Etiket arşivi: hukukun üstünlüğü

Özdeyişlerim (Aforizmalar)

KENDİME YAZILAR

Özdeyişlerim (Aforizmalar)

Dr. Mahfi EĞİLMEZ
07 Nisan 2021

“Bir kez yalan söylemeye başlarsanız sonuna dek yalan söylemek zorunda kalırsınız.”
“Sorunu yanlış tanımladığımız sürece çözümü bulamayız.”
“İnsanlar gördüklerine değil de duyduklarına inanmaya başlamışsa doğruları anlatmak giderek zorlaşır.”
“Yaptığınız hataları kabul edip düzeltmek yerine kendinizi haklı göstermeye çabalarsanız yaşamınız bir hatalar zincirine dönüşür.”
“Riskleri düşürmek istiyorsanız, hatalarınızı kabul edip düzeltmeye başlayın.”
“En büyük risk hatayı kabul etmemekle oluşur.”
“Kimse dinlemese de gerçekleri konuşmaya devam etmek gerek. Gerçekleri konuşmazsak bir süre sonra gerçeğin ne olduğu unutulur.”
“Hata yaptığımızı kabul etmenin zayıflık değil erdem olduğunu görebildiğimiz andan başlayarak doğruyu bulmaya yaklaşabiliriz.”
“Gerçekler teorimize uymuyorsa teorimizi değiştirmemiz gerekir. Teorimizi değiştirecek yerde gerçekleri değiştirmeye çalışırsak yalnızca kendimizi kandırmış oluruz.”
“Türkiye, son kırk yılda risklerini düşürmeye değil faizi düşürmeye odaklandığı için enflasyon sorununu çözemedi.”
“Faizi düşürmenin yolu riskleri düşürmekten geçer. Riskleri düşürebilirseniz kur düşer, kur düşünce enflasyon düşer, enflasyon düşünce faiz düşer. Mesele bu kadar basittir. Yapılması gereken tek şey konuya bilim penceresinden bakarak neden-sonuç ilişkisini doğru kurabilmektir.”
“Bir ülkede sürekli irrasyonel kararlar alınıyorsa irrasyonellik istikrar kazanmış olur ve insanlar kendilerini bu duruma uyarlamaya çalışırlar. Buna irrasyonelliği rasyonalize etme eylemi diyebiliriz.”
“Türkiye, istikrarsızlığı istikrarlı hale getiren, irrasyonelliği rasyonelleştiren bir yapı içinde görünüyor.”
“Faiz artırmayla sorunlar çözülebilseydi Türkiye dünyanın en sorunsuz ülkesi olurdu. Faiz artırımı geçici çözümdür. Yalnızca asıl adımları atabilmek için zaman kazandırır.”
“Bugüne dek açıklanan her reform paketi reform umudunun biraz daha azalmasına yol açtı.”
Yapısal reformların yapılmamasından daha kötüsü, yapılıyormuş havası yaratılmasıdır.”
“Bir insan büyürken bilgisini, kültürünü, görgüsünü artırırsa nitelikli insan olur. Artıramazsa salt büyümüş olur. Ekonomi de böyledir. Büyürken demokrasiyi, hukukun üstünlüğünü, düşünce özgürlüğünü geliştirebilirse büyümeyle birlikte kalkınır, geliştiremezse yalnızca büyümüş olur.”
“Risk almak başka şeydir, risk yaratmak başka şey. Risk alırsanız kazanabilirsiniz ama risk yaratırsanız kaybedeceğiniz kesindir.”
Sıcak para faizin yükseldiği, kurun düştüğü ortamları sever. Kur yükseldiğinde faiz değişmiyorsa sıcak para kaçar. Faizi sürekli artıramayacağımıza göre sıcak parayı sürekli tutmanın yolu yoktur. Asıl olan doğrudan yatırımı çekebilmektir. Onun da yolu risk yaratmamaktır.”
“Bizde yapısal reformların ilk adımı, kamu yönetiminde ‘söz gümüşse sükût (susmak) altındır’ atasözüne uygun davranılmasını sağlamak olmalı.”
“Bir toplum, geçmişte çekilen acıları hatırlamaz, yapılan hataları değerlendirmezse aynı acıları çekmeye mahkûmdur. Tarihini doğru okumayan kuşaklar, gün gelir o tarihi başkalarından dinlemek zorunda kalırlar.”
“Bir okur: Peki siz niye siyasete girmiyorsunuz da benden istiyorsunuz diye sorarsanız Mahfi bey, ben sizin kadar tecrübeli değilim. Ben: Siz yeteri kadar tecrübeli olmadığınız için girmiyorsunuz siyasete, bense yeteri kadar tecrübeli olduğum için.”
“Enflasyon yükselirken bankalar mevduat faizlerini indiriyorsa ortada bir tuhaflık var demektir.”
Öğrenciler geleceğimizdir. Onların önerilerini dinlemeliyiz. 1968’de biz öğrenciydik. Başka ülkelerdeki öğrenciler gibi taleplerimiz vardı. Herkes öğrencilerini dinledi, çözümler getirdi, ileri gitti. Bizde kimse kimseyi dinlemedi ve kaybettik. Aynı hatayı tekrarlamayalım.”
“Kapitalizmin reset’i yani fabrika ayarlarına dönüşü bugünden çok daha kötüye dönüş anlamına gelir. Kapitalizmin fabrika ayarlarının nasıl olduğunu anlamak için Charles Dickens romanlarını (mesela Zor Zamanlar) okumak yeterli.”
“Geçmiş, geleceğin aynasıdır derler. O nedenle büyük sıfırlama adı altında masum görünen bu yaklaşımdan kuşku duymakta haksız değiliz.”
“Türkiye ekonomisinde sorunların temelinde risklerin yüksekliği yatıyor. Bir sorunu çözmenin yolu nedeni bulup onu ortadan kaldırmaktan geçer. Biz tersini yapıp sonuçtan gitmeye çabalıyoruz.”
“Riskleri ortadan kaldıramadığınız ya da en azından azaltamadığınız bir ortamda çözümler hep geçici olmaya mahkûmdur.”
“Bugünkü ekonomik sıkıntıların çoğu, gerçekte ekonomik olmayan nedenlerin yarattığı risk artışından kaynaklanıyor. O nedenle çözüm de oralardan başlamak zorunda.”
“İnşaata dayalı büyüme modeli uygulayan ekonomilerde faiz, neden gibi görünür.”
“2000’lere gelirken, seçimi yitirenlerin koltuktan kalkmasının erdem haline geleceği bir dünyayı hiçbirimiz düşünmemiştik sanırım.”
“Dünya, her alanda ve her yerde ciddi bir nitelik düşüşü yaşıyor. Meritokrasi hızla mediokrasiye, demokrasi hızla ahbap çavuş demokrasisine dönüşüyor. Kurtuluş gibi sunulan küreselleşme tam anlamıyla bir karabasana dönüştü.”

  • “Devlet, Varlık Fonu olsa da olmasa da her durumda hastalarına bakmalıdır. Devlet olmak böyle bir şeydir. Devlet, şirket değildir, kâr amacı gütmez, vatandaşını korur, hastasına bakar, toplum yararını gözetir.”

“Ekonominin temel uğraşı konuları bazı arkadaşların sandığı gibi dolar, borsa, türev işlemler gibi sorunlar değildir. Ekonomi, asıl olarak; tüketim, üretim, yatırım, tasarruf, değerin kaynağı, gelirin paylaşımı, paranın reel dünyayı etkileme biçimi gibi sorunlarla uğraşır.”
“Bir sorunun çözümü için her şeyden önce ortada bir sorun olduğunu kabul etmek gerekir.”
“Bir dönem yüksek faiz düşük kur vardı. Sonra düşük faiz yüksek kur dönemi geldi. Şimdi yüksek faiz yüksek kur var. Bütün bu dönemlerde riskler hep yüksekti. Riskleri düşüremediğimiz sürece faiz ve kurla oynayarak bir yere varamayız.”
“Ne oldu da kur yükseldi? Düşerken ne olduysa şimdi tersi olduğu için yükseldi. Faiz artırıldığı halde niçin böyle oldu? Faiz artışı tek başına kur sorununu çözmez. Asıl olan riskleri düşürmektir. Risk yaratmaya devam edersek kur da yükselmeye devam eder.”
“Benim yapısal reform yaklaşımımla IMF‘nin yapısal uyumlandırma yaklaşımının çakıştığı alan yalnızca ekonomideki bazı kısımlardır. Siyasal ve sosyal reformlar IMF programlarında hiçbir zaman yer almaz. Oysa onlar olmadan yapısal reform olmaz.”
Magna Carta‘dan beri (1215) demokrasinin olmazsa olmaz (sine qua non) koşulu; hükümetin halktan topladığı vergileri nerelere harcadığının hesabını kuruş kuruş vermesidir. Bu hesabın verilmediği yerde demokrasi yok demektir.”
Keynes: “Bir ülkede sermayenin gelişimi kumarhane faaliyetlerinin yan ürünü haline gelmişse, orada işler hastalıklı bir hal almıştır” der. Bugünün dünyasında büyük ölçüde kumarhane faaliyetine dönmüş finansal sistemi görse ne derdi acaba?”
“Her hipotez, altındaki varsayımlar ve çevrelendiği koşullarla ele alınıp değerlendirilmelidir. Aksi takdirde hipotez olmaktan çıkar, slogan haline dönüşür.”
“Kur yükselmesin diye döviz rezervlerini kullanıp kura müdahale ederseniz rezervler düşer, rezervler düşünce riskler artar, riskler artınca kur yükselir ve tekrar aynı noktaya gelirsiniz. Buna kısır döngü deniyor.”
“Önemli olan bizim dolara bakmamamız değil doların bize bakmaması.”
“TCMB’nin faiz konusunda ne karar vereceği sorusuna verdiğim yanıt hiç değişmez. Bu kez de aynı yanıtı vermiştim: TCMB’nin faiz kararını tahmin edemem, çünkü neye göre karar verdiğini bilmiyorum.”
“Uzman olmadığın konuda konuşma” diyen kişiye bakıyorsun, o konuda onun yaşı kadar okumuşluğun var. Gülsen mi ağlasan mı bilemiyorsun. Sonra bir bakıyorsun aynı kişi hiç anlamadığı ekonomi ve finans konularında uyduruk teoriler geliştirmekte sınır tanımıyor.”
Osmanlıyı bilim yolundan ayrılması, aydınlanmaya sırt çevirmesi batırdı. Bilimden ayrılanı kurt kapar.”
“Yaşam değişir, insanlar da değişir. Eğer yaşam değiştiği halde insanlar değişmiyorsa orada gelişme sağlanamaz. Türkiye, bugüne kadar değişime gösterdiği dirençle inanılmayacak kadar zaman yitirdi.”

  • “Analiz yapmayı, soru sormayı, sorgulamayı öğretemediğimiz bir kuşağa hangi bilgiyi verirsek verelim, sonuç almak mümkün değil.
  • Eğitimde öbür ayrıntıları ayıklayarak yalnızca bilim, felsefe, mantık ve analiz yapmaya yönelik bir anlayış benimsemeliyiz.”

Montrö Namusumuzdur, Teslim Olmayız…

Montrö Namusumuzdur, Teslim Olmayız…

Dr. Mustafa Hüsnü BOZKURT
25-26. DÖNEM CHP KONYA MİLLETVEKİLİ
Cumhuriyet, 06 Nisan 2021

(AS: Bizim katkımız yazının altındadır..)

Yüzyıllardır dünyaya ve dünya ticaretine egemen olmak isteyenler su yollarını denetim altında tutmak istemişlerdir. Çanakkale ve İstanbul Boğazları da bu suyollarının en başında gelmektedir. Süveyş, Panama, Hürmüz, Cebelitarık gibi geçitleri denetim altında tutanlar dünyaya egemen oldukları gibi bu geçitlerde her zaman yapay devletçikler ya da üs noktaları oluşturmuşlardır.

Emperyal güçlerin yapay üs bölgesi oluşturamadıkları tek su yolu Çanakkale ve İstanbul Boğazlarıdır. Ulusal Kurtuluş Savaşı sonunda işgalcilerin geçici olarak tutundukları Boğazlar, Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ün büyük askeri ve diplomatik dehası sonucunda tek kurşun atmadan 1936 yılında Montrö ile tümüyle Bağımsız Türkiye Cumhuriyeti’nin egemenliği altına girmiş, bu sayede dünyanın gözünü diktiği Boğazlarımız sayesinde Karadeniz de bir barış gölü olarak kalmıştır.

BÜYÜK SORUMSUZLUK

Boğazlarımızın stratejik önemini bilenler bu sağlam diplomasi kilidini parçalamak için sürekl, fırsat kollamışlardır. Ne acıdır ki büyük Atatürk’ün Gençliğe Hitabe’sinde söylediği gibi harici bedhahlara” destek veren dahili bedhahlar” daima olagelmiştir.

Son olarak Mustafa Kemal Atatürk’ün Ulusal Kurtuluş Savaşı’nı yönettiği Gazi Meclisimizin Başkanlık koltuğunda bulunan biri, büyük bir sorumsuzlukla Montrö’yü tartışmaya açmış ve “tek adam” kararıyla Türkiye Cumhuriyeti’nin bu antlaşmadan çekilebileceğini söyleyebilmiştir. Üstelik bu tartışma Çanakkale Zaferi’nin 106. yıldönümünü kutladığımız, kara savaşlarının başladığı günlerin yıldönümünde yaşanıyor.

Bu sorumsuz ifadelere ne yazık ki siyasal partilerimiz, üniversitelerimiz ve ilgili kurumlar, ya yeterli tepkiyi verememiş ya da yeterince güçlü bir tepki göstermemişlerdir. Bu sessiz kalış karşısında ülkemizin dış politikasında yıllarca etkin ve belirleyici rol üstlenen emekli diplomatlarımız ile Montrö’nün önemini en iyi kavrayan emekli amirallerimiz son derece sorumlu ve bilgece bir tutumla ayrı ayrı bildiriler yayımlayarak bu ülkenin sahipsiz olmadığını bir kez daha dosta düşmana göstermişlerdir.

ACI VEREN DÖNGÜ

Bu bildiriler gerekli etkiyi yaratmış ve Montrö’yü sorumsuzca tartışanlar paniğe kapılarak her zamanki “darbe”, “vesayet” söylemleri ile hukuk dışı saldırıya geçerek bildiri yayımlayan emekli amirallerimiz hakkında hızla gözaltı işlemlerine başlamışlar, ülkede yeniden bir baskı dalgası yaratmışlardır.

Emekli diplomat ve amirallerimizin ellerinde şu anda bildiriyi imzaladıkları kalemlerinden daha güçlü bir silahları yoktur. Dünyada deniz kuvvetleri kullanılarak başarıya ulaşmış bir darbe” de yoktur. Ankara’yı kuşatabilecek kruvazör ve destroyerler de daha icat edilmemiştir. Gözaltı kararlarını verenler kendi korkularınca kuşatılmışlardır.

Daha dün denecek bir tarihte Karadeniz’de başlatılan Turuncu Devrimlere destek vermek için ABD donanmasının Boğazlardan geçişine izin vermeyen amirallerimizin “Balyoz”, “Kafes”, “Amirallere suikast” gibi kumpas davalarıyla nasıl tutuklanıp ağır cezalara çarptırıldıklarını unutmadık. Ne acıdır ki bugün Boğazlarımıza sahip çıkanlar da yine aynı amirallerimiz, hakkında gözaltı kararları verilenler de aynı amirallerimizdir.

  • Boğazlarımıza sahip çıkan amirallerimizin ve diplomatlarımızın yanındayız.

Gözaltı işlemleri ve soruşturmalara derhal son verilmeli amirallerimize ülkeye sahip çıktıkları için teşekkür edilmelidir.

Montrö Antlaşması namusumuzdur. Teslim olmayız, olmayacağız…
===================================
Dostlar,

Biz de, değerli meslektaşımız (hekim) Sayın Dr. Mustafa Hüsnü Bozkurt’un yukarıdaki yazısına aynen katılıyoruz.. Dün yayınladığımız aşağıdaki açıklama ile destek veriyoruz.

Bu açıklamamız, değişik sosyal medya hesaplarında, web sitemizde…. 1 milyon dolayında okundu ve paylaşıldı, halen paylaşılmakta.. Bir manifesto oldu adeta..

Tüm Türkiye’yi, başta AKP = RTE iktidarını;

  • sağduyu ve serinkanlılığa,
  • demokratik hoşgörüye,
  • HUKUKUN ÜSTÜNLÜĞÜNE ve
  • erdemlerin erdemi ADALET DUYGUSUNA bağlı, saygılı ve sadık kalmaya çağırıyoruz.

Sevgi ve saygı ile. 06 Nisan 2021, Ankara

Prof. Dr. Ahmet SALTIK MD, MSc, BSc
Ankara Üniv. Tıp Fak. Halk Sağlığı Anabilim Dalı (E)
Sağlık Hukuku Uzmanı, Siyaset Bilimi – Kamu Yönetimi (Mülkiye)
www.ahmetsaltik.net         profsaltik@gmail.com
facebook.com/profsaltik     twitter  @profsaltik

ANDIMIZ ULUSAL KIVANCIMIZDIR

ANDIMIZ ULUSAL KIVANCIMIZDIR

Ertan URUNGA
(E) Yargıç Albay
e.urunga@yahoo.com.tr
Antalya, 16.03.2021

Görevi, yönetimin hukuka aykırı eylem ve işlemlerini denetlemek, aykırı olanların düzeltilip hukuka uyarlılığını sağlamak suretiyle hukukun üstünlüğünü toplum içinde egemen kılarak Hukuk Devletini yaşatmak olan ve idari yargının tepesinde yer alan Danıştay’ın, ulusal kıvancımız olan Andımıza ilişkin beklenmeyen Kararı toplum üzerinde şok etkisi yaratıp içimizdeki güven ve adalet duygusunu derinden yaralanmıştır.

Hem de devletin hukuka aykırı eylem ve işlemlerine karşı, yurttaşların hak ve özgürlüklerinin tek güvencesi olarak bildiğimiz yüksek bir yargı organı tarafından. Nasıl bir aymazlıktır bu!

Gerekçesi henüz açıklanmadığı için ileride yeniden gündeme gelmesi kaçınılmaz olan, ancak bizim açımızdan savunulacak bir yönü bulunmayan bu Karar, her nedense Vatan Şairimiz Namık Kemal‘in (Işıklar İçinde Yatsın) Kıbrıs’ta sürgünde bulunduğu sırada yazdığı ve aşağıda tam metnini sunduğumuz o ünlü Taşlamasını anımsatmıştır bize.

Onun, İstanbul’un Emperyalist devletlerce işgal edilmesinin kırılgan (hassas) ruhunda yarattığı isyanı ustalıkla (her biri sekiz heceden oluşan dizelerle) dile getirirken, o günlerde yaşadığı yaşadığı yürek acısını daha iyi anlıyoruz bugün.

Bu nedenle biz de bu talihsiz Kararın gerekçesi açıklanana değin, duygularımızla örtüşen bu anlamlı şiirini değerli okurlarla paylaşıp O’nun ruhuna en içten selamlarımızı göndermek istiyoruz, izninizle:
***

NE UTANMAZ KÖPEKLERİZ! 

Edepsizlikte tekleriz
Kimi görsek etekleriz
Hak’tan da yardım bekleriz,
Ne utanmaz köpekleriz.

Geldik vatan kavgasına
Düştük rütbe yağmasına
Daldık dünya sefasına,
Ne utanmaz köpekleriz.

İnsan mı neyiz seçilmez
Bir zehirdir ki içilmez
Tavrımızdan da geçilmez,
Ne utanmaz köpekleriz. 

Biz bakmadan sağ ü sola
Düşman girdi İstanbul’a
Vatanı sattık bir pula, 
Ne utanmaz köpekleriz.

Dalkavuklukla irtikâp
İşte etti bizi harap
Sen söyle ey Şevketmeab,
Ne utanmaz köpekleriz.

Vatanın girdik kanına
Leke getirdik şanına
Topumuzun bok canına,
Ne utanmaz köpekleriz.

NAMIK KEMAL, Magosa
 ———————————

Türkiye Ekonomisinde İvme Kaybı Ne Zaman Başladı?

Türkiye Ekonomisinde İvme Kaybı
Ne Zaman Başladı?

Dr. Mahfi EĞİLMEZ
15 Şubat 2021

Türkiye ekonomisi, 2001 krizi sonrasında yarattığı olumlu gidiş ivmesini, 2013 yılında Fed’in açıklamaları sonrasında kaybetmeye başladı. Bu kayıp son 3 yılda iyice belirgin bir durum aldı. Türkiye’nin 2000 – 2020 dönemindeki durumunu Avrupalı dört ülkeyle (Bulgaristan, Macaristan, Polonya, Romanya) karşılaştırarak değerlendireceğiz. Bunu yaparken bir ekonominin refah ve sağlık durumunu en net biçimde özetleyen üç göstergeyi (kişi başına gelir, enflasyon ve işsizlik) grafiklerle ele alıp analiz edecek ve Türkiye ekonomisinin ivme kaybının nedenlerini değerlendirmeye çalışacağız (Grafiklerin dayandığı veriler için kaynak: IMF, World Economic Outlook Database, October 2020.)

İlk grafik kişi başına geliri USD cinsinden gösteriyor. 2001 kriziyle bir çöküş yaşayan Türkiye ekonomisi hemen ertesinde çıkışa geçiyor ve 2009 yılına kadar ciddi bir çıkış yaşadıktan sonra küresel krizin etkisiyle bir düşüşle karşılaşıyor ve ertesinde yine çıkışa geçerek 2013 yılına kadar kişi başına gelirini artırıyor.

2013 yılı sonrasında inişe geçen Türkiye’nin kişi başına geliri, gerilemeye devam ederek 2020 yılında 2006 yılı düzeyine kadar düşmüş görünüyor. Aynı dönemde Macaristan ve Polonya kişi başına gelirini sürekli artırırken Romanya 2017’de, Bulgaristan da 2018’de Türkiye’yi geçiyor. Türkiye’nin hızla geri düşmesinin temel nedeni TL’nin yabancı paralara karşı yüksek oranlı değer kayıpları yaşaması. Onun da nedeni siyasal, sosyal ve ekonomik risklerin sürekli artış göstermesi.

İkinci grafik enflasyon oranlarının gelişimini gösteriyor.  

Grafiğe göre 2000’li yıllara çok yüksek enflasyonla giren Türkiye ve Romanya, uygulamaya koydukları programlarla enflasyonu hızla düşürmeye başladılar. 2005 yılına gelindiğinde bu beş ülke birbirine oldukça yakın enflasyon oranlarında buluşmuşlardı. Türkiye dışındaki dört ülke enflasyon oranlarını düşürerek devam ederlerken Türkiye 2013 yılından başlayarak enflasyonu denetimden kaçırdı ve bir daha hiçbir zaman 2005 – 2013 arasındaki düzeye indiremedi. Bu bozulmada Türkiye’nin sosyal, siyasal ve ekonomik risklerinin artması etkili oldu. Risklerdeki artış ülkeye sıcak para dışında döviz girişinin azalmasına yol açtı. Bunun sonucunda kurlar yükseldi. Yüksek ithal girdi kullanan ekonomide maliyetler arttığı için enflasyon da sürekli yükseliş ortaya çıktı.

Üçüncü grafik işsizlik oranlarının gelişimini sergiliyor.

Bu 20 yıllık dönem boyunca işsizlik oranları açısından en büyük başarıyı Polonya ve Bulgaristan yakalamış. Türkiye, 2015 yılından başlayarak gruptan kopmuş görünüyor. 2020’de Covid-19 salgınıyla yaşanan ekonomik bozulma nedeniyle beş ülkenin hepsinde işsizlik oranları sıçrama yaşadı.

Sonuç

Karşılaştırmaya aldığımız Avrupa Birliği (AB) üyesi dört ülkenin son 5-6 yılda Türkiye’yi geçmesinin en önemli nedeni demokrasi, hukukun üstünlüğü, insan hakları gibi alanlarda AB etkisiyle kaliteyi yükseltmiş olmalarıdır. Bu kalite yükselişi bu ülkelerin risklerinin düşmesi ve borçlanma yerine doğrudan yabancı sermaye yatırımlarını çekmeleriyle sonuçlandı. Türkiye, 2010 yılına kadar AB ile tam üyelik müzakerelerinin olumlu rüzgârıyla riskleri düşürmeyi ve ciddi miktarda yabancı sermaye çekmeyi başardı. Sonrasında o ilk ivmeyi kaybetmesine karşılık risklerini denetlemesi sonucu yabancı sermayeyi çekmeye ve TL’yi güçlü tutmaya bir süre daha devam etti. Küresel sistemde likidite bolluğunun gelişmekte olan ülkelere daha yüksek getiri elde etmek üzere yönelmesi Türkiye ekonomisinde başlayan bozulmayı bir süre gizledi.

Türkiye, AB ile müzakerelerden kopmasının da etkisiyle demokrasi, hukukun üstünlüğü, insan hakları gibi alanlarda hızla geriye gitti.

Bunların yanı sıra

– ekonomi politikasında neden-sonuç ilişkilerinin karıştırılması,
– Merkez Bankası bağımsızlığının zedelenmesi,
– kamu hesaplarında şeffaflığın kaybedilmesi

gibi ciddi yanlışlar yaptığı için kaçınılmaz olarak rakiplerinden geriye düştü.

Türkiye’nin gündeminde

– demokrasi,
– hukukun üstünlüğü,
– insan haklarının yükseltilmesi,
– eğitim kalitesinin düzeltilmesi,
– ekonomi politikasında neden-sonuç ilişkilerinin yerli yerine oturtulması,
– AB ile ilişkilerin düzeltilmesi

gibi konular ilk sırada yer almadığı sürece rakiplerimiz arayı açmaya devam edecek.

DEMOKRASİ DEMOKRASİYE KARŞI OLUR MU?

DEMOKRASİ DEMOKRASİYE KARŞI OLUR MU?

Prof. Dr. Halil ÇİVİ
İnönü Üniv. İİBF Önceki Dekanlarından

MARCUS CHOWN diyor ki;

  • Kapitalizm ya da küreselleşme komünizmi katletti, şimdi sıra demokraside (×).

Çünkü Küreselleşme:

1_ Irkçılığı ve ırklara dayalı ayrımcı kaba milliyetçiliği hortlatıyor.
2_ Her türlü dinciliği ve dinsel ayrımcılığı kışkırtıyor.
3- Her türlü bölgesel, yerel, dilsel ve etnik ayrımcılıkları körüklüyor.
4- Siyaset gündemini ekonomik sorunlarla mücadele ekseninden etnik ve kültürel çoğunluklar yararına popülizme ve kayırmacılığa dönüştürüyor.
5- Ahlak, adalet, hukukun üstünlüğü ve yurttaşların eşitliği (AS: Eşit yurttaşlık!), temel hak ve özgürlüklerin korunması giderek önemini yitiriyor. İktidarlara yandaş olanlar hukuken ve ekonomik olarak korunup kollanıyor.
6_ Yönetimler merkezileşiyor ve sertleşiyor.
7_ Ulus devletler çökertiliyor, fakat yerine bir çözüm öneril(e)miyor.
8_ İstisnasız herkes küresel kapitalistlerin ürettikleri malların sadık müşterilerine dönüştürülüyor.
9_ He türlü sözlü, yazılı ve görüntülü iletişim araçları küreselleşme aktörlerinin propaganda araçlarına dönüştürülüyor.
10 _ Ulusal egemenliğin gerçek sahibi olan halkın sesi giderek kısılıyor. Toplumun birlik ve dirlik çimentosu olan birleştirici kültür örüntüleri (ortak ve uzun tarihsel ve kültürel geçmiş, kardeşlik, hoşgörü, sevgi, barış birlikte yaşama arzusu, dayanışma…) zayıflatılıyor.

KÜRESELLEŞMENİN TEMEL ÖĞRETİSİ

“_Küresel mal ve hizmet tüket, küreselleşmenin hükmü yürüsün. Kapitalizmin borusu ötsün.
_Yerel düşün, bölgesel ve yerel değerlere sarıl ki ulus devletler ve ulusal birlik parçalansın.” olarak özetlenebilir.

Sonuç                                   :

  • Kapitalizm ve küreselleşme küresel pazarlara demokrasi isteyerek felsefi ve siyasal açıdan, parlamenter ve çoğulcu demokrasileri tehdit ediyor ve ulus devletleri ayrıştırıp bölmeye çalışıyor…
  • Yani demokrasiyi demokrasiye karşı kullanılıyor!

(×) Marcus Chown, Dünyanın Tüm Dertleri, 7. Baskı, ss.139-250. Domingo Yayınları 3019.
Ceviri: Zeynep Arık Tozar

2021 YILI NASIL OLSUN?

2021 YILI NASIL OLSUN?

Türkiye’de 2021 Yılı;

(AS: “Eşit yurttaşlık” konusunda çekincemiz var; yazının altındadır..
Sn. Çivi’nin açıklaması da…)

Irkçılığın, dinciliğin, ayrımcılığın, güvensizliğin, bölücülüğün, bölgeciliğin, işsizliğın, açlığın, yoksulluğun, yolsuzluğun, yasakların, kayırmacılığın, hırsızlığın, mafyatik ilişkilerin, hukuksuzluğun, adaletsizliğın, ahlaksızlığın, düşmanlığın, sevgisizliğin, cehaletin, kör inancın, kadın cinayetlerinin, Covid 19 virüsünden ve her türlü dermansız dertlerden gelen tüm ölümlerin… ülkemizi acilen terk ettiği;

Toplumun en büyük anayasal güvencesi olan “demokratik, laik ve sosyal hukuk devleti” ilkelerinin, ulusal istencin, adaletin, hukukun üstünlüğünün, çoğulcu ve özgürlükçü demokrasinin, eşit yurttaşlığın (AS: yurttaşların eşitliğinin!), yargı bağımsızlığının, bağımsız ve vicdanlı bir medyanın, özgür ve bilimsel akılcılığın, fırsat eşitliğine dayalı çağdaş bir eğitimin, sevginin, kardeşliğin, huzurun…istisnasız olarak egemen olduğu,

Hiçbir insanın aç, işsiz, aşsız ve çaresiz olmadığı,

Devlette ve toplumda hiçbir ayrımcılığın kalmadığı…

Sınırsız sevgi, kardeşlik ve dostluk bağları ile birbirine kenetlenmiş, siyasilerin halkı ayrıştırmadığı ve bölmediği,

Ekonomisi, teknolojisi, sosyal dokusu ve ordusu güçlü bir Türkiye özlemiyle;

HERKESE MUTLU YILLAR DİLERİM..

Prof. Dr. Halil Çivi
İnönü Üniv. İİBF Önceki Dekanlarından
===============================

Dostlar,

“Eşit yurttaşlık”, bir ülkede toplulukların (halkların, milliyetlerin, cemaatlerin) birbirlerine eşitliği temelinde kurulan sistemi anlatır. Farklı etnisite ve inanç topluluklarının hukuksal-siyasal olarak tanınması; farklı toplulukların birbirleri karşısında konumlandırılması demektir. Bu etnikçi anlayış, bir tür yeni-feodalizm icadı hatta dayatmasıdır.
Oysa Devlet; yurttaşların etnik köken, inanç, cinsiyet, vb. topluluk özellikleri karşısında kör / sağır / dilsiz kalarak, bunlardan bağımsız ve bu kategorileri aşkın olarak
  • her yurttaşın birey olarak eşitliğini yükseltir.

Bizim için “eşit yurttaşlık” değil, “yurttaşların eşitliği” ilkesi temeldir.

Sevgi ve saygı ile. 31 Aralık 2020, Ankara

Prof. Dr. Ahmet SALTIK MD, MSc, BSc
Ankara Üniv. Tıp Fak. Halk Sağlığı Anabilim Dalı (E)
Sağlık Hukuku Uzmanı, Siyaset Bilimi – Kamu Yönetimi (Mülkiye)
www.ahmetsaltik.net         profsaltik@gmail.com
facebook.com/profsaltik     twitter  @profsaltik
===============================================
Sevgili dostum,

Benim amaçladığım ile sizin vurguladığınız arasında sözcükler farklı hedef aynı… Görüş ayrılığımız yok. Bundan sonraki yazılarımda sizin düzeltmenize uygun olarak “yurttaşların eşitliği” diye belirtirim. Düzeltmeniz için çok teşekkür ederim.

Saygı ve sevgilerimle.

Halil Çivi

 

Hukukun Üstünlüğü Kalmadı

Hukukun Üstünlüğü Kalmadı

Prof. Dr. Sibel ÖZEL
Marmara Üniv. Hukuk Fak.

Cumhuriyet, 01 Aralık 2020

Hukukun üstünlüğü kavramı, son yıllarda herkesin dilinde olup neyi ifade ettiği tam olarak içselleştirilmeyen soyut ve uzak bir terim olarak ortaya çıkmaktadır. Oysa kavramın anlamı ve işlevi ülke kalkınması ile olan doğrudan ilişkisi çok açık olarak belirlenebilmektedir. World Justice Project, her yıl ülkelerin hukukun üstünlüğü derecesini, kavramın bünyesinde barındırdığı faktörler üzerinden raporlamaktadır. 2020 endeksinde Türkiye, 128 ülke içinde 107. sırada yer almıştır. İlk on ülke Danimarka, Norveç, Finlandiya, İsveç, Hollanda, Almanya, Yeni Zelanda, Avusturya, Kanada ve Estonya’dır. Endekste hukukun üstünlüğü dört evrensel prensibi bünyesinde barındıran kanunların, kurumların, normların, toplum dayanışmasının sağlam bir sistemi olarak tanımlanmıştır.  Bu evrensel prensipler şunlardır:

  • Hesap verebilirlik: Özel sektör gibi hükümet de hukuken sorumlu tutulabilmelidir.
  • Adil hukuk kuralları: Kanunlar açık ve net, kamuya ilan edilmiş ve istikrarlı olmalı; tam olarak uygulanmalı ve temel hakları korumalıdır.
  • Açık yönetim: Kanunların yasalaşması, yürütülmesi ve uygulanması erişime açık, adil ve etkili olmalıdır.
  •  Erişilebilir ve tarafsız uyuşmazlık çözümü: Adalet ehil, ahlaklı ve bağımsız temsilciler tarafından yerine getirilmelidir.

EN KÖTÜ ALAN YETKİ DENETİMİ

Hukukun üstünlüğü hukukçuların tekelinde bir kavram değildir. Güvenlik, haklar, adalet ve yönetim meseleleri herkesin günlük hayatını etkilemektedir. Dolayısıyla hukukun üstünlüğünün yürürlükte olması, endekste vurgulandığı üzere yolsuzluğu azaltacak, hastalık ve yoksullukla mücadele edecek ve insanları her türlü adaletsizlikten koruyacaktır. Hukukun üstünlüğü endeksi, 8 faktör üzerinden değerlendirme yapmaktadır :

  • Hükümet yetkileri üzerindeki sınırlamalar: Burada hükümet yetkililerinin ve görevlilerinin kanunla, yargıyla ve bağımsız denetim organlarıyla etkili bir şekilde sınırlandırılması değerlendirilmektedir. Türkiye’nin en kötü notu bu alandadır ve 128 ülke arasında 124. sıradadır.
  • Yolsuzluğun olmayışı: Yasama, yürütme, yargı organındaki kamu görevlileri ile polis ve askeriyedeki kamu görevlilerinin, kamu görevini özel amaçları için kullanmamasıdır. Türkiye 60. sıradadır.
  • Açık yönetim: Kanunların ve hükümet bilgilerinin kamuya açık olması, sivillerin katılımı ve şikâyet mekanizmaları değerlendirilmektedir. Türkiye 97. sıradadır.

    Temel Haklar: Eşit muamele ve ayrımcılık yasağı, adil yargılanma, ifade özgürlüğü, toplanma ve örgütlenme özgürlüğü, temel işçi hakları bu bölümde ele alınmaktadır. Türkiye’nin en kötü olduğu alanlardan biri de budur ve 123. sıradadır.

  • Düzen ve güvenlik: Suçun etkili bir şekilde kontrolü, özel hukuk ihtilaflarının etkili bir şekilde sınırlandırılması bu bölümde işlenmektedir. Türkiye 77. radadır.

    Mevzuatın uygulanması: Hükümet tasarruflarının etkili bir şekilde uygulanmasıdır. Türkiye 110. sıradadır.

  • Hukuk yargısı: Özel hukuk adaletinin gecikmeden, ayrımcılık gözetmeksizin uygulanmasıdır. Türkiye’nin yeri 103’tür.
  • Ceza yargısı: Ceza kovuşturma ve yargı sisteminin etkili, tarafsız, hükümet tasarruflarından bağımsız olarak işlemesidir. Türkiye 85. sıradadır.

ÜRKÜTEN MANZARA

Endeks, bölgesel ve gelir dağılımına göre de bir değerlendirme yapmaktadır. Türkiye Doğu Avrupa ve Orta Asya bölgesinde 14 ülke arasında sonuncudur. Gelir dağılımına göre yapılan listede ise Türkiye orta-üst gelir grubu içindeki 42 ülke arasında 40. sıradadır. Yüksek gelir grubunda yapılan sıralama gelişmiş ülkelerin hukukun üstünlüğü sıralamasında da üst sıralarda olduğunu göstermektedir. Bu durum hukukun üstünlüğü ve kurumsal yapıların kalkınmaya yol açtığını göstermektedir.

Zira bağımsız ve şeffaf bir yargı sistemi, hukukun ayrım gözetmeksizin herkese eşit biçimde uygulanması, yöneticilerin ayrıcalıksız olarak hukuk kurallarıyla bağlı olması ve etkin kurumsal yapılar ekonomik gelişmeye yol açmakta; küçük işletmelerden azınlık gruplarına, tüketicilere kadar herkesin yararına olmakta ve yatırımcıların gelişimine katkıda bulunmaktadır. Bağımsız ve erişilebilir bir yargı sistemi özel hukuk ilişkilerinde sorunların adil ve öngörülebilir bir süreçte çözümlenebileceğini, mülkiyet haklarının hukuken güvencede olduğunu garanti altına almaktadır.

HUKUK HERKESE LAZIM

İyi işleyen bir hukuk sistemi, küçük işletmelerin gelişimini ve kayıtlı ekonomiye daha fazla firmanın girmesini temin etmektedir. Kayıtlı ekonomideki artış da yeni istihdam alanları yaratarak işsizliği azaltmakta ve vergi tahsilatını artırmaktadır. İstikrarlı, öngörülebilir ve hesap sorulabilir bir hukuk düzeni uluslararası yatırımcılar için de çekim alanı oluşturmaktadır. 25 Eylül 2015’de kabul edilen “Birleşmiş Milletler Genel Kurulu Sürdürülebilir Kalkınma için 2030 Ajandası” yoksulluğun sonlandırılması, gezegenin korunması ve herkes için refahın sağlanmasına yönelik 17 hedef belirlemiştir.

Bu sürdürülebilir kalkınma hedeflerinden 16.sı “Barış, Adalet ve Güçlü Kurumlar” başlığını taşımakta ve her seviyede etkili, hesap verebilir kurumların inşası için barışçıl ve kucaklayıcı toplumların gelişimine hizmet etmektedir. Bu hedefin gerçekleşmesi hukukun üstünlüğü ile mümkün olacaktır. Dolayısıyla Türkiye’nin kalkınması ve refah seviyesinin artması için hukukun üstünlüğünün önemi kavranmalı ve “hukuk bir gün size de lazım olur” düşüncesinden uzaklaşılarak kavramın içeriği ve uygulaması içselleştirilmelidir.

Bu itibarla Endekste Türkiye’nin yeri, durumun vahametini gösteren bir olgu olarak kabullenilmelidir. Sorunun doğru tanımı çözüm imkânlarını geliştirecektir. “Adalet mülkün temelidir” sözünü yüzyıllardır dillendiren bir toplumda, hukukun üstünlüğü bütün ilke ve kurumlarıyla hayata geçmezse “mülkün” temelinin sarsılacağı anlaşılmalıdır.

Aynı gemide değiliz

Aynı gemide değiliz

  • ABD’nin özgürlük yargıçları gibi açık oynamasa da Avrupa’nın liberal yargıçları ve Mahkemesi olarak İHAM, sermayeyle, talancılarla, yağmacılarla, hırsızlarla, katillerle, dinsel gericilerle, bunların ittifakı siyasal iktidarlarla, öz olarak da sömürü düzeniyle aynı gemide.

İnsan Hakları Avrupa Mahkemesi (İHAM) Başkanı Robert Ragnar Spano’nun, Türkiye ziyareti, bu ziyaret içinde Cumhurbaşkanı ve AKP Genel Başkanı Tayyip Erdoğan’ın yer alması ve kendisine akademisyen kıyımcısı İstanbul Üniversitesi tarafından fahri doktora unvanı verilmesi, törende gazeteci yasağı, Spano’nun bir Mahkeme Başkanı gibi değil de siyasi iktidarı destekleyen siyasetçi gibi yaptığı konuşmalar tartışma yarattı.

İHAM’nin “abartı mı, balon mu” olduğu konusunda tartışmaya girmek burjuva hukuk devletinde ve bu devletin kapitalist ve emperyalist ilişkilerinde hukukun üstünlüğüne, yargının bağımsızlığına; hakların ihlal edilmediği eşit, özgür ve adaletli bir toplumun bu yolla sağlanacağına inananlar tarafından abes sayılabilir.

Ama uzlaşmaz karşıtlıklar mahkemelerde az eksikli hatta eksiksiz hak arama özgürlüğüyle ve adil yargılanma hakkıyla çözülemiyor, çözülemez.

Çözülemez, sınıflı toplumda çözülmesi de olanaksız. Egemen sınıf geçici ve küçük uzlaşmalarla düzenini ve istikrarını sürdürmek dışında buna izin vermez; düzeni de hep kendi denetiminde tutar, olmazsa otoriterleşir, faşizme kadar gider.

Kapitalizmin ulusal ve uluslararası kurumları ve kuralları bu düzeni ve istikrarını korumak için kurulur, sapmalar olursa da hizaya getirilir. İHAM aynı Sözleşmeyi (İHAS) esas alarak, kimi zaman bireysel haklar konusunda hakkı iade ederek düzeni korumakla görevli üst kurumlardan biri. Hakkın hakkını verirken de bir sınırı var: kapitalizm…

İHAM’ın SSCB döneminde verdiği kararlarla sonraki dönemde verdiği kararlara bakıldığında, ilkinde sosyalist toplumla rekabet çabası, ikincisinde dağılan ülkelerin kapitalizme uyum sağlama çabası açıkça görülür.

Bir de Türkiye gibi otoriterleşme eğilimi ve gericileşme eğilimi yükselen ülkelerde hizaya getirme çabası var ki, kapitalizm adına iki sınır konur: Bir, otoriterleşmeye çeşitli nedenlerle onay verilir; OHAL düzeninde ihlal onayları buna örnektir. İki, aşırı keyfileşmeye ve de gericileşmeye karşı da “aman fazla sapmayın” denir; Başkan Spano’nun Türkiye ziyareti buna örnektir.

Ziyarette, hem parti devletin kapitalist ilişkiler nedeniyle sırtı sıvazlanmış hem de “Toplumda yargının fonksiyonsuz olması, hukukun üstünlüğü ve insan haklarının esas alınmaması sonucu, topluma yabancı yatırım çekilmesi mümkün olmaz” diyerek emperyalist ilişkilerde uyarı yapılmıştır. Bu kapsamda Ayasofya bile konuşulmuştur ki ardından Cumhurbaşkanının Ayasofya kararına usuli itirazıyla hukuk devleti görüntüsü verilmesi, itirazın reddi halinde mahkemelere saygı, kabulü halinde de Ayasofya için herkesi memnun edecek ara formül gelecektir.

Spano’nun “Kanunun üzerinde hiç kimse yoktur” ifadesi de burjuva devletinin burjuva hukukunun tanımlamasından başka bir şey değil. Yalnızca pandemi döneminde sermaye lehine, emekçiler aleyhine çıkarılan kanunlara bakmak yeterli.

İHAM Başkanı sınıfsallığını saklama gereğini hiç duymadı, bireysel hak ve özgürlükleri -o da yarım yamalak- öne çıkarırken kapitalizme ayar sağlayan Mahkemesini perdelemedi.

Bu ziyaretteki bütün zaafları ve gizemleri Başkanın üzerine yüklemenin anlamı, düzeni ve sınıfsallığı perdelemektir. Tıpkı tarikat ya da cemaat liderlerinin örneğin çocuk istismarının dinsel gericilikten ve düzenden kurtarılıp liderlere yüklenerek piyasacı ve gerici düzenin perdelenmesi gibi…

“İHAM Başkanı böyle bir düzeni nasıl içine sindiriyor?” diye soranlara, sömürü düzeninin ihtiyacı olduğunda keyfilikle, gericilikle, kayırmacılıkla, otoriterlikle ve denetimsizlikle ama sermayenin söz ve karar sahipliğiyle gemisine yol bulduğunu anımsatalım.

Sermaye sınıfı hem ulusal hem de uluslararası alanda, hem kendine daha çok pay alarak hem de emeği daha çok sömürerek çok yönlü güvence istiyor, bu güvenceyi de devletlerle ve hukukla koruma altına alıyor. Onların hukukun üstünlüğü dediklerinin özü bu kadar basit. Bağımsız yargının göreviyse bu güvenceyi sermaye adına sürdürülebilir kılmak.

Bu arada İHAM tarafından önerilen Anayasa Mahkemesine Bireysel Başvuru ve yine İHAM tarafından onaylanan OHAL Komisyonu kurumları da paçayı kurtarmaya yetmedi. Hak ihlalleri emekçi halk aleyhine hızla artıyor ve düzenin kurumları etkisiz mi etkisiz. Kurulan ön barajlara karşın Türkiye, Rusya’yla birlikte İHAM önündeki ihlal dosyalarında ilk iki sırayı korumaya (!) devam ediyor. “İHAM kararlarını tanımam” diyen CB da başkanlık rejimin başında oturuyor.

ABD’nin özgürlük yargıçları gibi açık oynamasa da Avrupa’nın liberal yargıçları ve Mahkemesi olarak İHAM, sermayeyle, talancılarla, yağmacılarla, hırsızlarla, katillerle, dinsel gericilerle, bunların ittifakı siyasal iktidarlarla, öz olarak da sömürü düzeniyle aynı gemide. Yeni sömürgeciliği, yineleyerek ve yineleyerek yaşatma gemisindeler. Başları ağrıyınca da hukuksuzluğu ve keyfiliği burjuva hukukunun içine çekme, hizaya getirme çabası içindeler.

O gemi, İkinci Dünya Savaşında SSCB’yi, sosyalizmi yıkmak; komünizmle mücadeleye silahla destek vermek için savaşan gemi.

O gemi, emperyalizmin donanması içindeki yeni sömürü düzeninin gemisi.

O gemi, kapitalistlerle aynı gemideyiz diyen düzen muhalefetinin gemisi.

Demokrasiyle, hukukla, yargıyla allayıp pullayıp sefere çıkarıyorlar.

O gemi, “aynı gemide değiliz” diyen ve bugün 100. yaşının kutlayan Türkiye Komünist Partisinden, sosyalistlerden, aydınlanmacılardan, ilericilerden, yurtseverlerden, emekçi halktan kurtulup yoluna devam edemeyecek.

O gemiyi işçi sınıfı durdurup batıracak.

Kim mutlu olmaz ve gururlanmaz ki… 100 yaşında Partimiz var.

Parti can, Parti yaşam, Parti ahlak ve disiplin, Parti örgütlü sınıfsal mücadele, Parti devrim…

Eşit ve özgür bir ülke kuracağız, güzel günler göreceğiz.

CHP lideri Kılıçdaroğlu’dan Erdoğan’a : MAL VARLIĞINA GEBESİN!

CHP lideri Kılıçdaroğlu’dan Erdoğan’a :

MAL VARLIĞINA GEBESİN!

ABD Başkanı Donald Trump’un mektubuna ilişkin, “Hiçbir şekilde diplomatik teamüllere uymayan ve hakaret dolu ifadeler içeren bu mektubu, ‘bu üslup kabul edilemez’ diyerek neden iade etmediniz?” dedi. Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın mektuba ilişkin hala sessizliğini koruduğunu savunan Kılıçdaroğlu, Erdoğan’a 7 soru yöneltti.

kılıçdaroğlu.jpg

CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu, partisinin TBMM Grubu’nda yaptığı konuşmada, gündeme ilişkin değerlendirmelerde bulundu. (AA, 22.10.19)

CHP’lilerin, tüm yurttaşların sorunlarının çözümü için çabaladıklarını ifade eden Kılıçdaroğlu, siyaseti saygın kılmak, toplumun sorunlarına çözüm üretmek için toplumu dinleyeceklerini söyledi.

“Partisinin siyaseti köşeyi dönmek için değil halka hizmet için yaptığına” işaret eden Kılıçdaroğlu, hak ve hukuk arayanların hakkının teslim edilmesi gerektiğini ifade etti.

Kılıçdaroğlu, bundan 5 yıl önce Soma’da 301 işçinin yerin binlerce metre altında yaşamını yitirdiğini anımsatarak, o dönem bütün Türkiye’nin söz konusu işçilerin ailelerinin sorunlarının çözümü için kucaklaştığını anlattı.

Soma’daki işçilere yönelik verilen sözlerin bir bölümünün unutulduğunu savunan Kılıçdaroğlu, bu işçilerin “Bize söz verdiler, 5 yıl sonunda zaman aşımına uğrayacak. Hak isteminde bulunamayacağız. Bir çare kalıyor, yürüyelim..” dediklerini ve yürümeye başladıklarını belirtti.

Kılıçdaroğlu, Soma işçileriyle kimsenin ilgilenmediğini ileri sürerek, şöyle devam etti:

“Bizim işçilerin hakkına, hukukuna sahip çıkmamız gerek. 18 gündür yağmurun, karın altında, çamurun içinde bekliyorlar. Haklarını istiyorlar. Şu ana dek onların hakları teslim edilmedi. ‘Ankara’ya yürümeye meraklı değiliz, kimseden sadaka istemiyoruz, yalnızca hakkımızı istiyoruz. Tazminatlarımız tümüyle ödenene dek buradan kalkmayacağız. Bize söz verdiler, yine söz veriyorlar, kararlıyız, söz değil haklarımızı istiyoruz.‘ diyorlar. Somalı kardeşlerimizin hakları teslim edilinceye değin onların hakkını ve hukukunu biz savunacağız ve yanlarında olacağız.”

“NEREYE GİTTİ BU PARALAR?”

Kemal Kılıçdaroğlu, hangi inanç veya yaşam biçiminden olursa olsun herkesin şehitler için vicdanının sesini dinlediğini dile getirdi.

Şehitler hepimizin ortak acıları, ortak onurlarıdır” diyen Kılıçdaroğlu, şehitlerin hakkını ve hukukunu her zaman ve her ortamda savunduğunu vurguladı.

Kılıçdaroğlu, 15 Temmuz hain darbe girişimi sırasında şehit olan vatandaşlar için toplanan 309 milyon liranın akıbetini hükümete kezlerce sorduğunu, son 3 haftadır da yeniden buna ilişkin sorular yönelttiğini hatırlattı.

Söz konusu yardım tutarının, 15 Temmuz şehitlerinin ailesi ve gazilerin sorunlarının çözümü için önemli bir kaynak olduğuna dikkati çeken Kılıçdaroğlu, sözlerini şöyle sürdürdü:

Nereye gitti bu paralar? O Vakfın adresi yok. Grubumuzun basın danışmanı CİMER’e sormuş: vakfın adresi nedir, yönetim kurulunda kimler vardır? Çalışma Bakanlığı bunu İçişleri Bakanlığına göndermiş. Oysa vakfeden Aile, Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığı. Şehitlerimizin hakkını savunmak bir insanlık görevidir. Şehitlerin, gazilerin hakkını son kuruşuna dek soracağım. Bu benim ve sizin namus borcudur. Ta ki o paraların ne olduğunu açıklayıncaya dek. 15 Temmuz üzerine güzel laflar ederler, bayram kabul ederler, 15 Temmuz için para topladın. Nerede bu para? Cevap yok.”

Kılıçdaroğlu, söz konusu paraya ilişkin soru sormasının istenmediğini ileri sürerek, “Şehidin, gazinin hakkını, hukukunu savunmayacağım da kimin hakkını, hukukunu savunacağım? Para yiyenlerin mi? Kim aldı bu paraları? Nereye harcadınız bu paraları? Benim hakkım var, tüyü bitmemiş yetimin de hakkı var. Ben o hakkı sonuna kadar savunacağım” ifadelerini kullandı.

“BUNUN ADI İŞKENCEDİR”

CHP Genel Başkanı Kılıçdaroğlu, “Sakarya’daki Tank Palet fabrikasının ihalesiz Katar ordusuna verildiğini” iddia ederek, bu konuya ilişkin sorularına hükümet tarafından yanıt verilmediğini öne sürdü.

Kılıçdaroğlu, “Ordumuzu görüyorsunuz, destanlar yazıyor ama Sakarya’daki Tank Palet fabrikası Katar’lıların elinde. Hangi gerekçeyle?” diye konuştu.

TBMM Genel Kurulunda geçen hafta kabul edilerek yasalaşan Yargı Reformu’nun ilk paketine ilişkin de Kılıçdaroğlu, “Adalet konusundaki düzenleme kabul edildi ama bu ‘Türkiye’ye adalet geldi.’ anlamında değil. Adaleti mumla arıyoruz. Adaleti buluncaya dek de bizim mücadelemiz sürecek. Adalet bu ülkeye gelinceye dek birlikte mücadelemizi sürdüreceğiz.” değerlendirmesinde bulundu.

Söz konusu yargı paketinin kabul edilerek yasalaşmasına karşın şafak vakti evlerin basıldığını ve tutuklamaların yapıldığını belirten Kılıçdaroğlu, “Bunun adı işkencedir. Adalet böyle bir şey değildir. Adalet, savcı soruşturma açabilir, açar telefonu ‘şu saatte gelin’ diyebilir. Neden şafak baskını? Ailenin, küçücük çocukların önünde bir babaya ters kelepçe takılması hangi adalette, vicdanda vardır? O çocukların babalarına ters kelepçe takıldığını görmeleri adalet midir, ahlaki midir? Biz buna isyan ediyoruz..” sözlerini sarf etti.

Kılıçdaroğlu, Türkiye’de hala yasaklar bulunduğunu, Demokrasi İçin Birlik Platformu ile Hrant Dink Vakfı tarafından yapılmak istenen toplantılara izin verilmediğini ileri sürdü.

Türkiye’de düşünce açıklamanın suç sayıldığını iddia eden Kılıçdaroğlu, “Demokrasi diyoruz, düşünce açıklamak da suç oldu bu ülkede. Hangi adalet, hangi reformdan söz ediyoruz biz? Yargı bağımsızlığı olmadan, hakimin vicdanı olmadan bir ülkeye adalet gelmez. Hakim, talimatı saraydan alırsa o ülkeye adalet gelmez. Yasa falan bunların hepsi hikayedir. Önemli olan hakimin vicdanıdır, hukukun üstünlüğüdür, insan haklarıdır” ifadelerini kullandı.

“FETÖ BORSASI KURULDU”

CHP lideri Kılıçdaroğlu, Türkiye’de bir yılda 26 115 kişiye “cumhurbaşkanına hakaretten” soruşturma, 4 887 kişiye de dava açıldığını kaydederek, şöyle konuştu:

Cumhurbaşkanı tarafsız mı? Hayır. AK Parti’nin Genel Başkanı. AK Parti’nin Genel Başkanı’nı eleştirmeyecek miyim, ‘Yanlış yapıyorsun’ demeyecek miyim? Tarafsız kalsın, namusu üzerine yemin etti. Tarafsız kalacaksan başımın üzerinde yerin var. Ama bir partinin genel başkanıysan eleştiriyi hak ediyorsun. Beni de eleştiriyorlar. Öbür siyasal parti genel başkanları da eleştirilir. En sert biçimde eleştirilir, hakarete varmamak koşuluyla. Vatandaş düşüncesini, beğensek de beğenmesek de açıklamak zorundadır.”

Kılıçdaroğlu, Kanun Hükmünde Kararnamelerle 125 687 kişinin devletten ihraç edildiğini belirterek, şunları kaydetti:

“Arkasından FETÖ borsası kuruldu. Parası olan, iyi mevkilerde siyasal akrabası, damadı olanlar, kayınpederi olanlar dışarıya, garibanlar içeri. 125 bin kişi hakkında ihraç kararı verildi ama 152 399 kişinin de gizli soruşturması şimdilik süryor. Paran varsa hiç korkmayacaksın. Öğleden sonra Pensilvanya’ya gidip gelebilir, FETÖ’nün başkanıyla görüşebilirsin. Paran varsa hiçbir şey olmaz, kimse sana dokunmaz. Paran yoksa içeri. Bank Asya’nın önünden mi geçtin? Yakalar içeri atarlar.”

Haksız yere hapiste olan avukatlar, aydınlar, yazarlar, askeri öğrenciler ve garibanların bulunduğunu savunan Kılıçdaroğlu, “Durumu iyi olan, parası olan ve sarayın avukatını tutanlar ise dışarıda. Hatta savcı, onlar hakkında soruşturma bile açmıyor. Açarsa yerinden olacak. Erdoğan’ın avukatları ne zamandan beri Hakimler ve Savcılar Kurulu’nu etkilemeye, hakim, savcı tayin etmeye başladı? O koltuklarda otururken rahatsız olmuyor musunuz? Ben vicdanen rahatsız oluyorum. Siz onların istemlerini, sarayın istemi gibi derhal yerine getiriyorsunuz” iddialarında bulundu.

“DEMOKRASİYE AYKIRIDIR”

Kemal Kılıçdaroğlu, demokrasilerde seçimin, milletin iradesi olduğuna işaret ederek, Diyarbakır, Van ve Mardin belediye başkanlarının yerlerine kayyum atandığını, belediye meclislerinin başkan seçmesine izin verilmediğini söyledi. Kılıçdaroğlu, şöyle devam etti:

“O zaman bu seçimi niye yaptınız? Bu belediye başkanları iyi hal kağıdı aldılar. ‘YSK seçime girebilir’ diye karar verdi. Şimdi neden açığa alıyorsunuz? ‘Suçlular’. Niye suç üstü yapmıyorsun? İstihbarat örgütün, polisin, askerin var. Suç üstü yap, terör örgütüne destek veriyorsa anında yakala, kimse sana bir şey diyemez. Bu yetmedi şimdi Kayapınar, Kocaköy, Bismil ve Erciş belediye başkanları da açığa alındı ve yerlerine kayyum atandı. Demokrasiye aykırıdır.”

Daha önce Ankara, Bursa ve Balıkesir belediye başkanlarının görevlerinden ayrılmalarına da tepki gösterdiklerini anımsatan Kılıçdaroğlu, “Bizim çizgimiz demokrasi, adalet çizgisidir. Demokrasi yalnızca bizim için değil, herkes için geçerli olmak zorunda. Milletin iradesine, verdiği oya herkesin saygı göstermesi gerek.” diye konuştu.

Adaletin olmadığı yerde kimsenin can ve mal güvenliği bulunmadığına işaret eden Kılıçdaroğlu, sözlerini şöyle sürdürdü:

Hiç kimsenin can ve mal güvenliği yoktur Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nde. Herkesin evi hemen basılabilir, hemen gözaltına alınabilir, dosyasına gizlilik kararı konulur. Avukatınız bile hangi gerekçeyle göz altına alındığınızı öğrenemez. Aylarca, hatta yıllarca hapiste kalırsınız. Sonra derler ki ‘Pardon, yanlışlıkla içeri atmışız.’ Bu mudur adalet, bu milletin vicdanı yok mu?”

Adaletin herkes için olduğu bir yerde ekonominin de iyi olacağına işaret eden Kılıçdaroğlu, Türkiye’de bunun gerçekleşmediğini ileri sürdü.

Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın, “Her üniversite mezunu iş bulacak diye bir şey yok” dediğini savunan Kılıçdaroğlu, bunun saray için doğru olduğunu öne sürdü. Kılıçdaroğlu, “saraydakilerin bir eli yağda, bir eli balda Lale Devrini yaşadığını, onların işe gerek duymadığını, ihale almanın yeterli olduğunu” iddia etti.

Kemal Kılıçdaroğlu, anayasanın 49. maddesinde, “Devlet, çalışanların yaşam düzeyini yükseltmek, çalışma yaşamını geliştirmek için çalışanları ve işsizleri korumak, çalışmayı desteklemek, işsizliği önlemeye elverişli ekonomik bir ortam yaratmak ve çalışma barışını sağlamak için gerekli tedbirleri alır.” hükmünün yer aldığını anımsattı.

Bu önlemlerin hiçbirinin alınmadığını, işsizliğin, ağır bir fatura olarak 82 milyonun önünde durduğunu, saraydakilerin ise işsizlik çekmediğini ileri süren Kılıçdaroğlu, “Hepsinin keyfi yerinde. Saray sosyetesinin, bir annenin, babanın, çocuğun işsiz olması durumunda mutfaktaki yangından haberleri var mı? Hangi koşullarda bu aileler geçiniyor haberleri var mı?” diye sordu.

Kılıçdaroğlu, 3 gençten 1’inin işsiz olduğunu, işsiz sayısının 8 milyonu aştığını ifade ederek, sosyal devletin, fakir – fukarayla ilgilenen, gelir dağılımını dengeleyen, istihdam alanı yaratan, işinden olana işsizlik sigortasından düzenli aylık veren devlet olduğunu söyledi.

Çalışanların %36’sının kayıt dışı olduğunu, bununla mücadele edilmediğini öne süren Kılıçdaroğlu, “Sosyete damat var; ‘Hane başına düşen gelir 3 kat arttı’ diyor. Millet işsizlikten bunalmış durumda. İntihar eden sanayiciler, kepenk kapatan esnaf, borç batağında işsiz, kendini yakan işsiz var, millet 5 kuruşa muhtaç duruma geldi; ‘Hane başına düşen gelir 3 kat arttı…’ diyor. Sarayınki çok artmıştır biliyorum. Para her taraftan fışkırıyor.” diye konuştu.

“TEFECİLERE YULARI KAPTIRDILAR”

Kılıçdaroğlu, sözlerini şöyle sürdürdü:

Bir ülke üretmez, borçla geçinirse ABD Başkanı Donald Trump‘ın tweetlerine muhatap olur. ‘Seni mahvederim‘ diyor. Çünkü borç almadan ayakta duramıyorsun. 82 milyonu tefeciye teslim ettiler. Tefecilere, on milyarlarca Dolar faiz ödendi. Onunla fabrika kurulsaydı, on binlerce kişi iş sahibi olacaktı, Türkiye üretecekti, kazanacaktı, her alanda söz sahibi olacaktı; hiçbir devlet başkanı da kalkıp Türkiye Cumhuriyeti’ni, ekonomisi üzerinden vuramayacaktı, eleştiermeyecekti. Yuları tefecilere kaptırdılar. Kaptırırsan, atın nereye gideceğini yuları elinde tutan gösterir.

Bütün bunlar ortada dururken bunların uğraştığı iki şey var; ‘Arabanızda sigara içmeyeceksiniz‘ diyor. Sana ne kardeşim, araba benim, sigara içerim veya içmem. ‘Alışveriş yaparken naylon poşet için ayrıca para vereceksin’. Senin başka bir derdin yok mu? Milletin mutfağında yangın var bunların yangına buldukları çözüm bu. Şimdi tutturdular ‘Sigara haramdır’ diye. Millet, sigara içmese senin bütçedeki açık daha da artar. Ayrıca o beyefendi haramın ne olduğunu bilmez. Kul hakkı yiyen adamdan, haram anlaşılmaz.”

“82 MİLYON VATANDAŞIN CEBİNDEN KAHRAMANLIK EDEBİYATI”

Suriye’deki gelişmeleri değerlendiren Kılıçdaroğlu, Süleyman Şah Türbesi‘ni, kendi topraklarından kaçırmak zorunda kaldıklarını, bunun utanılacak bir olay olduğunu ancak ar damarı olanın utanacağını söyledi. Kılıçdaroğlu, kendi toprağından kaçan adamın ne zamandan beri kahraman olduğunu hala öğrenemediğini belirtti.

Kılıçdaroğlu, Suriyelilere 40 milyar dolar harcandığını ifade ederek, “Yetmemiş, beyefendi hala ‘Gerekirse 40 milyar dolar daha harcarız’ diyor. Buyur harca; o ödemiyor ki; saray da ödemiyor. Kim ödeyecek 82 milyon vatandaş ödeyecek. 82 milyon vatandaşın cebinden kahramanlık edebiyatı yapıyor. Zaten saray, kara delik, para yutuyor ha bire” dedi.

İzlenen dış politikanın, Türkiye Cumhuriyeti’nin saygınlığını sıfırladığını öne süren Kılıçdaroğlu, mütekabiliyet (AS: dış politikada karşılıklılık) ilkesine işaret etti.

Kılıçdaroğlu, İsmet İnönü’nün, Lozan Anlaşması için gittiği Lozan’da toplantı yapılacak salona girdiğinde, kendisine ayrılan koltuğun öbürlerinden küçük olduğunu fark ettiğini, aynı koltuktan bulunduğunda görüşmelere devam edeceğini söyleyerek salondan çıktığını anlattı. Kılıçdaroğlu, “Yalnızca koltuk üzerinden; bu ülkenin kuruluşundaki onuru, haysiyeti, şerefi görüyor musunuz? Mütekabiliyet budur.” dedi.

“BENİ RAHATSIZ EDİYOR”

Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın, gazetecilerin 16 Ekim’deki, “Amerika’dan heyet geldi, görüşecek misiniz?” sorusuna, “Ben dimdik ayaktayım. Ben onlarla görüşmeyeceğim. Onlar karşıtlarıyla görüşecek. Ben Trump geldiğinde konuşurum?” karşılığını verdiğini anımsatan Kılıçdaroğlu, ancak Cumhurbaşkanlığı İletişim Başkanı Fahrettin Altun’un, “Görüşecek”, Cumhurbaşkanlığı Sözcüsü İbrahim Kalın’ın, “Cumhurbaşkanı yarın ABD Başkan Yardımcısını kabul edecek” dediğini söyledi.

Kılıçdaroğlu, ABD Başkan Yardımcısı Mike Pence’nin, Erdoğan’ın değil, Cumhurbaşkanı Yardımcısı Fuat Oktay’ın mevkidaşı olduğunu belirtti.

“Daha acı olan ise şu fotoğraf.” diyerek Erdoğan’ın Pence ile görüşmesine yönelik bir fotoğrafı gösteren Kılıçdaroğlu, “Cumhurbaşkanlığı forsunun önünde, ikisi eşit pozisyonda oturuyorlar. Bu Erdoğan’ı rahatsız etmeyebilir ama Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı olarak beni rahatsız ediyor. AK Partili kardeşlerime soruyorum; bu ülke sınırları kanla, gözyaşıyla çizildi. Bu ülke milli kurtuluş savaşını veren ülkedir. Mütekabiliyet denilen kural vardır. Bir başkan yardımcısı, başkan ile aynı pozisyonda oturuyor. Oturması gereken yer Fuat Oktay’ın karşısıdır. Ama Erdoğan, onu yanına alıyor. Neden; ezik” diye konuştu.

“ASLAN KESİLMESİNİ BEKLERDİK”

Kılıçdaroğlu, Erdoğan’ın, “Trump ile görüşürüm” demesine karşın heyetle görüştüğünü, “ABD, terör örgütünün sözcülüğünü yapamaz” gibi bir cümle kurduğunu ancak masaya oturduğunu, PYD’ye, sürekli telefonla bütün görüşmelerin aktarıldığını, bu arada,

  • Senin, çocuklarının, ailenin mal varlığını araştıracağız” diye sopa gösterildiğini iddia etti.Kemal Kılıçdaroğlu, “Hani Erdoğan çıkıyor ya bazen aslan kesiliyor; aslan kesilmesini beklerdik.
  • ‘Ey Trump sen benim, ailemin, çocuklarım mal varlığını mı araştıracaksın, araştırmazsan namertsin. Araştırmazsan namertsin, verilmeyecek tek kuruş hesabım yoktur. Hesap vereceksem Türk milletine hesap veririm’ diyecekti. Bunu söyleyemedi.” dedi.

    “BUNLARI NASIL YEDİNİZ, YUTTUNUZ?”

    Trump’un, bir milleti, bir toplumu aşağılayan dille kaleme alınmış bir mektup gönderdiğini, Türkiye Cumhuriyeti tarihinde daha önce böyle bir mektup gelmediğini ifade eden Kılıçdaroğlu, şunları kaydetti:

    “Türkiye Cumhuriyeti tarihinde bizi bu denli aşağılayan bir mektup gelmemiştir. Johnson’un mektubunu, İnönü’nün yanıtını hatırlıyorsunuz. İnönü, ‘Yeni bir dünya kurulur, Türkiye o dünyada yerini alır‘ diyordu. Allah aşkına söyler misiniz bu mektubu nasıl hazmettiler, nasıl içlerine sindirdiler? Hangi kozları var ABD’nin elinde ki bunu yalayıp, yuttular. Mal varlığıyla ilgili mi başka bir şey mi nedir Allah aşkına? Mektupta, Trump, ‘Sorunlarını çözmek için çok uğraştım‘ diyor Erdoğan’a. Hangi sorunları özel, ailevi, finansal sorunlar mı? Açıkça tehdit ediyor. Bu mektup ortaya çıktı, bekledik herkes tepki gösterecek. Bütün partiler tepki gösterdi yalnızca AK Parti’de tık yok, Erdoğan ne diyecek diye bekliyorlar. Bunları nasıl yediniz, yuttunuz, adamda mide olur. Erdoğan, 18’inde açıklama yapıyor; ‘Bu konuyu bugünkü meselemiz, önceliğimiz olarak görmüyoruz.’ diyor. Göremezsin çünkü mal varlığınla gebesin. O mektup, bütün dünya arşivlerine girdi. Yenilecek, yutulacak bir mektup değil.

    Ülkücü kardeşlerime seslenmek isterim: Siz hemen hemen her konuşmanızda Türk milletinin haysiyetinden söz edersiniz. MHP’nin düştüğü durumu görüyor musunuz? Hangi şeref, onur? Türkiye’nin saygınlığı yerlerde sürükleniyor, olmadık eleştiri, hakaretler geliyor, sizin yöneticileriniz bu hakaretleri yapanlara karşı sessiz duruyorlar. Milliyetçilik o değil, milliyetçiliği biz yapıyoruz. Devrimciliği, halkçılığı, cumhuriyetçiliği, demokrasiyi de biz yapıyoruz. Tepki vermesi gereken kişi, Türkiye Cumhuriyeti Devleti’ni temsil eden kişidir. Ülkücü kardeşim sana sesleniyorum; bu memleketin şan, şeref, onurundan yanaysan, içtenlikli olarak bu ülkenin milliyetçisiysen bunlara beş para bırakmayacaksın, bunlara söz bırakmayacaksın, bunlara alet olmayacaksın, bunların ipiyle kuyuya inmeyeceksin.”

    7 SORU

    Anayasanın 104. maddesine işaret eden Kılıçdaroğlu, “Bu beyefendi asla cumhurbaşkanı değil. Benim de cumhurbaşkanım değil, bu ülkeyi, vatanını ve bayrağını sevenlerin cumhurbaşkanı değil. Senin mal varlığın üzerinden tehdit ediliyorsun. Çıkıp desene, ‘Benim mal varlığım açıktır, ben bunu beyan ettim. Dünyanın neresinde bana ve aileme ait beş kuruş bulursanız, ben hesabını veririm” diyeceksin. Diyemiyorsun” değerlendirmesinde bulundu.

    Erdoğan’ın mektuba ilişkin hala sessizliğini koruduğunu savunan Kılıçdaroğlu, Erdoğan’a 7 soru yöneltti. Kılıçdaroğlu, şu soruları sordu:

    “Hiçbir şekilde diplomatik geleneklere uymayan ve hakaret dolu ifadeler içeren bu mektubu ‘bu üslup kabul edilemez’ diyerek neden iade etmediniz? Okuduğunuzda bu ifadeleri nasıl hazmettiniz? Neden ve hangi korku, endişe ve ruh haliyle bu mektubu kabul ettiniz? Hakaretler içeren mektubu anında iade etmediğiniz gibi, kamuoyundan da gizlediniz. Neden? Bu mektubu Amerikalılar kamuoyuna duyurmasaydı üstünü örtecek, sessiz mi kalacaktınız? Hakaretler içeren mektubun üstünü artık örtemeyeceğinize göre, milletin onurunu nasıl kurtaracak ve bu yakışıksız üsluba Türkiye ve ABD arşivlerine girecek şekilde nasıl yanıt vereceksiniz? Türkiye Cumhuriyeti’nin şan ve şerefini korumak, Türkiye Cumhuriyeti Cumhurbaşkanının anayasal görevidir. 82 milyonun huzurunda ettiğiniz yemini hatırlıyor musunuz? Ettiğiniz yeminde sözü geçen namus ve şeref kavramları sizin için neyi ifade etmektedir?”

Rejim, toplumsallaşan hukuk ile dizginlenebilir!

Rejim, toplumsallaşan hukuk ile dizginlenebilir!

Prof. Dr. YAKUP KEPENEK
27.8.19, Cumhuriyet

Kendisinden hesap sorulamayan AKP iktidarı giderek duyarsızlaşıyor. Yıllardır doğaya karşı duyarsızdı; şimdilerde en yaşamsal konularda da topluma bilgi vermeyi tümüyle unuttuğu gibi, giderek artan oranda topluma duyarsız bir özellik kazanıyor.

Başkanlık rejimine geçilmesinin üzerinden tam 14 ay geçti. AKP Genel Başkanlığıyla birlikte, yasama, yargı ve yürütme güçlerini ve giderek tüm devlet yönetimini tek kişide toplayan rejim, her konuda başarısızdır. 
Başarısız iktidar, tıkanıyor; tıkandıkça da hırçınlaşıyor ve hukuk dışına çıkıyor. Parti – devlet – sermaye -PDS- üçlüsünün kaynaşmış olmasının oluşturduğu olağanüstü merkezi iktidar gücü, toplumun tepesine bir karabasan gibi çökmüş bulunuyor. Bu yetmiyormuş gibi, daha doğrusu tam da bu nedenle iktidar, kazanamadığı yerel yönetimleri de ezmeye girişiyor. Ülkeyi ateşe atmakta olan bu gidişe, hukukun toplumsallaşmasıyla karşı çıkılmalıdır.

Yerel seçim yenilgisinin sersemliği mi? 
Toplum, bu karanlık gidişe, 31 Mart yerel ve özellikle de 23 Haziran İstanbul Belediye Başkanlığı seçimlerinde, elinde kalmış olan son olanağı, sandığı değerlendirerek dur demeye çalıştı. İktidar gücü, yerel seçimleri yitirmemek için yalnız devletin tüm olanaklarını seferber etmekle kalmadı, İstanbul’da bulunan Kürt kökenli seçmenlerin oylarını almak için, hapisteki terör örgütü PKK’nin lideri ve onun kırmızı bültenle aranan kardeşinden yararlanmak istedi; birincisine bir doçenti gönderdi, ikincine de iktidarın oyuncağı yaptığı kamu kurumu TRT’ye çıkıp görüşlerini açıklama olanağı sağladı. Yine de İstanbul’da tarihi bir yenilgi aldı
İktidar, yerel seçimlerdeki, özellikle İstanbul’daki başarısızlığının nedenini, kendi niteliğinden doğan başarısızlıklarında arayamıyor. Yenilginin sersemliğiyle iyice bocalıyor. Seçimle gelen belediye başkanlarının görevden alınmaları bunun yeni bir göstergesidir. 
İktidar, İstanbul’da alamadığı Kürt kökenli seçmenlerin oylarının hesabını, en ilkel cezalandırma yöntemine başvurarak Güneydoğu’daki üç kentin halkından soruyor. Yıllardır yargıyı avucuna almış olan iktidarın, haklarında kesinleşmiş bir yargı kararı olmadan, Diyarbakır, Mardin ve Van büyükşehir belediye başkanlarını görevden alarak yerlerine valileri kayyım olarak ataması, aslına bakılırsa, iktidarın yaşam suyunun toplumsal sertlik olduğunun yeni bir kanıtıdır. Kuraldır, mutlak iktidar gücü, başarısızlığının intikamını hukukun dışına çıkarak alır. Bu iktidar, hukuk dışılık şiddetinden besleniyor. 
Dahası var. Valileri, AKP Genel Başkanı da olan Başkan seçiyor; halkın seçtiği belediye başkanlarının yerine valilerin atanması, aslında merkezi yönetimde geçerli olan başkan-parti bütünleşmesinin yerel yönetimlere de yerleştirilmek istenmesinden başka bir şey değildir. Ek olarak, görevden almalar, AKP’nin elinde yıllardır, 4-5 yılda bir gidilen sandık dışında her şeyini yitirmiş bulunan demokrasiye sıkılan son kurşun anlamına gelir. 
Yerel seçim yenilgisinin sarsıcı etkisi o boyuta varmış olmalı ki, AKP iktidarı, kendi mantığı içinde de, artık etkin ve verimli çalışamıyor. Ekonomiyi ve dış politikayı geçtik, baksanıza; orman yangınlarını bile söndüremiyor. Meğer AKP, kuzuyu kurda teslim edercesine, yangın söndürme işini de özelleştirmiş. Cumhuriyet ile birlikte kurulan Türk Hava Kurumu’nun -THK uçakları, Ulaştırma Bakanlığı’nın belgeleriyle kanıtlandığı gibi göreve hazır olmalarına karşın yangın söndürmede kullanılmadı. Pilotluğuyla övünen ya da tarıma havadan bakan Tarım Bakanı ile Ulaştırma Bakanlığı ters düştü; sonuçta, binlerce hektarlık orman yandı. Gerçekte devletin kurumları arasındaki uyumsuzluklar çok daha derin, örneğin, ot ithali konusunda, TÜİK ile Tarım Bakanlığı arasında yaşandığı gibi, biri birini yalanlayan kamu kurumları oluşmuş bulunuyor. 
Kendisinden hesap sorulamayan AKP iktidarı giderek duyarsızlaşıyor. Yıllardır doğaya karşı duyarsızdı; şimdilerde en yaşamsal konularda da topluma bilgi vermeyi tümüyle unuttuğu gibi, giderek artan oranda topluma duyarsız bir özellik kazanıyor. İktidar, Kaz Dağları ormanının bir avuç altın için acımasızca kazınmasına gösterilen toplumsal duyarlılığa kulaklarını tıkadı. Tank- Palet fabrikasının özelleştirilmesinde, tam bir toplumsal duyarsızlıkla ısrar eden AKP yine çok vefasız ve duyarsız bir tutumla, geçmişte kendisini desteklemeyi görev bilen Memur-Sen’in bir maaş artışı isteğine sırt çevirdi, görüşme tutanağı düzenleme becerisini bile gösteremedi, sorunu Hakem Kurulu’na gönderdi. 
Bir noktaya daha değinelim : Son günlerde AKP’nin içinden iki yeni parti çıkacağı ya da bu partinin ikiz doğuracağı neredeyse kesinleşti. Ülkeyi bu duruma getiren AKP’nin içinden, gerçek anneler bağışlasın, ama bu toplumun sorunlarına çözüm üretecek sağlıklı çocuk ya da çocuklar, genetik nedenlerle, doğamaz.

İlk iş hukuk olmalı!
Ülkeyi her bakımdan bir yangın yerine çeviren AKP iktidarının karşısına evrensel hukuk ilkeleriyle çıkılmalıdır. Öncelikle belediye başkanlarının görevden alınmasına, bu ülkede, hukukun üstünlüğü, onunla birlikte özgürlük ve barış savunucularının, ortak bir tutum ve kararlılıkla karşı durmasının sağlanması gerekiyor. 
Başkanların görevlerinden alınmaları, her şeyden önce, Prof. Dr. Metin Günday ve konunun uzmanı diğer hukukçuların açıkça belirttiği gibi, OHAL döneminde kabul edilen 674 sayılı KHK ile yapılan bir işlemdir. Bu işlemin hukuken yok sayılması için, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’ne – AİHM uzanan bir hukuk savaşımı ya da mücadelesi, en etkili bir biçimde ve toplumla bir arada verilmelidir. 
Bu yıl, Saray’da yapılacak olan adli yıl açılış törenine, toplam 79 baronun, bugüne kadar 51’i katılmayacağını açıklamış bulunuyor. Toplantıya katılmayan baroların, eşgüdüm içinde bu ülkeye hukukun temel evrensel ilkeleriyle yerleşmesi için uğraş vermesi, açılışa katılmama nedenlerini açıklarken, belediye başkanlarının görevden alınmasıyla ilgili hukuksuz işleme, çok açık bir biçimde karşı çıkması büyük önem taşıyor. Belediye başkanlarının görevden alınmalarını yerinde bir tanı koyarak “sivil darbe” diye adlandıran 30 baronun 19 Ağustos tarihli ortak açıklaması bu doğrultuda atılmış çok güçlü bir adımdır. Türkiye’nin imzalamış olduğu uluslararası sözleşmeler, özgürlük, eşitlik, barış değerlerine dayalı, hukuk devleti, yargının bağımsızlığı ve tarafsızlığı gibi temel konularda toplumun donanımı artırılabilir. Sanal iletişim kanalları da yoğun bir biçimde kullanılarak, iktidar gücüne hukuk ile karşı durulmasının yollarının ayrıntılı bir biçimde sergilenmesi gerçekleştirilebilir.

Sonuç olarak; hukuktan kaçan AKP’yi hukuk yoluyla geriletmek gerekiyor.