Etiket arşivi: hukukun üstünlüğü

TBB Başkanı Erinç Sağkan’ın Anıtkabir Defterine Yazdıkları

TBB’nin yeni yönetimi devir teslim töreninden önce Anıtkabir’i ziyaret etti

Sağkan, “Anıtkabir’den Ata’mızın huzurundan yola çıkmak çocuklarımıza, geleceğimize ve mesleğimize minnetle karışık borcumuzdur” dedi.

TBB’nin yeni yönetimi devir teslim töreninden önce Anıtkabir’i ziyaret etti

Türkiye Barolar Birliği Başkanı Av. R. Erinç Sağkan; Yönetim, Disiplin ve Denetleme kurullarının seçilen üyeleri, baro başkanları, TBB delegeleri ve meslektaşları ile 11 Aralık 2021 tarihinde Anıtkabir’e ziyarette bulundu. Ardından Türkiye Barolar Birliği’nde devir teslim töreni gerçekleştirildi. Anıtkabir ziyaretine ve devir teslim törenine Ankara Barosu Başkanı Av. Kemal Koranel, Başkan Yardımcısı Av. Mehmet Eren Turan, Genel Sekreteri Av. Dr. Mahcemal Seyhan, Saymanı Av. Zafer Doğan Bilgin, Yönetim Kurulu üyeleri; Av. Zekiye Avcı, Av. Oğuz Atasoy, Av. Emrah Acar ve Türkiye Barolar Birliği delegeleri ile meslektaşları katıldı. Erinç Sağkan,

  • Anıtkabir’den Ata’mızın huzurundan yola çıkmak çocuklarımıza, geleceğimize ve mesleğimize minnetle karışık borcumuzdur” açıklamasında bulundu.

image small

“YOLUMUZ YOLUN, GÜNEŞİMİZ IŞIĞINDIR”

*Aziz Atatürk, bugün karşında; en gösterişli yapılardan bile çok ışık saçan ve bir ülkenin aydınlık geleceğine adanmış, yoktan var edilen bilim yuvalarında hukuku ve hukukçu olmayı öğrenen, özgür bir memlekette yüzüne memleketinin özgür rüzgarları değen, en çok barışa ve hiç durmadan ilerlemeye inanan aydınlık nesillerin fertleri (AS: kuşakların bireyleri) olarak bulunuyoruz.

Biz bugün karşında, bir kimsenin lütfuna terk edilmiş kara bir düzenin değil Cumhuriyet‘in hiç sönmeyecek ateşini minicik elleriyle yaşamı boyunca taşıyacak, seni tanıyacak, tanıdıkça daha çok sevecek ve aydınlık yolundan bir saniye bile ayrılmayacak gelecek bahşettiğin çocukların anneleri ve babaları olarak bulunuyoruz.

*Hukuku, hukukun üstünlüğünü ve bağımsız yargıyı bir damla kanımızı dökmemize gerek kalmadan elde ettiğimiz ancak elimizde tutmak uğruna onlarca Cumhuriyet ve adalet şehidi verdiğimiz, kıymetini her gün daha çok anladığımız hukuk devletinin Başkent Barosunun yönetimi, avukatları ve stajyer avukatları olarak karşında bulunuyoruz. Aziz hatıran ne maddede, ne tarih kitaplarında ne de yalnızca belleklerimizde ve kalplerimizdedir. Aziz hatıran ve bahşettiğin laik Cumhuriyet; atan kalpleriyle bizzat karşında ve huzurunda bulunan milyonlarda, ülkenin dört bir yanına yayılmış ormanlarda, bacası tüten fabrikalarda, güneş gibi doğan köy okullarında, özgür sokaklarında, erkekten geri durmak şöyle dursun; herkesten birkaç adım önde yürüyen kadınlarımızın kararlılığında, çocukların güzel gözlerinde ve günün birinde bir Mustafa Kemal olabilme umutlarında, bugün huzurunda bulunduğumuz bu toprak parçası ve üzerinde bulunan ağaçların köklerindedir.

*Bizlere bıraktığın laik, modern ve aydınlık Cumhuriyet‘in kıymetini her geçen gün daha çok anlıyor, mirasına daha çok bağlanıyoruz. Hayattaki en büyük gururumuz, bizi kul değil birey yapan aydınlık Cumhuriyetinin hukukçu muhafızları olmaktır. Yolumuz yolun, güneşimiz ışığındır.
*****

Türkiye Barolar Birliği (TBB) Başkanlığına seçilen Ramiz Erinç Sağkan ve yönetim kurulu üyeleri, yeni görevleri dolayısıyla Anıtkabir‘i ziyaret etti. TBB Yönetim, Disiplin, Denetleme Kurulu üyeleri, baro başkanları ve TBB delegeleriyle Aslanlı Yol’dan yürüyen Sağkan,  Atatürk’ ün mozolesine çelenk bıraktıktan sonra saygı duruşunda bulunuldu. Sağkan, ardından Misak-ı Milli Kulesi’nde Anıtkabir Özel Defteri’ne şunları yazdı:

“Büyük Atatürk,
Ebedi eseriniz Nutuk’a ‘1919 senesi Mayıs’ının 19. günü Samsun’a çıktım.’ diye başlamıştınız. Bizler de Türkiye Barolar Birliği’nin 36. Olağan Genel Kurulu tarafından seçilen yönetim, disiplin, denetleme kurulu üyeleri ile delegelerimiz ve meslektaşlarımızla birlikte savunmanın temsilcileri olarak aynı azim ve kararlılıkla bugün,
11 Aralık’ta huzurunuza çıktık. 
Bizler biliyoruz ki, ‘Adalet mülkün temelidir’ sözünün
asılı olduğu her mahkeme salonu, seninle buluştuğumuz yerdir.
Kişiye, zümreye, şanslı bir azınlığa ya da bir ailenin lütfuna terk edilmeyen ve mavi gözlü bir çocuktan dünyanın hakları gasp edilmiş tüm halklarına umut olan bir lideri çıkaran Cumhuriyet’in karış karış her toprağı senin eserindir.
Bizimse bu kazanımları kaybetmeye tahammülümüz yoktur.
Modern hukukun, insan onurunun, eşitliğin, hakkaniyetin, adaletin, bağımsız yargının ve evrensel hukuk ilkelerinin öğretildiği her hukuk fakültesi seninle var olmuş ve bizimle devam edecektir. Kimsenin merhametine bırakılamayacak modern hukuk sistemimizin her türlü çabaya rağmen inadına yıkılmadığı, insan onurunun temel alındığı, bizi kula kul değil,
birey yapan her türlü temel hak ve özgürlüğün tane tane yazıldığı her kanun, her mahkeme, her adliye senin eserin, bizimse varlık sebebimizdir.

Bu uğurda verdiğimiz çabanın üzerine güneş olup her gün yeniden doğacağının farkındayız. Bu sebeple, Anıtkabir’den, senin huzurundan yola çıkmak çocuklarımıza, geleceğimize ve mesleğimize minnetle karışık borcumuzdur. Asıl borcumuzun, açtığın aydınlık yolda hiç yılmadan yürüyerek tüm ümidinin onda olduğunu söylediğin gençlikle birlikte, ‘küçük hanımefendiler’, ‘küçük beyefendiler’ diye hitap ettiğin çocuklara aydınlık bir gelecek bıraktığımız zaman biteceğinin farkındayız. Tüm çabamız, bu kutlu borcumuzu ödemek içindir. Umutsuz durumların değil umutsuz insanların olduğunu, senin hiçbir zaman umudunu yitirmediğini iyi biliyoruz. Bizler de Cumhuriyetimiz ve çocuklarımız için durmadan çalışacağımıza mesleğimizin kutlu yemini gibi söz veriyoruz.

Saygıyla, şükranla ve tarifine dünyadaki hiçbir dilin yetmeyeceği özlemimizle.”

TBB Başkanı Sağkan ve Yönetim Kurulu üyeleri Anıtkabir'i ziyaret etti 
TBB Başkanı Sağkan ve Yönetim Kurulu üyeleri Anıtkabir'i ziyaret etti 
TBB Başkanı Sağkan ve Yönetim Kurulu üyeleri Anıtkabir'i ziyaret etti 
TBB Başkanı Sağkan ve Yönetim Kurulu üyeleri Anıtkabir'i ziyaret etti

Faizi Düşürünce Ne Oldu?

HakkımdaDr. Mahfi EĞİLMEZ

Kasım 20, 2021
Faizi Düşürünce Ne Oldu? (mahfiegilmez.com)

Enflasyon, faizden önceki aşama olduğu için faiz, ilk bakışta enflasyonun sonucu gibi görünür ama aslında enflasyon da faiz de başka şeylerin sonucudur. O nedenle çözümü bulabilmek için zincirin ilk halkasına kadar geri gitmek gerekir. Son yazılarımda sıkça kullandığım şemamı bir kez daha yazayım:

Görüleceği gibi faizi yükselten şey aslında ülke riskinin yükselmesiyle başlayan zincir reaksiyonlardır. Ülke riskinin yüksek olduğunu anlamak için bakılması gereken gösterge CDS primidir. Bu prim 300 baz puanın üzerindeyse ülke aşırı riskli demektir. Türkiye’nin CDS primi 411’dir. Bu oranla Türkiye, dünyanın en riskli birkaç ülkesi arasındadır. Bu zincir reaksiyonların çözümü için en başa gidip riski düşürmeye çalışmakla başlamamız gerekirken biz tam tersini yaparak sondan başlıyoruz ve faizi indiriyoruz. Bakın sonra ne oluyor?

Kurun ve enflasyonun yüksek olduğu ve daha da yükselmeye eğilimli olduğu bir ortamda faizi düşürünce riskleri yükseltmiş oluyoruz ve kurlar yükseliyor sonra şemadaki reaksiyonlar tekrar devreye giriyor, enflasyon yükseliyor. Grafik 2019 başından bugüne kadar Merkez Bankası Politika Faizi (MBPF) ile USD/TL kuru arasındaki ilişkiyi gösteriyor. Merkez Bankası ne zaman faizi indirmişse kur yükselmiş. Kur yükselişi, ithal girdiler üzerinden giderek maliyetleri ve fiyat artışlarını tetikliyor ve sonuçta enflasyon da artıyor. 2019 başından bu yana görünüme baktığımızda hep aynı hatayı yaparak kısır döngü içinde kaldığımız açıkça görülüyor. Bu sefer de öyle olacak. Bir noktada faizi tekrar yükseltmek zorunda kalacağız.

Bir sorunun çözümü için o sorunu yaratan şeyin ne olduğunu bulmak gerekir. Sürekli başı ağrıyan bir kişi kendi kendine ağrı kesici alarak sorunu geçici olarak çözebilir. Ama doktora gidip gerekli tahlilleri ve tetkikleri yaptırdığında sorunun yüksek tansiyon kaynaklı olduğu anlaşılırsa o zaman tansiyon ilacı ağrı kesicinin yerini alır ve sorun kalıcı olarak çözülmeye gider. Tabii sadece doğru ilacı almak da yeterli olmayabilir, diyete dikkat etmek, stresten uzak durmaya çalışmak, egzersiz yapmak da önemlidir.

  • Türkiye’nin ihtiyacı olan şey faizi indirmek değil, yüksek enflasyonu çözmektir.

Bunun da yolu diyet yapmaktan yani risklerden uzak durmaktan geçiyor. Kilosuna, yaşamına dikkat etmeyen bir kişinin eninde (AS: önünde) sonunda yüksek tansiyon veya şeker ya da kolesterol sorunuyla karşılaşmasında olduğu gibi risklerini düşürmeyen bir ekonomi de eninde sonunda yüksek enflasyonla, kur riskiyle, işsizlik artışıyla karşılaşır. Tansiyon, şeker veya kolesterol sorunu nasıl ağrı kesiciyle çözülemezse ekonomi de risklerden kaynaklanan sorunlarını faizle oynayarak çözemez.

Ne zaman risklerden söz etsek bazıları Kıbrıs’tan vaz mı geçelim ya da Akdeniz’deki haklarımızı savunmayalım mı diye soruyor. Benim söz ettiğim riskler bunlar değil. Ama mesela komşularımızla yarattığımız sorunlarda bizim hatamız var mı diye kendimize sorabiliriz. Ya da hukukun üstünlüğü, daha iyi bir demokrasi, insan hakları gibi konuları geliştirmeye çalışabiliriz. Bilim dışı kararlarımızı gözden geçirip bilime dönebiliriz. Kamu hesaplarının şeffaflığı, denetlenmesi, kamuda savurganlığın önlenmesi için adımlar atabiliriz. Enflasyonun yükseldiği ortamda faizi artırmak yerine düşürmemizin bizi daha da kötü bir pozisyona sokup sokmadığını gözlemleyip doğruyu bulabiliriz. Bunları yapmaya başlasak risklerimiz de CDS primimiz de düşüşe geçer.

GÜVEN GÜVENSİZLİK VE İSTENMEYEN 10 BÜYÜK ELÇİ ÜZERİNE KISA NOTLAR…

Prof. Dr. Halil Çivi / İMZA...Prof. Dr. Halil Çivi
İnönü Üniv. İİBF Eski Dekanı

Günümüzde, hem ulusal ve hem de küresel ölçekteki ilişkiler, özel koşullar dışında, KARŞILIKLI GÜVEN üzerine kuruludur. Eğer güven bozulursa ilişkilerdeki istikrar da bozulur. Oluşan güvensizliğin boyutlarına göre, oluşan ve oluşacak irili ufaklı krizler mevcut (AS: kurulu) ilişkiler sistemini bozabilir, hatta içinden çıkılmaz hale getirebilir…

Önce kısa bir anı: 1960’lı yıllarda İstanbul Üniversitesi’nde öğrenci iken, devrin Borçlar Hukuku hocası Sayın Prof. Dr. Necip Kocayusufpaşaoğlu “Borçlanma karşılıklı ortak iradeye dayalı bir sözleşmedir. Ancak yine karşılıklı ortak güvenle ortaya çıkar. Anlaşmadan doğan güveni bozanlar krize neden olurlar. İş mahkemeye giderse güveni bozan haksız duruma düşer.” demişti. Daha sonra yaptığım araştırmada rahmetlinin doktora, doçentlik, profesörlük takdim tezleri ve çoğu makalelerinin ana konusu GÜVEN NAZARİYESİ (TEORİSİ) idi. (AS: Kuramı)

Aile yaşamında eşler arası güven bozulursa aile krizi (AS: bunalımı) doğar; sonuç boşanmaya dek gidebilir.

Ticarî partnerler (AS: ortaklar) arasındaki güven bozulursa aradaki iş ya da ticaret ortaklığı krize girer ve ortaklık sona erebilir. Aynı güvensizlik arkadaşlıkta da dostluğu sona erdirebilir ve hatta düşmanlığa dönüşebilir. Eğer devletler de karşılıklı olarak yaptıkları anlaşmalar ve imzaladıkları sözleşmelere uymazlarsa, güvenin yerini güvensizlik alır. Böyle durumlarda kriz (bunalım) çok yakın demektir.
…..
Güvensizliğin temelinde ahlaksal, hukuksal, ticari (tecimsel), ekonomik, siyasal, kültürel …bağlantıları oluşturan normları ve temel kuralları, yani eski bir deyimle, ahde vefa(AS: pacta sund servanda!) göz ardı etmek, hatta kimi kez hiçe saymak vardır. Eğer bu vefasızlık ve güveni bozma bilerek ve isteyerek güce ve tehdide dayanırsa ortaya zorbalık ve zulüm çıkar.

Demokratik rejimlerde bir ülkeyi yönetenlerin ya da siyasal iktidarların mutlaka bağlı olmaları gereken 2 küme ana sözleşme vardır :

1. küme ana sözleşmeler : O toplumun anayasası ve yürürlükteki anayasaya uygun olarak, yetkili organlarca üretilen yasa, tüzük, yönetmelik ve yönergelerdir. Bu sözleşmelerinin hepsinin bir yanında devlet, daha doğrusu kurulu siyasal iktidar; öbür yanında ise o ülkenin yurttaşları vardır.

Siyasî iktidarlar, hukukun üstünlüğünü benimsediği, anayasa ve yasalara bağlı kaldığı, yurttaşlarına karşı yaraşırlık (liyakat) ve adalet ilkelerine içtenlikle uyduğu sürece istikrar sürer. Ancak tüm yurttaşlar için ayrımsız olarak, yasalar önünde eşitlik, adalet ve liyakat ilkeleri göz ardı edilirse, yurttaşların zihninde siyasal iktidara karşı GÜVENSİZLİK oluşmaya başlar.

İktidar ve yurttaşlar arasında çıkan ya da çıkacak anlaşmazlıklar yargı kurumu tarafından adil ve hukuka uygun çözüme kavuşturulamazsa o toplumdaki hukuksal, ekonomik ve siyasal istikrar bunalıma sürüklenir.

Bir tümce ile de yargı bağımsızlığından da söz etmek gerekir. Gerçek demokrasilerde, Yargı erkinin Yürütme erkine, siyasal iktidara karşı bağımsızlığı olmazsa olmaz bir koşuldur. Ancak yargının bağımsızlığı, yargıçların başına buyruk oluğu anlamına gelmez. Tersine yargının patronu da anayasa, yasalar ve evrensel temel hukuk ilkeleridir. Yani yargı kurumları ve yargıçlar da anayasaya bağlı ve hatta bağımlı olmalıdır. Vicdan, hukuk kurallarının yetersiz kaldığı durumlarda devreye girer. Aksi durumda bir hukuk devletinden söz edilemez.

Siyasal iktidarları bağlayan 2. ana küme normlar ise o ülkenin bağlı olduğu küresel anlaşmalar, imzaladığı uluslararası sözleşmeler ve anayasa metnine dahil ettiği uluslararası hukuk normlarıdır. Örneğin Türkiye, anayasasına eklediği bir madde ile (AS: 90/5 2004’te eklendi) Avrupa İnsan Hakları Sözleşesini kendi anayasa ve yasalarından daha üstün tutmuştur. Türkiye’deki yargı kurumlarının, AİHM kararlarına uymaları kendi anayasasının zorunlu buyruğudur.

Ancak kimi yargı kurumları, kimi kez iç kamuoyu baskısı ya da siyasal iktidarların isteklerini de dikkate alarak, hem Anayasa Mahkemesi kararlarına ve hem de AİHM kararlarına uymak istemiyorlar. O zaman da küresel bir hukuk ve adalet GŪVENSİZLİĞİ oluşuyor. Ülke bir hukuk devleti olmaktan uzaklaşıyor. Yabancı ülkelerin ülke hukukuna karışmaları için zemin oluşuyor. Ülkenin dış itibarı (AS: saygınlığı) ve istikrarı da yaralanıyor.

Bir anımsatma da şudur : Evrensel nitelikteki din ve vicdan özgürlüğü ve evrensel insan hakları ihlalleri (AS: çiğnemleri) başka devletlerin içişlerine müdahale hakkı doğuruyor…

Sonuç: 10 devletin büyükelçilerinin, bireysel olarak, görülen ve belgelenen (AS: ve ısrarla sürdürülen) hukuk ve hak ihlalleri konusunda, Türkiye’nin yetkili makamlarını uyarma hakları vardır. Ancak 10 büyükelçinin bunu hep birlikte ve adeta bir güç gösterisi biçiminde buyruk verir gibi yapmaları hukuksal değil SİYASAL bir iletidir.

Sorulması gereken temel soru şudur :

  • Türkiye hem yurt içinde ve hem de küresel ölçekte bu önemli GÜVEN BUNALIMINA VE SİYASAL BUMALIMA NASIL VE NEDEN SÜRÜKLENDİ?
  • Niçin bağıtlamış olduğu hukuksal sözleşme ve kurallara uyulmuyor?
  • Mevcut siyasal iktidarın kendisine sorması gereken temel soru çok önemlidir.

Sorunu doğru ve güçlü olarak irdeleyip çözebilmek için muhalefetin desteğini almaya, muhalefetle birlikte davranmaya ve mutlaka ORTAK AKLA gerek vardır.

Milletle alay etmenin dozu kaçtı

Zafer ArapkirliZafer Arapkirli
Cumhuriyet, 22 Ekim 2021
Türkiye’nin şu anda en büyük sorunu nedir diye sorsanız, çeşitli yanıtlar verilebilir.

Kimimiz ekonomik güçlükleri, hayat pahalılığını, işsizliği, yüksek enflasyonu, döviz kurunu, kimimiz iç ve dış terör tehdidini, yargı bağımsızlığının ve hukukun üstünlüğü ilkesinin ortadan kalktığını filan sayabiliriz. Hatta kimisi de “Bilimsel özgürlük ve üniversite özerkliğinden, ilkokul düzeyindeki eğitimin bile yetersizliğinden, kalitesizliğinden” yakınabilir.

Ama bana göre şu an en büyük sorunumuz, Türkiye’yi “Yönetiyor gibi yapanların” ve onların yandaşlarının, yalakalarının, yancılarının, çanak yalayıcılarının, beslemelerinin, milletle alay etmeleridir.

Milletin kendisi ile de zekâsı ile de alay eden ve giderek (hem sayıları azalma anlamında, hem de kendilerini küçük düşürmek anlamında) küçülen bir kitle var karşımızda.

Düşünsenize, ana muhalefet lideri, “Ülkeyi o kadar gerecekler ki siyasi cinayetler işlenmesi olasılığından kaygı duyuyorum” diyor. Bu endişelerine gerekçe teşkil eden örnekleri de sıralıyor. Bunun karşısında “İspat et haydi” diye savcılığa başvuruyorlar. Yahu, gerilimin ve gerginliğin kendisi orada öylece duruyor zaten. Kendinize aynada baksanız orada göreceksiniz. Adam, “somut bir olaydan” yani “işlenmiş cinayetten” söz etmiyor ki. Yani size getirip bir “Olay yeri görüntüsü ya da ceset” mi göstermesini istiyorsunuz. “Gerilim” diyor, “endişe” diyor. Yok mu bunlar? Linç girişiminde bulunmadılar mı kendisine. Köy meydanında yüzlerce kişinin katıldığı linç, öldürme amaçlı bir eylem değil midir? Daha nasıl ispat edecek?

Yine aynı Kılıçdaroğlu, kalkıp “Ey benim memurum. Devleti parti devlet haline getirmiş siyasi iktidarın yasadışı emirlerine ve talimatlarına uyma. Yasaların çerçevesinde hareket et. Bak, yapmazsan sorumlu duruma düşersin” diyor. Yine, hakkında soruşturma başlatılıyor.

Ne demesini bekliyordunuz, muhteremler?

Ya da şöyle soralım: Siz tersini mi savunuyorsunuz?

“Benim emrimden çıkmayın. Her türlü yasadışı ve hukuksuz uygulamaya devam” mı demek istiyorsunuz?

Yurtdışından gelen, üstelik de “Hukuk ve insan hakları konusunda ilke ve ruhuna uymayı taahhüt ettiğimiz Avrupa ve evrensel metinlere uymamız gerektiğini” hatırlatan yabancı ülke uyarılarına karşı “Küstahlık ve hadsizlik” suçlaması getirerek savunma yapıyorlar.

Yahu, daha dün siz Washington’dan, Berlin’den filan gelen telefonlarla mahkemelere emir verip adam bıraktırmadınız mı?

Kimi kandırıyorsunuz?

Bu millet ve hatta bu dünya bu kadar salak mı görünüyor, sizin durduğunuz yerden?

Biraz ciddiyet yahu.

Biraz ciddiyet!..

HUKUK DEVLETİ VE KANUN DEVLETİ ANLAYIŞİ ÜZERİNE KISA NOTLAR…

Prof. Dr. Halil Çivi / İMZA...Prof. Dr. Halil Çivi
İnönü Üniv. İİBF Eski Dekanı

Vatandaş soruyor: ” Hocam hukuk devleti ile kanun devleti ne demektir. İkisi aynı mı yoksa farklı mı? Eğer farklı ise bu farklar nelerdir?” Kısaca anlatmaya çalışayım.

HUKUK DEVLETİ denilince, “a” dan “z” ye, her kademedeki devlet yönetiminde; başta anayasa olmak üzere, o ülkedeki tüm yasalar, tüzükler, yönetmelikler, yönergeler ve her türlü kurum içi faaliyetlerin evrensel hukuk kurallarına göre düzenlendiği; her kademedeki yargı kurumları, yargı düzeni ve yargı kararlarının hukukun çağdaş, temel evrensel ilkelerine uygun olarak işlediği, devleti yönetenler ile yargı mensuplarının hak, hukuk ve adalet ilkelerine sadık kaldığı, yargı içtihatlarının da yine öz olarak aynı içerik ve yönde oluştuğu bir çağdaş, laik ve demokratik bir hukuk kültürü ve hukuk sistemi anlaşılır.

Hukuk devleti, hukukun üstünlüğüne dayalı devlet demektir. Başta siyasal iktidarlar ve kamu yöneticileri olmak üzere, hukuk kuralları herkesi bağlar. Hatta gelişmiş demokratik hukuk devletlerinde, en üst kademedeki devlet yöneticileri, yani cumhurbaşkanları, başbakanlar, bakanlar, meclis başkanları ve milletvekilleri adalet ilkeleri ve hukuk kurallarına saygı göstermede topluma ROL MODELİ (õrnek kişi) olurlar.

Hukuk devletinde, başta anayasa mahkemesi kararları olmak üzere, yargı kararlarına saygı gösterilir ve bu kararların gereği yapılır. Çünkü istisnasız olararak, AYM kararları herkesi bağlar. (AS: Anayasa md. 153/son)

Devleti yönetenler, Evrensel İnsan Hakları, din ve vicdan özgürlüğü ve devletçe imzalanan ulusları sözleşmelerin gereklerini yerine getirirler. Ayrıca kendi iç hukuk düzeninden daha üstün olarak kabul ettikleri Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi yani AIHM kararlarına uymayı hukuken zorunlu görürler.

Bir cümle ile söylemek gerekirse, hukuk devleti, kendi hukuk ve yargı sistemini HUKUKUN ÜSTÜNLÜĞÜ temel ilkesine göre düzenlemiş ve atılan her adımda evrensel ve çağdaş hukuk çeperinin dışına taşmamak için çaba gösteren devlet demektir.

HUKUK DEVLETİ ÇAĞDAŞ BIŔ ZİHNİYETİN VE ÇAĞDAŞ BİR HUKUK ANLAYIŞININ ÜRÜNÜDÜR. Daha yalın olarak şöyle de söylenebilir:

Hukuk devleti çağdaş hukuk ilkeleri ve çağdaş hukuk zihniyeti ile yönetilen devlet demektir.

Hukuk devletinde; insanı, toplumu, devleti ve hatta devletin ve yargının itibarını (AS: saygınlığını) bizzat (AS: doğrudan) hukuka saygı korur. İnsanlar ve kurumlar kişilere değil hukuka ve adil yargıya güvenirler. Hukuk devletinde, hiç kimsenin, grubun, dinsel sosyal, siyasal, kültürel etnik ya da azınlık kesimlerin ayrıcalığı, ya da dışlanmışlığı olamaz. Herkes yasalar karşında eşittir. Hukuk devletinin olmadığı yerde yönetim erki keyfileşir ve yönetenlerin özel buyruklarına dönüşmeye başlar.

KANUN (YASA) DEVLETİNDE ise, görünüşte biçimsel olarak her şey yasalara uygun görünür. Ancak yönetim ve yargı düzeninde üç önemli davranış sapması ( anomali) ortaya çıkar. Yönetim keyfiliğe dönüşmeye başlar.

1- Ya devletin hukuk sistemi çağdaş ve evrensel hukuk sistemine göre dizayn edilmemiştır (AS: tasarlanmamıştır). Ülkede cari (AS: yürürlükteki) yasalar, devletin üst kademe yöneticleri dışında herkesi ve her kurumu sımsıkı bir disiplin altına almıştır. Ancak bu yasalar insanı, ahlaki ve adli evrensel hukuk ilkelerine aykırı ve baskıcı olarak düzenlenmiştir. Yani en güçlü olanın yasası ( ‘la loi de plus fort) geçerli olur. Yasa devletinde demokrasi ve insan hakları kültürü ya çok eksiktir ya da hiç yoktur.

2- Ülkedeki anayasa ve anayasa bağlı olarak üretilen kanunlar yeterince çağdaş ve evrensel değerlere yakın olabilir. Ancak ülkeyi yöneten siyasi zihniyetin mevcut anayasal düzenle ve evrensel hukukla, örneğin laik ve demokratik değerlerle, başı çok hoş olmayabilir. Ülkede otoriter (AS: buyurgan) bir rejim vardır. Yargı bağımsızlığı ağır yara almıştır.

Eldeki hukuk sistemi ve yargı kararları anayasa ve yasaların özüne ve içeriğine karşı hile yapılarak ve iktidar baskısı nedeniyle, çoğu zaman çarpıtılarak uyanmaya başlanır. Başka bir deyimle de; kanunların özü beklenen amaca göre çarpıtılır.

3- Anayasa ve yasalarda bir sorun yoktur.
Ancak ülkeyi yöneten siyasal zihniyet (AS: anlayış) ve yargı mensuplarının hukuk bilgisi birikimi evrensel hukuk kurallarını doğru algılayama ve uygulayabilme yeteneği ve zihniyetinden yoksundur. Bu son durum, yeterince gelişememiş bir ZİHNİYET TUTARSIZLIĞI sorunundan kaynaklanır. Demokratik ve hukuksal cehalet söz konusu olabilir. Çoğu ülkede, örneğin Türkiye’de ise, bu üç durum iç içedir.

Son ve doğru söz.
Evrensel ve çağdaş zihniyet, toplumun çoğunluğu tarafından benimsenir ve baskıcı iktidarlar seçim sandıkları ile devre dışı bırakılmaya başlanırsa, ülkelerdeki yasa devletleri de giderek hukukun üstünlüğüne ve Hukuk devletine dönüşmeye başlar .
Ben Türkiye için iyimser ve umutluyum. Toplum ve özellikle de gençlik, tüm olumsuz koşullara karşın büyük uyanış içinde…

DEVLETLERİN KALICILIK (BEKA) SORUNU ÜZERİNE KISA NOTLAR…

Prof. Dr. Halil Çivi / İMZA...Prof. Dr. Halil Çivi
İnönü Üniv. İİBF Eski Dekanı

DEVLETLERİN KALICILIK (BEKA) SORUNU ÜZERİNE KISA NOTLAR…

1- Toplumsal (Sosyal) Organizmacı Görüş.

İbni Haldun (1332-1406) ve Auguste Comte (1798-1857) başta olmak üzere çoğu sosyal tarihçi ve sosyologlara göre devletler de birer toplumsal (sosyal ) organizma gibidir. Nasıl ki biyolojik canlılar doğar, büyür, yaşar, yaşlanır ve ölürlerse, devletler de öyledir. Doğarlar, büyürler, gelişirler, yaşlanırlar ve sonunda ölürler. Bir başka söylemle,  varlıkları son bulur. Bu sosyologlar devletlerin doğumla başlayıp, eninde (AS: önünde) sonunda ölümle – yok olmakla sonlanan bu yaşam döngüsünü “organizmacı görüş” olarak tanımlarlar.

2- Mekanik Görüş

Devletler için, biyolojik organizmaların yaşam döngüsünden esinlenen ve yukarıdaki yazgıcı / kaderci (fatalist) görüşün tersini savunan sosyologlar ise “mekanik görüş” olarak adlandırılan yeni bir bakış açısı ortaya koymuşlardır. Mekanik görüşü savunan sosyologlara göre; evet bireyler ve toplumlar canlı organizmalardır. Ancak devlet, toplumun belirli siyasal, hukuksal, yönetsel, toplumsal, geleneksel ve kültürel… kurallar ve bağlar içinde ortaya çıkan ve toplumdan ayrı ve farklı bir üst örgütlenmedir. Devlet bir canlı organizma değil, cansız bir tüzel kişiliktir. Devletlerin ömrü birer biyolojik varlık olan insan ömründen bağımsızdır. Yani mekaniktir. Devletin ömrü biyolojik insan ömrü gibi son bulmaz. Çok uzun olabilir.

3- Değişim ve Dönüşümcü Görüş

Bu görüşü savunanlara göre, evrenin ve zaman kavramının doğuşu ile birlikte; cansız ve canlı her şey sürekli bir değişim, dönüşüm ve yeniden yapılanma içindedir. Aynı ırmaktaki su ile iki kez yıkanılamaz. Bu bağlamda bireyler ve toplumlar da kendi iç dinamiklerindeki dönüştürücü etkenlere bağlı olarak değişir, dönüşür ve yeniden yapılanırlar. Bu değişim ve dönüşümlerdeki zorunluluklar devletleri de değiştirip yeniden yapılanmaya ve yeni õrgütlenmelere zorlar. Çağdan çağa geçiş ve çağlar arası farklılıkların ana nedeni toplumsal değişimdir.

Tarihten günümüze Toplumsal Yapılar:

A- Köleci Toplumlar.
B-Felsefe ve Bilgi Odaklı toplumlar,
C- Ahlak, Hukuk ve Adalet Odaklı Toplumlar.
D- Din ve Gelenek Odaklı Toplumlar.
E- Irka ve Kavimciliğe Odaklı Toplumlar.
F-Akıl, Bilim ve Teknoloji Odaklı Toplumlar,
G- Ekonomi Odaklı Toplumlar.
H- İnsan Hakları, Laiklik ve Demokrasi Odaklı Toplumlar…

olarak belirginleştirilebilir.

Tarihsel süreçlerdeki değişim ve dönüşümler içinde, her devirdeki toplumsal yapının kendine göre bir devlet yapılanması da kaçınılmaz olur.

PEKİ, ÇAĞIMIZDA DEVLETİN KALICILIĞI NASIL SAĞLANABİLİR?

Çağımızın uygar toplumları, evrensel insan haklarına, hukukun üstünlüğüne dayalı
– laik,
– çoğulcu ve
– gerçek demokrasi istemi olan toplumlarıdır.

Bu tür toplumları yönetecek devletlerin de varolan çağdaş toplum istemine göre yapılanan bir devlet olması gerekir. Durum böyle olunca devletimizin kalıcılık (beka) sorunu da;

  • Çağdaş, laik, demokratik, hukukun üstünlüğüne dayalı Türkiye Cumhuriyeti‘ni;
    – bütün kurumları ve kuralları ile
    – sosyal adalet, ekonomik refah (AS: gönenç), adil
    – bölüşüm, yurttaşların eşitliği,
    – sevgi, barış ve kardeşlik içinde yaşatmaya dönüşür.

Irkçı, siyasal İslamcı, teokratik (AS : din – dincilik temelli) ve tarihin geçmişinde kalmış, devrini doldurmuş çağdışı, ulus egemenliğine dayanmayan, aile (AS: hanedan) yönetimine dayalı siyasal rejimleri geri getirmeye çalışmak kalıcılık (beka) sorunu olamaz. Tam bir geri gidiş olur. Bu durumu, yani tersine gidişi benimsemek, tarihsel gelişmeleri tersine çevirmek ya da suyu yokuş yukarı akıtmaya çalışmak demektir.

Devletin kalıcılık sorununu ortadan kaldırmak, bölücü olmayı değil, birleştirici olmayı gerektirir. Her türlü etnik, dil, din ve mezhep ayrımcılığı ve yine her türlü ötekileştirici ve düşmanlaştırıcı söylem ve eylemler devletin varlığı, birliği ve sürekliliğine zarar verir. İnsanları, her türlü etnik, azınlık, din, mezhep… vb. farklılıklarını ötekileştirip düşmanlaştırmak ya da varlığını yok sayıp toplumsal doku içinde eritip sindirmeye (asimilasyona uğratmaya) çalışmak hem çok yanlıştır ve hem de çağ dışıdır. Çünkü, çağımızın hukuksal ve demokratik değerlerine uyarak, her türlü etnik azınlık ve dinsel farklılıklarla ayrışmaya değil, kültürel (AS: ekinsel) ve toplumsal bütünleşme ve kaynaşmaya (entegrasyona) gereksinim vardır.

Anadolu’nun geçmiş 1000 yıllık tarihsel, sosyolojik ve kültürel mirasına doğru ve yansız bakıldığında, ülkemizdeki tüm etnik, dinsel ve mezhepsel farklılıkların ortaklaşa bir imparatorluk kalıntısından gelen KAYNAŞIK (ENTEGRE) bir kültürel miras (AS: ekinsel kalıt) olduğu görülür.

SON SÖZ                               :

Dincilik, ırkçılık, mezhepçilik ve her türlū etnik ayrımcılık söylemlerinin siyasilerce dillendirilip kullanılması devletin kalıcılık gereklerinin panzehiri değil, tam tersine zehiridir. Bu tür ötekileştirici söylem ve eylemlerden uzak durmak gereklidir.

Şeyh Edebali diyor ki; “İnsanı yaşat ki devlet yaşasın.”
Hz. Ali diyor ki; “Devletin dini adalettir.

Toplumu ve insanı, ekonomik gönenç (refah), barış, çağdaş demokrasi, liyakat (AS: yaraşırlık) ve adalet içinde yaşatan devletlerin kalıcılık (beka) sorunu olmaz.

GÜÇ ZEHİRLENMESİ NEDİR?

Prof. Dr. Halil Çivi / İMZA...Prof. Dr. Halil Çivi
İnönü Üniv. İİBF Eski Dekanı

Vatandaş soruyor:
” Hocam güç zehirlenmesi nedir?”
Çok kısa olarak açıklamaya calışayım :

İnsanların sahip oldukları, iktidar gücü, makam, para, servet ve şöhretleri arttıkça vicdanları katılaşır, ahlakları aşınır, adalet duyguları körelir, hükmetme ve buyurma tutkuları artar… İnsanî değerleri ve empati (AS: özdeşim, duygudaşlık) yetenekleri ise giderek erozyona (AS: aşınmaya) uğrar. Egoları (AS: benlikleri) tavan yapar ve fren tutmaz duruma gelir.

Hukuksal, toplumsal meşruluk ve adalet anlayışı artan oranda yerini güç kullanarak sınırsız ve koşulsuz yönetme, karar verme ve sahip olma iradesine (AS: istencine) bırakır.

Bu durum, “güç zehirlenmesi” olarak tanımlanır.

İktidarda kalınan süreler artıp yönetme yetkisi mekezileşerek tek elde toplandıkça güç zehirlenmesine uğrayanların duyguları giderek daha da katılaşır. Tarih bunun örnekleri ile doludur.

  • Mussolini ve Hitler güç zehirlenmesine kapılmış çok tipik iki örnektir.

Uzun süre merkezi iktidar gücünü kullandığı halda güç zehirlenmesine kapılmamış yöneticiler çok azdır. Yönetim ya da iktidar süreleri uzadıkça, verilen hizmet öncelikleri de giderek, toplumsal ihtiyaçlardan ayrılarak iktidar gücünü kullananların bireysel,keyfi kararlarına dönüşebilir. Topluma ve kamu oyuna hesap verme gündemden kalkar.

İktidarda olanların güç zehirlenmesine uğrayıp giderek otoriterleşme ve diktatörlüğe dönüşme olasılığını engelleyebilmek için gerçek, özgürlükçü, çoğulcu ve dürüst demokrasilerdeki iktidar yetkisi sürekli değil, geçici bir vade (AS: dönem) içindir. Ayrıca Yasama, Yönetme (AS: Yürütme) ve Yargı erki birbirinden ayrıdır (Güçler Ayrılığı Rejimi). Yönetenlerin her türlü kararları ve uygulamaları (AS: idari işlem ve eylemleri) mutlaka yargı denetimine bağlı olur.

Parlamenter sistemde İktidarda kalma süreleri çoğunlukla 2 – 5 yıl arasında yapılan seçimlerle belirlenir ve yönetme süresi iki dönemden çok olamaz.

Kıssadan hisse                                        :

Kimi kusur ve eksikliklerine karşın, Güçler  (Erkler) Ayrılığına, Meclisin (Ulusal İstencin),  hukukun üstünlüğü ve yargı denetimine tabi çoğulcu parlamenter sistem iktidar erkini kullananların güç zehirlenmesine karşı önemli demokratik sınırlar oluşturur. Darısı başımıza.

ANAYASANIN VE ANAYASA MAHKEMESİNİN VAZGEÇİLEMEZ ÖNEMİ ÜZERİNE KISA NOTLAR

Prof. Dr. Halil Çivi / İMZA...

Prof. Dr. Halil Çivi
İnönü Üniv. İİBF Eski Dekanı

Anayasalar, devlet ile millet arasında yapılan hukuksal bir toplum sözleşmesidir. Anayasaların bu temel hukuk sözleşmesi metni olma misyonları, yönetenlerle yönetilenler arasında, asla vazgeçilemez bir bağdır. Demokrasilerde toplum iradesinin yine toplum yaşamına tam olarak aktarılabilmesi ancak ve ancak siyasal iktidarların anayasal düzeni içtenlikle benimsemeleri, bu düzene içtenlikle inanmaları ve yürekten benimsemeleri ile olanaklıdır.

Tüm demokratik hukuk devletlerinde, anayasaların temel görevi, siyasal iktidarların anayasaya uygun olmayan istek ve güçlerini anayasa ile sınırlandırabilme amacına yöneliktir. Zaten siyasal iktidarların hukuksal ve siyasal meşrulukları yürürlükteki anayasal düzene sadık kaldıkları sürece vardır. Hukukun üstünlüğü ile yönetilen ülkelerde hiçbir kimse ya da kurum, kaynağını anayasadan almayan bir yetki ve gücü kullanamaz ve Anayasaya aykırı Yürütme (icraat) yapamaz. Anayasal hukuk sınırlarını aşmak, anayasal düzene meydan okumak, rejimi değiştirmek anlamına gelir ve anayasayı çiğnem (ihlal) suçu oluşturur. (A. Saltık, TCK m.309)

Aydınlanma felsefesi ve çağdaş demokrasilerin filizlenerek gelişip olgunlaşmaya, taa 1215 yılında, İngiltere’de yönetenlerin yetkilerinin sınırlanmaya başlandığı tarihten günümüze dek geçen süreçte, yönetenlerin, yani siyasal iktidarların güçleri giderek daraltılmış; buna karşın yönetilenlerin, yani yurttaşların özgürlük alanları ise genişletilmiştir. Toplum yaşamına her alanda hukukun üstünlüğü egemen olmaya başlamış, özgürlükler ve demokrasinin sınırları da giderek genişlemiş, toplumlar da bu süreç içinde sivilleşmiş ve laikleşmişlerdir.

Sivilleşmek, teokrasinin ve hanedanların vesayetinden ve yönetiminden kurtulmak, halk iradesi (milli irade) ile yönetilmek, laikleşmek de din ve vicdan özgürlüğüne kavuşmak, din ve devlet işlerini ayırmak, ruhban (din adamları, ulema) sınıfını devlet işlerinden uzak tutmak demektir.

Bu durumda klasik demokrasiyi kısaca şöyle formüle etmek olanaklıdır :

  • Sivilleşme (sekülarism)+  Laikleşme (Laicism) = Demokrasi 

Hukuk devleti ve demokrasinin tarihsel gelişim süreci içinde, siyasal iktidarların hukuk ve anayasa sınırlarını aşamalarını denetlemek için de, giderek anayasa mahkemeleri kurma gereği doğmuştur. Çünkü demokratik yollarla da olsa, siyasal iktidar gücünü eline geçirenlerin, kimi kez kendilerine uygun fırsatlar yaratarak bu gücü anayasal sınırların dışına taşırma eğiliminde oldukları gözlenmiştir.

Tarihsel olarak, anayasa mahkemelerinin kurulması siyasal iktidarları anayasal sınırlar içinde tutabilme amacına yöneliktir. Anayasa mahkemeleri demokratik hukuk devletinin hem güvenceleri ve hem de koruyucularıdır. Demokratik ülkelerdeki anayasa mahkemeleri anayasal düzeni koruma, kollama ve yaşatma işlevini yerine getirmede oldukça önemli ve başarılı bir görev üstlenmişlerdir.

Eğer ülkelerin anayasa mahkemeleri siyasal iktidarların güdümüne girerse, yurttaşlar açısından anayasal hukuk devletinin güvencesi ve koruyuculuğu önemini yitirir. Yönetim otoriterliğe, totaliterliğe ve hatta keyfiliğe evrilebilir. Hukuk devleti ve demokrasi güvencesi ortadan kalkabilir.

1876’dan günümüze dek tarihsel süreçte, Türkiye’deki demokratik gelişme eğilimlerine, geçmiş siyasal iktidarların bu konudaki tutumlarına ve güncel siyasal  iktidarın anayasa, adalet ve hukukun üstünlüğü ile ilgi uygulamalarına bu açıdan bakıldığında demokrasi, hukuk ve adalet karnemizin pek de yeterli ve tutarlı olmadığı söylenebilir. Hele de Türkiye Cumhuriyeti Anayasası’nın, değiştirilemez ve değiştirilmesi bile önerilemez “demokratik, laik ve sosyal hukuk devleti” ilkelerini hafife almak büyük bir yanlışlık ve aymazlık olur. Ayrıca Anayasa Mahkemesinin kararlarına uymamak daha büyük ve telafisi güç bir sorumsuzluktur.

Anayasa Mahkemesi kararları da hukuksal ve bilimsel olarak eleştirilebilir. Ama bu kararlara uymazlık asla söz konusu olamaz. Çünkü Anayasa Mahkemesi, siyasal iktidarların yetkilerini aşıp anayasanın temel kurallarını devre dışı bırakma olasılığına karşı; nitelikleri Anayasa’da tanımlanan hukuk devletinin, demokrasinin, ulusal egemenliğin ve hukukun üstünlüğünün en önemli güvencesi ve koruyucusudur. Bu misyonu mutlaka güçlendirilerek sürdürülmelidir.

Son sözüm şudur :

  • Hukukun üstünlüğüne dayalı daha güçlü bir parlamenter demokrasi ve daha adil bir yönetim hepimizin özlemi ve umudu olmalıdır.

DİNCİLİK, IRKÇILIK ve DEMOKRASİ ÜZERİNE KISA NOTLAR…

Prof. Dr. Halil Çivi / İMZA...

Prof. Dr. Halil Çivi
İnönü Üniv. İİBF Eski Dekanı

1- DİNCİLİK

Gerçek ve içten (samimi) dindarlar “DİNCİ” olamazlar. Onların inançları, ahlakları, adalet, liyakat ve vicdan ölçüleri Allah’ın ilahi kutsal buyruklarını kendi çıkarlarına alet etmeye uygun değildir. Dindarlar kul hakkı yemezler. Her türlü cebir, şiddet, kin, nefret, yalan, iftira ve haksızlıklardan uzak dururlar. Yaşadıkları ortama huzur, güvenlik, esenlik ve barış getirirler. Selamlaşmaları bile güven ve esenlik üzerinedir. Olağan yaşamlarına yardımlaşma, dayanışma, dostluk, iyilikseverlik ve hoşgörü … egemendir.

  • Dindarlık ilahidir; dincilik ise ideolojiktir. Dinin kötüye kullanılmasıdır.

2- IRKÇILIK

Gerçek ve içtenlikli (samimi) milliyetçiler (ulusalcılar) asla ırkçılık, kabilecilik ve kafatasçılık yapmazlar. Milliyetçiliği (Ulusalcılığı) bireysel çıkar ve bireysel istikbal  (gelecek) devşirme aracı olarak kullanmazlar. Kendi milletlerinin içerde ve dışarda, her yönden gelişmesi ve çıkarlarının korunması için üstün çaba ve çalışma içinde olurlar. Ancak başka milletlere karşı da düşmanlık beslemezler. Bu tür doğru milliyetçiliğin (ulusalcılığın)  en güzel örneğini M. K. Atatürk göstermiştir. Kurtuluş Savaşı kuvvetleri İzmir’i geri alırken, kendi ülkesine saldıran Yunan Milletinin bayrağını çiğnememiştir.

Tarihsel gelişme süreçlerine ve çağımızdaki çoğu güncel gelişmelere bakılınca şöyle genel bir saptama yapılabilir :

Genelde dincilik ve ırkçılık kozları; toplumları baskılamak, çoğu zaman da, siyasal, ekonomik, hukuksal, sosyal, kültürel (ekinsel) ve sanatsal…. alanlardaki haksızlık, yolsuzluk, adaletsizlik, ahlaksızlık, zorbalık ve çeşitli yetersizlikleri örtbas etmek için kullanılagelmiştir.

3- DEMOKRASİ

Daha iyisi bulunana dek, çağımızdaki en geçerli ve en erdemli yönetim biçimleri, hukukun üstünlüğüne, yargı bağımsızlığına, evrensel insan haklarına, din, vicdan ve basın özgürlüğüne, serbest, güvenli ve adil seçim sistemlerine dayalı ve milli iradeyi (ulusal istenci) doğru yansıtan çoğulcu, parlamenter sisteme dayalı anayasal gerçek DEMOKRASİLERDİR.

Darısı Türk Toplumunun başına.

Enseyi karartmayalım ve umutlarımızı diri tutalım.
***
Ek not :

KÖY ENSTİTÜLERİ NİÇİN KAPATILDI?

Köy Enstitülerinin kapatılması; Türkiye’nin akıl, bilim, sanat ve uygarlık yönündeki en önemli kalesinin düşürülmesi, Batı emperyalizminin, özellikle de Amerika Birleşik Devletleri’nin Türkiye siyasetine büyük oranda egemen olması; feodal dönemdeki tarikat, cemaat ve aşiret kültürünün yeniden tedavüle (AS: dolanıma) sokulması, Kurtuluş Savaşı ile kazanılan milli irade (AS: ulusal istenç), ulusal egemenlik ve tam bağımsızlık ilkelerinin yara alması, karşı devrim hareketlerinin önündeki engellerin kaldırılması demektir.

Aynı geri bıraktırıcı rota, çeşitli askeri darbelelerle daha da güç kazanarak hala sürmektedir.

Ancak önünde sonunda aklın, bilimin, uygarlığın parlak ve sürekli ışığı her türlü karanlığı güneş gibi mutlaka aydınlatacaktır.

Millet uyanmaya başlamıştır.

Ayrıca “Z” kuşağından çok umutluyum. Kötümser olmaya gerek yoktur.
================================

Mevlânı arıyorsan,
Sanma ki o Çin’dedir
Gönül gözünü aç bak,
O senin içindedir
(2)
Söz aklın meyvesidir,
Her pazarda satılmaz
Olmuşuna doyulmaz,
Hamı balla yutulmaz
(3)
Yaşi ken eğmek gerek,
Diyerek her fidanı;
Koltuk değneği yapar,
Kullanırlar insanı
(4)
İçki en büyük dostum,
Paramca sarhoş eder,
Benim dost sandıklarım,
Param bitince gider

TOPLUMSAL GELİŞME ve BİREYİN DÖNÜŞÜMÜ ÜZERİNE KISA NOTLAR

Prof. Dr. Halil Çivi / İMZA...

Prof. Dr. Halil Çivi
İnönü Üniv. İİBF Eski Dekanı

Çağdaş Toplumlar

Çağdaş toplumlar eski Grek ve Roma uygarlığının yeniden yorumlanması, aydınlanma felsefesi, rönesans ve reform haraketleri, özgür aklın ve bilimin yol göstermesi vb. nedenlerle insanların başta din, doğa, çevre, siyaset, iktidar, ekonomi, hukuk, ahlak, adalet, devlet, toplum, aile, birey, egemenlik…vb. kavramlar dizelgesinin yeniden yorumlanması ve uygulamaya aktarılmasına dayanır. Başka bir söyleyişle de bu çağdaş düzen, yeni bakış, düşünüş ve davranışların yarattığı yeni bir toplum, yeni bir devlet yeni bir aile ve yeni bir birey olma düzenidir. Batı kaynaklıdır. Günümüzde de gelişmiş Batı toplumlarında somutlaşmıştır.

Çağdaş toplumlarda ruhban (din adamları) sınıfının devlet, toplum ve bireyler üzerindeki vesayeti ortadan kalkmıştır. Devlet ve toplum laikleşmiş, bireyler din ve vicdan özgürlüğüne kavuşmuştur. Feodal beylerin (toprak ağalarının) toplum üzerindeki vesayeti de sonlanmış, derebeylikler yok olmuş, merkezi devletler doğmuştur. Dinsel ve geleneksel cemaatler yerlerini modern mesleksel, teknik, ekinsel (kültürel), sosyal, siyasal… ekonomik örgütlere bırakmıştır.

Ataerkil, erkek egemenliğine dayalı geniş aile yapısı çözülmüş, onun yerini anne – baba ve çocuklardan oluşan çekirdek aile ve kadın – erkek ilişkileri, hak ve sorumluluk eşitliğine dayalı demokrat aile almıştır. Cinsiyet ve ırk ayrımcılığı büyük oranda gerilemiştir.

Çağdaş toplumun bireyleri, genel olarak, özgür aklın ve bilimin rotasından çıkmayan, başka grup liderleri ve bireysel kişilerin akıl dışı telkinlerini dikkate almayan, başkalarının hak ve hukukuna saygılı, fakat kendi hukukunu sonuna dek savunan ve kendi özgür istenci (iradesi) ile davranan bireylerdir. Bencilleşmeden bireyselleşmişlerdir. Demokrasi kurallarına, hukuk devletine ve çalışma düzenine uyum yetenekleri çoktur. Çoğunlukla eğitim ve kültür düzeyleri yüksektir. Kendi bireysel kazançları ile geçinirler.

  • Çağdaş toplumlarda siyaset kurumu meşruiyetini dinden değil halkın özgür istenci ile oluşan seçimlerle belirlenen halk egemenliğinden alır.

Halk, kendisini yönetenlere belirli sürelerle sınırlı iktidar olma yetkisi verir. Beğenmediklerini yine seçim yolu ile iktidardan uzaklaştırır. Gelişmiş toplumlar mili iradeye dayalı parlamenter demokrasilerlerle yönetilirler. Dinsel hukuk yerini modern  – laik hukuka bırakmıştır. Devleti yönetenlerin gücü anayasalarla sınırlandırılmıştır. Hukukun üstünlüğü, yargı bağımsızlığı, eşit yurttaşlık, insan hakları, azınlıkların korunması, basın özgürlüğü vb. değerler vazgeçilmez bir konumdadır. Çağdaş toplumlarda, cinsiyet farkı olmadan, yetişkin her kadın ve erkek kendi aklını ve özgür istencini kullanır. Her konuda son karar daima bireyin kendine aittir.

Geçiş Dönemi Toplumları

Geçiş dönemi toplumu hem geleneksel, feodal ve teokratik toplum düzeninden tam olarak kurtulamamış hem de çağdaş toplumun değer ve yaşam standartlarını tam olarak yakalayamamış bir yapıyı anlatmak için kullanılır. Geçiş dönemi toplumlarında çağdaş olanla geleneksel olan yan yana ve iç içe yaşar. Bu durum, ailede, sokakta, işte, resmî ve kamusal alanda, tatilde, kahvehanede hatta ibadet yerlerinde bile kendini belli eder. Dinde siyasette, meslekte, eğlencede, yeme – içmede, giyim – kuşamda… her yerde ve her konuda insanlarca gündeme getirilir.

Geçiş dönemi toplumlarındaki demokrasi hukuk, adalet, insan hakları, din ve vicdan özgürlükleri gibi temel değerler hem siyasal iktidarlar hem toplum ve hem de bireylerce yeterince derinleşmemiş ve içselleştirilmemiştir. Çoğu zaman da biçimseldir. Bu tür toplumlarda ırkçılık – demokratlık, tutuculuk – çağdaşlık, ilericilik – gericilik, dindarlık – dinsizlik, müminlik – sapkınlık, yurtseverlik – hainlik, maçoluk – feministlik, modern  mahrem… tartışmaları hiç bitmez. Ayrıca varolan tartışmalar ideolojik kamplaşma ve kutuplaşma ve hatta uzun süreli çatışma ve savaşlara neden olabilir.

Geçiş dönemi toplumları kuşak çatışmalarına, aile içinde, karı-koca arasındaki iktidar mücadelelerine, siyasal, etnik ve dinsel yarılmalara her zaman gebedir. Kimlik ve üstünlük çekişmeleri söz konusudur.

Türkiye’de kadına şiddet ve kadın cinayetleri konusunda şöyle bir yorum yapılabilir :

Kültür ve eğitim düzeyleri düşük kimi erkekler; erkek egemen ataerkil feodal kültür değerlerini korumak istiyorlar. Halbuki ilişki ve iletişim kurdukları kadınlar çağdaş değerleri içselleştirmişlerse çatışma kaçınılmaz oluyor.

Bu tür toplumlarda, farklı toplumsal kümeler arasında sürekli ötekileştirme, had bildirme, sindirme vb. güç gösterileri olabilir.

Geçiş dönemi toplumlarında en elverişsiz konumda olanlar etnik azınlıklar ve özellikle yeni yetme gençlerdir. Etnik azınlıklar iki arada bir derede gibidir. Gençler açısından da toplumun rotası, yani normal – anormal, doğru – yanlış, iyi – kötü, faydalı – zararlı, güzel – çirkin anlayışları net değildir. Evde annesinin öğütleri ile babasının öğrettikleri çelişebilir. Evin, sokağın, eğiticinin, yöneticinin, arkadaşların ve komşuların doğru ve yanlışları çoğu zaman çelişir. Eğitim sistemleri bile bu çağcıl (modern) ve mahrem çekişmelerinin çelişkilerini içlerinde barındırır.

Geçiş dönemi toplumları ekinsel (kültürel), sosyal, ekonomik, siyasal ve yönetsel… kararsızlıkları (istikrarsızlıkları) bünyesinde taşımaya elverişlidir. Türkiye ne yazık ki geçiş dönemi sürecini henüz geride bırakmamıştır

SONUÇ                       :

Toplumsal gelişme evrimi yavaştır. Bu nedenle hiçbir toplumun birden bire, akşamdan sabaha, çağdaşlaşma olanağı yoktur. Ayrıca değişim yasaları gereği, çağdaş toplumlar da değişme ve gelişme içindedir. Geleneksel toplumdan çağdaş topluma geçişte, her toplum geçiş dönemi evresini yaşamak ve geçiş dönemi sorunları ile karşılaşmak ve yüzleşmek zorundadır.

Ancak, hiçbir toplum geçmişe dönemez ve geçmişin “altın çağ masalları” ile yaşayamaz. Geçmiş kendi koşullarında yaşanmış ve bitmiştir. Önemli olan geçmişten doğru ders çıkarabilmektir. Çünkü toplumsal yaşam çarkı, geçmişe doğru değil, geleceğe doğru döner ve yaşam zinciri geleceğe doğru uzanır.

Öyleyse yapılacak şey bellidir ve nettir: Akıldan, bilimden, laiklikten, demokrasiden, hukukun üstünlüğünden, adaletten, insan haklarından, eşit yurttaşlıktan, din ve vicdan özgürlüğünden… her türlü çağdaş girdiler ve çağdaş değerlerden yana; kimseleri incitmeden ve ikna yolunu seçerek akılcı tavırlar bulup üretmek gerekir. Gençlerimize de her alanda doğru rotalar göstermek gereklidir.

Bu görev de başta eğitim sistemi ve siyasiler olmak üzere, kamu yöneticilerine, aydınlara ve medyaya düşer. Bir ipin iki ucundan tutup ip çekişerek siyasete ve toplumsal gelişmelere yön ve güç verilemez. İdeolojik ip çekişmeler, ayrışmalara, geriye düşmelere ve toplumsal enerjiyi ziyan etmeye neden olur.