Etiket arşivi: hukuk devleti

MAKAS DEĞİŞTİRİLİNCE

Mustafa AYDINLI
Eğitimci – Yazar

AKP’li Cumhurbaşkanı Erdoğan, “Cumhuriyet tarihinin en iddialı ve cesur makas değişikliğini gerçekleştirdik” dedi. Gerçekte bu söz son yirmi yılın bir tümce ile özetidir. “Biz İstanbul’a ihanet ettik, bunda benim de payım var” sözü ölçüsünde gerçekçi ve yalın bir sözdür. Bu söze resmi büyüterek bakarsak, bunun salt İstanbul’la sınırlı kalmadığı, sınırların tüm ülke olduğu ortaya çıkar.

Bakalım özet olarak, “makas değiştirince” son yirmi yılda neler oldu? Parlamenter sistemi bitirip “Türk tipi başkanlık sistemi” denen ucube rejime geçildi. Parlamento kararları ve yasalar yerine, herkes tek kişinin ağzına bakar oldu. Bakanlar bile bırakın bir şey söylemeyi, irade ortaya koymayı, istifa ederken bile yalnızca “görevden aflarını dileyebildiler

Yargı bağımsızlığı ortadan kalktı. Yargı iktidarın sopasına dönüştü. Makas değişmeden önceki sınırlı da olsa, hukuk devletini arayın ki bulasınız.

Hangi açıdan baksak, neye, nereye baksak tam bir çuvallama. Her şey dökülüyor, her şey elde kalıyor. Salgın, sel, ve yangın felaketleri bu gerçekliği tam olarak ortaya çıkardı.

  • Tek Adam İktidarı kimseye hesap vermiyor!

Devlet sırrı… ticari sır” adı altında her olumsuzluğun üzerine simsiyah bir şal örtüyor. “Yayın yasağı” getiriyor. Gerçekçi yayın organlarına ceza üstüne ceza kesiliyor. Toplum adeta kör ve sağır bırakılmak isteniyor.

Ekonomi dibe vurmuş, vatandaş yarınını göremiyor. Sayıştay görev yapamıyor. 128 milyar $ yitik. Hazine tam takır. Kefen parası denen yedek akçe bile tüketilmiş. Sel, deprem, yangın, salgın gibi doğal afetlerde devlet vatandaşa yardım yerine yalnızca “IBAN” verebiliyor. Bir de halkın kafasına çay paketi fırlatıyor. “Her şeyi unutun, için çayınızı keyfinize bakın..” dercesine.

Toplum yalanla besleniyor, sözde yerli ve milli otomobilden, uçağa, hızlı trene dek her şeyi yaptık!…Sıra “Ay’a sert iniş yapmaya” geldi. Karadeniz’de, Akdeniz’de bulduğumuz doğalgazın, petrolün hesabını yapamaz olduk!.. Ne garip ki petrole, doğalgaza her ay yapılan zam durmaz oldu. Elektrik zamlarını ne siz sorun, ne ben söyleyeyim. Vatandaşın faturalarla beli kırıldı.

Kendi ordusuna kumpaslar kurularak, imamlara biat eden subaylar, tarikat cübbeli komutanlar yaratıldı.

Laiklik salt Anayasada yazılı kaldı. Uygulamada, Diyanet İşleri Başkanı protokolde 40 sıra öne geçirildi. Diyanete ayrılan bütçe birçok Bakanlığı geçti. Halka bu dünyada verecek bir şey kalmayınca, Diyanet umudu öbür dünyaya bıraktı, yoksullara; “Biz öbür dünyada size özeneceğiz” diyerek fetva verdi!? Nedense azıcık da olsa bu dünyada yoksula / yoksulluğa özenmeyi aklından bile geçirmiyor, lüks Mercedes’i içinde.

Tarikatlar, cemaatler “Devletin malı deniz” deyip halkın malına çökmede yarış ediyorlar. Keyfin dışa vurumu ise lüks arabalar içinde “pudra şekeri koklamak!” oldu.

Devlet ve mafya etle tırnak gibi oldu. Özel aflarla dilediklerini hapisten çıkarıyorlar. Öte yandan RTE, ABD’ye “Bu can bu tende oldukça, papazı vermem” filan dedi, üst perdeden. ABD papazını aldı gitti. Keşke yalnızca onunla kalsa, paramız TL %40 değer yitirdi, Dolar 4 liradan 7 liraya fırladı. Hala o kazığı çıkaramadık. Üzerine katlamayı sürdürüyor.

Dinci eğitime hız verildi. Anayasa’nın 174. maddesinin koruması altındaki 8 Devrim Yasasından biri olan Öğretim Birliği Yasası (Tevhid-i Tedrisat Kanunu) çiğnendi. MEB ve dinci vakıflar arasında protokoller imzalanıyor. Laboratuvar ve kitaplıklar yerine cami, mescit açılıyor. Anaokullarına dek Kuran kursu dayatılıyor. Din derslerini zorla seçtirmek için türlü baskılar yapılıyor. Pozitif ve sosyal bilimler dışlanırken “dindar ve kindar nesil” tasarımına hız verildi.

Yüksek öğretimde Prof. Osman İnci’nin deyimi ile “Medreseleşen üniversiteler, mollalaşan akademisyenler” yaratıldı. Üniversitelerin özerkliği kaldırıldı, rektörü bile seçemiyorlar!

Ülkeyi “Avrupa Birliğine sokacağım, yasakları, yolsuzluğu, yoksulluğu” kaldıracağım diye yola çıkan AKP iktidarı, “yetmez ama evetçi” sazanların da yardımı ile açıktan Cumhuriyeti boğazladı.

“Değişen makasta” (!) AKP’li Cumhurbaşkanı “Taliban’la ters yanımız yok” diyebilmektedir!

Laik, demokratik, sosyal, hukuk devleti olma rayından ayrılan Türkiye “Taliban’la ters yanı olmayan” (!) bir yola girmiştir. İlk seçimlerde ülkemiz insanı “Makas değişikliğine devam veya tamam” diyecektir. “Tamam” diyemezse artık seçim yapmaya da gerek kalmayacaktır. Cumhuriyetin 100. yılında yeniden Ortaçağ değerlerine ve kulluğa merhaba mı??!!

Türkiye Barolar Birliği üzerine

Av. Hüseyin ÖZBEK
TBB BAŞKAN YARDIMCISI
Cumhuriyet, 16 Eylül 2021

Kurumlar gelenekleri üzerinde yükselirler. Varoluş nedenine yabancılaşmış, geleneklerinden kopmuş kurumlar yalnızca saygınlıklarını kaybetmekle kalmazlar, tabanının ve toplumun güven duygusunu da yitirirler.

TBB, avukatların meslek örgütleri olan baroların çatı örgütü, üst birliği olmasının yanında, ülkedeki hukuk birliğinin de kurumsal teminatıdır (güvencesidir). TBB’nin saygınlığı, kuruluşundan (1969) bu yana hukuk devleti, yargı bağımsızlığı, kuvvetler ayrılığı konularında kamuoyunca da yakından bilinen geleneksel duyarlılığından kaynaklanır.

VAHİM SONUÇLAR

Barolar ve TBB, doğası gereği hukukun yanında olmak zorundadır. Hukukun ve yargının halkın savunma kalkanı olmaktan çıkıp siyasal gücün baskı aracına dönüştüğü yerde baroların ve TBB’nin tercihi hiç kuşkusuz temel hakları ve hukuku ihlal edilenden yanadır.

TBB ve baroların birer güven kurumu olarak varlıklarını sürdürebilmelerinin olmazsa olmazı, askeri darbelere olduğu kadar sivil darbelere ve despotik yönetimlere karşı da hukuku savunmalarıdır. Siyasal iktidarı her koşulda onaylayan bir tutum ve söylemin, geçmişte verilen hukuk mücadelesinin kazandırdığı saygınlığı kısa zamanda sıfırlayacağı bilinmelidir.

Hiç kuşkusuz TBB’nin Adalet Bakanlığı başta olmak üzere yargı bürokrasisi ve yargı organları ile Avukatlık Kanunu ve mevzuattan kaynaklanan kurumsal ilişkileri söz konusudur. Süreklilik arz eden bu ilişkilerin yasa ve yönetmelikler kapsamında sürdürülmesi tartışma dışıdır. Burada dikkat çekmek istediğimiz husus, TBB’nin, Adalet Bakanlığı’na bağlı bir genel müdürlük ya da siyasal otoritenin vesayetinde bir meslek örgütü haline dönüştürülmesinin yol açacağı vahim sonuçlardır.

TARAF OLMA ZORUNLULUĞU

TBB adına kamuoyuna açıklama yapılırken kurumsal geleneklere özen gösterilmelidir. TBB Yönetim Kurulu’nun onayından geçmemiş, kurum kararına dönüşmemiş konularda bu özen daha üst dereceden gösterilmelidir. TBB’nin kurumsal görüş ve düşüncelerinin hukuk dili ve hukuk üslubuyla açıklanması esastır.

  • Siyasal iktidarla özdeşleşen ve her koşulda siyasal otoriteyi onaylayan, alkışlayan bir dil ve söylem TBB’nin dili olamaz.

TBB’nin ve baroların siyasal otorite karşısındaki bağımsızlığı, yargı bağımsızlığının önkoşuludur. İktidarın TBB’ye etki ve keyfi müdahalesine izin vermeyen yasal düzenlemelerin, temelde yurttaşlarımızın hak arama özgürlüğünün teminatı (güvencesi) olduğu unutulmamalıdır.

Avukatlık Kanunu’nda, ülkedeki hukuk birliğini temelden zedeleyen, çoklu hukukun yolunu açan ve baroları denetim altına almaya yönelik değişiklik sürecinde kimlerin karşı çıktığı, kimlerin hararetle destek olduğu gelecek kuşaklar tarafından hiç kuşkusuz birer ibret belgesi olarak değerlendirilecektir.

Avukatların da tüm yurttaşlarımız gibi bireysel siyasal tercihleri, farklı düşünceleri elbette ki olacaktır. Burada anlatılmak istenen, baroların ve TBB’nin demokrasi ve hukuk sınırlarını daraltan, siyasal otoriteyi mutlaklaştıran bir süreçte hukuk devletinden yana taraf olma zorunluluğudur.

TERS ORANTILI DENKLEM

Baroları ve TBB’yi temsil konumunda bulunanların bireysel ikbal ile kurumsal itibar arasında yapacakları tercih her zaman ve her koşulda hukuktan ve meslek örgütünden yana olmalıdır.

Dönemsel gücün çekim alanına girenler, yalnızca tarafsızlıklarını ve bireysel bağımsızlıklarını kaybetmekle kalmazlar. Hukukun ve kurumsal geleneklerin ihlali pahasına kazanılan bireysel itibar ile kaybedilen kurumsal saygınlık, ters orantılı bir denklem olarak tarihe not düşülür.

Gücün çekim alanına kapılıp varlık nedenine yabancılaşan bir meslek örgütü mü? Hukukun, demokrasinin ve meslektaşlarının safında yer alan bir TBB mi?

İşte bütün sorun bu!

HUKUK DEVLETİ VE KANUN DEVLETİ ANLAYIŞİ ÜZERİNE KISA NOTLAR…

Prof. Dr. Halil Çivi / İMZA...Prof. Dr. Halil Çivi
İnönü Üniv. İİBF Eski Dekanı

Vatandaş soruyor: ” Hocam hukuk devleti ile kanun devleti ne demektir. İkisi aynı mı yoksa farklı mı? Eğer farklı ise bu farklar nelerdir?” Kısaca anlatmaya çalışayım.

HUKUK DEVLETİ denilince, “a” dan “z” ye, her kademedeki devlet yönetiminde; başta anayasa olmak üzere, o ülkedeki tüm yasalar, tüzükler, yönetmelikler, yönergeler ve her türlü kurum içi faaliyetlerin evrensel hukuk kurallarına göre düzenlendiği; her kademedeki yargı kurumları, yargı düzeni ve yargı kararlarının hukukun çağdaş, temel evrensel ilkelerine uygun olarak işlediği, devleti yönetenler ile yargı mensuplarının hak, hukuk ve adalet ilkelerine sadık kaldığı, yargı içtihatlarının da yine öz olarak aynı içerik ve yönde oluştuğu bir çağdaş, laik ve demokratik bir hukuk kültürü ve hukuk sistemi anlaşılır.

Hukuk devleti, hukukun üstünlüğüne dayalı devlet demektir. Başta siyasal iktidarlar ve kamu yöneticileri olmak üzere, hukuk kuralları herkesi bağlar. Hatta gelişmiş demokratik hukuk devletlerinde, en üst kademedeki devlet yöneticileri, yani cumhurbaşkanları, başbakanlar, bakanlar, meclis başkanları ve milletvekilleri adalet ilkeleri ve hukuk kurallarına saygı göstermede topluma ROL MODELİ (õrnek kişi) olurlar.

Hukuk devletinde, başta anayasa mahkemesi kararları olmak üzere, yargı kararlarına saygı gösterilir ve bu kararların gereği yapılır. Çünkü istisnasız olararak, AYM kararları herkesi bağlar. (AS: Anayasa md. 153/son)

Devleti yönetenler, Evrensel İnsan Hakları, din ve vicdan özgürlüğü ve devletçe imzalanan ulusları sözleşmelerin gereklerini yerine getirirler. Ayrıca kendi iç hukuk düzeninden daha üstün olarak kabul ettikleri Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi yani AIHM kararlarına uymayı hukuken zorunlu görürler.

Bir cümle ile söylemek gerekirse, hukuk devleti, kendi hukuk ve yargı sistemini HUKUKUN ÜSTÜNLÜĞÜ temel ilkesine göre düzenlemiş ve atılan her adımda evrensel ve çağdaş hukuk çeperinin dışına taşmamak için çaba gösteren devlet demektir.

HUKUK DEVLETİ ÇAĞDAŞ BIŔ ZİHNİYETİN VE ÇAĞDAŞ BİR HUKUK ANLAYIŞININ ÜRÜNÜDÜR. Daha yalın olarak şöyle de söylenebilir:

Hukuk devleti çağdaş hukuk ilkeleri ve çağdaş hukuk zihniyeti ile yönetilen devlet demektir.

Hukuk devletinde; insanı, toplumu, devleti ve hatta devletin ve yargının itibarını (AS: saygınlığını) bizzat (AS: doğrudan) hukuka saygı korur. İnsanlar ve kurumlar kişilere değil hukuka ve adil yargıya güvenirler. Hukuk devletinde, hiç kimsenin, grubun, dinsel sosyal, siyasal, kültürel etnik ya da azınlık kesimlerin ayrıcalığı, ya da dışlanmışlığı olamaz. Herkes yasalar karşında eşittir. Hukuk devletinin olmadığı yerde yönetim erki keyfileşir ve yönetenlerin özel buyruklarına dönüşmeye başlar.

KANUN (YASA) DEVLETİNDE ise, görünüşte biçimsel olarak her şey yasalara uygun görünür. Ancak yönetim ve yargı düzeninde üç önemli davranış sapması ( anomali) ortaya çıkar. Yönetim keyfiliğe dönüşmeye başlar.

1- Ya devletin hukuk sistemi çağdaş ve evrensel hukuk sistemine göre dizayn edilmemiştır (AS: tasarlanmamıştır). Ülkede cari (AS: yürürlükteki) yasalar, devletin üst kademe yöneticleri dışında herkesi ve her kurumu sımsıkı bir disiplin altına almıştır. Ancak bu yasalar insanı, ahlaki ve adli evrensel hukuk ilkelerine aykırı ve baskıcı olarak düzenlenmiştir. Yani en güçlü olanın yasası ( ‘la loi de plus fort) geçerli olur. Yasa devletinde demokrasi ve insan hakları kültürü ya çok eksiktir ya da hiç yoktur.

2- Ülkedeki anayasa ve anayasa bağlı olarak üretilen kanunlar yeterince çağdaş ve evrensel değerlere yakın olabilir. Ancak ülkeyi yöneten siyasi zihniyetin mevcut anayasal düzenle ve evrensel hukukla, örneğin laik ve demokratik değerlerle, başı çok hoş olmayabilir. Ülkede otoriter (AS: buyurgan) bir rejim vardır. Yargı bağımsızlığı ağır yara almıştır.

Eldeki hukuk sistemi ve yargı kararları anayasa ve yasaların özüne ve içeriğine karşı hile yapılarak ve iktidar baskısı nedeniyle, çoğu zaman çarpıtılarak uyanmaya başlanır. Başka bir deyimle de; kanunların özü beklenen amaca göre çarpıtılır.

3- Anayasa ve yasalarda bir sorun yoktur.
Ancak ülkeyi yöneten siyasal zihniyet (AS: anlayış) ve yargı mensuplarının hukuk bilgisi birikimi evrensel hukuk kurallarını doğru algılayama ve uygulayabilme yeteneği ve zihniyetinden yoksundur. Bu son durum, yeterince gelişememiş bir ZİHNİYET TUTARSIZLIĞI sorunundan kaynaklanır. Demokratik ve hukuksal cehalet söz konusu olabilir. Çoğu ülkede, örneğin Türkiye’de ise, bu üç durum iç içedir.

Son ve doğru söz.
Evrensel ve çağdaş zihniyet, toplumun çoğunluğu tarafından benimsenir ve baskıcı iktidarlar seçim sandıkları ile devre dışı bırakılmaya başlanırsa, ülkelerdeki yasa devletleri de giderek hukukun üstünlüğüne ve Hukuk devletine dönüşmeye başlar .
Ben Türkiye için iyimser ve umutluyum. Toplum ve özellikle de gençlik, tüm olumsuz koşullara karşın büyük uyanış içinde…

ÜLKE VE HALK ÜZERİNDE “CUMHUR” BULUTU!

İbrahim Ö. Kaboğlu
Pencere, 08.08.2021

Türkiye ülkesi ve halkı, bu toprakları bizlere emanet eden atalarımız ve yine bu toprakları kendilerine bırakacağımız gelecek kuşakları kapsamına alıyor. “Cumhur” ise, TBMM’de sayısal çoğunluğu elinde tutan AKP-MHP ittifakını.

7334  sayılı Turizmi Teşvik torba yasası, ülke ve halkı üzerinde “cumhur” bulutu olarak nitelenebilir: “Ülke” yağması için torbalama yoluyla Türkiye üstüne örtü geçiren bir yasa.

Yasa, Çevre ve Şehircilik Bakanlığı ile Tarım, Orman Bakanlığı’nı öncelikle ilgilendirdiği halde, TBMM’de Bayındırlık, İmar, Ulaştırma ve Turizm Komisyonu yetkilendirildi.

Anayasa’ya, ülkesel ve toplumsal çıkarlara aykırılığın ötesinde, özensiz ve gayri ciddi bir yaklaşımla dört ay bekletildikten sonra sayı üstünlüğü ile dayatılan Yasa metninin seyri şöyle oldu:

1 Nisan: Anayasa’ya aykırı olduğu, yasa etki analizi yapılmadığı, ÇED (çevresel etki değerlendirmesi) raporu bulunmadığı için aşamalı istekler olarak; Teklif’in reddi, ilgili komisyonlara gönderilmesi, alt komisyon kurulması önerilerimiz  kabul görmedi.

6 Nisan: Komisyon’da maddelere ilişkin değişiklik itirazlarımız reddedildi.

13 Temmuz: Genel Kurul’da Komisyon görüşmelerinde İçtüzük ve Anayasa hükümlerinin ihlali gerekçesiyle teklifin görüşülmeden reddi için usul ve esasa ilişkin  önerilerimiz kabul görmedi.

14 Temmuz: Maddelere ilişkin önerilerimiz geri çevrildi.

18 Temmuz: Cumartesi ve Pazar günü TBMM, 25 saat sürekli çalıştırıldı ve son beş saatinde 7334 sy. Yasa görüşmeleri tamamlanarak oylama yapıldı.

28 Temmuz: Yasa, yürürlüğe girdi; Türkiye de yanmaya başladı. Ne rastlantı!

TÜRKİYE YASASI”

Özgürlük ve iktidar ikilemine dayanan Anayasa, ülke ve çevre korumasına ilişkin çok sayıda hüküm öngörüyor. Yasa, kamu yararı ile özdeşleşen kıyıların,  tarım arazilerinin, mera, çayır ve yaylaların korunmasını amaçlayan Anayasa md. 43 ve dv., ormanların korunmasını güvenceleyen madde 169 ve çevre hakkına ilişkin md. 56 başta gelmek üzere, birçok ülkesel hükmü ihlal ediyor. Yasa aracılığıyla, yerel yönetimlerin birçok yetkisine merkezî yönetim el koymakta ve bunun sonucunda da hukuk devleti ilkesini zedelemekte. Yasa, Türkiye doğasına ve çevresine ilişkin Anayasa maddelerine aykırı olduğu gibi, hak ve özgürlüklerin güvencelerine ilişkin hükümlere de aykırıdır. Daha genel olarak sürdürülebilir gelişme ve sürdürülebilir turizm ilkelerini zedeleyici riskleri de birlikte getirmektedir.

Gerçekten, kıyılardan yararlanmada öncelikle kamu yararı gözetildiği (md.43) gibi, Ormanlara zarar verebilecek hiçbir faaliyet ve eyleme müsaade edilemez. Ormanların tahrip edilmesine yol açan siyasî propaganda yapılamaz.” şeklindeki madde 169, hiçbir faaliyet ve eyleme istisna tanınmamakta, hatta siyasal ifade özgürlüğünü de sınırlamakta.

Bu nedenle, öneri aşamasında en azından şu dört gereklilik yerine getirilmeliydi:

-İçtüzük md.38 gereği Anayasa’ya uygunluk incelemesi,
-Yasa etki analizi, ÇED,
-İlgili komisyonlarda ele alınması ve en azından bir alt komisyon kurulmak yoluyla öneri metninin olgunlaştırılması.

Bu gerekliliklerin kabulü bir yana, Komisyon çalışmalarını hemen tamamlama telaşında olan AKP-MHP ikilisini, “saçmalıyorsunuz” (B. Çakır, AKP) hakaretinin tetiklediği yumruklar, toplantıyı 6 Nisan’a ertelemek zorunda  bıraktı.

ZAMANA YAYMA VE  “HALKTAN KAÇIRMA”

Anayasa’nın değinilen maddelerinin her birine açıkça aykırılık oluşturması nedeniyle demokratik muhalefetin yoğun tepkisine yol açtığından Teklif,  Genel Kurul’a getirilmedi.

OHAL’i üç yıl daha uzatmayı amaçlayan torba önerisi Plan ve Bütçe Komisyonunda görüşüldüğü sırada Türkiye’yi karartma yasası, 13 Temmuz’da Genel Kurul gündemine alındı. Üstelik, yasa önerisi ile ilgili konuşma ve tartışmaların büyük kesimi, TBMM TV yayın saatleri ve günleri dışında (Cuma, Cumartesi ve Pazar) yapıldı. Böylece, temsilcilerinin bütün Türkiye üzerindeki tasarrufuna ilişkin bilgiler halktan saklanmış oldu. Oysa Teklif’in bekletildiği aylarda Genel Kurul, Perşembe günleri genellikle çalıştırılmamıştı.

BÜTÜN TÜRKİYE VE TEK KİŞİ

Kültür ve turizm koruma ve gelişim bölgeleri; turist hareketleri ve faaliyetleri yönünden önem taşıyan veya doğal, tarihî ve kültürel değerlerin yoğun olarak yer aldığı, korunması ve geliştirilmesinde kamu yararı bulunan yerlerde, koruma, kullanma dengesi gözetilerek sektörel kalkınmanın sağlanması ve turizm sektörünün planlı ve kontrollü gelişiminin sağlanması amacıyla yeri, mevkisi ve sınırları Cumhurbaşkanı kararıyla tespit ve ilan edilen alanlar.”dır(md.1).

Görüldüğü üzere, öncelik turizmde, yani parada. Oysa, “Ormanlara zarar verebilecek hiçbir faaliyet ve eyleme müsaade edilemez” şeklindeki ayrıksız Anayasa hükmü karşısında, doğal ve ormanlık alanlar salt Cumhurbaşkanının gerekçesiz kararıyla turizme, tesislere ve yatırımlara açılamaz. Bu, kamu ihalesine ve ÇED sürecine tabi olmadan bütün Türkiye’yi, yani kamu yararından olan tarıma elverişli araziler, kıyılar, ormanlar, çayırlar, yaylalar ve meraları, parasal beklenti ölçütüyle yatırımlara açmak anlamına gelir.

Dahası, Anayasa madde 56’nın devlete yüklediği; doğal alanları ve çevreyi korumak, çevresel dengenin bozulmasını önlemek ve geliştirmek şeklindeki üçlü yükümlülüğü de ihlal etmektedir.

Ormanlık ve doğal alanlarda geçerli olan ekolojik dengenin bozulması, Anayasa madde 13’ün güvence altına aldığı “ölçülülük” ilkesine ve hakkın özüne dokunma yasağına da aykırıdır.

ÜÇ ANA ÇELİŞKİ NE?

Anayasa’nın ülkesel hükümlerinin kamu yararıyla örtüşmekte olduğu gerçeğinden hareketle, Genel Kurul’da şu üçlü çelişkiye dikkat çektim:

-Meclis, İklim Komisyonundan Müsilaj Komisyonuna kadar “Ülkemizi nasıl kurtarırız?” kaygısıyla komisyonlar oluştururken, bu yasayla “Ülkemizi daha çok nasıl kuruturuz, ormanları, denizleri, ağaçları nasıl tahrip ederiz?”i öneriyoruz.

– Sıkça dillendirilen 2023, 2053, 2071 vizyonları karşısında, 2053 ve 2071’de yaşayacak olan gelecek kuşaklara nasıl bir ülke bırakacağımız konusunda hiç düşünülmüyor mu? Nitelikli ülke bırakamayız böyle bir yasayla.

– Turistleri çekmek istiyoruz ülkemize. Kültürel, tarihsel değerlerimizi onlara tanıtmak istiyoruz ama bütün ülkesel yetkileri, tek kişiye yönelik olarak merkezde topluyoruz. Bu merkezin adı, parti başkanlığı yoluyla devlet başkanlığı ve yürütme (PBYDBY). Bütün ülkesel değerleri tek kişinin tercihlerine bırakacak düzenleme ile kıyılardan ormanlara kadar izne açılacak “her tür tesis” (md.16) ve “hiçbir faaliyet ve eylem” yasağı (Any. md.169) arasındaki çelişki de ortaya çıkar.

 ÇÖLLEŞME, 2071’DE DEĞİL 2021’DE!

TBMM 17 ve 18 Temmuz günleri, aralıksız 25 saat çalıştırılarak, önce OHAL’i 1-3 yıl uzatmaya ilişkin 7333 sayılı Yasa, ardından da 7334 sayılı Yasa oylandı. Halkın çevresel bilgilenme hakkı engellenerek, ülkenin geleceğini belirleyecek bir yasama faaliyeti halktan saklanmak istendi. OHAL’i uzatan yasa, demokratik toplumu baskılayarak iktidarı sürekli kılmak; Turizmi teşvik ise, çevre ve ülke ile para karşılaştırılmasında paraya öncelik vermek amacıyla… Ama tabii ki gelecek kuşakları şu bakımdan düşünmemiz gerekir:

  • Hukuk azaldıkça, iktidar tek kişide toplandıkça, nitelikli turist de ülkeye gelmez.
  • Hukuk güvenliği olursa, sürdürülebilir turizmden söz edilebilir; haliyle Türkiye’nin çevresi ve doğası daha çok korunur.

Halkın, yasama faaliyetinden haberdar olmasını engelleyen yasama tarzı, temsilcinin de haysiyetini zedeledi; ama olan, her ikisinin ortak yaşam alanına oldu, yani TÜRKİYE’ye.

Yerel yönetimleri, Çevre ve Orman gibi ilgili bakanlıkları dışlayan yasanın sacayağı, Cumhurbaşkanı +  Turizm Bakanlığı +  turizm girişimcisi.

Yorum çabasına gerek olmadan Anayasa’ya ve kamu yararına açık aykırılıklar içerdiği halde, gerekçesiz olarak “evet” oyu kullanan Cumhur İttifakı, bu kez TBMM’ye taktığı “ters kelepçe” ile Türkiye ülkesini, flora + fauna + homo sapiens üçlüsünde yangına attı. Çölleşme için 2053 ve 2071’i de beklemeye gerek kalmadı.

Anayasa Mahkemesi denetiminin ivediliği göz ardı edilmeden, Turizmi Teşvik düzenlemesi ve yangın felaketinden çıkarılabilecek tek umut ışığı, PBYDBY’nin sonunun başlangıcı olması…

İdarenin Susma Hakkı?

M. Önder TEKİN
EMEKLİ YARGIÇ

7331 sayılı Ceza Muhakemesi Kanunu ve Bazı Kanunlarda Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun 14.07.2021 tarihli Resmi Gazetede yayımlanarak yürürlüğe girmiştir. Ceza yasaları ile birlikte idari yargılama usulüne ilişkin yasada kimi değişiklikler ve eklemeler içeren bu yasama çalışması, hukuk devleti ilkesinin zayıflaması nedeniyle yargıya duyulan güvensizliğin zirve yaptığı dönemde gerçekleştirilmiştir. Yargı Reformu Strateji Belgesi ile İnsan Hakları Eylem Planı’nın yaşama geçirilmesi amaçlanmıştır. Yargı bağımsızlığının yok edilmesi, insan hakları ihlaline yol açan uygulamaların yoğunluğu, erklerin Cumhurbaşkanı’nın şahsında birleşmesi gibi hukuka aykırı eylemler ile iddialar arasındaki uçurumun büyüklüğü gözetildiğinde yasanın, özelde “adil yargılanma hakkına” genel olarak da “hukuk devleti”ne bizleri ulaştırmayacağı çok açık olmakla birlikte, İdari Yargılama Usulü Kanunu’nda yapılan kimi değişiklik ve eklemelerin hukuk âleminde yaratacağı etkilerin değerlendirilmesinde yarar vardır.

GERÇEKLİKTEN UZAK

Yasanın genel gerekçesinde “birey odaklı yönetim anlayışının kuvvetlendirilmesi” amacıyla 2577 sayılı İdari Yargılama Usulü Kanunu’nun bazı maddelerinde de değişikliğe gidildiği belirtilerek vatandaşların hukuki durumlarının bir an evvel belirgin hale gelmesi ve mahkemeye erişim hakkının güçlendirilmesinin sağlanması hedefi ortaya konulmuştur. Bu kapsamda, başvuruları cevaplamayan idarelerin, başvuruları reddettiklerinin kabul edileceği süre altmış günden otuz güne, kesin olmayan cevaplarda ise bekleme süresi altı aydan dört aya indirilmiştir. Bu sürelerde, ilgililere yanıt verilmemesi durumunda istem reddedilmiş sayılacaktır. Ayrıca kararların verildiği tarihten itibaren otuz gün içinde yazılacağı kuralı getirilmiştir.

İdare ve vergi mahkemelerinde uzun yılları bulan yargılama süreleri ve Danıştay’ın ilk derece olarak görüm ve çözümünü gerçekleştirdiği kimi davaların esas kararlarının altı-yedi yıl sonra verilebildiği dikkate alındığında temyiz süreciyle birlikte on yıla yaklaşan yargılama süresini hemen hiç etkilemeyecek olan söz konusu yasa değişikliğinin “makul sürede yargılanma hakkı” ihlallerine bir etkisinin olmayacağı ortadadır. Bu nedenle, yasanın gerekçesinde belirtilen “idareye yapılan başvuruya yanıt vermeme süresinin kısaltılmasının mahkemeye erişim hakkı”nı güçlendireceği iddiası gerçeklikten uzaktır.

ZİHNİYET DEĞİŞMELİ

Öncelikle bir istek ya da şikâyetle ya da bir sorununu çözmek için idareye başvuruda bulunan kişinin yanıtsız bırakılarak çözüm sunulmayacağına dair yasa hükmünün hâlâ yürürlükte olması, güçlendirildiği iddia olunan “mahkemeye erişim hakkı”nın kullanılmasından önce kimi temel hakların ihlali sonucunu doğurmaktadır. Devletin, idarenin kişilerin taleplerini olumlu karşıladığı oranda hedeflendiği iddia olunan “özgür birey, güçlü toplum” hedefi gerçekleşebilir. Vatandaşa yanıt dahi vermeden istemini reddederek isteminin reddedilmiş sayılacağı günleri kısaltarak “mahkemeye erişim hakkı”nı kullandırmaya teşvik eden yönetim anlayışı, dava sayılarını artırarak “makul sürede yargılanma hakkı” ihlaline yol açmak dışında bir işe yaramayacaktır.

Türkiye Cumhuriyeti Anayasası ve uluslararası sözleşmeler ile güvenceye alınan örgütlenme özgürlüğünü kullanan bir memurun görev yerinin değiştirilmesi ya da düşünce özgürlüğünü kullandığı için keyfi olarak disiplin cezasıyla cezalandırılması temel hak ve özgürlüklerin ihlali sonucunu doğuracaktır. İdari aşamada temel hak ve özgürlüklerin ihlaline yol açmayan “hukuka bağlı idare” anlayışını yaşama geçirmek yerine kişilerin hakları ihlal edildikten sonra açacakları “idari dava” öncesi başvurunun yanıt verme süresinin otuz güne indirilmesini “mahkemeye erişim hakkı”nı güçlendiren “yargı reformu” olarak sunan zihniyeti değiştirerek hukuk reformuna başlamak daha rasyonel olmaz mı?

GÖREVLİLER SUSAMAZ

İdari Yargılama Usulü Kanunu uyarınca idari makamlara başvuruda bulunarak haklarında idari davaya konu olabilecek bir işlem yapılmasını isteyen ilgililere otuz gün içinde yanıt verilmemesi üzerine istemlerinin reddine dair işlemin hukuka uygunluk denetimi yetki, şekil, neden, konu ve maksat unsurları yönünden yapılmaktadır. Oysa idari işlemlerin ilgililere yazılı bildirimini düzenleyen anayasa hükmüne aykırı olarak ilgiliye yazılı yanıt verilmeden işlem tesisinin gerçekleşeceğini düzenleyen hüküm hâlâ yürürlüktedir. İşlem yazılı olmadığından, işlemin yetkili makam tarafından tesis edilip edilmediği, şekil unsuruna uygunluğu, istemin reddedilmesinin nedeninin ne olduğu yönlerinden yargısal denetimi hakkaniyetli bir yargılama sürecine dönüşememektedir. İdari işlem yazılı olarak ilgilisine bildirilmediğinden, işlemin iptali istemine yönelik hazırlanan dava dilekçesindeki iddiaları varsayıma dayalı olacaktır. Varsayıma dayalı hak iddiasıyla açılan davada, adil yargılanma hakkı ihlali doğacaktır. Hak arama özgürlüğü kısıtlanacaktır.

Anayasasında “hukuk devleti” olduğu yazan ülkemizde, hukuka aykırı kurallar ve uygulamaların yoğunlaştığı oranda göstermelik “yargı reformu” paketleri yürürlüğe girmektedir. Samimiyet içermeyen, sorunları derinleştiren paketler yeni bir göstermelik yargı reformu paketine (!) zemin hazırlamaktadır. Süreç böyle gitmektedir. Eminim böyle devam etmeyecektir. İdari usul yasasını bile çıkarmayan, vatandaşını muhatap almayan, sorununu çözemeyen, başvurusuna dahi yazılı yanıt vermeyen yönetim anlayışı, hukuk devletinin yeniden hayata geçirilmesiyle birlikte sona erecektir.

  • Hukuku tesis etmekle görevli olan idarenin susma hakkı yoktur.

DİNLE ZALİM

14 Temmuz 2021 
Rifat Serdaroglu 
Doğru Parti Genel Başkanı

Acımasız, haksız davranmaktan, kıyıcı, can almaktan, işkence yapmaktan ve zulmetmekten zevk alanlara “Zalim” denir. Bunlarda Allah’tan korkmak, kuldan utanmak yoktur. Zalimler, başkalarının malına mülküne, namusuna, hukukuna ve özgürlüğüne saldırmaktan çekinmezler.
Bunlardan korkar, çekinir, “bana ne” derseniz, bilin ki geçen her gün derdiniz daha da artacaktır. Çünkü bunlar kendilerinden korkuldukça, onlara boyun eğildikçe daha da azgınlaşır.
Zalimlerden kurtulmanın yolu, onlarla anladıkları dilden konuşmaktır.
Zalimler hangi yoldan gelip egemen oldular ise, aynı yoldan bertaraf edilmelidirler. Zorla geldilerse, zorla. Demokratik yolla geldilerse, demokratik yolla gönderilmelidir.
Bu yüzden, demokrasi özgür ve cesur insanların rejimidir.
Kimse size “alın işte bunun adı demokrasidir” demez.
Eğer derlerse, zalimlerin Tunus-Libya-Mısır-Irak’a ve Suriye’ye getirdikleri gibi demokrasiniz olur. Ne kadar hak ediyorsanız, o kadar demokrasi alırsınız.
Zulüm karşısında susmak, sessiz kalmak zulme ortak olmak demektir.

Bugün ülkemizde, demokrasinin varlığının tek gerekçesi olarak sadece “Sandık” kalmıştır.
İktidar,
– gerek silahlı gruplar oluşturmakla,
– gerek devletin güvenlik güçlerini “sandıklara müdahale” için kullanmayı planlamakla,
gerek YSK’yı İktidarın “Seçim Kolu” gibi kullanmakla,

Türk Milletinin elinden bu hakkı da almak istemektedir.

  • Ülkede; Hukuk devleti, sandık-seçim güvencesi- basın özgürlüğü-Cumhuriyet değerleri kalmamıştır.

İnsanlarımız, yıllarca “Savcılık İddianamesi” yazılmadan cezaevlerinde tutuluyor.

  • Yargı tümüyle iktidarın silahı haline gelmiştir.

Suçlular, soyguncular, hırsızlar, gerçek FETÖ’cular serbest gezip, suç işlemeye devam ederken, suçsuz askeri öğrenciler, öğretmenler, memurlar, işçiler ya hapisteler ya da işinden-aşından oldular.

Kurmay Albay – General – Ordu Komutanı – Genelkurmay Başkanı rütbesine çıkabilecek, hapisteki vatan evlatlarına şimdiki Genelkurmay Başkanının sahip çıkması mümkün değildir. Kendi silah arkadaşlarının sahte delillerle suçlanıp hapse atılmasına engel olmayan Paşadan, cezaevinde hasta ve ölmek üzere olan silah arkadaşlarını hatırlaması beklenemez.

İş başa düşüyor..

Türk Milleti, kendi evlatlarına sahip çıkmalı ve onların ABD-Tarikat-Cemaat canavarlarının ellerinde çürütülmelerini engellemelidir.
Gözleri olup da görmeyen, kulakları olup da duymayan zalimlere sesimizi duyurmalıyız.

Mehmet Emin Yurdakul, “Bırakın Ben Haykırayım” adlı şiirinde bakın ne diyor :

Bırak ben haykırayım,
Susarsam sen matem et.
Unutma ki şairleri (aydınları-kahramanları) haykırmayan bir millet,
Sevenleri toprak olmuş çocuk gibidir.

Haksızlık sonucu zulme uğrayıp, ızdırap içinde olan tek bir kalpten yükselecek bir feryada, dağlar bile karşı duramaz.
Hiçbir zalim ilelebet payidar olamaz.
Tek başımıza kalsak dahi, DOĞRU Parti olarak mücadeleye devam edeceğiz.
Bu kararımızı bugün Büyük Atatürk’ün manevi huzurunda saat 14.00’de bir kez daha haykıracağız…

Sağlık ve başarı dileklerimle.

Hukuk devleti, hukuk toplumu

Cumhuriyet, 09 Temmuz 2021

 

Her ağzımızı açtığımızda, her tartışma ortamında sıkça kullandığımız bir kavramdır “Hukuk Devleti”.

Zaten anayasamızı hazırlayanlar da daha “Başlangıç” bölümünde “millet iradesi ve hukukun üstünlüğü”nden söz ederken ve hemen 2. maddesinden başlayarak “laik, demokratik, sosyal bir hukuk devleti” kavramına vurgu yapmıştır. (AS: 4 değil 7 özellik sayılır 2. maddede)

Gerçekten bir “Hukuk Devleti” olabilmenin yegâne (AS: biricik) yolunun da toplumsal yaşamda “hukukun üstünlüğünün hâkim olması” ilkesine atıfla, yaşadığımız toplumun da bir “hukuk toplumu” olmasından geçtiği unutulmamalıdır.

Toplumu oluşturan bireylerin, kendilerinden başka herkesin hukukuna da saygılı olma güdüsü ile yaşamadığı bir ülkede, “Devlet”in de bir “Hukuk Devleti”ne dönüşmesi kimsenin umurunda olmayacaktır.

Bence, şu anda Türkiye Cumhuriyeti’nde yaşadığımız en ağır ve en acil çözülmesi gereken sorun budur. Günlük küçük (mikro) yaşamlarımızda, mesela (AS: örneğin) soframızda aile bireylerinden başlayarak geniş ailemizde de (mesela miras davalarında), apartman ve site yaşamında komşularımızla ilişkilerimize, trafikte öteki sürücüler ve yayalarla ilişkilerimize kadar hemen her alanda yaşadığımız sorunları hatırlayın. Ne demek istediğimi anlarsınız.

Yukarıda sayılan alanlarda başarılı olamadığımız takdirde, “Yargı” ve “Yürütme” alanlarında Devlet’in ne kadar hukuk içinde davrandığı konusunda da sağlıklı karar veremeyiz.

Bireysel düzlemde “Bana adil davranılsın. Gerisinin canı cehenneme” demeye eğilimli olabiliyorsak, makro düzlemlerde de “Hukuk ihlallerine” ses etmeye hakkımız olmaz. Zaten mahkemeye işimiz düşmediği takdirde, bunu pek de dert edinmeyiz.

Oysaki çağdaş bir birey ve çağdaş bir toplum olabilmenin birincil koşulu budur.

Selahattin Demirtaş’ın ya da Osman Kavala’nın tutukluluğu ve anayasal hakları, AYM ve AİHM kararlarının üstünlüğünden eşit olarak yararlanamıyor olmaları, sandıkta milletin oyları ile seçilmiş Ömer Faruk Gergerlioğlu’nun, Enis Berberoğlu’nun ve diğerlerinin parlamenter statü ve kimliğinin hasımlarının çoğunluğunun el kaldırıp indirdikleri “bir oylama ile cart diye” ellerinden alınabilmesini dert edinip edinmemek gibi net bir mihenk taşından söz  ediyorum.

Bir siyasal partinin sırf “bizim gibi düşünmüyorlar ve başka talepleri var” diye kapatılmasını ve hepsinin toptan içeri alınmasını savunarak “çağdaş toplum ve çağdaş bir demokrasi” olunamayacağını kastediyorum.

Toplumun haber alma ihtiyacının yani bilgilenme ihtiyacının sağlayıcısı bir gazetenin baskı altında tutulması, cezalarla sindirilmeye çalışılması, bir Bakanın icraatının sorgulanması şeklindeki temel ve vazgeçilmez görevini yaptı diye “soruşturmaya uğratılması” da tek tek tüm bireylerin “dert edinmesi” gereken işlerdir.

İktidarın beğenmediği TV kanallarına “gözünün üzerinde kaşın var” diye her fırsatta cezalar kesilmesi de sadece (AS: yalnızca) o kanalların değil, oradan bilgi almak durumunda olan tek tek tüm vatandaşların “sorunu” sayılmıyorsa, gerçek bir hukuk toplumu olamayız.

Bir küçücük çocuğun taciz, istismar veya tecavüze uğraması, bir sporcu kız çocuğunun “şort giyemezsin, günahtır” diye iğrenç bir baskı altına alınmak istenmesi, bir hayvana eziyet edilmesi, bir kadının ya da doğuştan veya sonradan başka bir cinsel yönelimi olan bireyin “makbul ve değerli olmayan” sayılması, kendimize “hukuk toplumu” diyebilme hakkımızı elimizden alır.

Bütün bunları toptan “kendi (bireysel) sorunumuz” sayamazsak, karpuz ya da kavun alır gibi “seçmece-kesmece” anlayışına yazılırsak, en başta sözünü ettiğimiz ve Anayasa denen metnin girişinden itibaren (AS: başlayarak) vurguladığı ilkeleri yırtıp çöpe atmış oluruz.

Gerisi de utanç verici bir ilkellik ve kaos (AS: karmaşa) anlamına gelir.

Vatandaşlar olarak, kendimize “kaliteli bir birey”, toplum olarak “birinci sınıf bir toplum” deme hakkını, devlet olarak da “hukuk devleti” deme hakkını yitiririz.

HSK NE YAPSIN?

Rifat Serdaroğlu
DOĞRU Parti Genel Başkanı

21 Mayıs 2021 

HSK (Hakimler ve Savcılar Kurulu) Viranşehir Cumhuriyet Savcısı Eyüp Akbulut’u görevden uzaklaştırdı!
Savcı ne demişti;
Pandemi gerekçe gösterilerek, GENELGE ile konulan yasakların tümü yasadışıdır ve Anayasa’ya aykırıdır!

Savcının söyledikleri doğru mu?
Eğer Türkiye Cumhuriyeti Devleti bir Hukuk Devleti ise, Anayasa halen yürürlükte ise, Anayasanın 13’ncü maddesi orada duruyorsa, Savcının söyledikleri DOĞRU, HSK’nın yaptığı yanlıştır.

Anayasa md 13 :

  • “Temel hak ve hürriyetler, ÖZLERİNE DOKUNULMAKSIZIN yalnızca Anayasanın ilgili maddelerinde belirtilen sebeplere bağlı olarak ve ANCAK KANUNLA SINIRLANABİLİR. Bu sınırlamalar, Anayasanın özüne ve ruhuna, demokratik toplum düzeninin ve laik Cumhuriyetin gereklerine ve ölçülülük ilkesine aykırı olamaz!”

GENELGE nedir?

Genelge, bir Bakanın veya Bakanın onayı ile bir Genel Müdürün, emrinde çalışan personeline verdiği talimattır. Genelge ile vatandaşa yasak koyulamaz.

Şimdi, HSK ne yapsın?
Bir tarafta Anayasa var! Diğer tarafta ise SARAY!
HSK, Anayasa’ya uysa, Saraydan ve tarikat liderinin elini öpen Adalet Bakanından gelen talimatı kurban etmiş olacak!
HSK, Anayasaya uymasa ve Sarayın emrini yerine getirse, hukuku kurban etmiş olacak!

HSK, Sarayı ve Bakanı dinlemezse ne olur?
Ne olacak? HSK üyeleri bir daha o koltuğu rüyalarında bile göremez!
Anayasayı çiğnerse ne olur?
Vicdanlar körelmişse, koltuklar ve ayrıcalıklar korunmuş olur!

Nasılsa, ülkedeki Hukuk Fakültelerinin, AKP’li Barolar Birliği Başkanının ve STK’ların omurları alınmış, hiçbiri dik durmayı becerememiş, “Meslek Onuru”- “Evrensel Hukuk Kuralları”- “Dürüstlük” gibi ilkeler unutulmuş!

O zaman vur bıçağı Hukukun başına!
Görevinden uzaklaştır doğruları söyleyen Savcıyı!
Sonra hüküm verirken, “Türk Milleti Adına” diye yazdırın kararınızın başına!

Değerli Okurlar;

Bu konuda Prof. Dr. Kemal Gözler’den başka Türk Kamuoyunu açık ve net bir şekilde bilgilendireni görmedim. Ben de 16 Mayıs’ta, Prof. Gözler’in yazısından alıntı yaparak duyurmaya çalıştım. Bu ikinci yazım!
Hukuk ve Üniversite toplumundan “Kurumsal bir açıklama” göremedim…

Demokrasi ve Hukuk, öncelikle ve mutlaka sahip çıkılması, korunması gereken kurumlarımızdır.
Bir ülkede, hukuk katledilir ve adalet ölürse, oradaki insanlarının hiçbirinin “Can-Mal-Teşebbüs” özgürlükleri kalmaz!

Haa, bunlar olmazsa yaşanmaz mı?
Yaşanır tabii ki! Ama beygir kıçındaki sinek gibi yaşanır!

Bizler DOĞRU Partililer olarak, bu genelgelerin iptali için hukuk yoluna başvuruyoruz! Sonuç alınır mı bilemem. Fakat, yapılan hak-hukuk ihlallerini devletin kaydına sokmuş oluruz.
Bildiğiniz gibi bundan sonraki dönemin adı, “Devr-i Sabık” yaratma dönemidir.

Not                  :
Vandallık nedir diye merak ediyorsanız, Rize’de Meral Akşener’e yapılan saldırıya bakın. İşte Vandallık tam da böyledir. Akşener’e geçmiş olsun, diyorum!

Sağlık ve başarı dileklerimle.

Kemalistler Ne Yapmalı?

Mustafa Hüsnü Bozkurt kimdir? - Yeni Akit

Dr. MUSTAFA HÜSNÜ BOZKURT
25-26. DÖNEM KONYA MİLLETVEKİLİ

Cumhuriyet, 11 Mayıs 2021

Emperyalizm, 18. yüzyılda Sanayi Devrimiyle başlayan, başta İngiltere olmak üzere kapitalist ülkelerin, ticaret yollarını denetim altına almak, yeni hammadde kaynaklarına ulaşmak, yeni pazarlar edinmek amacıyla mazlum ülkeleri ve ulusları siyasal, ekonomik, kültürel açıdan sömürmelerine verilen isimdir. Faşizm ise emperyalizmin, kapitalizmin, yerli işbirlikçileri de kullanarak uyguladığı kıyıcı diktatörlüktür.

Ülkemizde faşizmin yolunu açan, öncelikle 1950’de başlayan karşıdevrim sürecidir, devamında taşlarını döşeyen 12 Mart 1971 Muhtırası’dır, iktidar olma koşullarını oluşturan da 12 Eylül 1980 Darbesi’dir. 12 Eylül sonrasında dinci hareketler ve faşist eklentileri, darbeci cunta yönetimiyle, arkasındaki emperyalist gücün teşvik ve korumasında örgütlenmiş, güçlenmiştir. 1980’lere dek ancak %3-7 arasında oyu olan dinci hareket, 1994 yerel seçimlerinde %20’ye ulaşmıştır. 2001’de gömlek değiştirmiş, 2002’de ise yeni adıyla ve ABD’nin de desteğiyle, % 34 oyla tek başına iktidara gelmiştir. Sonrasını biliyoruz.

GENETİK KODLAR DEĞİŞTİRİLDİ

İktidarı ele geçiren ve özünde bir tarikatlar koalisyonu olan dinci hareket, liderini cumhurbaşkanı seçtirdikten sonra, Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi adı altında, rejim değişikliğini ana gündem maddesi yapmıştır. Tesadüfe bakın ki, CIA ajanı Paul Henze de, 2006’da, ABD Dışişleri Bakanlığı’na gönderdiği raporunda “Türkiye’nin ABD çıkarlarına uygun davranmasını istiyorsak başkanlık sistemine geçmesini sağlamalıyız” diyordu. Keza başkanlık sistemini savunurken Cumhurbaşkanı Erdoğan, 2 Ocak 2016’da şu örneği veriyordu: “Üniter devlette başkanlık sistemi yoktur diye bir şey yok. Şu an zaten dünyada bunun örneği var, geçmişten bu yana da var. Yani Hitler Almanyası’na baktığınızda orada da bunu görürsünüz.”

FETÖ’nün 15 Temmuz 2016’daki darbe girişiminin ardından, OHAL koşullarında yapılan 16 Nisan 2017 referandumuyla, Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi’ne geçilmiştir. Fiilen tek adam düzeninde, rejimimizin, siyaset kurumumuzun, devlet aygıtımızın genetik kodları değiştirilmiştir. TBMM işlevsizleşmiştir. Siyaset, mezhep-etnik köken çıkmazında tıkanmıştır. Siyasal partiler etkisizleşmiştir. Millet hiç olmadığı kadar bölünmüş, kutuplaşmıştır. Laiklik ilkesi ve güçler ayrılığı yok edilmiştir. Devlet, hukuk devleti olma niteliğini yitirmiştir. Bürokraside liyakat, nepotizm çukurunda helak olmuştur. Yolsuzluklar ayyuka çıkmış, yoksulluk kemiğe dayanmış, yasaklar tavan yapmıştır. (AS: AKP, 3 Kasım 2002 seçimi öncesi bu 3 Y le savaşma propagandası yapmıştı..)

EMPERYALİZMDEN BAĞIMSIZ FAŞİZM OLMAZ

Faşizm demokrasiyi, hukuku, seçimleri salt bir iktidar aracı olarak görür. Çünkü haksız, hukuksuz, ahlaksız bir sermaye diktatörlüğüdür. Emperyalizmin olmazsa olmazıdır. Acımasız bir baskı rejimidir. O nedenle faşizme karşı mücadele, öncelikle emperyalizme ve küresel kapitalizme karşı ödünsüz ve kararlı bir duruşla mümkündür. Emperyalizme, kapitalizme, serbest piyasa ekonomisi denilen neo-liberal sömürü düzenine karşı çıkmadan, faşizmle mücadeleden söz etmek laf ebeliğidir.

Bir ülkede faşizmin iktidarı ele geçirmesini, sıradan bir siyasal iktidar değişimi olarak görmek vahim (AS: ürkünç) bir yanılgıdır. Bu yanılgı muhalefeti, küresel emperyalizme karşı mücadele etmeyen, antikapitalist duruştan yoksun, emek-sermaye çelişkisinden ve sınıfsal gerçeklerden kopuk kılar. Yalnızca mevcut iktidar karşıtlığına sıkıştırır. Sonuç alması olanaksız bir sözde demokrasi mücadelesine sürükler. Bugün ülkemizde, iktidara karşı olduğunu söyleyen ama emperyalizme karşı olduğunu söyleyemeyen, kapitalist sömürü düzenine karşı çıkmayan sözde bir muhalefet anlayışı oldukça yaygındır. Tıpkı Atatürkçü olduğunu söyleyip Kemalizm’i reddetme dalaleti (AS: sapkınlığı) gibi.!!..

  • Oysa ülkemizde emperyalizmi, faşizmi yenmenin tek yolu Atatürkçü, Kemalist olmaktan geçer.

Ahmet Taner Kışlalı’nın dediği gibi

  • “Kemalizm geçmişin bekçiliği değil, geleceğin öncülüğüdür.”

Türkiye için olduğu kadar, bölgemiz ve tüm mazlum milletler için de tek gerçekçi çözüm yoludur.

NE YAPMALI?

Hitler’in propaganda bakanı Joseph Goebbels şöyle demiştir:

  • “Eğer hasmımız, ne kadar zayıf olduğumuzu bilebilse bizi herhalde un ufak ederdi.”

Dünyanın her yerinde despotik iktidarlar, ancak güçlü demokratik halk hareketlerinin mücadelesiyle işbaşından uzaklaştırılabilir. Faşist iktidarlar, hiçbir zaman sanıldıkları kadar güçlü, söyledikleri kadar cesur, göründükleri kadar muktedir olmamıştır. Milletler bu despotlara her zaman direnmiş, sonunda da mutlaka yenmiştir.

Demokratik haklarını kullanarak birleşecek, Kemalizmi yol haritası olarak belirleyecek, antiemperyalist ve tam bağımsızlıkçı bir yapı, milletin azim ve kararını harekete geçirerek iktidar olacaktır. Tam bağımsız ve gerçekten demokratik Türkiye’nin, hukuk devletinin, üretim ekonomisinin, hakça bölüşmenin, bilgi toplumunun, laik ve bilimsel eğitimin yaşamaa geçmesi, Cumhuriyetçi, Atatürkçü, Kemalist kadroların güçbirliğiyle mümkündür.

Amirallerden sonra bu kez de 96 eski vekilden bildiri

Amirallerden sonra bu kez de 96 eski vekilden bildiri

96 eski vekilin yayınladığı bildiride;
“Kişi grup ya da kurumların ülke çıkarları söz konusu olduğunda, görüş açıklamalarından daha doğal ne olabilir? Darbecilik suçlamalarını kınıyoruz”
denildi.

DUVAR – 104 emekli amiralin bildirisinin ardından 96 eski milletvekili de Kanal İstanbul ve Montrö Sözleşmesi tartışmasına yönelik bildiri yayınladı.

  • “Eski parlamenterler olarak diyoruz ki; Kanal İstanbul yapılamaz!
  • Montrö tartışmaya açılamaz!” başlıklı bildiri şöyle:

ALTINA İMZA KOYUYORUZ:

126 eski büyükelçi ve 103 emekli Amiralin, Kanal İstanbul ve Montrö Sözleşmesi’yle ilgili açıklamalarını desteklediğimizi ve altına imza koyduğumuzu, kamuoyuna ilan ediyoruz.

TARTIŞMAYA AÇILMASI YANLIŞ:

Kanal İstanbul ve Montrö Sözleşmesi tartışmalarının geldiği nokta, bu açıklamamızı zorunlu kılmıştır. Türkiye Cumhuriyeti’ne yönelik çeşitli emeller taşıyan devletlerin çıkarına hizmet edecek olan Kanal İstanbul’da ısrar edilmesini, Atatürk Türkiye’sinin Lozan Antlaşması’ndan sonra en büyük diplomasi başarısı olan, İstanbul-Çanakkale Boğazları ile Marmara Denizi üzerindeki mutlak egemenliğimizi sağlayan, Montrö Sözleşmesi’nin tartışılmaya açılmasını doğru bulmuyoruz.

HUKUK DEVLETİ OLDUĞUMUZU HATIRLATIYORUZ:

Ülkemizin bugününü ve geleceğiyle ilgili can alıcı konularda, kamuoyunu bilgilendirmek, temel bir anayasal haktır. Anayasal hakların güvencesi olması gerekenlerin, toplumu susturmaya, sindirmeye, korkutmaya çalışmaları kabul edilemez. Çoğulcu demokrasinin gereği olarak en doğal yurttaşlık hakkını kullanarak, Kanal İstanbul ve Montrö konusundaki görüşlerini kamuoyuyla paylaşan kişi ve gruplara yönelik tehdit, suçlama, saldırı korkutma ve soruşturma gibi girişimler yurttaşlık haklarını ipotek altına almaktır.

Bu yaklaşımı ve bu girişimleri kınıyor, hala bir hukuk devleti olduğumuzu hatırlatıyoruz.

DARBECİLİK SUÇLAMALARINI ESEFLE KARŞILIYORUZ:

Türkiye Cumhuriyetinin kuruluş ilkelerini ve temel felsefesini vicdansız darbelerle yıkmaya çalışanların, konuşma ve düşüncelerini açıklama hak ve özgürlüğünü kullanan kişileri darbecilikle suçlamalarını da esefle karşılıyoruz.

A. İhsan Köktürk / Zonguldak                              A. Kemal Kumkumoğlu / İstanbul
Ali Rıza Öztürk / Mersin                                      Abdülrezzak Erten / İzmir
Ahmet Güryüz Ketenci / İstanbul                         Ahmet Küçük​ / Çanakkale
Ahmet Toptaş​/ Afyon                                            Alaaddin Yüksel / İzmir
Ali Ahmet Ertürk / Edirne                                    Ali Aslan / Muğla
Ali Haydar Erdoğan / İstanbul                              Ali Oksal / Mersin
Ali Özcan / İstanbul                                              Ali Özgündüz ​/ İstanbul
Ali Rıza Bodur / İzmir                                          Ali Rıza Ertemur / Denizli
Altan Tuna / Çanakkale                                        Atilla Kart / Konya
Ahmet Tan / İstanbul                                            Barış Can / Sinop
Bekir Yurdagül / Kocaeli                                      Binnaz Toprak / İstanbul
Bülent Baratalı / İzmir                                          Cevdet Selvi ​/ Eskişehir / Kocaeli
Cumhur Yaka / Muğla                                           Çetin Soysal​ / İstanbul
Dilek Akagün ​/ Uşak                                             Durdu Özpolat / Kahramanmaraş
Enis Tütüncü​ / Tekirdağ                                        Erdal Aksünger / İzmir
Erdal Karademir / İzmir                                        Ergün Aydoğan / Balıkesir
Esfender Korkmaz / İstanbul                                Fahrettin Üstün / Muğla
Feramuz Şahin / Tokat                                          Fikri Sağlar / Mersin
Gökhan Durgun / Hatay                                        Güldal Mumcu / İzmir
Güldal Okuducu / İstanbul                                    Hakkı Ülkü / İzmir
Halil Ünlütepe / Afyon                                          Hasan Ören / Manisa
Haşim Oral / Denizli                                             Hulusi Güven ​/ Adana
Hüsnü Bozkurt / Konya                                        Hasan Gemici / Zonguldak
İbrahim Özdiş​ / Adana                                          İsmail Değerli​ / Ankara
İsmail Özay / Çanakkale                                       İzzet Çetin / Kocaeli / Ankara
Kemal Anadol​ / İzmir                                           Kemal Ekinci​ / Bursa
Mehmet Boztaş / Aydın                                        Mehmet Hilal Kaplan​ / Kocaeli
Mehmet Kesimoğlu ​/ Kırklareli                           Metin Arifağaoğlu​ / Artvin
Mustafa Kul / Erzincan                                        Mustafa Özyürek / İstanbul
Nadir Saraç / Zonguldak                                      Namık Havutça / Balıkesir
Necati Yılmaz / Ankara                                        Necla Arat / İstanbul
Nevin Gaye Erbatur ​/ Adana                                Nur Serter / İstanbul
Oğuz Oyan / İzmir                                                Orhan Düzgün / Tokat
Orhan Eraslen​ / Niğde                                          Orhan Sür / Balıkesir
Orhan Ziya Diren / Tokat                                     Osman Korutürk / İstanbul
Ömer Çiftçi / Ankara                                            Rasim Çakır​ / Edirne
Sacit Yıldız / İstanbul                                           Salih Gün / Kocaeli
Sedat Uzunbay / İzmir                                          Selahattin Karaahmetoğlu / Giresun
Selçuk Ayhan ​/ İzmir                                            Selahattin Öcal / Ankara
Sena Kaleli / Bursa                                               Süleyman Çelebi / İstanbul
Süleyman Genç / İzmir                                         Şahin Mengü​ / Manisa
Şevket Arz / Trabzon                                            Şevki Kulkuloğlu / Kayseri
Şinasi Öktem​ / İstanbul                                        Şükrü Babacan / Kırklareli
Şükrü Sina Gürel / İstanbul                                  Tolga Çandar​ / Muğla
Tuncay Ercenk / Antalya                                      Turgay Develi​ / Adana
Turgut Dibek​ / Kırklareli                                      Türkan Miçoğulları ​/ İzmir
Uluç Gürkan​ / Ankara                                           Vedat Yücesan / Eskişehir
Vezir Akdemir / İzmir                                           Yaşar Ağyüz​ / Gaziantep
Yılmaz Kaya ​/ İzmir                                             Yüksel Çorbacıoğlu​ / Artvin
====================================
Dostlar,

96 eski milletvekilinin yukarıdaki açıklamasını biz de bir yurttaş olarak, hukuka uygun bir düşünce özgürlüğü eylemi kapsamında görerek katılıyoruz..

Adları yukarıda olan sayın eski milletvekillerine teşekkür ediyoruz.

Sevgi ve saygı ile. 06 Nisan 2021, Ankara

Prof. Dr. Ahmet SALTIK MD, MSc, BSc
Ankara Üniv. Tıp Fak. Halk Sağlığı Anabilim Dalı (E)
Sağlık Hukuku Uzmanı, Siyaset Bilimi – Kamu Yönetimi (Mülkiye)
www.ahmetsaltik.net         profsaltik@gmail.com
facebook.com/profsaltik     twitter  @profsaltik