Etiket arşivi: Örsan K. Öymen

Düzen değişecek mi?

Örsan K. Öymen
Örsan K. Öymen
24 Ekim 2022, Cumhuriyet

 

Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşunun 99. yıldönümü yaklaşırken, köktendinci ve laiklik karşıtı karşıdevrim sürecini temsil eden AKP’nin yöneticileri de Cumhuriyet devrimlerini hedef almaya başladılar.

AKP Grup Başkan Vekili Mahir Ünal, geçtiğimiz hafta yaptığı açıklamada, kendi hayal âlemindeki yalanları, tarihsel ve kültürel analiz gibi sundu!

Mahir Ünal, “Cumhuriyet, bizim lügatimizi, alfabemizi, dilimizi, hasılı bütün düşünme setlerimizi yok etmiştir.” diyerek, ümmetçilerden ve neo-Osmanlıcılardan, kategorik olarak vatansever insanların çıkamayacağını bir kere daha kanıtladı!

Osmanlı İmparatorluğu döneminde, Türkçenin ve alfabenin, Arapçanın ve Farsçanın etkisi altına girdiğini; Osmanlı’da nüfusun yaklaşık %90’ının okuma ve yazma bilmediğini; Osmanlı’da felsefe ve bilim alanlarında hiçbir özgün ve devrimci çalışmanın gerçekleştirilmediğini görmezden gelerek cehaletini ortaya koyan Mahir Ünal, vicdan ve insaf duygusundan da yoksun olduğunu göstermiş oldu.

Türkiye Cumhuriyeti’nin dilini, lügatını, alfabesini ve düşünce setini yok etmeye çalışan

  • AKP zihniyeti, Türkiye’nin bölünmesine, parçalanmasına ve emperyalizme hizmet etmektedir!

***
Türkiye böyle bir kuşatma altındayken CHP yönetiminin karşıdevrim sürecinin değirmenine su taşıması, kabul edilebilir bir durum değildir.

CHP’nin laiklik konusunda verdiği tavizleri, seçim kazanma stratejisinin arkasına sığınarak savunmak da olanaklı değildir.

Birincisi, gerçek lider, sosyolojik koşullara göre siyaset belirleyen kişi değil, sosyolojik koşulları değiştirmeyi başaran kişidir. Siyasetin popülizm olduğunu sanan, popülizm ile halkçılık arasındaki farkın ne olduğunu bilmeyen insanlar, lider de olamazlar, siyasetçi de olamazlar.

İkincisi, siyasi parti liderleri, yöneticileri ve üyeleri, Siyasi Partiler Yasası’nın gereği, üyesi oldukları partinin programına ve tüzüğüne bağlı kalmakla yükümlüdürler. Hukuk devletini savunanların, kendi iç hukuklarını ihlal etmeleri, büyük bir çelişkidir.

“CHP bir kitle partisidir, bu partide farklı düşünceler olabilir.” safsatası, Siyasi Partiler Yasası’na da CHP’nin kurultay tarafından onaylanmış Parti programına ve Parti tüzüğüne de aykırıdır.

Siyasi partiler, Batı’da “think-tank” olarak da bilinen düşünce merkezleri veya akademik tartışma platformları değildir. Siyasi partilerin ilkeleri, ideolojisi ve politikaları, kurultay delegeleri tarafından belirlenir.

“Kitle partisi olmak” demek, kurultay tarafından belirlenen ilkelerden, ideolojiden ve politikalardan taviz (ödün) vermek anlamına gelmez. Siyasi partiler kendi programlarına, ilkelerine, ideolojilerine, politikalarına sahip çıkarak ve bunları halka etkili bir biçimde anlatarak da kitlelere ulaşabilirler ve iktidar olabilirler.

Üçüncüsü, CHP geçmişte, kendi programına, ilkelerine, ideolojisine, politikalarına sahip çıkarak bugün aldığı oydan çok daha yüksek oy oranlarına ulaşmıştır; başka bir deyişle kitlelere ulaşmıştır.

İsmet İnönü’nün CHP genel başkanı olduğu 1957 seçimlerinde CHP %41, Bülent Ecevit’in CHP genel başkanı olduğu 1973 seçimlerinde CHP %33, yine Ecevit’in CHP genel başkanı olduğu 1977 seçimlerinde CHP % 41 oy almıştır.

Dördüncüsü,

CHP yönetiminin sağa açılma ve laiklikten vazgeçme stratejisi,
oy oranlarında hiçbir artış sağlamamaktadır.

CHP yönetimi, Kemal Kılıçdaroğlu 2010 yılında genel başkan seçildiğinden beri laiklik konusunda taviz vermiştir ve CHP 2011 seçimlerinde % 26, 2015 seçimlerinde %25, 2018 seçimlerinde %22 oy almıştır.

Son yıllarda ve aylarda yapılan tüm araştırmalarda da CHP’nin oyu %23-28 arasında bir yere çakılıp kalmıştır! Başka bir deyişle,

  • Laiklikten vazgeçmenin CHP’ye oy kazandırmadığı kanıtlanmıştır!

***
Buna rağmen (karşın) CHP yönetiminin laiklik konusunda taviz vermekte ısrar etmesi ve kendi tabanıyla inatlaşması, iç dinamiklerle değil, makro boyuttaki emperyalist bir mekanizmanın Türkiye’de oynadığı oyunlarla ve bu oyunda yer alan oyuncularla açıklanabilir!

CHP, bu şekilde siyaset yapmaya devam ederse sahip olduğu %25 oyu da kaybedecektir!

CHP, iktidar değiştiğinde, düzenin de değişeceğini kanıtlamalıdır.

Teokratik bir düzende güçlü bir parlamenter sistemin var olamayacağı tartışılmaz bir gerçektir.

Türkiye ve Doğan Özlem

Örsan K. Öymen
Örsan K. Öymen

Demokratik ülkelerde anormal olarak nitelendirilen olaylar, Türkiye’de normal hale gelmiş durumda. Ne kadar anormal durum varsa, Türkiye’nin normali ve rutini konumunda.

Hükümetin Aleviliği bir dinsel mezhep, cemevini bir ibadethane olarak tanımaması ve buna bağlı olarak cemevlerini Diyanet İşleri Başkanlığı yerine, Kültür ve Turizm Bakanlığı’na bağlamaya çalışması; muhalefetteki CHP yönetiminin, partinin Kurultay tarafından kabul edilen parti programındaki laiklik ilkesini, program ve tüzük ihlali yaparak, fiilen ortadan kaldırması ve başörtüsü, kara çarşaf gibi ortaçağ zihniyetini yansıtan açılımlar yapması; bir zamanlar CHP’de milletvekili olan birisinin, partisinde mücadele edeceğine veya bağımsız kalacağına, ilkesizlik ve fırıldaklık rekoru kırarak AKP’ye transfer olması; AKP hükümetinin, Nazi döneminde Almanya’daki uygulamalara benzeyen bir sansür yasasını devreye sokarak seçimlere fiili olağanüstü hal ve baskı ortamında girmeye çalışması ve seçimleri onurlu, namuslu, şerefli bir biçimde, özgür bir ortamda hak ederek kazanacağına, kurnazlıkla ve baskıyla kazanmaya çalışması; “cumhurbaşkanı”nın, Amasra’da meydana gelen maden faciasını yine kaderle ve fıtratla açıklaması; son haftaların anormalliklerinden sadece (yalnızca) bir demet.

Böyle bir ortamda, bu anormalliklerden uzaklaşarak daha derin konulara girmek, Türkiye’nin düşünce yaşamına büyük katkı yaptığı halde, görmezden gelinen insanları anmak ve hatırlamak, daha önemli ve anlamlı bir hale gelebiliyor.
***
Geçen ayın sonunda, Türkiye’nin en önemli ve değerli felsefecilerinden birisi olan Doğan Özlem, yaşamını yitirdi.

Doğan Özlem, mütevazı, insancıl ve sevgi dolu karakteriyle, mücadeleci kimliğiyle, analitik ve sistematik zekâsıyla, üretken yapısıyla, eserleriyle, Türkiye’de felsefenin ve kültürün gelişmesine büyük bir katkı sağladı.

“Tarih Felsefesi”, “Bilim Felsefesi”, “Dilthey Üzerine Yazılar”, “Kant Üzerine Yazılar”, “Mantık”, “Metinlerle Hermeneutik Dersleri”, “Hermeneutik ve Şiir”, “Evrensellik Mitosu”, “Max Weber’de Bilim ve Sosyoloji”, “Tarihselci Düşünce Işığında Bilim, Ahlak ve Siyaset”, “Anlamdan Geleneğe, Kimlikten Özgürlüğe”, “Kavramlar ve Tarihleri”, “Türkçede Felsefe”, “Tartışmalar”, “Siyaset, Bilim ve Tarih Bilinci”, “Söyleşiler”, “Kavram ve Düşünce Tarihi Çalışmaları”, “Kültür Bilimleri ve Kültür Felsefesi”, “Persona”, “Etik”, “Felsefe ve Doğa Bilimleri”, “Bilim, Tarih ve Yorum”, “Felsefe Yazıları”, “Felsefe ve Tin Bilimleri” adlı kitapları yazan Doğan Özlem, popüler kültürün dayatmalarına karşı her zaman direndi, popüler olmak için kurnazlık peşinde koşan sahte felsefecilerin cirit attığı bir ortamda, bir felsefecinin nasıl olması gerektiğini ortaya koydu.
***
Doğan Özlem aynı zamanda, “Felsefe zenginlerin işidir” efsanesini yıkan felsefecilerden birisi oldu.

Aslında tarihte bunun örneği çoktur. Sokrates, Spinoza, Hume, Rousseau, Kant, MarxNietzsche buna dair (ilişkin) örnekler arasında sayılabilirler. Söz konusu filozoflar yaşamları boyunca veya yaşamlarının belli dönemlerinde çok büyük ekonomik sıkıntılar çekmişlerdir ve birçoğu geçimini sağlayabilmek için felsefeyle ilgisiz işlerde çalışmak zorunda kalmışlardır.

Doğan Özlem de uzun yıllar, kunduracı kalfalığı, tezgâhtarlık, işçilik, memurluk, muhasebecilik, yöneticilik, sendikacılık gibi işlerde çalışarak hayata tutunmaya çalışmıştır; zor koşullarda mücadele ederek üniversitede öğretim üyeliğine ve profesörlüğe kadar yükselmiştir; binlerce öğrenci yetiştirmiştir; 2005 yılında, TÜBA-Türkiye Bilimler Akademisi Hizmet Ödülü’nü almıştır.

Felsefe Sanat Bilim Derneği’nin de üyesi olan, derneğin Assos’ta Felsefe, Zigana Zirvesi, Halikarnas Akademisi, Adalarda Felsefe ve Edebiyat gibi sempozyum etkinliklerinde sık sık konuşmacı olan Doğan Özlem, tezleriyle, antitezleriyle ve sentezleriyle, Türkiye’nin diyalektik düşünce yapısına çok önemli bir hareket kazandırmıştır.
***
Türkiye, tüm olumsuzluklarına rağmen (karşın), böyle güzel, özel ve değerli insanları da yetiştirmiştir. Belki de bu insanlar, Türkiye’nin olumsuzlukları sayesinde yetişmiştir. Kim bilir?

Onlar hiçbir zaman ölmeyeceklerdir; eserleriyle, yarattıklarıyla yaşamaya devam edeceklerdir.

Kılıçdaroğlu’nun din takıntısı

Örsan K. ÖymenÖrsan K. Öymen

1990’lı yıllarda “başörtüsü hakkını” savunarak mağdur rolüne bürünen dinci siyasetçiler, 2002 yılından sonra, AKP’nin çatısı altında, teokratik bir dikta rejimi kurarak demokrasiyi ve laikliği ortadan kaldırdılar.

CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu ve CHP yönetimi ise geçtiğimiz hafta, Türkiye’de demokrasi ve laiklik sorunu yokmuş gibi, kamu kurumlarında ve işyerlerinde başörtüsünün takılabilmesini ve kara çarşafın giyilebilmesini de güvence altına alan yasal bir düzenleme yapılmasını önerdi ve bu konuda TBMM’ye bir teklif verdi!

1990’lı yıllarda İslamcı teröristler tarafından katledilen Atatürkçü Düşünce Derneği Genel Başkanı ve hukukçu Muammer Aksoy; tarihçi, ilahiyatçı, yazar ve SHP Parti Meclisi Üyesi Bahriye Üçok; emekli müftü, araştırmacı ve yazar Turan Dursun; gazeteci ve yazar Uğur Mumcu; siyaset bilimci ve yazar Ahmet Taner Kışlalı gibi gerçek mağdurları unutturan CHP yönetimi, AKP’nin gölgesinde siyaset yapma alışkanlığından vazgeçemedi!

  • İran’da yüzlerce kadının başörtüsü takmadığı için katledildiği ve milyonlarca İranlının özgürlük mücadelesi verdiği bir ortamda, CHP yönetimi ortaçağ karanlığına gömüldü!

Arabistan töresinin, geleneğinin ve kültür emperyalizminin simgesi olan;
kadının bedeninin, cinselliğinin ve özgürlüğünün baskı altına alınması amacıyla
yüzlerce yıl önce icat edilen başörtüsü ve kara çarşaf,
CHP yönetimi tarafından,
özgürlük ve evrensel insan hakları paradigmasının içine sokuldu!

***
Üniversitelerde başörtüsünün yasaklanarak başörtülü vatandaşların laik ve bilimsel eğitimden yararlanmalarının engellenmesi yanlıştı. Ancak bu yanlış, başörtüsünün ve kara çarşafın ne anlama geldiğiyle ilgili gerçekleri değiştirmez.

Ayrıca, üniversitelerdeki başörtüsü yasağı ile bazı kamu kurumlarındaki başörtüsü ve kara çarşaf yasağı aynı kategoride değerlendirilebilecek şeyler değildir. Üniversitedeki başörtüsü yasağı, eğitim hakkının engellenmesiyle ilgili bir durumdur.

Askeriye, Emniyet, yargı gibi belli bir kıyafet disiplininin geçerli olduğu, din, mezhep ve dünya görüşü bağlamında tarafsızlığın en üst düzeyde tüm ayrıntısıyla dışa vurulmasının son derece önemli olduğu hassas kurumlarda, başörtüsü ve kara çarşaf özgürlüğü, kurumların, toplumun, kamunun, devletin özgürleşmesini değil, dinin ve mezhebin esiri olmasını sağlar!

Ayrıca başörtüsü ve kara çarşaf, CHP’nin önerdiği gibi yasayla veya AKP’nin önerdiği gibi anayasayla düzenlenecek bir şey değildir. Kıyafetle ilgili konular, kurumların iç yönetmelikleriyle ve yönergelerle düzenlenebilecek konulardır.

  • CHP yönetimi bu girişimiyle, hukuk önünde de komik bir duruma düşmüştür!

Başörtüsünün ve kara çarşafın, İslamın bir gereği gibi sunulması da bir cehalet örneğidir.

İslam dininin temeli olan Kuran’da,
kadının saçlarını ve bedeninin tamamını örtmesini
zorunlu kılan hiçbir ayet yoktur.

CHP yönetimi, demokrasi, laiklik, hukuk, ilahiyat alanlarında, yani konuyla ilgili tüm alanlarda, sınıfta kalmıştır!
***
CHP’deki bu sorunlar aynı zamanda, kurultay tarafından kabul edilen parti programının, parti tüzüğünün ve partinin yetkili organlarının işletilmemesinden kaynaklanmaktadır.

Parti tüzüğünün 20. maddesinin 1. bölümüne göre, parti meclisi, kurultaydan sonra partinin en yüksek karar organıdır. Parti meclisi, parti tüzüğünün 21. maddesinin 1. bölümüne göre de, parti programı, kurultay kararları ve seçim bildirgeleri doğrultusunda, iç ve dış gelişmelerle ilgili politika ve strateji kararlarını alır.

Başka bir deyişle genel başkan, parti programını, parti tüzüğünü ve parti meclisini yok sayarak, iç ve dış gelişmelerle ilgili politika ve strateji kararlarını, birkaç yakın çalışma arkadaşıyla birlikte alamaz ve sosyal medya veya herhangi bir medya organı üzerinden bu kararları kamuoyuna duyuramaz.

Genel başkan partiyi temsil eder, partiyi bağlayan demeçleri verme ve bildiri yayımlama yetkisine sahiptir, ancak bu temsil ve yetki, kurultayın, parti programının ve parti tüzüğünün belirlediği sınırları aşamaz.

Aday nasıl belirlenir?

Örsan K. ÖymenÖrsan K. Öymen
03 Ekim 2022, Cumhuriyet

Bir yanda, emperyalizme karşı Kurtuluş Savaşı mücadelesi yürüten Mustafa Kemal Atatürk hakkında idam kararı veren Padişah Vahdettin’in, vatan haini olmadığını savunanlar; Atatürk’ün “Nutuk”ta yazdığı gibi, alçakça önlemler almaya çalışanların ve gaflet, dalalet ve hıyanet içinde olanların avukatlığına soyunanlar; bir yanda, emperyalizme karşı mücadelede umudu, İran’daki ve Afganistan’daki kadın düşmanı ve laiklik karşıtı teokratik yönetime bağlayanlar; bir yanda Türkiye’nin, Irak’ın, Suriye’nin, Çin’in toprak bütünlüğünü savunurken Ukrayna’nın toprak bütünlüğünü umursamayanlar, Rusya’nın “ilhak” adı altında Ukrayna’yı işgal etmesine seyirci kalanlar ve böylece büyük bir çelişki içine düşenler; bu çelişkili tavırla, gelecekte Türkiye’nin toprak bütünlüğünün de tartışma konusu olmasının yolunu açanlar; bir yanda, CHP’yi ve CHP’li belediyeleri terörle ilişkilendirmeye çalışarak, siyasal geleceklerini yalanlarla ve iftiralarla inşa edenler; “Gezi” direnişindeki masumları suçlu, suçluları masum gibi göstermeye çalışanlar; bir yanda, post-modern saçmalıklarla ve kavram kargaşasıyla ekonomi analizi yapanlar…

Bu bulanık ortamda, muhalefetin cumhurbaşkanı adayını belirlemesiyle ilgili süreç daha da büyük bir önem kazanıyor. Muhalefetteki partilerin, kişisel çıkar ve anlık heyecanlardan arınarak, bu süreci bilimsel bir yöntemle yürütmeleri gerekir. Türkiye’deki genel manzaraya bakıldığında, muhalefetin bir seçim daha yitirme lüksünün kalmadığı açıktır.
***
Araştırma kurumlarının araştırmaları büyük ölçüde tümevarımsal çıkarımlara dayanır. Tümevarımsal çıkarımda, tikel öncüllerden yola çıkılarak tümele yönelik bir sonuca ulaşılır.

Tümevarımsal çıkarımlar, kesin ve mutlak sonuçlara ulaşılmasını sağlamasa da, tümevarımsal çıkarımla seçim sonuçlarına yönelik öndeyileme yapılırken, tikel öncüllerin ve örneklerin azami ölçüde çoğaltılması ve çeşitlendirilmesi, yaklaşık olarak da olsa, bir sonuca ulaşılmasını sağlayabilir.

Başka bir deyişle, 20-25 ilde, 3-5 bin kişi ile değil; 60-70 ilde, 10-15 bin kişi ile yapılan bir araştırma, daha sağlıklı sonuçlar verecektir. Bugüne dek, kamuoyuna açıklanmış, böyle bir araştırma yok. Araştırmaların hepsi sınırlı sayıda il ve kişi ile gerçekleştirilen araştırmalardır.

Geniş çaplı araştırma yapmak maliyet ve zaman gerektiren bir şeydir. Ancak muhalefetin bu konuda maddi olanakları olduğu gibi, çok geniş bir zamanı da vardı. Böyle bir araştırma için hâlâ geç kalmış da sayılmazlar.

Araştırma şirketlerinin, sınırlı sayıda tikel örnekle yetinmelerinin çeşitli nedenleri vardır. Siyasal parti yöneticilerinin duymak istedikleri sonuçları vermek, mali ve lojistik olanaksızlık, bazı pilot illerin genel seçmen eğilimlerini yansıtan iller olduğu iddiası, bunların arasında sayılabilir.

Bu nedenler içinde, salt genel seçmen eğilimlerini yansıtan pilot illerin olduğu savı ciddiye alınabilse de, bu iddia bile temelden yoksundur. Çünkü seçmen davranışı, bir kaya parçasını inceler gibi incelenemez. Türkiye genelini yansıtan sabit pilot iller yoktur. Belli ve sınırlı bir zaman diliminde kimi iller için bu söylenebilir, ancak geçen zaman ve oluşan yeni koşullar içinde, bu illerde de beklenmedik radikal değişiklikler meydana gelebilir.
***
Bir başka önemli konu, seçmenin partiye göre mi, yoksa adaya göre mi oy vereceği konusudur. Muhalefetteki siyasal partilerin oyu aritmetik olarak toplandığında, bu oyların AKP’nin ve MHP’nin oyunu geçmesi, kesin bir sonuç vermez.

Çünkü seçmen adaya göre oy verirse, siyasal parti tercihini de adaya göre değiştirebilir. Nitekim, parti temelinde, “Millet İttifakı”nın “Cumhur İttifakı”na fark attığı kimi araştırmalarda, “Erdoğan’a mı yoksa Kılıçdaroğlu’na mı oy verirsiniz” sorusu sorulduğunda, aradaki farkın kapanması, açıklanması gereken bir durumdur.

Bu nedenle, seçmenin yüzde kaçının partiye göre, yüzde kaçının adaya göre oy vereceği konusu da, mutlaka geniş çaplı ayrı bir araştırma konusu olmalıdır.

Seçimi kazanmak, dilek ve temennilerle değil, bilimle sağlanabilir.

Assos’ta kültür katliamı

Örsan K. ÖymenÖrsan K. Öymen
19 Eylül 2022, Cumhuriyet

 

Felsefe ve bilim tarihinin en önemli düşünürlerinden birisi olan Aristoteles’in, Çanakkale ilinde yer alan Assos Antik Kenti’nde yaşamış olması, Assos’u önemli kılan özelliklerin başında gelir.

Aristoteles, MÖ 384 yılında Makedonya bölgesinde, bugünkü Selanik kentinin yakınlarında bulunan Stagira’da doğmuştur; Platon’un Atina’da kurduğu Akademeia adlı okulda eğitim görmüştür.

Aristoteles, Platon’un ölümünden sonra, Atina’da yaşadığı çeşitli baskılar sonucunda Anadolu’ya sığınmıştır ve MÖ yaklaşık 347-344 yılları arasında Assos’ta yaşamıştır. Aristoteles, Assos’un hükümdarı Hermias’ın yeğeni Pythias ile evlenmiştir, bu evlilikten bir çocuğu olmuştur.

Aristoteles, Assos’tan ayrıldıktan sonra Makedonya’da Büyük İskender’in hocası olmuştur, daha sonraki yıllarda Atina’ya geri dönerek Lykeion adlı okulu kurmuştur. MÖ 322 yılında Euboia (Eğriboz) adasında Halkis’te ölen Aristoteles, epistemoloji, mantık, ontoloji, metafizik, etik, siyaset felsefesi, estetik, fizik, astronomi, biyoloji, zooloji alanlarında birçok önemli eser yazmıştır.
***
Antik tiyatrosuyla, tapınağıyla, agorasıyla, nekropolisiyle ve surlarıyla mimari açıdan da çok önemli bir kültür mirası olan Assos, Çanakkale Kültür Varlıklarını Koruma Bölge Kurulu’nun 30 Ekim 2013 tarihli ve 1205 sayılı kararıyla, 1. derece arkeolojik sit alanı olarak belirlendi.

İçişleri Bakanlığı, Çanakkale Valiliği ve AFAD ise 2020 yılında, Assos’taki falezlerden kayaların düşmesi tehlikesi olduğunu tespit ederek bu tehlikenin önlenmesine yönelik bir çalışma başlattı.

Bu alanda uzman jeologlar ve mühendisler, kayaların düşme tehlikesinin, tarihi ve arkeolojik bölgeye zarar verilmeden lokal (AS: yerel) bir işlemle giderilebileceğini açıkladıkları halde, hükümet bölgeye kepçeyle, hafriyat kamyonuyla, dinamitle, iş makineleriyle girerek tarihi ve arkeolojik bir alanda olan tepeleri ve falezleri, bir taşocağı manzarasına yol açacak biçimde oydu ve ortadan kaldırdı!

Bölgede arkeolojik kazı yapan üst düzey yetkililere göre, bu esnada, toprak altında veya üstünde yer alan birçok arkeolojik eser yok oldu veya zarar gördü, bazıları kurtarıldı, bazıları kurtarılamadı!

İşin en korkunç yanı, kültürü ve tarihi koruması gereken Kültür ve Turizm Bakanlığı bu konuda İçişleri Bakanlığı ile işbirliği yaptı, Çanakkale Kültür Varlıklarını Koruma Bölge Kurulu, 16 Aralık 2020 tarihli ve 6603 sayılı kararıyla, söz konusu projeyi onayladı!

İçişleri Bakanlığı’na, Kültür ve Turizm Bakanlığı’na ve yürütülen hukuk dışı işleme karşı dava açanlar bu davayı kazandılar. Çanakkale 2. İdare Mahkemesi, 24 Mayıs 2022 tarihli 2022/423 sayılı kararı ile Assos’ta gerçekleşen işlemin, Kültür ve Tabiat Varlıklarını Koruma Yüksek Kurulu’nun 5 Kasım 1999 tarihli ve 658 sayılı kararına ve Kültür Varlıklarını Koruma Yüksek Kurulu’nun 7 Nisan 2016 tarihli ve 562 sayılı kararına aykırı olduğunu; Çanakkale Kültür Varlıklarını Koruma Bölge Kurulu’nun 6603 sayılı kararının hukuka aykırı olduğunu; dava konusu olan işlemin, 1. derece arkeolojik sit alanı olan bir bölgede yapılaşmayı içerdiğini ve afetle ilgili olarak alana müdahalenin, Kültür ve Turizm Bakanlığı tarafından oluşturulması gereken bir bilim kurulunun denetiminde gerçekleşmediğini, oybirliğiyle karara bağladı.
***
Assos’ta bir kültür katliamı gerçekleştiren Kültür ve Turizm Bakanlığı bu hafta, “Troya Kültür Yolu” oluşumu, Çanakkale Kültür, Sanat ve Yaşam Derneği, Trakya Üniversitesi ve Nadas Otel ile birlikte bölgede, “Assos Felsefe Okulu” adlı bir etkinlik düzenliyor!

AKP hükümeti ve onun peşinden sürüklenenler, Felsefe Sanat Bilim Derneği bünyesinde zaten gerçekleşen ve 22 yıldır düzenlenen “Assos’ta Felsefe /Assos Felsefe Akademisi” etkinliğini yok sayarak, yıllarca verilen emeğe saygısızlık yaparak, mevcut ve başarılı bir projeyi taklit etmeye çalışarak, erdemsizlik yolunda ilerlemeye devam ediyor!

Bu aynı zamanda, Aristoteles’in ahlak, erdem, adalet ve cesaret konusundaki düşüncelerine ihanetin de bir fotoğrafıdır!

Assos’ta Felsefe / Assos Felsefe Akademisi

Örsan K. ÖymenÖrsan K. Öymen
12 Eylül 2022, Cumhuriyet

Cumhuriyet gazetesinde son dört yılda yazdığım 200’ü aşkın köşe yazısı içinde, sadece bir yazımda, şahsıma yönelik saldırılara yanıt vermek zorunda kaldım. Bu yazı da ikinci örnek olacak.

Bu sefer konu, 22 yıldır Çanakkale ili, Ayvacık ilçesi, Behramkale köyündeki Assos antik kenti bölgesinde düzenlediğim, “Assos’ta Felsefe / Assos Felsefe Akademisi” etkinliğine yönelik sabotajlar, çıkarılan zorluklar, projenin üzerine çökme girişimleri, projeyle ilgili yürütülen taklitçilik faaliyetleri ve proje hırsızlığıdır.
***
“Assos’ta Felsefe / Assos Felsefe Akademisi”, Türkiye Cumhuriyeti tarihinde, felsefe alanında, nitelikten taviz vermeden, uluslararası ve ulusal çerçevede, 20 yılı aşkın bir süre düzenli olarak gerçekleşen, sürdürülebilir olduğunu kanıtlamış, ilk ve tek etkinliktir.

Felsefe tarihinin en önemli filozoflarından birisi olan Aristoteles’in bir dönem yaşadığı Assos’ta, yılda iki defa, temmuz ayında uluslararası, şubat ayında ulusal boyutta gerçekleşen bu sempozyum etkinliğine, dünya çapında önemli felsefeciler, öğretim üyeleri, profesörler, doçentler, yardımcı doçentler, konuşmacı olarak katıldı.

Bu bağlamda, Cambridge Üniversitesi, Harvard Üniversitesi, Yale Üniversitesi, Sorbonne Üniversitesi, New York Üniversitesi, Columbia Üniversitesi, Kaliforniya/ Berkeley Üniversitesi, Arizona Üniversitesi, Bologna Üniversitesi, Humboldt Üniversitesi gibi dünya çapında önemli üniversitelerden 140’ı aşkın öğretim üyesi etkinlikte konuşmacı oldu.

Türkiye’den de Orta Doğu Teknik Üniversitesi, Boğaziçi Üniversitesi, Bilkent Üniversitesi, İstanbul Üniversitesi, Ankara Üniversitesi, Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi, Hacettepe Üniversitesi, Ege Üniversitesi gibi birçok üniversiteden 70’i aşkın öğretim üyesi etkinliğe konuşmacı olarak katıldı.

Bilgi felsefesi, bilim felsefesi, varlık felsefesi, ahlak felsefesi, siyaset felsefesi, sanat felsefesi, dil felsefesi, zihin felsefesi, din felsefesi gibi felsefenin birçok alanında gerçekleşen toplantılarda, bugüne kadar 8 bini aşkın katılımcı yer aldı.

Bu sempozyumlardan birisinde sunulan bildiriler, dünyanın en önemli akademik yayınevlerinden birisi olan Cambridge Üniversitesi Yayınları (CUP) tarafından kitap olarak yayımlandı.

Herkese açık ve ücretsiz olan, kâr amacı gütmeden, Felsefe Sanat Bilim Derneği bünyesinde düzenlenen bu etkinlik, özgün bir proje olarak büyük ilgi gördü, medyada etkinlikle ilgili 100’ü aşkın haber yayımlandı; etkinlik Assos’un hem uluslararası hem de ulusal çapta tanıtılmasına da büyük katkı sağladı.
***
Kültür ve Turizm Bakanlığı ise iki yıl önce, ören yerlerinin bu etkinlik için ücretsiz tahsis edilmesi uygulamasına son verdi ve ücret talep etmeye başladı! Bakanlık bununla da yetinmedi, ABD’den, Kanada’dan, Britanya’dan, Avrupa Birliği ülkelerinden yabancı akademisyenlerin de katıldığı açılış kokteylinde yöresel şarap ikram edilmesini de yasakladı!

Bakanlık bu yıl da bardağı taşıran son damlaya imza atarak “Troya Kültür Yolu” adlı oluşum ve bu yıl kurulan Çanakkale Kültür Sanat ve Yaşam Derneği ile birlikte Assos Felsefe Okulu adı altında bir etkinlik düzenlemeye başladı! Bu çerçevede, bir iki felsefeciyle birlikte felsefe alanında uzman olmayanlar da konuşmacı olarak davet edildi.
***
Türkiye’de Miletos, Efesos, Klazomenae, Sinope, Soli-Pompeiopolis, Lampsakos gibi felsefe tarihi açısından en az Assos kadar önemli birçok antik kent varken ve buralarda düzenli bir etkinlik gerçekleşmezken Assos’un özellikle seçilmiş olması nasıl açıklanabilir?!

Assos’ta “Kayaları ıslah edeceğiz” diye birinci derece arkeolojik SİT alanını yerle bir ederek suç işleyen odaklar, şimdi de “Assos’ta Felsefe / Assos Felsefe Akademisi” etkinliğini hedef almıştır!

Yaratıcı olmak veya var olan iyi bir şeyi desteklemek yerine, var olan iyi bir şeyi yıkmak veya onun üzerine konmaya çalışmak veya onu taklit etmek, nasıl bir ruh halinin yansımasıdır?!

Türkiye’nin uygarlık ve kültür yolunda gelişmesi için öncelikle bu sorunun yanıtını bulmak gerekir!

Emperyalizm ve İslamcılık

Örsan K. Öymen
Örsan K. Öymen
05 Eylül 2022, Cumhuriyet

Siyaset bilimci Samuel Huntington, “Medeniyetler Çatışması” adlı eserinde, Batı uygarlığıyla Doğu’daki İslam uygarlığı arasındaki çatışmalara dikkat çektiğinde, bu tezi ilk eleştiren kişilerden birisi felsefeci ve dil bilimci Noam Chomsky olmuştu.

Chomsky, Huntington’ın iddia ettiği gibi Batı ile Doğu arasında bu bağlamda bir çatışmanın olmadığını, başta ABD olmak üzere Batı’nın, emperyalizmin bir sonucu olarak nüfusun çoğunluğunun Müslüman olduğu birçok ülkede İslamcı hareketleri desteklediğini, aksine ulusalcı ve laik yönetimlere ve hareketlere karşı mücadele ettiğini vurgulamıştı.
***
Suudi Arabistan, Katar, Birleşik Arap Emirlikleri, Kuveyt, Afganistan, Pakistan, Mısır, Türkiye, Suriye, Libya gibi ülkelerdeki İslamcı, köktendinci, teokratik yönetimler veya hareketler, ABD tarafından yıllarca desteklenmiştir.

Suudi Arabistan, petrol ve savunma sanayi alanında, ABD’nin en büyük ticari ortaklarından birisidir. ABD’nin bu ülkede birçok askeri üssü bulunmaktadır.

Pakistan’daki İslamcı hareketler, ABD destekli Ziya ül Hak diktatörlüğü döneminde gelişmiştir. Afganistan’daki İslamcı, şeriatçı güçler, Pakistan’da korunmuş ve kollanmıştır.

Afganistan’daki El Kaide ve Taliban hareketi, ABD’nin 1980’li yıllardan itibaren (AS: başlayarak) İslamcı, köktendinci hareketlere verdiği desteğin sonucunda doğmuştur.

ABD, Taliban ile çatışma haline girdiği yıllarda bile, Irak’ı işgal ettiği dönemde Irak’a gönderdiği asker sayısından, on binlerce daha az sayıda askerini Afganistan’a göndermiştir ve yıllar sonra da bütün askerlerini geri çekmiştir.

ABD’nin, Afganistan’daki İslamcı, köktendinci hareketlerle yıllarca yaptığı işbirliğini hazmedemeyenler, görünüşleri gerçeklik sananlar, ABD’nin Afganistan’dan yenilerek çekildiği hurafesine sarılmışlardır, Huntington’ın tezlerinin çerez malzemesi konumuna düşmüşlerdir.

Suriye’de ve Libya’da, ABD’nin, “Arap Baharı” adı altında desteklediği İslamcı ve köktendinci hareketler, Arap kâbusuyla sonuçlanmıştır; Libya ve Suriye’de çıkan iç savaşta, yüz binlerce insan yaşamını yitirmiştir; iki ülke de bölünmüş ve parçalanmıştır.

Türkiye’de, Kenan Evren’in öncülüğündeki 12 Eylül askeri darbesi, ABD tarafından desteklenmiştir; bu darbeden sonra, sosyalist, komünist, sosyal demokrat, demokratik solcu, Atatürkçü, Kemalist hareketlerin etkisiz hale getirilmesinin ve bölünüp parçalanmasının bir sonucu olarak Türkiye’de, RP, AKP ve Fethullah Gülen hareketi üzerinden, İslamcı, köktendinci siyasetçiler iktidara gelmiştir.

Atatürk devrimlerinin ve ilkelerinin, sosyal demokrasiyle bağdaşmadığını savunarak CHP’yi bölmek ve parçalamak operasyonunun arkasında da ABD emperyalizmi vardır. Cehaletin ve bilgisizliğin sonucunda, emperyalizmin bu oyununa alet olanlar, bu nedenle çok dikkatli olmalıdırlar!
***
AKP Genel Başkanı ve “Cumhurbaşkanı” Recep Tayyip Erdoğan’ın desteğiyle Türkiye Büyük Millet Meclisi başkanı yapılan ve Erdoğan tarafından yıllardır korunup kollanan İsmail Kahraman adlı şahsın, Türkiye’deki kentlerin, Mustafa Kemal Atatürk tarafından, emperyalist güçlerin işgalinden kurtarılmasının kutlanmasına karşı olduğunu açıklamasına, bu nedenlerle şaşırmamak gerekir.

Bu zat birkaç yıl önce de laiklik ilkesinin anayasada olmasına karşı olduğunu ilan etmişti!

Aynı zat 1960’lı yıllarda, ABD’nin 6. Filosu’nu protesto eden vatansever solculara saldıran faşist ve dinci örgütlenmeye liderlik etmişti!

  • İsmail Kahraman geçmişte de emperyalizmin uşağı idi,
    bugün de emperyalizmin uşağıdır!

Yine Erdoğan tarafından Cumhurbaşkanlığı protokolünde ağırlanan ve “Keşke Yunan galip gelseydi” diyen Kadir Mısıroğlu ne ise İsmail Kahraman da odur!
***

  • MHP de Türkiye’de kurulan bu emperyalist mekanizmanın parçasıdır.

MHP’nin kurucusu Alparslan Türkeş, ABD’de askeri okullarda eğitim almıştır, ABD ve CIA ile her zaman yakın ilişkiler içinde olmuştur.

MHP 1970’lerde CIA destekli “Kontrgerilla” hareketinin bir parçası olduğu gibi, AKP’ye verdiği destekle, bugün de ABD’nin hizmetinde hareket etmeye devam etmektedir!

Emperyalizme karşı gerçek bir mücadelenin demokratik, laik, sosyal bir hukuk devletinin kurulmasıyla verilebileceğini kavrayamayanlar, büyük bir tarihsel yanılgı içine düşmüşlerdir!

Vatansever olduğunu iddia edenler, dogmatik uykularından uyanmadıkları sürece, Türkiye’nin yaşanan kâbustan kurtulması olanaksızdır!

28 Şubat kumpası

Örsan K. ÖymenÖrsan K. Öymen
Cumhuriyet, 22 Ağustos 2022

 

Yaklaşık bir yıl önce, emekli komutanlar ve askerler Çevik Bir, Çetin Doğan, Hakkı Kılınç, Cevat Temel Özkaynak, Erol Özkasnak, Fevzi Türkeri, Yıldırım Türker, İlhan Kılıç, Aydan Erol, Kenan Deniz, Ahmet Çörekçi, Çetin Saner, İdris Koralp ve Vural Avar, hukuka aykırı bir biçimde tutuklandılar.

Böylece, “Ergenekon”, “Balyoz”, “OdaTV”, “Casusluk” ve “Gezi” adıyla anılan sahte yargı süreçlerine ve kumpaslara bir yenisi daha eklendi, yargı bağımsızlığını güvence altına alan anayasanın 138. maddesi, AKP hükümeti tarafından bir kez daha ihlal edildi.
***
1990’lı yıllarda Türkiye’de, laiklik karşıtı siyasal örgütlenmeler ve laiklik karşıtı terör örgütlenmeleri, paralel biçimde yükselişe geçti.

Refah Partisi, 1991 genel seçimlerinde %17 oy aldı ve 1995 genel seçimlerinde %21 oy alarak 1. parti oldu.

1990 yılında, Atatürkçü Düşünce Derneği kurucu genel başkanı-hukukçu Muammer Aksoy, ilahiyatçı-yazar, SHP parti meclisi üyesi Bahriye Üçok, yazar-araştırmacı Turan Dursun, gazeteci-yazar Çetin Emeç; 1993 yılında gazeteci-yazar Uğur Mumcu; 1999 yılında siyaset bilimci-yazar Ahmet Taner Kışlalı katledildi.

1993 yılında yazar Aziz Nesin’in ve Alevi sanatçıların hedef alındığı Sivas’taki olaylarda, aralarında Asım Bezirci, Nesimi Çimen, Muhlis Akarsu, Metin Altıok, Hasret Gültekin, Edibe Sulari, Asaf Koçak, Behçet Aysan, Mehmet Atay, Uğur Kaynar, Muammer Çiçek’in de bulunduğu 33 sanatçı ve Pir Sultan Abdal Derneği üyesi yakılarak katledildi.

Söz konusu aydınlar katledilmeden önce, yıllarca RP’li siyasetçiler ve onları destekleyen yayın organları tarafından hedef gösterildi!

Laiklik karşıtı kesimin, üniversitelerdeki başörtüsü (AS: Türban!) yasağından dolayı kendisini mağdur ilan ettiği yıllarda, laikliği ve Mustafa Kemal Atatürk’ün devrimlerini savunanların can güvenlikleri bile yoktu!

Bu yıllarda en büyük mağduriyeti yaşayanlar, üniversitede başörtüsü yasağına maruz kalanlar değil, laiklik karşıtı teröristler tarafından katledilenler, laikliği ve Cumhuriyet Devrimlerini savunanlardı.
***
28 Şubat 1997’de, RP Genel Başkanı Necmettin Erbakan’ın başbakan, DYP Genel Başkanı Tansu Çiller’in başbakan yardımcısı olduğu koalisyon hükümeti döneminde, Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel’in başkanlığında toplanan Milli Güvenlik Kurulu, laiklik karşıtı örgütlenmelerin önlenmesine yönelik kimi somut önerilerde bulunan bir bildiri yayımladı.

Bu gelişmeden sonra hükümet ile cumhurbaşkanı, hükümet ile Türk Silahlı Kuvvetleri arasında gerginlikler yaşandı, DYP’den birçok milletvekili, RP ile koalisyon ortaklığına karşı çıktı, birçok DYP milletvekili istifa etti ve RP-DYP koalisyon ortaklığı için gerekli çoğunluk ortadan kalktı, hükümet düştü.
***
Bunun üzerine, “ikinci cumhuriyetçi” neoliberaller ile birlikte, Abdullah Gül, Recep Tayyip Erdoğan, Bülent Arınç gibi RP’li siyasetçiler, “postmodern darbe” söylemine başvurdular. Oysa ortada ne bir darbe vardı ne de bir darbe girişimi.

ABD destekli 12 Mart ve 12 Eylül darbeleri konusunda yeterince sesini çıkarmayan laiklik karşıtı siyasetçiler, teokrasiyi demokrasi olarak pazarladılar. Üniversiteler ve medya da bu kirli oyuna alet oldu!

Erdoğan, Gül ve Arınç daha sonra AKP’yi kurdu; AKP iktidar oldu ve 2008 yılından itibaren (AS: başlayarak)

  • AKP demokratik, laik, hukuk devletini ortadan kaldırarak anayasal düzeni yıktı ve sivil darbe yaptı!

1997’de anayasal düzen hatırlatması yapan, bugün 70 yaşın üzerinde ve ciddi sağlık sorunları olan komutanlar ise darbe yaptıkları iddiasıyla hapishaneye yollandı!

İşadamı Osman Kavala’nın ve eski HDP Eşbaşkanı Selahattin Demirtaş’ın hukuka aykırı biçimde hapishanede tutulmasını eleştirenlerin, 28 Şubat kumpasından dolayı hapiste yatan komutanlara ve askerlere sahip çıkmamaları, büyük bir çelişki ve ikiyüzlülüktür.

ABD ve Avrupa Birliği emperyalizmi, “Ergenekon”, “Balyoz”, “OdaTV” ve “Casusluk” kumpaslarında nasıl üç maymunu oynadıysa, 28 Şubat kumpasında da aynı tavrı sergilemektedir!

  • Muhalefetin, bu konuda ABD’nin ve AB’nin gölgesinde kalması ise utanç vericidir!

Yaşam ve ölüm

Örsan K. Öymen
Örsan K. Öymen
08 Ağustos 2022, Cumhuriyet

Antik Yunan filozofu Epikuros, yaşam varken ölümün var olmadığını, ölüm varken yaşamın var olmadığını, dolayısıyla insanın kendi ölümünü hiçbir zaman deneyim etmediğini, bu nedenle ölümle ilgili olarak korkmanın, huzursuz olmanın ve acı çekmenin gereksiz olduğunu savunmuştu.

Epikuros’un bu görüşü, bazı kişilerin kendi ölümleriyle ilgili olarak bazı korkularını, huzursuzluklarını ve acılarını belli bir ölçüde bertaraf etmesini sağlayabilse de, kişinin kendi ölümünün ve yok olmasının doğuracağı varoluşsal korkuları, endişeleri, huzursuzlukları ve acıları kökten ortadan kaldırmayacağı gibi, başkalarının ölümü sonucunda gelişen acıları da ortadan kaldırmaz.
***
Yaşamın geçici olması, doğum gibi ölümün de var olması, yaşamın sorgulanmasına yol açan temel unsurlardan birisidir.

İnsan neden doğar, neden ölür?

Buna dair birçok bilimsel açıklama elbette ortaya konabilir. Ancak sorgulayan insan aynı zamanda, insanın doğumuna ve ölümüne dair biyolojik, anatomik ve tıbbi açıklamaların ötesine de geçmek ister. Yaşamı ve ölümü anlamlandırmak isteyen kişi, yaşama ve ölüme dair bir amaç bulmaya çalışır.

Bazıları buna dair dinsel, bazıları felsefi, bazıları hem dinsel hem felsefi açıklamalar getirir. Dinsel açıklamalar birçok insan için rahatlatıcı olsa da, sorgulayıcı ve kuşkucu bir akıl için dinsel söylemler ikna edici değildir.

Erdem, adalet, özgürlük, yaratıcılık gibi amaçlar, felsefi açıklamalara yönelen birçok insan için yaşamı anlamlı kılar. Ancak yaşamın geçici olmasıyla ilgili sorun en derinde yine çözümsüz kalır.

Tek tek insanların yaşamlarının geçici olması düşüncesinden, insanlığın kalıcı olduğu düşüncesine geçerek, bu sorunun çözümsüzlüğünün yarattığı korku, endişe, huzursuzluk ve acı belki belli bir ölçüde aşılabilir.
***
İnsanın sevdiklerinin ölmesi, örneğin bir insanın annesini, babasını, çocuğunu, eşini, sevgilisini, dostunu kaybetmesi durumu karşısında ise bütün dinsel ve felsefi açıklamalar, evrenin uzak bir köşesindeki bir toz bulutuna dönüşür.

Böyle bir ölüm karşısında çekilen acı, insanı, ölüm gibi yaşamın da saçma olduğu düşüncesine sevk eder. Böyle anlarda insan, yaşamın ya hiç var olmamasını ya da sonsuza dek var olmasını ister. Böyle anlarda insan, geçici yaşamı kabullenemez. İnsanın sevdiği birisi ölünce, insan onunla birlikte ölmek ister, insan yaşama istencini kaybeder.

Sevmek ve sevilmek karşısında tüm sözler ve düşünceler anlamını yitirir, yetersiz kalır. Çünkü sevmek ve sevilmek bir bütündür. Sevenler yok olduğunda, evren, dünya ve yaşam insanın başına yıkılır.
***
Yaşam ölüm ile sonlandığı için trajiktir. Hatta ölüm, yaşayan bir şeydir. Çünkü ölüm, başkalarının ölümü üzerinden, insanın peşini, yaşarken hiç bırakmaz. İnsan yaşarken, kendisinin de başkalarının da öleceğinin bilincinde olarak yaşar. İnsan, bir yandan sevdiklerinin ölümü nedeniyle acı çeker, bir yandan da kendi ölümü konusunda varoluşsal endişeler taşır.

Buna rağmen çoğu insan umut etmeye devam eder. Umut, yaşama içgüdüsünün tetiklediği bir duygudur. Sevenlerin ve sevilenlerin ölümü nedeniyle insan belli bir süre yaşama istencini yitirse de, yaşamak istenci genellikle ölmek istencini eninde (AS: Önünde) sonunda aşar. Zaman, genellikle yaşamak istencinin lehine işler.

Umut etmek, ümitli olmak, umut edilen şeyin gerçekleşeceği anlamına gelmez. Umut zihinsel bir tasarımdır. Umut özneldir. Umut nesnel olgularda karşılığı olan bir şey değildir. Umut bir duygudur. Umut, olanla değil, olmasını istediğimizle ilgilidir.

Buna rağmen olmasını istediğimiz şeyin olabilmesi için, umut etmek bir önkoşuldur. Umut varoluşsal bir önkoşuldur. Ölüme rağmen yaşama bağlanmak ve yaşamı olumlamak, ancak umut etmekle olanaklıdır.

Umut yoksa tek olasılık ölümdür. Umut varsa, geçici olan yaşam da olasılıklardan bir tanesidir.

Sosyal demokrasi

Örsan K. Öymen
Örsan K. Öymen
11 Temmuz 2022, Cumhuriyet

 

İdeolojiler, belli bir ideolojiyi savunan kişilerin eylemleri üzerinden değil, kavramlar ve kuramlar üzerinden anlaşılmaya çalışılmalıdır. Örneğin, kendilerini komünist olarak tanımlayanların yapıp ettikleri üzerinden komünizm üzerine, kendilerini sosyal demokrat olarak tanımlayanların yapıp ettikleri üzerinden sosyal demokrasi üzerine bir değerlendirme yapılamaz.

Vladimir İliç Lenin, Leon Troçki, Fidel Castro, Mao Zedong, Ho Chi Minh, Josef Stalin, Kim İl-Sung gibi siyasetçiler ve liderler kendilerini komünist olarak tanımlamış olsalar da, sık sık Karl Marx’ın ve Friedrich Engels’in geliştirdiği komünizm kuramından uzaklaşmışlardır. Komünizmi, söz konusu siyasetçilerin ve liderlerin uygulamaları üzerinden tanımlamak, komünizmi anlamamak demektir.

Hatta Engels’in kendisi bile, babasının sahibi olduğu ve işçilerin sömürüldüğü fabrikalarda uzun yıllar yönetim kademesinde çalışmak zorunda kalarak kendi savunduğu kuramlarla çelişki içine düşmüştür. Engels’in bu çelişkisi üzerinden, kendi geliştirdiği komünizm kuramı eleştirilemez. Kavramlara, kuramlara ve akıl yürütmelere karşı eleştiriler, yine kavramlar, kuramlar ve akıl yürütmeler üzerinden gerçekleştirilebilir.

Sosyal demokrasiye önemli kavramsal ve kuramsal katkılarda bulunan Alman Sosyal Demokrat Partisi’nin önde gelen kuramcılarından Eduard Bernstein’ın ve Karl Kautsky’nin, bazı konularda aldıkları yanlış kararlar ve emperyalizm sorunu konusundaki hatalı analizleri üzerinden, sosyal demokrasi kuramı da toptan eleştirilemez.

Bu aynı zamanda mantık biliminin de temel ilkelerinden birisidir. Geliştirilen bir akıl yürütmeye karşı akıl yürütmek ve çıkarım yapmak yerine, o akıl yürütmeyi geliştiren kişiyi karalamak, damgalamak ve bunun üzerinden o kişinin akıl yürütmesini çürütmeye çalışmak, ad  hominem yanılsaması olarak bilinir.
***
İkinci Dünya Savaşı’ndan önce sosyal demokrasi, komünizm gibi sınıfsız toplumu hedefliyordu ve üretim araçlarının özel mülkiyetine karşı çıkıyordu. Rusya Sosyal Demokrat İşçi Partisi, 1917 yılında Lenin’in öncülüğünde sosyalist-komünist devrimi gerçekleştirdi. Bu parti daha sonra Sovyetler Birliği Komünist Partisi’ne dönüştü.

Lenin devrimi savunurken, Bernstein evrimi ve çok partili parlamenter sistem aracılığıyla sınıfsız topluma geçilmesini savunuyordu. Bernstein, devrimin sancılı bir süreç olmasından dolayı karşıdevrim sürecine yol açacağını, bunun da işçi sınıfının çıkarlarına aykırı olduğunu, sosyalizme adım adım ilerlemenin daha gerçekçi bir yol olduğunu düşünüyordu.

İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra ise sosyal demokrasi, sınıfsız toplum modeli yerine, sınıflar arası uçurumu asgari düzeye çekmek; üretim araçlarında özel mülkiyeti ortadan kaldırmak yerine, özel sektöre alternatif güçlü bir kamu sektörü oluşturmak, bu anlamda karma ekonomik modeli uygulamak; daha çok kazanandan daha fazla vergi almak, düşük gelirli kesimin vergi yükünü azaltmak; işçinin işveren karşısındaki haklarını koruyan sendikaları desteklemek ve güçlendirmek; herkese ücretsiz ve nitelikli eğitim ve sağlık hizmetleri vermek gibi yöntemleri benimsedi. Bu süreçte sosyal demokrasi, kapitalizm ile komünizmin bir sentezine dönüştü ve komünizmden daha da uzaklaştı.

İsveç Sosyal Demokrat Partisi’nin lideri Olof Palme ve Alman Sosyal Demokrat Partisi’nin lideri Willy Brandt, bu ilkeleri Avrupa’da uygulamaya koyan önemli siyasetçiler arasında sayılabilirler.
***
1960’lı ve 1970’li yıllarda Avrupa’daki sosyal demokrat partilerin savunduğu bu ilkeler, CHP’nin kurucusu ve ilk genel başkanı Mustafa Kemal Atatürk’ün savunduğu ilkelerle büyük benzerlikler taşıyordu. Atatürk’ün, 1920’li ve 1930’lu yıllarda Halkçılık ve Devletçilik ilkeleriyle ve karma ekonomik model uygulamasıyla, Batı Avrupa’da 1960’larda ve 1970’lerde gelişen sosyal demokrasiyi öncelediği söylenebilir.

CHP’nin “Altı Ok” olarak da bilinen ilkelerini, 1970’lerden başlayarak demokratik solculuk ve sosyal demokrasi ile tamamlaması, yapay bir eklemleme değil, tarihsel süreçle gelişen organik bir bütünleşmedir.

Bunun aksini savunarak CHP’nin bölünmesine hizmet eden iki kesim ise “ikinci cumhuriyetçi” neoliberaller ve Batıfobik Avrasyacılardır!