Etiket arşivi: temel hak ve hürriyetler

Anayasa’ya aykırı Anayasa değişikliği teklifi

GÜNCEL05.01.2023 BİRGÜN

9 Aralık 2022’de TBMM’ye sunulan Türkiye Cumhuriyeti Anayasasında Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun Teklifi (AKP-MHP), madde 24’e şu eklemeleri öngörüyor:

  • “Temel hak ve hürriyetlerin kullanılması ile kamu veya özel kesim tarafından sunulan mal ve hizmetlerden yararlanılması, hiçbir kadının başının örtülü veya açık olması şartına bağlanamaz.
  • Hiçbir kadın; dini inancı nedeniyle başını örtmesi ve tercih ettiği kıyafetinden dolayı eğitim ve öğrenim, çalışma, seçme, seçilme, siyasi faaliyette bulunma, kamu hizmetlerine girme ile diğer herhangi bir temel hak ve hürriyeti kullanmaktan ya da kamu veya özel kesim tarafından sunulan mal ve hizmetlerden yararlanmaktan hiçbir surette yoksun bırakılamaz. Bu nedenle kınanamaz, suçlanamaz ve her herhangi bir ayrımcılığa tabi tutulamaz. Alınan veya verilen bir hizmetin gereği olan kıyafet söz konusu olduğunda Devlet, ancak dinî inancı sebebiyle kadının başını örtmesini ve tercih ettiği kıyafetini hiçbir surette engellememek şartıyla gerekli tedbirleri alabilir.”

Madde 41’e ekleme:

  • “Evlilik birliği, ancak kadın ve erkeğin evlenmesiyle kurulabilir.”

HİÇBİR METİNDE YOK

Kadınlara özgü genel düzenleme görüntüsü altında, “dini inancı nedeniyle başını örtmesi ve tercih ettiği kıyafet” kayıtları, hukuki düzenlemeye tümüyle yabancı. Özgürlükler anayasası hukuku tekniğiyle çelişen ‘hiçbir’ kayıtları ile bezeli mutlak serbestlik ve koruma, insan haklarına ilişkin uluslararası metinlere de yabancı.

Yerindelik bakımından; cinsiyet ayrımcılığına ve başörtüsü ölçütüne dayalı mutlak bir koruma alanı, kadın ve erkekler veya başı açık ve örtülü kadınlar arasındaki tercihlerde esas olması gereken liyakat ölçütü yerine öznel tercihleri ve ayrımcı uygulamaları öne çıkarma riskinin ötesinde; ‘hiçbir surette’ kaydı, burka ve çarşaf gibi kıyafetler üzerinden yeni tartışmaları ve inanç temelinden ayrıştırıcı riskleri de beraberinde getirecek.

SAKINCALAR SARMALI

Kıyafet özgürlüğü, tek bir hakkın uygulanma alanına indirgenemez. Dinsel kökenli olmayan, yaşam tarzıyla ilişkili kıyafet tercihleri, din özgürlüğü bağlamında düzenleme yapması nedeniyle, uygulamada din kökenli kıyafet giyme özgürlüğüyle aynı ölçüde korunamaz.

İki düzenleme de yalnızca kadınların kıyafet özgürlüğüne ilişkin. Kadınlar için sağlanmak istenen koruma, erkekleri tümüyle dışlamakta.

  • Kadının başını örtmesi ve dinini dışa vurma ve/veya gösterme özgürlüğü,
    uluslararası hukuk metinlerinde sınırlanabilir niteliktedir.

Örneğin; eğer kadının örtünme özgürlüğü hiçbir şekilde engellenemezse, havaalanında ya da başka bir yerde güvenlik amacıyla kadının başının açılmasına ihtiyaç duyulduğunda, kadının sınırsız örtünme özgürlüğü -somut risk ve şüphe ne olursa olsun- kamu güvenliğinden daha önemli değil.

  • Başörtüsüne ve dinsel temelli kıyafete mutlak serbestlik,
    güvenlik içinde özgürlük” ilkesine de aykırıdır.

Başörtüsüne indirgenen mutlak bir düzenleme, hak ve özgürlüklerin güvence ve sınırlama ilkelerine aykırılığın ötesinde, özgürlükler sistematiğini altüst etmekte, haklar ve özgürlükler arasında olası çatışma halinde “uzlaşma tekniği”nin uygulanmasını olanaksız kılmakta.

  • Kimlik saptamayı bile engelleyebilecek mutlak bir düzenleme,
    kamu hizmetinde liyakat
    (AS: güvenlik?) ilkesine aykırıdır.

Görünürde temel bir hakkın korunması amacından yola çıkarak Anayasa’ya özgül bir dini referans koymak (başını örtmek), belirli bir dine ait bir sembolün taşınmasına ilişkin din referanslı düzenleme, laiklik ilkesiyle uyumsuzdur.

”Kimse, dini inanç ve kanaatlerini açıklamaya zorlanamaz” biçimindeki insan haklarının sert çekirdeği -dışavurum, mutlak koruma görüntüsü altında açıklama özendirilerek- çiğnenmekte.

Aile ile ilgili düzenlemeye gelince; Medeni Kanun ile düzenlenmiş bir konunun Anayasa’ya bir nefret söylemi ile eklenmesi, açıkçası ayrımcılık yasağının ihlalidir.

Sonuç olarak; –Türkiye’nin taraf olduğu insan haklarına ilişkin uluslararası sözleşmeler dâhil

Anayasa bütününe aykırı olan başörtüsü ve aile düzenlemesi
CHP, HDP ve İYİ Parti tarafından reddedilmelidir.

HSK NE YAPSIN?

Rifat Serdaroğlu
DOĞRU Parti Genel Başkanı

21 Mayıs 2021 

HSK (Hakimler ve Savcılar Kurulu) Viranşehir Cumhuriyet Savcısı Eyüp Akbulut’u görevden uzaklaştırdı!
Savcı ne demişti;
Pandemi gerekçe gösterilerek, GENELGE ile konulan yasakların tümü yasadışıdır ve Anayasa’ya aykırıdır!

Savcının söyledikleri doğru mu?
Eğer Türkiye Cumhuriyeti Devleti bir Hukuk Devleti ise, Anayasa halen yürürlükte ise, Anayasanın 13’ncü maddesi orada duruyorsa, Savcının söyledikleri DOĞRU, HSK’nın yaptığı yanlıştır.

Anayasa md 13 :

  • “Temel hak ve hürriyetler, ÖZLERİNE DOKUNULMAKSIZIN yalnızca Anayasanın ilgili maddelerinde belirtilen sebeplere bağlı olarak ve ANCAK KANUNLA SINIRLANABİLİR. Bu sınırlamalar, Anayasanın özüne ve ruhuna, demokratik toplum düzeninin ve laik Cumhuriyetin gereklerine ve ölçülülük ilkesine aykırı olamaz!”

GENELGE nedir?

Genelge, bir Bakanın veya Bakanın onayı ile bir Genel Müdürün, emrinde çalışan personeline verdiği talimattır. Genelge ile vatandaşa yasak koyulamaz.

Şimdi, HSK ne yapsın?
Bir tarafta Anayasa var! Diğer tarafta ise SARAY!
HSK, Anayasa’ya uysa, Saraydan ve tarikat liderinin elini öpen Adalet Bakanından gelen talimatı kurban etmiş olacak!
HSK, Anayasaya uymasa ve Sarayın emrini yerine getirse, hukuku kurban etmiş olacak!

HSK, Sarayı ve Bakanı dinlemezse ne olur?
Ne olacak? HSK üyeleri bir daha o koltuğu rüyalarında bile göremez!
Anayasayı çiğnerse ne olur?
Vicdanlar körelmişse, koltuklar ve ayrıcalıklar korunmuş olur!

Nasılsa, ülkedeki Hukuk Fakültelerinin, AKP’li Barolar Birliği Başkanının ve STK’ların omurları alınmış, hiçbiri dik durmayı becerememiş, “Meslek Onuru”- “Evrensel Hukuk Kuralları”- “Dürüstlük” gibi ilkeler unutulmuş!

O zaman vur bıçağı Hukukun başına!
Görevinden uzaklaştır doğruları söyleyen Savcıyı!
Sonra hüküm verirken, “Türk Milleti Adına” diye yazdırın kararınızın başına!

Değerli Okurlar;

Bu konuda Prof. Dr. Kemal Gözler’den başka Türk Kamuoyunu açık ve net bir şekilde bilgilendireni görmedim. Ben de 16 Mayıs’ta, Prof. Gözler’in yazısından alıntı yaparak duyurmaya çalıştım. Bu ikinci yazım!
Hukuk ve Üniversite toplumundan “Kurumsal bir açıklama” göremedim…

Demokrasi ve Hukuk, öncelikle ve mutlaka sahip çıkılması, korunması gereken kurumlarımızdır.
Bir ülkede, hukuk katledilir ve adalet ölürse, oradaki insanlarının hiçbirinin “Can-Mal-Teşebbüs” özgürlükleri kalmaz!

Haa, bunlar olmazsa yaşanmaz mı?
Yaşanır tabii ki! Ama beygir kıçındaki sinek gibi yaşanır!

Bizler DOĞRU Partililer olarak, bu genelgelerin iptali için hukuk yoluna başvuruyoruz! Sonuç alınır mı bilemem. Fakat, yapılan hak-hukuk ihlallerini devletin kaydına sokmuş oluruz.
Bildiğiniz gibi bundan sonraki dönemin adı, “Devr-i Sabık” yaratma dönemidir.

Not                  :
Vandallık nedir diye merak ediyorsanız, Rize’de Meral Akşener’e yapılan saldırıya bakın. İşte Vandallık tam da böyledir. Akşener’e geçmiş olsun, diyorum!

Sağlık ve başarı dileklerimle.

2018 yılının son çığlığı

2018 yılının son çığlığı

Ertan URUNGA, (E) Askeri Yargıç
Cumhuriyet
, 21.1.19

(AS: Bizim kapsamlı katkımız yazının altındadır..)

Bugün değersizleşen şey, dinci ve kinci olduğu kendi söylem ve uygulamaları ile anlaşılan siyasal iktidarın, çağdaş Türk toplumuna dayattığı hukuka aykırı politikalarla, bunlara bilerek destek olan kimliğini yitirmiş muhalefet partileriyle siyaset ve hukuk adamlarının “devlet aklı” ile bağdaşmayan görüş ve düşüncelere dayalı fetvalarıdır.

Geçen yıl yayımladığı “Elveda Anayasa” kitabı ile kamuoyunun ilgisini çeken ve kendisini hukuksal pozitivist (olgucu, kuralcı) bir anayasa hukukçusu bilim adamı olarak tanımlayan Sn. Prof. Dr. Kemal Gözler, önce 06.12.2018 tarihinde ”Hukuk Nereye Gidiyor”, bir hafta sonra da “Demokrasi Nereye Gidiyor” başlıklı iki makalesini kendisine ait web sitesinde (www.anayasa.gen.tr) okurlarıyla paylaşmıştır. Ancak biz burada, ikinci makalesini anayasa ve siyaset bilimcilerine bırakıp, yalnızca “Hukuk Nereye Gidiyor?” başlıklı makalesi üzerinde tartışmak ve hoşgörüsüne sığınarak kimi eleştirilerde de bulunmak istiyoruz. 
Bu makalede, hukuk ve anayasanın bugünkü yürekler acısı durumuna değinip “Ülkemizde ve derecesi farklı olmakla birlikte, diğer bazı ülkelerde demokrasi, hukuk devleti, temel hak ve hürriyetlerin günden güne gerilediğini” dile getirdikten sonra, şu gözlemlerde bulunuyor: 
√ Bugün hukuk, burnunun üstüne kocaman bir yumruk yedi. 
√ Temel hak ve hürriyetleri korumak amacıyla tasarlanan anayasa ve hukuki mekanizmalar, temel hak ve hürriyetlere müdahale etme aracı haline dönüştü. 
Hâkimler, temel hak ve hürriyetleri koruyan değil, tersine temel hak ve hürriyetlere müdahale eden görevliler haline geldi. 
√ Olan biteni açıklamak bakımından, hukuk bilimi çaresizlik, ..anayasa ve idare hukukçuları derin bir ümitsizlik içindeler
√ Artık üzülerek görüyorum ki ..hukuk bilimiyle uğraşmak, havanda su dövmek veya meleklerin cinsiyetini tartışmak misali işe yaramaz bir faaliyet haline geldi vb. 
Bu gözlemlerden sonra, “Başta anayasa hukuku olmak üzere ülkemizde hukuk biliminin değersizleşmesi sürecini yaşıyoruz. Buna yol açan şey, bizatihi hukukun değersizleşmesidir” diyerek, bizi şaşırtan bir saptamada da bulunuyor. Daha sonra insana üzüntü veren bir umarsızlık (çaresizlik) içinde, kendisinin verecek bir yanıtının olmadığını belirttiği sorularına da, “..genelde hukuk bilimi, özelde anayasa hukuku bilimi, varlıklarını sürdürmek istiyorlarsa bu soruları tartışmak ve bir cevap vermek zorundadır.” diyerek bitiriyor.

Hukukun değeri 
Hemen belirtelim ki Sn. Gözler, ülkemizin üzerine çöken kasvetli havadan yakınırken; ulusal tarihimizin, ordumuzun, yargımızın, eğitimimizin, Andımızın, Laik Cumhuriyetimizin, kültür ve sanatımızın, kısacası bir toplumu “ulus” yapan bütün değerlerin, siyasal İslamcı bir parti tarafından itibarsızlaştırılıp ayaklar altına alınmasının, sanki bir önemi yokmuş gibi bunlara hiç değinmeden, “Hukuk biliminin değersizleştiği ve buna yol açan şeyin de aslında ‘bizatihi hukukun değersizleşmesi’ olduğunu” söyleyip, bütün olumsuzlukların nedenini hukuka yüklemekle, büyük bir yanılgıya düşüldüğü kanısındayız. 
Çünkü hukuk, bugün değerini yitirmemiş; tam aksine yaşanan hukuksuzlara koşut olarak daha da değer kazanmıştır. Bir hukuk adamının hukukun değersizleştiğini söylemesi, onun başat amacı olan adaletin de değersizleştiği anlamına gelir ki o zaman da uğrunda mücadele edip koruyacağımız toplumsal bir değerimiz kalmayacağı için, ortaya çıkacak kargaşanın (kaosun) önüne geçilmesi de bir düş olur ancak.
Nitekim bir düşünürün de dediği gibi “Hukuku, adaleti, bir değer, bir ideal olarak kabul etmeyen bir ulus, bu felaketini hiçbir başarı ile telafi edemez.” Bu nedenle, günümüzde hukuk biliminin saygınlığını yitirdiği söylenebilir ise de siyasal iktidarın hukuk dışı söz ve uygulamaları yüzünden yokluğu günden güne daha iyi anlaşılan “hukuk”un değersizleştiği söylenemez.

Sorunların nedenleri 
Bu hazin durumun başlıca nedenlerinden biri, AKP’nin iktidara geldiği 03.11.2002 tarihinden bugüne dek geçen sancılı süreçte sinsice uygulanan emperyal bir proje kapsamında T.C. Anayasası başta olmak üzere; Türk Medeni Kanunu, Türk Borçlar Kanunu, Türk Ceza Kanunu ile bunların yöntemine ilişkin temel yasaların sil baştan değiştirilip, yaklaşık yüz yıllık bilimsel ve yargısal birikimin (külliyatın) çöpe atılması sonucu metamorfoza (başkalaşıma) uğrayan sosyal kesimlerin önemli bir bölümünün ulusal bilinç ve kimliğine yabancılaşmasıdır. 
Bir diğeri de yüce Önder Mustafa Kemal Atatürk’ün, o görkemli İstiklal Savaşı sonunda kurduğu çağdaş Türkiye Cumhuriyeti devleti yerine; Türk ulusunu orta çağ karanlığına sürükleyecek teokratik bir devlet kurmak amacı güttüğü bilinen, gerici ve ümmetçi bir partinin çağ dışı kalmış ilkel politikalarını bilerek destekleyen; sapkınlık içindeki muhalefet partileri ile iktidara bağımlı kılınan, anayasal kurumlardaki siyaset ve hukuk adamlarının yozlaşmasıdır.

Sonuç

Sonuç olarak, Sn. Gözler’in yakındığı sorunların çözümünün de hukukun değersizleşmiş olmasında değil, ancak ülkeyi yönetenlerin tarihsel süreç içinde yaptığı uygulamaların, bir “izm”e bağlı kalmadan salt hukuka uygunluk (meşruiyet) ölçütü içinde aranması gerektiğini belirtirken; ünlü anayasa ve idare Hukuku duayeni Prof. Leon DUGUİT’in konumuza ışık tutan şu sözlerini de burada anmak isteriz:

  • “Bir devlet adamı hukuka, ancak istediği için, istediği zaman ve istediği ölçüde boyun eğiyorsa, aslında hiç boyun eğmiyor demektir.”

    Asıl sorgulanması gereken de budur bence.
    =======================================
    Dostlar,

    Değerli dostumuz ve sitemizin yazarlarından (E. Alb.) Askeri Yargıç Sn. Ertan Urunga’ya bu değerli irdelemesi için teşekkür borçluyuz..
    Prof. Gözler’in söz konusu 2 makalesini web sitemizde daha önce yayımlamıştık.
    Biz de görüşlerimiz katmıştık, Sn. Urunga da kısa bir yorum yapmıştı.
    Şimdi daha kapsamlı olarak okuyoruz Sn. Urunga’yı.. Akademiden değil ama yaşamın içinden.. Onlarca yıl Türk Ulusu adına adalet dağıtan askeri yargıçlık makamından…
    Bizim de üyesi olduğumuz Mülkiyeliler Birliği başkanı dostumuz sevgili Dr. Dinçe Demirken’tin Sn. Gözler’e eleştirel makalesini yine sitemizde yayınlamıştık.
    ****
    Hukuk’un en yüce idesinin “ADALET” olduğu tartışma dışı genel hatta evrensel kabuldür.
    Yargıçlar, özellikle bu bağlamda adı dillerden düşmeyen, parlak ve sarsıcı görüşleri de belleklerden silinmeyen hukuk bilimcisi Ronald Dworkin’i hep dikkate almalı bize göre..

    Dworkin, yargıcın her somut – verili durumda adaleti mutlaka gerçekleştirmek zorunda olduğu peşin kabulünü a priori olarak koyduktan sonra, görüşlerinin rahat anlaşılması ve unutulmaması bağlamında bir metafor yaratır : HERKÜL YARGIÇ!

Dolayısıyla, eldeki normatif – pozitif mevzuat metinlerinin sözleri, literal anlamları geri düzleme düşer – itilir ve eldeki somut uyuşmazlığa adil çözüm üretiminde yaratıcı çözümler aranır (a posteriori aşama) . Bu çabaların başında, mevzuat kurallarının (yazılı hukuk) adaletsizliği öngöremeyeceği kabulü a fortiori olarak zorunluluk olur. Öyleyse, pozitif hukuk normlarına can veren hukukun evrensel kabul gören temel ilke ve değerlerine (jus cogens), standartlarına başvurulacaktır. Böylelikle gerçekte “yorum” dan başka bir şey olmayan Hukuk, gerçek işlevine, ADALET sunmaya, ama yalnızca ve yalnızca ve her durumda yüksek ADALET ÜLKÜSÜNE yönlendirilmiş ya da tersine, adaletsizlik üretmekten alıkonmuş, korunmuş olacaktır!

Anımsanacağı üzere AYM (Anayasa Mahkemesi), önüne getirilen ve Anayasaya aykırılığı asla su götürmez OHAL KHK’lerini (AKP iktidarının seri olarak ve kurgu ile çıkardığı) pozitivist yaklaşımla incelemeyi reddetmiş ve ülkemiz yapısal olarak bu metinlerle köktenci biçimde değiştirilerek hukuk devleti olmaktan çıkarılmıştı. Sn. Gözler ve kendisi gibi düşünenler o sıralarda pozitivist konumlarını koruyarak Anayasanın ilgili maddesinin sözel anlamının çok açık olduğu ve ve OHAL KHK’lerinin AYM tarafndan gerek biçim gerekse içerik açısından anayasa yargısına soyut norm denetimi bağlamında konu edilemeyeceğini savlamışlardı.

Şimdi pişmandırlar… yazdıkları çığlık çığlığa özeleştiridir yarı açık – yarı kapalı..

Ne var ki, atı alan Üsküdar’a geçmiştir söz konusu Cumhuriyet düşmanı, kökü dışarıda projenin mimarı Erdoğan’ın kendi sözleriyle.
Şimdi, ağır yaralı hukuk, dolayısıyla hukuk devleti, kendi yarasını nasıl saracaktır?
Pozitivizmle mi, Dworkin’in “Herkül yargıcı” nın mucizesiyle mi, neyle, nasıl ve ne zaman?

Buna ivedi ve etkin çare bulunmalıdır.. “Hukuk tartışmalı ve başının çaresine bakmalı” ile olur mu? Üstelik egemen, ha bire “hukuk” a işkence yapmayı sürdürür, onun yaralarını dağlarken!?

Sevgi, saygı ve derin KAYGI ile. 22 Ocak 2019, Ankara

Ahmet SALTIK MSc, BSc
Sağlık Hukuku Bilim Uzmanı – Mülkiyeliler Birliği Üyesi
Anayasa Hukuku PhD öğrencisi
www.ahmetsaltik.net
     profsaltik@gmail.com

HUKUK NEREYE GİDİYOR?

HUKUK NEREYE GİDİYOR?

Gözlemler ve Sorular

Kemal Gözler ile ilgili görsel sonucu

Kemal Gözler*
www.anayasa.gen.tr/hukuk-nereye-gidiyor.htm

(Anayasa Hukuku Profesörü Sn. Kemal Gözler’in bu sarsıcı – tarihsel makalesini, 10 Aralık 2018 günü, İNSAN HAKLARI EVRENSEL BİLDİRGESİ’nin 70. yılında, ülkemizde ve dünyada Hukuk Devletinin tüm değerlerini ve sistematiğini yerle bir edenlere boş bir eldiven gibi fırlatıyoruz.. Türk hukuk dünyası “mutizm” hastalığına yakalanmış iken, çok kıdemli bir tıp profesörü ve bu yaşında Anayasa Hukuku PhD öğrencisi olma ironisi içinde, derin acıyla.. / Prof. Dr. Ahmet SALTIK, Anayasa Hukuku Doktora Öğrencisi)
(Metindeki koyu, italik, altı çizili, renkli.. vurguların çoğu bize aittir../AS)

Ülkemizde ve derecesi farklı olmakla birlikte diğer bazı ülkelerde, demokrasi, hukuk devleti ve temel hak ve hürriyetler günden güne geriliyor. Neticede hukukun ve hukuk biliminin değeri tartışmalı hâle geliyor. Bu konuda önce bazı gözlemlerde bulunmak ve sonra da birtakım sorular sormak istiyorum.

  1. GÖZLEMLER

Aslında burada demokrasinin nasıl gerilediği, hukuktan nasıl uzaklaşıldığını ve temel hak ve hürriyetlerin nasıl zedelendiğini örnekler vererek ayrıntılı bir şekilde göstermek gerekir. Ben burada örneklere girmek istemiyorum. Zira somut örnekler vererek bu gözlemleri dile getirmek artık cesaret istiyor. İçinde bulunduğumuz akademik özgürlük düzeyi buna müsait değil.

Burada sadece genel gözlemlerde bulunmakla yetiniyorum.

Hukuk burnunun üstüne kocaman bir yumruk yedi.

  • Temel hak ve hürriyetleri korumak amacıyla tasarlanan anayasal ve hukukî mekanizmalar, temel hak ve hürriyetlere müdahale etme aracı hâline dönüştü.
  • Hâkimler, temel hak ve hürriyetleri koruyan değil, tersine temel hak ve hürriyetlere müdahale eden görevliler hâline geldi.

İktidarı sınırlandırmakla görevli organlardan birincisi olan Anayasa Mahkemesi, iktidarı sınırlandıran bir unsur değil, tersine onu tahkim eden bir unsur hâline dönüştü.

Kısacası hukuk, siyasetin longa manus’u hâline geldi.

  • Artık hukuk, siyaseti çerçevelendirmiyor; tersine o siyasetin cenderesi altında  bulunuyor.

Bu olgu, derecesi farklı olmakla birlikte diğer bazı ülkelerde de gözlemleniyor.

Saf hukukî yaklaşım, bugün devletin temel organlarının nasıl işlediğini açıklamakta yetersiz kalıyor.

Artık anayasa veya kanunlardaki kurallara bakmak, karşılaşılan hukukî sorunun nasıl çözümleneceği konusunda bir fikir vermiyor. Örneğin anayasa mahkemelerinin önündeki bir iptal davasının sonucunu tahmin etmek için anayasanın ne dediğine bakmanın bir yararı yok. Zira artık anayasa mahkemesi kararları anayasaya değil, birtakım hukuk dışı faktörlere bağlı. Belirli bir davada anayasa mahkemesinin ne yönde karar vereceğini anayasa hukuku profesörleri değil, gazeteciler daha iyi tahmin ediyorlar.

Aynı şey idare ve ceza hukuku için de geçerli. İktidarın önem verdiği bir idarî işlemin idarî yargı tarafından iptal edilme ihtimali neredeyse sıfır. Bugün, siyasî niteliği olan bir olayda, en kıdemli ceza hukuku profesörleri dahi gözaltına alınan bir kişinin tutuklanıp tutuklanmayacağını, sanığın mahkum olup olmayacağını bize önceden söyleyemez. Ceza hukuku profesörlerinin bilgileri artık bu konuda bir işe yaramıyor.

Beş yıl önce açılmış bir soruşturma dolayısıyla bir  akademisyenin neden sabah 6’da gözaltına alındığı, bir milletvekilinin yeniden seçilmesine rağmen neden yasama dokunulmazlığından yararlandırılmadığı ve tutukluluğunun neden devam ettirildiği hukukla izah edilemiyor. Bunları izah etmek için hukuk dışı unsurları göz önüne almak gerekiyor.

Olan biteni açıklamak bakımından hukuk bilimi çaresizlik içinde. Olaya uygulanacak normun ne olduğu, bu normun olaya nasıl uygulanacağı konusunda hukuk profesörlerinin derin bilgilerinin, normu uygulayacak hâkimin hangi hukuk dışı faktörler altında çalıştığı bilgisi karşısında pek bir değeri bulunmuyor.

Yorum teorisi konusunda yıllarca çalıştım ve bu konuda pek çok makale yazdım. Artık üzülerek görüyorum ki, hiçbir yorum teorisi, hâkimler üzerinde, hâkimlerin siyasal çevrelerden aldıkları sinyallerin yarattığı etkinin yarısı kadar bile bir etki yaratmıyor. Genç meslektaşlarıma yorum teorisi üzerinde çalışıp bu işe yaramaz bilgilerle yıllarını heba etmek yerine, hakimlerin kişisel geçmişleri ve çalışırken hangi etkilere maruz kalarak karar verdikleri gibi unsurlar üzerinde çalışmalarını tavsiye ediyorum.

Keza belirli bir hâkimin önünde davası olan kişilere de davanın nasıl sonuçlanacağı konusunda hukukçulara değil, gazetecilere veya bu etkiler konusunda bilgi sahibi olan diğer kişilere danışmalarını salık veririm.

  • Artık hukuk bilimiyle uğraşmak, havanda su dövmek veya meleklerin cinsiyetini tartışmak misali işe yaramaz bir faaliyet hâline geldi.

Muhtemelen bu nedenle günümüzde anayasa ve idare hukukçuları derin bir ümitsizlik içindeler. Uzmanlık alanlarının aslında bir işe yaramadığını görüyorlar ve ömürlerini boş bir işe adadıklarından dolayı da pişmanlar. Neticede üniversitelerimizin anayasa ve idare hukuku anabilim dalları, bütün motivasyonlarını yitirmiş, mesleklerine yabancılaşmış, mutsuz insanlar topluluğu hâline dönüştü. Bu sebeple meslektaşlarımız çalışma isteği ve enerjisi bulamıyorlar.

Benzer gözlem ceza hukukçuları için de geçerli. Politik nitelikteki bazı davalarda uzmanı oldukları ceza hukuku bilgisinin bir işe yaramadığını; ceza yargılamasının, ceza usûlünün ilkeleri doğrultusunda değil, bir tünelde giden ve geriye dönme veya yol değiştirme imkânı olmayan bir araba misali yürütüldüğünü üzülerek gözlemliyorlar[1].

Başta anayasa hukuku olmak üzere ülkemizde hukuk biliminin değersizleşmesi sürecini yaşıyoruz. Hukuk biliminin değersizleşmesine yol açan şey, aslında bizatihi “hukuk”un değersizleşmesidir.

  1. SORULAR

Yukarıda birkaç gözlemde bulundum. Bu gözlemlerle ilgili birkaç soru da sormak isterim.

  1. Hukukun sona erdiği bir yerde hukuk bilimi de sona erer mi?

Hukuk başka, hukuk bilimi başkadır. Bunlardan birincisi ikincisinin konusudur. Ancak konunun ortadan kalktığı yerde konuyu incelemekle görevli bilim dalı varlığını sürdürebilir mi? Olmayan bir şeyi inceleyen bir bilime neden ihtiyaç olsun? Dahası ihtiyaç olsa bile olmayan bir şey üzerinde bu bilim nasıl olup da incelemede bulunsun?

  1. Hukukun değersizleştiği bir yerde hukuk bilimi de değersizleşir mi?

Belki hukukun sona ermediğini, kısmen de uygulandığını veya en azından kağıt üzerinde ülkede hâlâ anayasa ve kanunların bulunduğu söylenebilir. Peki ama anayasa ve kanunların bir norm olarak uygulanmadığı ve kendilerine sistematik olarak uyulmadığı bir ülkede “anayasa” ve “kanun” diye sunulan metinlerin bir değeri olabilir mi? Bu metinlerin değeri yoksa bu metinleri incelemekle görevli olan hukuk biliminin bir değeri olabilir mi?

  1. Anayasa ve kanunlarda yazılanın dışında ülkede başka bir “hukuk” mu var?

Ülkede şu ya da bu şekilde bir beşerî düzen sürdüğüne göre, hukukun yok olmadığı, hâlâ bir “hukuk”un olduğu, ama bu “hukuk”un anayasa ve kanunlarda yazılan hukuk olmadığı düşünülebilir mi? Peki ama bir ülkede anayasa ve kanunlar var iken, bunların dışında ve bunlara aykırı bir hukuk olabilir mi?

  1. Hukuk bilimi, anayasa ve kanunlarda yazan hukuk yerine “uygulamadaki hukuku” inceleyebilir mi?

Hukuk biliminin konusu, beşerî davranış kurallarının incelenmesidir. Anayasa hukuku bilimi de devletin temel organlarının davranışlarının hangi kurallara tâbi olduğunu inceler. Devletin temel organları anayasada yazan kurallara göre değil, bir başka şekilde davranıyorlarsa, anayasa hukuku biliminin görevinin anayasada yazan kuralları değil, bu organların gerçekte uyduğu kuralları ortaya çıkarmak ve bunları incelemek olduğu söylenebilir mi?

Eğer böyle bir şey söylenebilirse aşağıdaki soruları da sormak gerekir.

  1. Anayasa hukuku bilimi, metodolojisini değiştirmeli midir?

Yukarıda belirtildiği gibi, devletin temel organları, artık anayasadaki kurallara göre değil, başka kurallara göre davranıyorlarsa, anayasa hukuku biliminin görevinin, devletin temel organlarının uydukları bu kuralları ortaya çıkarmak ve bunları analiz etmek olduğu söylenebilir mi? Örneğin belirli bir davada anayasa mahkemesinin nasıl karar vereceğini önceden bilmek için bu konudaki anayasa hükmüne bakmak yerine, anayasa mahkemesi üyelerinin kimin tarafından atandığına ve hangi faktörler altında çalıştıklarına bakmak daha doğru olabilir mi? Keza bir ceza davasında sanığın tutuklanıp tutuklanmayacağı veya mahkum olup olmayacağını bilmek için ceza kanununa ve ceza muhakemesi kanununa bakmanın gereği kalmadığı, bunun yerine dava dosyasıyla ilgisi olmayan başka unsurlara bakmanın daha doğru olacağı ileri sürülebilir mi?

  1. Metodolojisini değiştirmiş böyle bir “hukuk bilimi”, gerçekten bir hukuk bilimi midir?

Yukarıdaki sorulara evet yanıtı verilirse şu sorular ortaya çıkmaktadır: Hukuk bilim insanları yukarıda belirtilen hukuk dışı unsurları nasıl inceleyeceklerdir? Hukuk bilim insanları, hâkimin olay hakkında nasıl karar vereceğini hâkimin uygulayacağı anayasa ve kanun hükmüne bakarak söyler. Hukukçuların uzmanlığı normun ne olduğu ve normun nasıl uygulanacağı konusundan ibarettir. Hukuk bilim insanlarının, normu uygulayan hâkimin hangi hukuk dışı faktörler altında karar verdiği konusunda bir uzmanlığı yoktur. Bu konularda gazeteciler, hukuk profesörlerinden daha donanımlıdır. Eğer bu böyleyse, uygulanan gerçek hukuku anlamak için hukuk biliminin metodolojisini değiştirmesi, hukuk dışı unsurları inceleme alanına dahil etmesi, bizatihi hukuk bilimini, hukuk bilimi olmaktan çıkarmaz mı? Metodolojisi değişmiş böyle bir hukuk bilimi, hukuk bilimi sıfatına layık olur mu? Norm olmadan hukuk bilimi olabilir mi?

  1. Anayasa hukukunda yeni bir dönem mi başlıyor, yoksa anayasa hukuku sona mı eriyor?

Bilindiği gibi anayasa hukuku bilimi, “klasik dönem”, “anayasa hukukunda siyasal bilim yaklaşımı” ve “yeni anayasa hukuku” olmak üzere üç gelişim dönemine ayrılır[2]. Birinci dönem 1800’lerde başlayıp 1950’ye; ikinci dönem 1950’den başlayıp 1980’lere kadar sürmüştür. Artık 1980’lerde başlayan ve anayasayı müeyyidelendirilmiş bir norm olarak ele alan üçüncü dönemin sonuna gelindiği söylenebilir mi? Anayasa hukukunun üçüncü döneminin sona ermesi, acaba ikinci dönemdeki siyasal bilim yaklaşımına geri dönüleceği anlamına mı geliyor? Yoksa üçüncü döneminin sona ermesi, anayasa hukukunun kendisine yeni metodolojik araçlar geliştiren yeni bir döneme geçileceği anlamına mı geliyor? Bunların ikisi de mümkün değil ise acaba anayasa hukukunun sonu mu geldi?

SONUÇ

Ben bu kısa makalede bazı gözlemler yapıp, birtakım sorular sordum. Bu sorulara benim kesin cevaplarım yoktur. Ancak genelde hukuk bilimi, özelde de anayasa hukuku bilimi, varlıklarını sürdürmek istiyorsa bu soruları tartışmak ve bunlara bir cevap vermek zorundadır.

http://www.anayasa.gen.tr/gozler.htm.

[1].   Yeni Türk Ceza Kanununun mimarlarından biri olan ve sekiz yıl İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi Dekanlığı yapmış bulunan adı geçen Fakültenin Ceza Hukuku ve Kriminoloji Araştırma Merkezi Müdürü Prof. Dr. Adem Sözüer’in, bu durum karşısında söylediği şu sözler çok manidardır: “Kolluk, savcılık, mahkeme, Yargıtay’da bir zincirde oluşturulmuş, adli sistem dışından bu zincire ‘belli kişilerin suçlu bulunması ve mahkum edilmesi’ talimatı veriliyor. Bu zinciri oluşturan her halkada bulunan hâkim savcılar adil bir yargılama değil, daha baştan suçlu olarak damgaladıkları kişiyi mahkum etmek için hareket ediyor. Bu nedenle bu tür önceden kararı verilmiş yargılamalara tünel bakışlı dava diyoruz. Tünelin başından sonuna kadarki her aşamada, yani soruşturma kovuşturma ve temyiz evrelerinde tünelin sonundaki kişi hep suçlu görülmektedir, mutlaka mahkum edilecektir. (Hilal Köse’nin Adem Sözüer ile Yaptığı Röportaj, Cumhuriyet, 1 Ekim 2018, http://www. cumhuriyet. com.tr/ haber/ siyaset/1099638/ Affin_sonu_kaos.html).

[2].   Kemal Gözler, Anayasa Hukukunun Genel Esasları: Ders Kitabı, Bursa, Ekin, 10. Baskı, 2018, s.35-40.

(c) Kemal Gözler. 2018. Bu makale, miktar olarak yarısını aşmamakyazarının adını belirtmek ve www.anayasa.gen.tr/hukuk-nereye-gidiyor.htm adresine link vermek şartıyla başka sitelerde yayınlanabilir.

Bu makaleye aşağıdaki şekilde atıf yapılması önerilir:

Kemal Gözler, “Hukuk Nereye Gidiyor? Gözlemler ve Sorular”, www.anayasa.gen.tr/hukuk-nereye-gidiyor.htm (Yayın Tarihi: 6 Aralık 2018)

Ana Sayfa: www.anayasa.gen.tr 
Editör: Kemal Gözler
E-Mail:
Yayın Tarihi: 6 Aralık 2018