdır. Fazla kalori alımı hem şişmanlık – hipertansiyon nedenidir hem de diyabet! İnsülin rezervleri hızla tüketilmekte ve / veya insülin direnci gelişmektedir organizmada. Glisemik indeksi yüksek besinler sorun kaynağıdır.

Uygun egzersiz yapmalıyız.. Yürüyüş, yüzme, bisiklet, sabahları evde kültür-fizik, asansör kullanmama .. önerilen davranışlardır.

Doymuş yağ asitlerinden varsıl (zengin) olan kuyruk yağı, tereyağı, içyağı, hurma yağı, hindistan cevizi yağı olanak ölçüsünde az tüketilmelidir. Buna karşın, kolesterol içermeyen ve içlerinde doymamış yağ asitleri bulunan mısırözü yağı, soya fasulyesi yağı, pamuk çekirdeği yağı, susam yağı, zeytin yağı ve ayçiçek yağı gibi bitkisel yağlar, damar sertliğinin en önemli nedenlerinden olan yüksek kolesterolden kaçınmak için seçilmesi gereken yağlardır.

Et ve et ürünleri olarak yağsız dana ve sığır eti, az yağlı sucuk, salam, sosis ve diyet sucuğu tüketilmesine çalışılmalıdır. Daha doğrusu 4 ayaklı hayvan etleri yerine 2 ayaklı ya da kanatlı hayvan etleri yani kümes hayvanları (tavuk, piliç, hindi gibi) ve balık önerilmektedir. Özellikle uskumru, ringa balığı ve som balığı kolesterol düşürmek için düzenlenen diyetlerde önerilmektedir.

Bol meyve sebze tüketimi hem şişmanlıktan, hem yüksek kolesterolden, hem bağırsak tembelliği (kabızlık) ve bağırsak kanserinden… koruyucu olarak önem taşımaktadır.

Şeker hastalığı ve hipertansiyon, damar sertliği için oldukça önemli 2 risk etmenidir.
Bu 2 hastalıktan da kaçınmak, yukarıda sayılan önlemlere uyarak, bir yere dek olanaklıdır.

Yumurta sarısı kolesterol bakımından oldukça zengindir.. Akı ise tersinedir.

Yemek pişirmede yağda kızartma yerine fırın, ızgaralar ve daha iyisi nemli ısıda basınçlı tencerede pişirme (düdüklü tencere, buharlı tencereler) yeğlenmelidir. 

Sigara içimi de (tütün kullanımı) damar sertliği için başlıbaşına ciddi bir risk etmenidir. Bundan da kaçınmak gerekmektedir. Özellikle kapalı alanlarda pasif  içicilikten insanlarımızı korumalıyız. Uygar toplumlarda kapalı alanlarda sigara içimi artık unutulmuştur; tütün kullanımı hızla azalmaktadır.

Stres, damar sertliği için doğrudan ve dolaylı olarak risk etmeni oluşturmaktadır..

Bütün bu koruyucu önlemler yeter mi ??

Önemli oranda evet… Bununla birlikte, özellikle 30’lu yaşların sonlarına doğru
belli aralıklarla denetim muayenelerinden geçmek gerekir (check up)..

Bu yolla erken tanı konması olanağı artmaktadır. Erken tanı konan damar sertliği hastalığının istenmeyen birçok sonuçlarından (komplikasyonlarından) korunma şanso vardır. Ayrıca, damar sertliğine yol açabilecek yukarıdan beri incelediğimiz, bu hastalığa zemin hazırlayan etmenlerin varlığının da erken tanıyla anlaşılması ile korunma sağlanacaktır. Örn. diyabetin, hipertansiyonun erken tanısı bir yığın ciddi olumsuz gelişmenin (komplikasyonun) önlenmesi anlamına gelir.

Damar sertliği bir kez oluştuktan sonra hemen hemen hiç geri döndürülememektedir. İnsan doğduğunda lastik bir su hortumu gibi esnek ve yumuşak olan atardamarların, zamanla adeta pişmemiş makarna gibi sert ve kırılgan olmaları ve daralmaları, önemli düzeyde sakınabileceğimiz bir durumdur. Otopsi çalışmaları, athero-sklerozis biçiminde yani kolesterol plaklarının atardamarların iç duvarlarında birikmesiyle olan damar sertliğinin daha 2 yaşlarında başladığını göstermektedir!

O halde düzenli ve uygun bir diyete daha bebek iken başlamak gerekmektedir.

Damak tadı eğitimi de böylelikle, yaşamın çok erken yıllarına çekilmiş olacaktır ve önemsenmelidir. Bu dönemde şeker, tuz ve yağ bakımından dengeli gidilmesi; bebekte bu yönde bir damak tadı kodlanmasını sağlayacaktır. Bebeğe, yaşam boyu sürdüreceği olumlu davranış kazandırılacaktır. Ayrıca, “tombul” bebek ciddi bir sağlık sakıncasıdır. Deri altında, organlarda, atar damarların iç duvarlarında biriken yağ dokusu metabolik olarak aktiftir ve toksik radikaller üretmektedir. Bu kimyasallar yaşam süresini kısaltıcı olmsuz etkilidir. Gereksiz fazla kilolar, yağ depolayan hücrelerin oylumunu da büyütmekte ve bu eğilim kalıcı olabilmektedir. Dolayısıyla bebeklerin (ilk 6 ay salt anne sütü!) ve sonrasında uygun beslenmeleri yaşamsal önem taşımaktadır.

Bugün için elde etkin sağaltım (tedavi) yöntemleri olduğu söylenemez. İlaç ve cerrahi sağaltımın etkisi çoğu kez sınırlıdır. Üstelik bu sağaltımlar pahalıdır. İlaç sağaltımı ayrıca uzun sürelidir; bazen yaşam boyu sürmesini gerektirir..

Bu bakımdan damar sertliğinden kaçınmanın en etkili yolu ondan korunmaktır. Kalıtsal (Genetik) olumsuzlukların yükü, büyük ölçüde, yaşam biçimi değişiklikleriyle dengelenebilmektedir.

Dr. Elliot Joslin, “Genes load the gun but lifestyle pulls the trigger.” demektedir :

  • Genler silahı doldurabilir ama tetiği çeken yaşam biçimidir. 

Unutmayalım, bir İngiliz atasözünde de vurgulandığı gibi,

  • Korunma her zaman için sağaltımdan üstündür... 

Bir de METABOLİK SENDROM’a değinmek uygun olacaktır. Hipertaniyon + Diyabet + Yüksek kolesterol (+ göbek çevresinin büyümesi) birlikte olduğunda  METABOLİK SENDROM tanısı konur. Bu tabloda yaşam riskleri, söz konusu 4 ögenin ayrı ayrı risklerinin aritmetik toplamından çok daha büyüktür (sinerjistik etki); yığışımlı (kümülatif) bir risk büyümesi söz konusudur. Ülkemizde bu sendrom, kentlerde 20+ yaş toplumda 1/3 oranına varmaktadır (METSAR Projesi, 47 kent, 2005)!

Sağlığımız en büyük hazinemizdir.. Onu korumak için çaba göstermeye gerçekten değer.. 46 yıl saltanat sürerek 4 kıtada at koşturan Osmanlı Padişahı Kanuni Sultan Süleyman 64 yıllık yaşamında sağlığını hiç aklına getirmemiştir. 1564’te Zigetvar Seferi sırasında Avusturya’da çadırında sancılandığında, dayanılmaz apandisit ızdırabının etkisiyle şu ünlü sözler ağzından dökülmüştür :

            Halk içinde muteber bir nesne yok devlet gibi;
            Olmaya devlet cihanda bir nefes sıhhat gibi..

Şanlı Kanuni, bu dizeleriyle halkın gözünde en geçerli olanın saltanat/devlet olduğunu bildiğini; ancak tek bir sağlıklı nefesten daha büyük saltanat olamayacağını çarpıcı bir biçimde -ama çok geç!- dile getirmektedir. Ne var ki, sağlık yitirildikten sonra kolay kazanılabilen bir olgu değildir. Ellerimizin avuçlarımızın arasından bir peri  gibi uçup yitmektedir. Nitekim o şiddetli sancı da büyük padişahın sonu olmuştur. Tek bir sağlıklı nefes uğruna saltanatı terk etme ‘rüşveti’ (!) de kendisini kurtarmaya yetmemiştir.

Ayrıca sağlık hizmetlerinin çok pahalı olduğu, tıbbi teknoloji ve ilaç – serum – aşı vb. girdilerin dışalım (ithal) kaynaklı oluşu, ulusal kaynakların dar ve sosyal güvenliğin sınırlı kaldığı ülkemizde, sağlıklı olmak varken hastalanmaya da pek hakkımız yok galiba.. 2012 sonunda SGK (Sosyal Güvenlik Kurumu), salt sağlık hizmetlerinde 20 milyar TL açık verdi ve genel bütçeden desteklendi.. Bu bakımdan, Devlete ve yurttaşa düşen görevler var :

Anayasa md. 56          :

Herkes sağlıklı ve dengeli bir çevrede yaşama hakkına sahiptir. Çevreyi geliştirmek, çevre sağlığını korumak ve çevre kirlenmesini önlemek Devletin ve vatandaşların (ortak) ödevidir…  [En başta halkın sürekli SAĞLIK EĞİTİMİ!]

Kamu kurumları spor – yürüyüş alanları ve salonları, bisiklet parkları, yüzme havuzları.. yapmalıdır.

  • Okul öncesinden üniversite bitene dek tüm öğrencilere OKUL SÜTÜ verilmesi sağlanmalıdır. 
  • Her-ke-se sürekli, nitelikli, kamusal nitelikli koruyucu sağlık hizmeti sunumu, stratejik bir ulusal politika olmalıdır. 

Dünya Sağlık Örgütü (DSÖ) kuruluşunun 66. yılında (1947), 7 Nisan günü, Genel Başkanı Dr. Margaret Chan’ın kaleminden geleneksel basın açıklamasını yaptı. Bu yılki tema YÜKSEK KAN BASINCI (Hipertansiyon). Sorunun çok yaygınlaştığı ve en ciddi sağlık sorunu durumuna geldiği vurgulanmakta açıklamada. Hipertansiyona ilişkin olarak bir toplumsal farkındalık ve seferberlik yaratılması önemle vurgulanmakta ve insanların kan basınçlarını bilmeleri, belli aralıklarla mutlaka ölçtürmeleri gereği işlenmekte. Öngörülen sınır üstünde değerler varsa; hastalıkla barışık kalmak, başetmek ve uzun erimde (vadede) ağır komplikasyonlarından sakınmak için neler yapılması gerektiği açıklanmakta ve alınabilecek pek çok etkili korunma önlemi olduğu aktarılmakta.. 

Gerçekten de; sağlıklı olmak – kalmak varken, gerekli en üst özeni göstermeksizin hastalanmak bir israf, lüks ve topluma karşı sorumluğunu yerine getirmemek değil mi ?

**********

Bu dosyayı pdf olarak okumak için lütfen aşağıdaki erişkeyi (linki) tıklayınız..

Atherosklerosis_Arteriosklerozis_Damar_Sertligi_ve_Korunma

21. YÜZYIL SAĞLIK HEDEFLERİ / Health Targets for The 21st Century by WHO

21inci_Yuzyıl_Saglik_Hedefleri

Toplumsal Etmenler ve Sağlık Etkileşimi / Interaction of Health & Social Factors

Toplumsal_Etmenler_v_ Sagiık_Etkilesimi