Etiket arşivi: Örsan K. Öymen

Laiklik ve Alevilik

Örsan K. Öymen
Örsan K. Öymen
Cumhuriyet, 13 Haziran 2022

 

Türkiye’deki laiklik karşıtı siyasi hareketlerden dolayı en fazla ezilen ve hedef haline getirilen kesimlerden birisi Alevilerdir.

  • Çünkü Alevilik, mezhebin doğası ve özü gereği laiklik ilkesiyle barışıktır.

Alevi olup da laiklik karşıtı köktendinci hareketlerin içinde yer alan vatandaş bulmak neredeyse olanaksızdır.

Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucusu olan Mustafa Kemal Atatürk’ün Aydınlanma devrimlerine Alevilerin büyük çoğunluğu sahip çıkmıştır. Aynı şey ne yazık ki Sünni mezhebinden olanlar için söylenemez. Sünnilerin bir kısmı Atatürk’ün aydınlanma devrimlerine sahip çıkarken bir kısmı da köktendinci İslamcı siyasete yönelmiştir.

Türkiye’de Aleviler, devlet kurumlarında üst düzey makamlara atanmak konusunda ayrımcılığa uğramıştır.

  • Camide değil, cemevinde ibadet eden Alevilerin köylerine cami inşa edilmiştir.

Diyanet İşleri Başkanlığı’nın bütçesinden cemevlerinin yararlanması engellenmiştir. Ramazanda oruç tutmayan Aleviler hakarete ve saldırıya uğramıştır.

İmam hatip okulları, Kuran kursları, ilahiyat fakülteleri, İslami ilimler fakülteleri, zorunlu din dersi uygulaması, “4+4+4” eğitim modeli, cemaatler ve tarikatlar, laikliği savunan halk kesimleriyle birlikte, Alevileri ve Aleviliği asimilasyona uğratmak işlevini görmektedir.

Alevilik, İslam dininin içinde bir mezhep olduğu halde, köktendinci siyasetçiler, cemaatler ve tarikatlar, İslam dinini sünni mezhebine indirgemiştir, Aleviliği İslamdan sapmak olarak yorumlamıştır.

Çünkü Türkiye’deki laiklik karşıtı köktendinci odaklar, İslam dinini Arap din adamlarının yazdıkları hadisler üzerinden yorumlamışlardır, laiklik ilkesine karşı çıktıkları gibi, Kuran’ın özüyle ve Yunus Emre, Mevlana, Hacı Bektaş Veli, Şeyh Bedrettin, Pir Sultan Abdal gibi Anadolu’da yaşamış olan düşünürlerle ilgilenmemişlerdir.

  • Alevilik, Anadolu kültürüyle bütünleşmiş bir mezheptir.

Laiklik karşıtı hareketler ise köktendinci Arap din adamlarından beslenmiştir.

***
Laiklik, dinin, devlet, siyaset, ekonomi, hukuk ve eğitim işlerine karışmaması, bu alanları esir almaması, bu koşulla devletin de özgür iradesiyle dindar olmayı seçen vatandaşın dini inanç ve ibadet özgürlüğünü ve özgür iradesiyle dinsiz olmayı seçen vatandaşın dünya görüşünü ve yaşam biçimini güvence altına almasıdır.

Laiklik, belli bir dinin, mezhebin, dünya görüşünün topluma dayatılmasının önlenmesidir.

  • Laiklik yaşamın ilahiyata indirgenmemesidir, dünyevi yaşamın dışlanmamasıdır.

Laiklik, Müslümanların, Sünnilerin, Alevilerin, Şiilerin, Hıristiyanların, Katoliklerin, Protestanların, Ortodoksların, Musevilerin, Budistlerin, Hinduistlerin, Şintoistlerin, Konfüçyüsçülerin, Şamanistlerin, ateistlerin, agnostiklerin, deistlerin, panteistlerin bir arada barış içinde yaşamasının sağlanmasıdır.

Laikliğin olduğu bir devlette, kimse dininden, mezhebinden, dünya görüşünden dolayı ayrımcılığa uğramaz.

Laikliğin geçerli olduğu bir ülkede, belli bir dinin ve mezhebin yaşam tarzı topluma dayatılmaz.

  • Laiklik, farklılıkları bir arada tutan, ulusal bütünlüğü ve üniter yapıyı koruyan temel ilkelerden birisidir.

Laikliğin olmadığı bir yerde, din, mezhep ve dünya görüşü üzerinden bölünme, parçalanma ve kutuplaşma olur. Emperyalizm bu nedenle laiklik karşıtı hareketleri her zaman destekler.

***
Türkiye’de 20 yıldır iktidarda olan AKP hükümeti, laiklik karşıtı hareketlerin odağında yer almaktadır.

Cumhuriyet Halk Partisi yönetiminin son yıllarda laiklik ilkesinin ihlal edilmesiyle ilgili sorunları neredeyse yok sayması, laiklik kavramını ve terimini literatüründen çıkarması, böylece hem anayasa hem de kendi parti programı ve tüzüğü ile çelişkiye düşmesi, Alevilere yapılabilecek en büyük kötülüklerden birisidir.

  • Laiklik ilkesine sahip çıkmadan, Alevilere ve Aleviliğe sahip çıkmak olanaklı değildir.

“Türkiye’de halk Alevi cumhurbaşkanı seçer mi seçmez mi?” tartışmasından siyasi rant elde etmeye çalışan CHP yöneticileri bununla zaman kaybedeceklerine, laiklik ilkesine sahip çıksalar, Alevilere ve Aleviliğe çok daha büyük bir iyilik yapmış ve samimiyetlerini kanıtlamış olurlar.

Laikliğin özümsendiği bir toplumda, vatandaş bir adaya, onun dinine, mezhebine, dünya görüşüne göre oy vermez.

Laiklik, bir Alevinin de cumhurbaşkanı seçilebilmesini olanaklı kılar.

İktidarın ve muhalefetin durumu

Örsan K. Öymen
Örsan K. Öymen
Cumhuriyet, 06 Haziran 2022

 

AKP hükümetinin son bir yılda kurduğu baskılar ve uyguladığı zulümler, AKP iktidarının FETÖ olarak da anılan Fethullah Gülen’e bağlı çeteyle birlikte yürüttüğü “Ergenekon”, “Balyoz”, “Oda TV”, “Casusluk” adlı kumpas süreçlerini aratmıyor.

  • 14 komutanın ve askerin “28 Şubat” davasından dolayı hapis cezası almaları ve tutuklanmaları,
  • emekli amirallerin laiklik ve Montrö Boğazlar Sözleşmesi konusundaki kamuoyu açıklamaları nedeniyle gözaltına alınmaları ve yargılanmaları,
  • bazı gazetecilerin ve yazarların gözaltına alınmaları veya tutuklu  yargılanmaları,
  • “Gezi” protestoları nedeniyle sekiz kişinin hapis cezasına mahkûm edilmeleri olaylarından sonra, CHP İstanbul İl Başkanı Canan Kaftancıoğlu hakkında, yıllar önce sosyal medyada ifade ettiği görüşleri nedeniyle hapis cezası verildi;
  • CHP’li İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı Ekrem İmamoğlu hakkında, kendisine hakaret eden İçişleri Bakanı Süleyman Soylu’ya yanıt verdiği için hapis cezası istemiyle dava açıldı;
  • MHP Genel Başkanı Devlet Bahçeli, CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu’nu hapse yollamakla tehdit etti!

Söz konusu sahte yargı süreçlerinin, baskıların ve tehditlerin tümü,
Anayasanın 2, 6, 7, 8, 9, 11, 14, 24, 25, 26, 28, 34 ve 138. maddelerinin
fiilen ortadan kaldırıldığının ve anayasal düzeni yıkmaya yönelik
bir girişimin gerçekleştirilmekte olduğunun kanıtlarıdır.

***
Mert ve cesur insanlar, karşıtlarıyla eşit koşullarda rekabet eder, yarışır ve mücadele ederler. Kurnaz ve korkak insanlar ise karşıtlarını baskı altında tutarak sonuca ulaşmaya çalışırlar. Türkiye’de yaşanan da budur.

Bu kurnazlık ve korkaklık, onurlu, namuslu ve şerefli bir mücadele yöntemi olmadığı gibi, tümüyle boş bir çabadır. İktidar baskısı, muhalefeti mücadelesinden vazgeçirmeyeceği gibi, muhalefette olan seçmenin, seçimlerde ve sandıkta vereceği kararı da etkilemeyecektir.

Seçmen, iktidar baskısı olduğu için korkup sandıktaki tercihini değiştirmez. Gizli oy, açık tasnif yönteminin geçerli olduğu bir seçim sisteminde böyle bir şey söz konusu değildir. Seçmenin kime oy verdiği kayıt altında olmadığı için, seçmenin kararı baskı ve korkutma yöntemiyle değiştirilemez.

  • AKP’nin uyguladığı bu akıl, adalet ve vicdan dışı baskılar, sandıkta onun lehinde değil, aleyhinde bir sonuç doğuracaktır.

Bu kurnazlık ve korkaklık, sonucu değiştirmeyecektir, bu baskılar, bir öfke krizinin dışavurumu, bir kin ve intikam duygusunun anlık tatmini olmaktan öteye geçmeyecektir. Ayrıca bu kurnazlığın ve korkaklığın sonucunda ortaya çıkan anayasa ve yasadışı uygulamaların hesabı, hukuk ve bağımsız bir yargı önünde sorulacaktır.

Çıkarcılık paradigması içinde bir değerlendirme yapılacak olsa bile, AKP’nin uyguladığı bu baskıların kendisine hiçbir yararı yoktur. AKP kendi bindiği dalı kesmektedir.
***
“Cumhurbaşkanı” ve AKP Genel Başkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın geçen hafta, “Gezi” protestolarının yıldönümünü değerlendirirken, bu eylemlere katılan kadınlara hakaret ederek sürtük ifadesini kullanmasına da halk sandıkta gereken yanıtı verecektir.

  • Erdoğan’ın bu seviyesiz sözleri dünya siyaset tarihine kara bir leke olarak geçti.

Erdoğan’ın özür dileyeceğine, bu sözlerini, “Bu Gezi olaylarında sergiledikleri tutuma yakışan teşhisi koyduk. Biz hep milletimizin diliyle konuştuk” diyerek savunması, bu kara lekeyi daha da genişletti.

Kadınların, kızların; annelerin ve babaların kızlarının; erkeklerin eşlerinin namuslarına, onurlarına ve şereflerine dil uzatmanın, milletin değerleriyle ve ahlakıyla bağdaşmadığını bilmeyecek kadar milletten kopmuş olan bir kişiden de ancak böyle bir yanıt beklenirdi.
***
Bütün bunlar olup biterken, ayrıca ruhban sınıfı makam odalarında ve sokaklarda şeriat çağrısı yaparken, muhalefetteki siyasi parti liderlerinin, tescilli Atatürk düşmanı ve laiklik karşıtı Necip Fazıl Kısakürek’in gölgesinden kurtulamamaları, “özgürlükçü laiklik” gibi uyduruk kavramların arkasına saklanmaları, laikliğin özü gereği özgürlükçü olduğunu kavrayamamaları ise ancak şuursuzlukla açıklanabilir!

Finlandiya, İsveç ve NATO

Örsan K. ÖymenÖrsan K. Öymen
23 Mayıs 2022, Cumhuriyet

 

ABD’nin ve NATO’nun, genişleme stratejisine Ukrayna’yı da katması üzerine, Rusya’nın Ukrayna’yı işgal etmesi nedeniyle, Finlandiya ve İsveç’in NATO’ya üyelik başvurusunda bulunması, dünya dengelerini bir kere daha altüst etti.

Rusya, güneybatı sınırlarında NATO ile komşu olmayı önlemeye çalışırken bir anda kuzeybatı sınırlarında da NATO ile komşu olma tehlikesiyle karşı karşıya kaldı.

Oysa, İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra, NATO ile Varşova Paktı, ABD ile Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği arasında ortaya çıkan “Soğuk Savaş” döneminden beri, bu gerilimin ortasında tarafsız kalmayı başaran Finlandiya ve İsveç, aynı politikayı bugün de sürdürebilirdi.

Çünkü SSCB dağıldıktan sonra kurulan Rusya Federasyonu bu ülkeleri bir tehdit olarak görmediği gibi, bu ülkeleri, NATO’ya üye olma niyetlerini ilan edene kadar tehdit de etmemiştir.

İsveç’in ve Finlandiya’nın, kendileri için Rusya’dan bir tehdit gelmediği halde, Ukrayna’ya yönelik bir tehdit nedeniyle, Rusya’nın kendilerini de tehdit etmesine yol açacak bir karar vermeleri, halklarına ve geleceklerine karşı bir sorumsuzluktur.

Bu karar, ABD ve Rusya arasındaki gerginliği yumuşatmak yerine artırmaktadır, ayrıca İsveç’in ve Finlandiya’nın ulusal güvenliğini güvence altına alacağına, tehlikeye sokmaktadır.
***
Ekonomik, sosyal ve siyasi açıdan dünyanın en güçlü ülkeleri arasında yer alan, bağımsız olarak varlığını onlarca yıldır başarıyla sürdürebilen İsveç’in ve Finlandiya’nın, ABD ve Rusya arasındaki rekabetin oyuncağı ve piyonu haline dönüşmeleri, kendi onurlu tarihleri açısından da utanç verici bir durumdur.

İsveç Sosyal Demokrat Partisi’nin eski lideri, eski İsveç Başbakanı ve Sosyalist Enternasyonel’in önde gelen siyasilerinden birisi olan Olof Palme’nin, bağımsızlık yanlısı onurlu duruşu örnek alınacağına, ABD Devlet Başkanı Joe Biden’ın reçeteleri uygulanmıştır.

Bu çerçevede, Olof Palme’nin kim olduğunu herkesin yeniden hatırlamasında büyük yarar vardır.

Olof Palme, “Soğuk Savaş” döneminde yaşadığı halde, “Soğuk Savaş” paradigmasına ait şablonların dışında kalmayı başarmış nadir siyasetçilerden birisiydi.

Olof Palme, hem SSCB yönetimini hem de ABD yönetimini eleştiren, iki süper gücün de uydusu olmayı reddeden, İsveç’i hem NATO’nun hem de Varşova Paktı’nın dışında tutmayı başarmış bir liderdi.

Olof Palme, ABD’nin ve NATO’nun tüm uyarılarına ve itirazlarına rağmen, Fidel Castro’nun ve Che Guevara’nın öncülüğünde 1959 yılında gerçekleşen Küba devriminden sonra, Küba’ya resmi bir ziyarette bulunan ilk Batı Avrupalı liderdi.

Olof Palme, karma ekonomik modeli, ekonomik ve sosyal adalet kavramını, hem kendi ülkesi için bir hedef olarak ortaya koymuştu, hem de Sosyalist Enternasyonel’in temel ilkelerinden birisi haline getirmişti.

Olof Palme, kuzey yarımküre ile güney yarımküre arasındaki gelir dağılımı dengesizliği ve emperyalizm sorunu çözülmeden, dünyada ekonomik ve sosyal adaletin sağlanamayacağını savunmuştu ve bunu yine Sosyalist Enternasyonel’in temel ilkelerinden birisi haline getirmişti.

Olof Palme, Cumhuriyet Halk Partisi Genel Başkanı Bülent Ecevit’in yakın bir dostuydu ve CHP’nin 1970’lerde Sosyalist Enternasyonel’e üye olması için büyük bir çaba sarf etmişti.

Olof Palme, PKK’nin bir terör örgütü olduğunu görmüştü ve bu örgüte karşı önlemler almaya başlamıştı.

Olof Palme, evine ve işine sık sık yürüyerek veya bisikletle giden, halkla ve emekçi kesimle iç içe yaşayan, mütevazı bir insandı.

Olof Palme, bunların hepsinden veya bazılarından veya birisinden ötürü, başbakan iken 1986 yılında bir suikast sonucu öldürülmüştü!

Cinayeti işleyenler hiçbir zaman bulunamadı, yargı önünde hesap vermedi, dosya kapatıldı!

İsveç’in ve Finlandiya’nın aldığı bu son kararlarla, Olof Palme bir kere daha suikasta uğramıştır ve öldürülmüştür!

Arap emperyalizmi ve Türkiye’nin Araplaşması

Örsan K. Öymen
Örsan K. Öymen
16 Mayıs 2022, Cumhuriyet

 

Geçmişte Sümer, Hitit, Urartu, Asur, Yunan, Roma ve Bizans uygarlıklarına ev sahipliği yapan Anadolu coğrafyası, Orta Asya’dan Anadolu’ya göç eden Türklerin Şamanizmi terk edip, Arabistan’da 7. yüzyılda ortaya çıkan İslam dinini benimsemek zorunda kalmasından dolayı, Selçuklu ve Osmanlı imparatorlukları döneminde, Arap kültürünün etkisi altına girmeye başladı.

Araplar 7. yüzyılda önce, bölgenin en köklü uygarlıklarından birisi olan Pers uygarlığını asimile ettiler, Pers kültürünü din üzerinden Araplaştırdılar, Perslere yönelik saldırılar ve işgaller gerçekleştirerek İran-Pers topraklarındaki Zerdüşt dinini ve kültürünü ortadan kaldırdılar, Persleri İslam dinini benimsemeye zorladılar. Daha sonra, hem Araplar hem de Persler, Orta Asya’dan batıya doğru göç eden ve Şaman olan Türkleri, İslam dinini kabul etmeye zorladılar.

Ancak Anadolu’daki Arap etkisi, Selçuklu ve Osmanlı döneminde bile belirli sınırlar içinde kaldı, Anadolu’nun daha önceden var olan yerel ve yerleşik kültürleri de Orta Asya’dan Anadolu’ya göç eden Türklerin kültürü de belli bir ölçüde varlığını korumayı başardı. Anadolu’da yaşayan nüfusun, çok küçük bir azınlık dışında, hiçbir zaman Arap olmaması, halkın anadilinin Arapça olmaması, din üzerinden aktarılan Arap kültürünün etkisini belli bir ölçüde sınırladı.

Türkiye Cumhuriyeti’nin Mustafa Kemal Atatürk tarafından kurulmasıyla birlikte bu etki, laikliğin benimsenmesiyle, Türkçe dilinin Arapçanın ve Farsçanın etkisinden kurtarılmasıyla, Avrupa’daki siyasi, kültürel, bilimsel, felsefi, sanatsal gelişmelere de kapıların açılmasıyla, asgari düzeye düştü.

Atatürk önce Avrupa’daki işgalci ve emperyalist güç odaklarına karşı cephede mücadele verdi, arkasından da Aydınlanma Devrimleriyle, Arapların 7. yüzyıldan itibaren (AS: başlayarak) din ve dincilik üzerinden gerçekleştirdikleri kültür emperyalizmine karşı mücadele verdi.
***
Cumhuriyet döneminde Arap kültür emperyalizmi, ABD’nin de desteğiyle, 1950 yılından itibaren (AS: bu yana), Anadolu topraklarında yeniden devreye sokuldu.

İmam hatip okulları, Kuran kursları, ilahiyat fakülteleri, imam, müftü, din insanı ve din uzmanı yetiştirmek yerine, laiklik karşıtı hareketlerin odak noktası haline getirildi, dinin yerini dincilik aldı. Aynı dönemde tarikatlar ve cemaatler yeniden yaygınlaştı.

İslam dini, Anadolu’da yaşamış olan Yunus Emre, Mevlana, Hacı Bektaşi Veli, Pir Sultan Abdal, Şeyh Bedrettin, Karacaoğlan, Köroğlu, Dadaloğlu gibi yazarların ve ozanların yorumları üzerinden değil, hadislerin ve Arap din insanlarının yorumları üzerinden anlatıldı, gençlerin beyinleri onlarca yıl boyunca, günümüze dek yıkandı. Osmanlı döneminde halifenin, şeyhülislamın ve ulemanın Anadolu’ya ve halka zorla dayattığı din anlayışı yeniden canlandırıldı.

Bu sözde eğitim kurumları ve merkezler onlarca yıl, Suudi Arabistan’ın kültür ataşelikleri işlevini gördüler.

Türkiye’nin aydınlanma devrimleriyle her alanda gelişmiş, güçlü ve bağımsız bir devlet olmasını hiçbir zaman istemeyen, Türkiye’yi cehalete sürükleyerek bir uydu ve sömürge devlet olmaya zorlayan ABD ve Avrupa emperyalizmi, bu hareketleri her zaman, doğrudan veya dolaylı olarak destekledi.
***
İslamcı siyasetin temsilcisi olan AKP’nin iktidarında, Anadolu kültürünün Arap kültürünün asimilasyonuna uğraması en yüksek seviyeye çıktı. Siyaset, ekonomi, ulaşım, iletişim, turizm, emlak ve arazi yatırımı, kültür, dış politika gibi alanlarda, demokrasi ve aydınlanma yolunda bir arpa boyu yol kat edememiş olan ve çoğu ABD tarafından desteklenen Arap ülkeleriyle işbirliklerine öncelik tanındı.

  • Türkiye AKP iktidarında, Arap ülkelerinin arka bahçesi haline dönüştürüldü.

Son yıllarda, yine emperyalist devletlerin çıkardığı iç savaşların bir sonucu olarak, milyonlarca yasadışı Arap sığınmacının Türkiye’de barınmasının sağlanması, vatandaşlığın bile satılık bir hale gelmesi, Anadolu’nun Araplaştırılması stratejisinin son aşamasıdır.

  • Türkiye, demografik yapısı tersyüz edilerek monarşiye ve teokrasiye mahkûm edilmektedir.

Deniz, Gezi ve istila

Örsan K. ÖymenÖrsan K. Öymen

Cumhuriyet, 09 Mayıs 2022

Tam bağımsız Türkiye için kapitalizme ve emperyalizme karşı mücadele eden Deniz Gezmiş’in, Yusuf Aslan’ın ve Hüseyin İnan’ın, ABD emperyalizminin işbirlikçileri tarafından idam edilmelerinin üzerinden 50 yıl geçti.

Bu 50 yıl içinde Türkiye emperyalizme ve kapitalizme karşı bir arpa boyu yol alamadığı gibi, bir de teokrasinin, köktendinciliğin, İslamcılığın esiri oldu.

Türkiye kapitalizme karşı sosyalizm mücadelesi vereceğine, monarşiye ve teokrasiye karşı cumhuriyet ve laiklik mücadelesiyle yetinmek durumunda kaldı.

Türkiye, karşıdevrimci AKP iktidarı nedeniyle, 20. ve 21.yüzyılın mücadele paradigmasından, 18. yüzyılın mücadele paradigmasına geri döndü, 1776 Amerikan Devrimi’nin ve 1789 Fransız Devrimi’nin de gerisine düştü.
***
2013 yılında, yurt çapında milyonlarca vatandaşın katılımıyla AKP’nin dikta rejimine karşı gerçekleşen “Gezi” protesto eylemleri, teokrasi, monarşi, kapitalizm ve emperyalizm karşıtlarını kitlesel boyutta bir araya getirdi. Bu nedenle “Gezi” eylemleri, sadece Türkiye tarihinin değil, dünya tarihinin de en önemli kitlesel protesto eylemleri arasındaki yerini aldı.

AKP dikta rejiminin, “Gezi” protesto eylemlerini iftirayla ve yalanla mahkûm etmek için bu kadar ısrarcı olmasının temel nedeni budur.

Osman Kavala’nın ve sözde davada yargılananların “Gezi” protesto eylemlerindeki rolü, milyonlarca vatandaşın katılımıyla ve örgütlenmesiyle karşılaştırıldığında, yok denecek kadar azdı.

Buna rağmen AKP dikta rejiminin, birkaç kişiyi ayıklayarak “Gezi” protestolarıyla özdeşleştirmesi, tarihsel gerçeklerin çarpıtılması anlamına geldiği gibi, AKP’nin geniş halk kesimlerini karşısına almaktan korkmasının da bir sonucudur. AKP’nin gücü ancak Osman Kavala’ya ve onunla birlikte yedi kişiye yetmiştir.

Deniz Gezmiş’i, Yusuf Aslan’ı, Hüseyin İnan’ı idam eden mahkemeden farkı olmayan sözde mahkemenin, beş yıla yakın bir zamandır haksız yere tutuklu olan Osman Kavala’ya ağırlaştırılmış müebbet hapis cezası vermesi, Mücella Yapıcı, Çiğdem Mater, Hakan Altınay, Mine Özerden, Can Atalay, Tayfun Kahraman, Yiğit Ali Ekmekçi’ye de 18 yıl hapis cezası vererek tutuklanmalarına karar vermesi, dünya hukuk tarihine geçecek kara bir lekedir.

Bu tutuklamaların, “Ergenekon”, “Balyoz”, “OdaTV”, “Casusluk” adıyla anılan sahte yargı süreçleriyle gerçekleşen tutuklamalardan hiçbir farkı yoktur. AKP, bir zamanlar Fethullah Gülen’e bağlı çeteyle birlikte yürüttüğü kumpas sürecini, şu anda tek başına yürütmektedir.

Bu sözde mahkemenin kararı, hem anayasanın 34. maddesinde yer alan, “Herkes, önceden izin almadan, silahsız ve saldırısız toplantı ve gösteri yürüyüşü düzenleme hakkına sahiptir” ilkesinin, hem de anayasanın 138. maddesinde yer alan, “Hâkimler, görevlerinde bağımsızdırlar; anayasaya, kanuna ve hukuka uygun olarak vicdani kanaatlerine göre hüküm verirler. Hiçbir organ, makam, merci veya kişi, yargı yetkisinin kullanılmasında mahkemelere ve hâkimlere emir ve talimat veremez; genelge gönderemez; tavsiye ve telkinde bulunamaz” ilkesinin ihlal edilmesi anlamına gelmektedir.

Bu karar, demokrasiye vurulan bir darbedir. Anayasal düzeni yıkan, “mahkûm olanlar” değil, bu sözde mahkûmiyete neden olanlardır.
***
Bütün bunlar olup biterken,

  • AKP dikta rejimi bir yandan da emperyalizmin talebi üzerine, Türkiye’yi bir sığınmacı deposuna çevirerek Türkiye’nin egemenlik haklarına darbe vurmaktadır.

ABD, Britanya ve AB emperyalizminin bir sonucu olarak iç savaşa sürüklenen, bölünen ve parçalanan Suriye, Irak, Afganistan ve Libya’dan kaçanlar, ilk aşamada Türkiye’ye sığınmaktadırlar ve yine ABD, Britanya ve AB emperyalizminin talebi üzerine, kaçanların ABD’ye, Britanya’ya ve AB’ye geçişleri engellenmektedir ve kaçanlar Türkiye’de bekletilmektedirler.

AKP dikta rejimi böylece;

– bir yandan emperyalizmin taleplerini yerine getirmektedir,
-bir yandan Türkiye’nin demografik yapısını değiştirmektedir,
– bir yandan da kendisine yandaş ithal “vatandaş” devşirmeye çalışmaktadır!

Türkiye’yi istila eden bir düşman kuvveti olsaydı, Türkiye’ye ancak bu kadar zarar verebilirdi!

Trabzon ve Trabzonspor

Örsan K. Öymen
Örsan K. Öymen

Cumhuriyet, 02 Mayıs 2022

 

Antikçağda, MÖ 7. ve 6. yüzyılda, felsefede ve bilimde dünyanın en gelişmiş kenti, Anadolu’nun batısında, Ege bölgesinde yer alan Miletos idi.

Miletoslu Thales, Anaksimandros ve Anaksimenes, devrimci çalışmalar ortaya koyarak, felsefenin ve bilimin gelişmesine büyük bir katkı sunmuşlardı.

Miletos felsefenin doğduğu yerdir. Miletoslu filozoflar, hem evreni ve doğayı kavramaya çalıştıkları için, hem de doğada olup bitenleri doğaüstü güçlerle açıklamak yerine, doğayı doğanın içinde kalarak açıkladıkları için, doğa filozofları olarak da bilinirler.

Miletos kent devletinin bir özelliği de MÖ 8. yüzyılda Karadeniz kıyılarında koloni kentler kurarak, ekonomik ve siyasi etki alanlarını geliştirmiş olmasıdır. Sinope (Sinop) ve Trapezos (Trabzon) antikçağda Miletosluların kurduğu iki kenttir. Trabzon sadece Karadeniz’in değil, Anadolu’nun en köklü kentlerinden birisidir.

Trabzon antikçağdan sonra da önemini korumuştur, hem Bizans İmparatorluğu’nun hem de Osmanlı İmparatorluğu’nun en önemli ticaret ve liman kentlerinden ve kültürel merkezlerinden birisi olmuştur.

Venedik’teki Marciana Kütüphanesi’ni kuran ve bir dönem Bologna’nın valisi olarak görev yapan teolog ve felsefeci Bessarion Trabzonludur. Dönemin önemli teologlarından ve felsefecilerinden birisi olan Georgios da Trabzonludur.

Osmanlı’nın en önemli padişahlarından birisi olan Kanuni Sultan Süleyman aslen Trabzonlu olmasa da Trabzon’da doğmuş ve yetişmiştir.
***
Trabzon, Kurtuluş Savaşı ve Cumhuriyetin kuruluş yıllarında da Anadolu’nun öncü kentlerinden birisi olmayı sürdürmüştür. Mustafa Kemal Atatürk, Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşundan sonraki ilk yurt seyahatlerinden birisini Trabzon’a gerçekleştirmiştir ve 1924 yılında Trabzon’a geldiğinde, Trabzonlular için, “Beş sene önce ilk kez Samsun’a ayak bastığım zaman bana kalp gücü veren yurttaşlarımın ilk safında Trabzonluların bulunduğunu asla unutmayacağım” demiştir.

Cumhuriyetin ilk yıllarında, Trabzon Anadolu’da en fazla gazetenin, derginin ve kitabın basıldığı kentlerden birisiydi. Trabzon cumhuriyet döneminde, Faik Ahmet Barutçu, Hasan Saka, Hıfzırrahman Raşit Öymen, Bedri Rahmi Eyüboğlu, Sabahattin Eyüboğlu, Orhan Peker, Hasan İzzettin Dinamo, Bahriye Üçok gibi önemli aydınları, devrimcileri, sanatçıları, yazarları yetiştirmiş bir kent idi.

Futboldaki İstanbul tekelini ilk defa (kez) kıran takımın Trabzonspor olması da bir tesadüf değildir. Trabzonspor 1967 yılında kurulmuş olsa da futbolun Trabzon’daki tarihi daha eskilere uzanır. 1921 yılında kurulan Trabzon İdman Ocağı, futbolun Trabzon’daki kurumsal kökenidir. 1924’te kurulan Trabzon İdman Gücü de Trabzon’da futbolun gelişmesine katkı sağlayan diğer lokomotif kulüp idi. 1967 yılında Trabzon İdman Ocağı, Trabzon İdman Gücü, Karadeniz Gücü ve Martıspor’un birleşmesiyle Trabzonspor kuruldu.

Trabzonspor 1974 yılında 1. lige çıktı, 1976 yılında 1. ligde şampiyon oldu. Fenerbahçe, Galatasaray, Beşiktaş gibi İstanbul takımları için bu şok etkisi yaratan bir gelişmeydi. Trabzonspor 1977, 1979, 1980, 1981 ve 1984 yılında da Türkiye şampiyonu oldu; günümüze kadar (dek) dokuz defa (kez) lig ikincisi oldu; yirmiyi aşkın ulusal kupa aldı; Liverpool, Barcelona, Inter Milan, Aston Villa, Olimpik Lyon gibi takımlara karşı maçlar kazandı.

Ankara ve İzmir gibi milyonlarca insanın ve Adana, Bursa, İzmit, Samsun, Eskişehir, Gaziantep gibi bir milyonu aşkın veya bir milyona yakın insanın yaşadığı kentlerden, İstanbul takımlarını bu kadar uzun yıllar zorlayacak bir takımın çıkmamış olmasının, Trabzon gibi yaklaşık 300 bin kişinin yaşadığı bir kentten (AS: TÜİK verilerine göre ise Trabzonun 2021 nüfusu 816.684; salt merkez ilçe nüfusu 335 bin) böyle bir takımın çıkmış olmasının nedenleri, başlı başına bir araştırma konusudur.

Geçen hafta Trabzonspor’un yıllar sonra yeniden şampiyon olması, bütün bunlar dikkate alındığında, tarihsel önemde bir olaydır.

Trabzonspor’un şampiyonluğu, siyasetin baskısıyla (AS: 2018 seçimlerinde 6 vekilden 4’ü, oyların da %69,6’sı Cumhur ittifakının…  Siyasetin baskısı??) Trabzon’un son yıllarda yaşadığı kültürel çöküşün önüne geçilmesinin de yolunu açarsa, daha da anlamlı bir hale gelecektir.

Halkın egemenliği

Örsan K. ÖymenÖrsan K. Öymen

Kralın, padişahın, çarın, hanedanın, toprak ağasının ve ruhban sınıfının egemenliğine son verip egemenliğin halka devredilmesinin yolunu açan iki büyük devrim, insanlık tarihinde ilk defa, 18. yüzyılda gerçekleşmiştir.

1776 Amerikan Devrimi ve 1789 Fransız Devrimi bu süreci başlatan iki büyük devrimdir. Bu devrimlere, monarşinin, feodalizmin ve teokrasinin yıkılması sürecini başlatmaları nedeniyle, aydınlanma devrimleri denir.

14. yüzyıl ile 18. yüzyıl arasında Avrupa’da felsefe, bilim ve sanat alanındaki bazı gelişmeler, bu devrim sürecinin altyapısını hazırlamıştır.

– Sanatta Da Vinci, Botticelli, Raffaello, Michelangelo, Dante, Shakespeare, Cervantes;
– Felsefede Bacon, Hobbes, Locke, Descartes, Leibniz, Hume, Rousseau, Kant;
– Bilimde Kopernik, Galilei, Kepler, Newton;

monarşik, feodal ve teokratik güç odaklarının dogmalarının sarsılmasında büyük rol oynamışlardır.

Dönemin ekonomik ve siyasi koşullarıyla birlikte, alanlarında devrimci çalışmalar gerçekleştiren bu kişilerin eserleri birleşince, insanlık yeni bir dönemeçle karşılaştı.

Halkın egemenliği, birkaç yüzyıldır gündemde olan bir konudur. İnsanın yüz binlerce yıllık tarihi dikkate alınacak olursa, bunun çok yeni bir gelişme olduğu açıktır.

Halkın egemenliğinin sağlanması konusunda günümüzde yaşanan sancılar da insanlığın oldukça uzun süren karanlık geçmişinden hâlâ tam olarak kurtulamamış olmasıyla ilgilidir.
***
Mustafa Kemal Atatürk’ün aydınlanma devrimleri, Avrupa’da ve Amerika’da yaşanan bu sürecin, 20. yüzyıldaki bir yansımasıdır.

Avrupa’da ve Amerika’da, monarşinin yerine yasama, yürütme, yargı arasında güçler ayrılığı; feodalizmin yerine herkese mülkiyet hakkı; teokrasinin yerine laiklik devreye girmeye başlarken, Osmanlı İmparatorluğu aynı dönemde bu alanlarda hiçbir devrim gerçekleştirmiyordu.

Osmanlı İmparatorluğu’nun geri kalmışlığı, tek başına, sanayi devrimini gerçekleştirememesine bağlı bir konu değildir. Sanayi devrimi Avrupa’da ve Amerika’da 19. yüzyılda gerçekleşmiştir. Gelişmişlik bağlamında esas konu sanayi devrimi değildir; esas konu, sanayi devriminden önce gerçekleşen siyasi devrimlerdir.

Sanayi devrimi, kapitalizm adı verilen yeni bir sömürü düzenine yol açtığı için, aydınlanma devrimleri bağlamında yüceltilecek bir şey değildir. Sanayi devrimiyle birlikte gelişen kapitalizm, 18. yüzyıldaki aydınlanma devrimlerinin eşitlik, kardeşlik ve özgürlük idealini yerle bir etmiştir.

Atatürk, bir taraftan, 18. yüzyıldaki aydınlanma devrimlerini, cumhuriyetçilik, halkçılık, laiklik, ulusçuluk ve devrimcilik ilkeleriyle uygulamaya koymuştur, bir taraftan da kapitalizmin, özel sektörün ve serbest piyasa ekonomisinin yol açacağı adaletsizlikleri, belli bir ölçüde bertaraf etmek için, devletçilik ilkesini yürürlüğe koymuştur.

Bu ilkeler, Atatürk’ün kurucusu olduğu Cumhuriyet Halk Partisi’nin “altı ok” olarak da bilinen temel ilkeleridir.

  • Cumhuriyet Halk Partisi, aydınlanma felsefesini, Türkiye’de siyaseten örgütlemek üzere, Atatürk tarafından kurulan bir siyasi partidir. CHP bir aydınlanma projesidir.
    ***

23 Nisan 1920’de, Atatürk’ün öncülüğünde kurulan Türkiye Büyük Millet Meclisi, halkın egemen olmasının sağlanması doğrultusundaki ilk büyük adımdır. Atatürk bu ulusal bayramı çocuklara, yani gelecek kuşaklara armağan etmiştir. Bu nedenle 23 Nisan, Ulusal Egemenlik ve Çocuk Bayramı olarak kutlanır.

Dünyada bu bayramın başka bir örneği yoktur. Türkiye bu bayramı, Atatürk’ün yaratıcılığına, insancıllığına ve iyimserliğine borçludur.

  • TBMM’nin kurulmasıyla birlikte, egemenlik saraydan ve padişahtan alınıp halka devredilmiştir.
  • Bugün AKP hükümeti, egemenliği halktan alıp yeniden saraya ve padişaha devretmeye çalışmaktadır! 

Ancak halkın egemen olması için, milletin temsilcilerinin yer aldığı Meclis’in kurulması yeterli değildir. TBMM bu nedenle, 1922’de saltanatı ve 1924 yılında halifeliği kaldırmıştır; 1923’te cumhuriyeti kurmuştur; 1924’te Öğretim Birliği Kanunu’nu, 1926’da Medeni Kanunu çıkarmıştır; 1928’de ve 1937’de laiklikle ilgili anayasal düzenlemeler yapmıştır; 1934’te kadınlara seçme ve seçilme hakkını tanımıştır.

Sağda solda, halkın, milletin, ulusun egemenliğini ağızlarında sakız yapanların, öncelikle bunları öğrenerek aydınlanmaları gerekmektedir.

Karanlıktan gelen saldırılar

Örsan K. Öymen
Örsan K. Öymen
Cumhuriyet, 18 Nisan 2022

 

Bu köşede ilk defa, şahsıma yönelik gerçekleşen bazı saldırılara yanıt vermek zorunda kalıyorum.

Aydınlık gazetesinde “Medyanın Halleri” sayfasını düzenleyen Beyhan Korkman, Cumhuriyet gazetesindeki yazılarımın içeriğini propaganda taktikleriyle çarpıtarak, medya etiğini yerle bir ederek aylardır, hem şahsıma hem de şahsım üzerinden Cumhuriyet gazetesine yönelik karalama kampanyası yürütüyor.

Kendisi, 28 Şubat 2022 tarihinde yayımlanan “SSCBLenin ve Putin” başlıklı yazıma şöyle bir başlık attı: “Amerikancı muhalefet ile sözde hükümete yakın yazarlar aynı cephede! Cumhuriyet yazarı Rusya’yı suçladı.”

Bu başlığa dayanak olarak, Rusya’nın askeri operasyonunun uluslararası hukuka aykırı olduğunu ifade ettiğim cümleyi alıntıladı, yazının kalanını ise sansürledi!

Çünkü yazının başka kısımlarını alıntılamış olsaydı, yazımla ilgili öyle bir başlık atamayacaktı!

Sansürlenen kısım şuydu:

“Öte yanda, ABD’nin ve NATO’nun, Rusya’nın güvenlik endişelerini yok sayarak Ukrayna’yı NATO’ya üye yapmaya çalışması, Rusya’yı Karadeniz’de, Akdeniz’de ve Ortadoğu’da kuşatmak amacıyla Suriye’de ve Ukrayna’da iç savaşları ve iç çatışmaları teşvik etmesi, Rusya’ya karşı provokatif ve yayılmacı stratejiler izlemesi de gerçeğin diğer yüzüdür. Ayrıca, dünyada uluslararası hukuku sadece Rusya’nın değil, ABD’nin de ihlal ettiği yine gerçeğin bir başka parçasıdır. ABD’nin daha önce Irak’ı işgal etmesi ve yüz binlerce insanın ölümüne yol açması ve daha sonra Birleşmiş Milletler tarafından tanınan Suriye’deki resmi yönetimi devirme planı da uluslararası hukuka aykırıdır.”

Uyguladığı taktik, yazının içeriğine ve bütününe göre bir yorum yapmak yerine, önce kişiyi damgalamak, arkasından da cımbızlama yöntemiyle yazıdan bir alıntı yapmak.
***
Kendisi, 11 Nisan 2022 tarihinde yayımlanan Laiklik cephesi başlıklı yazım için de şöyle bir başlık attı: “Cumhuriyet yazarından laiklik maskeli PKK ile ittifak önerisi!”

Yazımda, laiklik konusunda kurumsal duyarlılıkları olan CHP, İYİ Parti, HDP, MP, DP, DSP, TİP, Sol Parti, TKP, TKH, EMEP gibi partilerin toplam oyunun yaklaşık %54 olduğunu ve bu oyun AKP-MHP hükümetinin sona ermesi için yeterli olduğunu belirtmiştim.

Ancak burada da yazımdaki, “CHP’nin ve İYİ Parti’nin kuracağı ittifaka, söz konusu diğer siyasi partilerin dışarıdan ve sandıkta destek vermesi durumunda, Türkiye AKP diktatörlüğünden kurtulacağı gibi, anayasadaki laiklik ilkesi de korunmuş olacaktır” cümlesini sansürledi!

Çünkü o cümleyi alıntılamış olsaydı, kendi koyduğu başlıkla çelişkiye düşecekti! Çünkü o cümlede, diğer partilerin ittifakın dışında kalarak ittifaka dışarıdan ve sandıkta destek vermesini öneriyordum.

Ayrıca yazıda terör örgütü PKK’nin adı bile geçmiyordu. Anlaşılan kendisi HDP üyelerinin ve seçmenlerinin tamamının PKK’li olduğunu varsaymaktadır.
***
Beyhan Korkman ertesi gün, Ulusal Kanal’da “Yalancının Mumu” adlı programda da beni hedef göstermeye devam etti, 22 Mart 2021 tarihli “Parti kapatmak” başlıklı yazım üzerinden aynı taktiği yürüttü.

Yazımda, HDP’yi kapatma davasının hukuki değil siyasi olduğunu vurguladığım için, programın diğer sunucusu Utku Reyhan beni HDP dostu ilan etti! Utku Reyhan ve Beyhan Korkman bunu yaparken o yazımdaki şu bölümü sansürlediler:

“Öte yanda HDP’nin, terör örgütü PKK ile arasındaki ilişkileri ortadan kaldırması, PKK’nin terör eylemlerini düzenli bir biçimde kınaması, PKK’yi bir terör örgütü olarak resmen ve açıkça ilan etmesi, PKK’yi savunan açıklamalar yapmayı bırakması, Türkiye’nin anayasada ifade edilen üniter yapısını tanıması ve Kürtler için bağımsızlık, federasyon, özerklik gibi hedeflerden vazgeçtiğini açıklaması, Kürtlerin asimilasyona ve ayrımcılığa uğramasıyla ilgili sorunları siyasal mücadeleyle çözmeye odaklanması, sadece etnik kimlik üzerinden değil, Türkiye’nin bütün sorunları üzerinden siyaset yapmaya başlaması, mutlak bir zorunluluktur.”

Özetle, medyanın hali böyle olunca, mumlar yatsıya kadar yandı, aydınlık karanlığa büründü!

Laiklik cephesi

Örsan K. Öymen

Örsan K. Öymen

11 Nisan 2022, Cumhuriyet

Türkiye günümüzde ekonomi, demokrasi, hukuk, adalet, yargı, medya, ifade ve örgütlenme özgürlüğü alanlarında ciddi sorunlarla karşı karşıyadır. Ancak Türkiye bu alanlarda ilk defa sorun yaşamamaktadır.

Ekonomik kriz Türkiye’nin hemen hemen her iktidarı döneminde yaşanmıştır. Demokrasi, hukuk, adalet, yargı, medya, ifade ve örgütlenme özgürlüğü alanlarında da özellikle 12 Mart ve 12 Eylül askeri darbelerinde, büyük sorunlar yaşanmıştır.

Ancak laikliğin bertaraf edilmesi, Türkiye Cumhuriyeti tarihinde ilk kez yaşanmaktadır.

Türkiye, tarihinde ilk kez, demokrasinin yerine teokrasinin kurulması,
yani cumhuriyetin yıkılması tehlikesiyle karşı karşıyadır

Ayrıca günümüzde yaşanan öbür sorunlar da büyük ölçüde, AKP’nin teokrasi hedefinden kaynaklanmaktadır.

Bu nedenle laikliğin bertaraf edilmesi, ülkedeki tüm öbür sorunları önceleyen, öncelikli bir sorun olarak ele alınmalıdır. Muhalefet öncelikle bu bilinçle hareket etmelidir.
***

  • Laiklik, dinin, devlet, siyaset, hukuk ve eğitim işlerine müdahale etmemesi, bu alanları esir almaması, devletin de bu koşulla, dindar olmayı seçen vatandaşın dini inanç ve ibadet özgürlüğünü, dinsiz olmayı seçen vatandaşın da dünya görüşünü ve yaşam tarzını güvence altına almasıdır.
  • Laiklik dinsizlik değildir.
  • Laiklik, farklı dinlerin, mezheplerin ve dünya görüşlerinin bir arada yaşamasını sağlayan, belli bir dinin ve mezhebin topluma zorla dayatılmasını engelleyen bir uzlaşma modelidir.
  • Laiklik, siyasetin, devletin, hukukun, eğitimin dinselleşmesinin önlenmesidir.
  • Laiklik, dinin, ekonomik ve siyasal amaçlarla suiistimal edilmesinin, dinin, ekonomik ve siyasi çıkarlar için bir araç olarak kullanılmasının önlenmesidir.

Üniversitelerde başörtüsünü yasaklamak laiklik değildir.

  • Laiklik, eğitim müfredatının dinselleşmesini önlemektir.

İmam hatip okullarının ve ilahiyat fakültelerinin tamamını kapatmak laiklik değildir.

Laiklik, imam hatip okullarını müftü ve imam ihtiyacına göre, ilahiyat fakültelerini ilahiyatçı ihtiyacına göre orantılı bir sayıda açmaktır.

Laiklik“Öğretim Birliği” Yasası’nı ihlal eden “4+4+4” eğitim modelinin kaldırılmasıdır,

Kuran kurslarının reşit olmayan öğrencilere dayatılmasının engellenmesidir.

  • Laiklik, zorunlu din dersinin kaldırılıp din dersinin seçmeli ders haline getirilmesidir. 

Laiklik, siyasetin dinsel söylemlere dayandırılmasının, hukukun din kurallarına göre belirlenmesinin, ekonominin din kurallarına göre yönetilmesinin, devlette kadrolaşmanın dini ölçütlere göre uygulanmasının engellenmesidir.

Laiklik, dinin ortadan kaldırılması, dinin yasaklanması değildir.

  • Laiklik, din devletinin kurulmasının ve köktendinci faşizmin önlenmesidir.

***
Türkiye’de laiklik konusunda kurumsal olarak duyarlı olan birçok siyasal parti vardır. Cumhuriyet Halk Partisi, İYİ Parti, Halkların Demokratik Partisi, Memleket Partisi, Demokrat Parti, Demokratik Sol Parti, Türkiye İşçi Partisi, Sol Parti, Türkiye Komünist Partisi, Türkiye Komünist Hareketi, Emek Partisi bu partilerin içinde sayılabilir.

Yapılan tüm araştırmalara göre söz konusu partilerin toplam oyu yaklaşık olarak %54’tür. Teokratik bir monarşinin kurulup demokrasinin ortadan kaldırılmasını amaçlayan AKP-MHP iktidarının son bulması için bu oy yeterlidir.

Söz konusu siyasal partilerin arasında birçok konuda farklılıklar olsa da laiklik bu siyasal partilerin asgari ortaklığıdır. Yasama, yürütme, yargı arasında güçler ayrılığının ve yargı bağımsızlığının sağlanması; parlamenter düzenin ve hukuk devletinin yeniden tahsis edilip “Cumhurbaşkanlığı hükümet sistemi”nin sonlandırılması; düşünce, ifade, medya ve örgütlenme özgürlüğünün, üniversite özerkliğinin sağlanması da bu siyasal partilerin asgari ortaklığıdır.

CHP’nin ve İYİ Parti’nin kuracağı ittifaka, söz konusu öbür siyasal partilerin dışarıdan ve sandıkta destek vermesi durumunda, Türkiye AKP diktatörlüğünden kurtulacağı gibi, anayasadaki laiklik ilkesi de korunmuş olacaktır.

CHP ve İYİ Parti, Millet İttifakına zarar verdiği son gelişmelerle anlaşılan Gelecek Partisi, Demokrasi ve Atılım Partisi ve Saadet Partisi ile zaman kaybedeceğine, yeni bir ittifak ve işbirliği modeline yönelmelidir.

Tabii laiklik ilkesinden kendileri de vazgeçmediyse!

CHP’nin tarihi savrulması

Örsan K. Öymen
Örsan K. Öymen

04 Nisan 2022, Cumhuriyet

 

Mustafa Kemal Atatürk’ün kurduğu ve Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucu partisi olan Cumhuriyet Halk Partisi, Türkiye’nin en kritik döneminde, tarihindeki en büyük savrulmayı yaşıyor.

Laiklik ilkesinden giderek uzaklaşan ve AKP’nin gölgesinde siyaset yapan CHP yönetimi, CHP’ye oy veren seçmenlerini karamsarlığa sürüklüyor, Türkiye için umut olacağına, Türkiye’yi ortaçağ karanlığına götüren sürecin bir parçası oluyor.

Daha önceki bir açıklamasında, “Türkiye’de laiklik tehlikededir diyemem, böyle bir tehlike görmüyoruz” diyen CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu, laiklik ilkesini neredeyse hiç gündeme getirmiyor, siyasetin, ekonominin, hukukun, eğitimin, devlette kadrolaşmanın dinselleşmesiyle ilgili sorunu görmezden geliyor.

CHP yönetimi laiklik konusunda edilgen kaldıkça, bundan cesaret alan AKP iktidarı, tarikatlar ve cemaatler, anayasada yer alan laiklik ilkesini bertaraf etmek ve teokratik bir düzeni kurmak için daha çok çalışıyorlar, kendilerine daha geniş bir alan açıyorlar.
***
CHP MYK üyesi Bülent Tezcan geçen günlerde yaptığı bir açıklamada, CHP’nin laiklik konusunda geri adım atmadığını, sadece söylemlerinde sürekli laiklik terimini kullanmadığını ifade etti.

Oysa CHP’nin bütün söylemlerini laiklik ilkesi üzerine kurmasını bekleyen kimse yok zaten. Sorun, Türkiye Cumhuriyeti Anayasası’nda, CHP’nin Parti Programı’nda ve Parti Tüzüğü’nde yer alan laiklik ilkesi üzerine, CHP’nin hiçbir söylem geliştirmemesidir; hatta laiklik karşıtı eylemlerin içinde olmasıdır!

CHP, ekonomi, hukuk, adalet, medya, yolsuzluklar alanındaki sorunlarla birlikte, laiklik alanındaki sorunları da gündeme getirse ve o sorunlara yönelik çözüm önerilerini de ortaya koysa, ortada zaten bir sorun kalmayacak.

Mehmet Bekaroğlu ve Cihangir İslam gibi laiklik ilkesini yıllarca eleştiren siyasetçilerin CHP’de milletvekili ve parti meclisi üyesi yapılmaları; Genel Başkan dahil, bazı CHP’lilerin zaman zaman dini söylemler üzerinden siyaset yapmaları; CHP yönetiminin, eğitim sisteminde laikliğin ihlal edilmesine nadiren tepki vermesi; 22 CHP milletvekilinin, Diyanet Akademisi adı altında kurulan medrese eğitimine TBMM’de kabul oyu vermesi ve CHP’den hiçbir milletvekilinin bu düzenlemenin aleyhinde oy kullanmaması; muhalefetteki altı partinin işbirliğiyle hazırlanan Güçlendirilmiş Parlamenter Sistem metninde, saltanatın ve hilafetin geçerli olduğu 1921 yılında çıkarılan sözde anayasanın “nispeten kapsayıcı” olduğunun, cumhuriyet döneminde çıkan tüm anayasaların “dar kalıplara girmiş” olduğunun iddia edilmesi, Bülent Tezcan’ı yanlışlayan olgulardan bazılarıdır.
***
CHP MYK üyesi Muharrem Erkek geçen günlerde, “Güçlendirilmiş Parlamenter Sistem” konusunda yaptığı bir açıklamada, 1921 “anayasası”nda halkın egemenliğinin vurgulandığını, CHP, İYİ Parti, DEVA, GP, SP, DP arasında varılan uzlaşmanın çıkış noktasının bu olduğunu söyledi.

Oysa halkın egemenliği sadece bu “anayasada” değil, cumhuriyet döneminde hazırlanan tüm anayasalarda ifade edilmektedir. Halkın egemenliğinin vurgulanması için 1921 “anayasası”na referans vermek zorunlu değildir.

Bunun da ötesinde, 1921 “anayasası”nda, halkın egemenliğinin nasıl sağlanacağına dair hiçbir madde bulunmamaktadır, halkın egemenliği kâğıt üzerinde bırakılmaktadır. Saltanatın ve hilafetin geçerli olduğu bir düzende halkın egemen olamayacağı açıktır. Halkın egemenliğinin ne anlama geldiği ve bunun nasıl sağlanacağı, cumhuriyetin kuruluşundan sonraki anayasalarda açıklanmıştır.
***
Yapılan tüm araştırmalar, CHP’nin, İYİ Parti’nin, HDP’nin ve sosyalist partilerin toplam oylarının, yani yaklaşık % 54’lük bir oyun, AKP-MHP iktidarının bitmesi için yettiğini göstermektedir. CHP ve İYİ Parti arasında kurulacak bir ittifaka, HDP’nin ve sosyalist partilerin sandıkta destek vermesi durumunda, AKP-MHP iktidarı son bulacaktır.

Buna rağmen CHP’nin, laiklikle sorunu olan ve toplam oyu %5’i geçmeyen DEVA, GP, SP gibi partilerden vazgeçememesi de CHP’deki yapısal savrulmanın göstergelerinden birisidir.

Bu savrulmanın arkasında hangi güç odakları bulunmaktadır?

Türkiye için varoluşsal önemdeki soru budur!