Etiket arşivi: Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi

TÜRBANLI BÖREK

TÜRBANLI BÖREK

 portresi_Anit_Kabir'de

Suay Karaman 

 

 

1 Kasım 2015’te yapılacak genel seçimler için açıklanan Bakanlar Kurulunda aileden sorumlu Bakanın türbanlı bir kadın olması, yıllardır laikliğe indirilen darbelerin en büyüklerindendir.

Türban başörtüsü değildir. Yıllardır türbana, başörtüsü diyerek, toplumun algılarını değiştirmek isteyenler, Orta çağ karanlığına geri dönmeyi arzulayan çağ dışı kimselerdir. Anayasa’da tanımını bulan laiklik ilkesi (AS: md. 24), Anayasa Mahkemesi ve Danıştay kararlarında vurgulandığı gibi, siyasal İslam’ın simgesi olan türbana geçit vermemektedir.
Yani kamusal alanda türban yasağı devam etmektedir.

Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi türban yasağının, Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nin din ve inanç özgürlüğü ile eğitim alma hakkına ilişkin düzenlemelerine aykırı olmadığına karar vermiştir.

Demokrasi ilkesi yönünden başkalarının hak ve özgürlükleri ile kamu düzeninin korunması amacıyla getirilen bu yasağın meşru olduğunu karara bağlamıştır.
Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi; türbanı siyasi İslam’ın simgesi olarak kabul etmiştir.

Tayyip Erdoğan 1996’da yaptığı bir konuşmada şunları söylemişti: ‘

  • ‘Tutturmuşlar laiklik elden gidiyor, diye!.. Yahu bu millet istedikten sonra laiklik tabii elden gidecek!.. Sonra nedir bu laiklik Allah aşkına?.. Bu ne menem şey?.. Çıkıyor İçişleri Bakanı, ‘Devlet dine karışır’ diyor. Eeee.. gerisini niye söylemiyorsun?.. Din devlete karışır demiyorsun!..”

AKP milletvekili Hüsnü Tuna 25 Ocak 2008’de Konya’da yaptığı konuşmada;

  • “Üniversitelerde kılık kıyafet serbest olursa, kamu hizmetinde yasak devam eder mi?
    İnşallah hedefimiz kamu hizmetlerinde de, yani kamu hizmeti veren personellerde de
    böyle bir yasağın olmamasıdır.”
    demiştir.

29 Ocak 2008’de AKP Kadın Kolları Başkanı ve milletvekili Fatma Şahin,

  • “Türbanda adım adım gideceğiz, önce mezuniyet, sonra memuriyet.” demişti.

AKP’nin Bakaracı ve makaracı eski bakanlarından Egemen Bağış ise,
türbanın Mecliste de serbest olması gerektiğini savunmuştu. 

12 Eylül 2010 halkoylaması öncesinde “türban sorununu biz çözeriz” söylemini ortaya atan yeni CHP’nin Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu, 21 Eylül 2010’da Berlin’de yaptığı açıklamada;

“Ben bugün için laikliğin tehlikede olduğunu düşünmüyorum.
Eğer tehlikede dersek bunun altını doldurmak lazım, askıda kalır, gerekçelendiremem.” demişti.

Yeni CHP’nin kimi yöneticileri de TBMM’de türbanlı milletvekili olmasını arzu ettiklerini söylemişlerdi.

Anayasa Mahkemesi kararıyla laikliğe karşı eylemlerin odağı olduğu kanıtlanan
siyasal iktidarın hukuk tanımazlıkları ve sessiz muhalefetin gizli desteğiyle 31 Ekim 2013’te TBMM’ye türbanlı milletvekilleri girmişti. Bunun üzerine yeni CHP Genel Başkanı milletvekillerinin türban takmasından mutlu olduğunu söyleyerek, “Parlamentoda gerçekten bir tarih yazdık” diyebilmişti. Cumhuriyet’e meydan okumayı, anayasayı ve hukuku çiğnemeyi tarih yazılması olarak nitelendirenlerin sığ bilgilerinin ve çapsız ufuklarının son aşaması ihanettir. Tarihin ve toplumun bu ihanetleri affetmeyeceğinin de bilinmesi gerekmektedir.

Şeriat yasalarını savunan bu türbanlı bakanın aynı zamanda üniversitede profesör unvanlı
bir akademisyen olması da, YÖK’ü ve eğitim sistemini sorgulamakta çok geç kaldığımızın kanıtıdır. Börek ile evliliği ilişkilendirip şaşırtıcı bir gündem yaratarak dikkatleri başka yöne çekme taktiğini başarıyla uygulayan bu türbanlı Bakan, ülkemizin çürütüldüğünün fotoğrafıdır. Türbanlı Bakanın börek söylemi üzerine, birçok insan sosyal medyada bu traji-komik durumla dalga geçti. Mizah, bu karanlık zihniyetin başa çıkmakta zorlandığı bir olgudur ki bunun örneğini Gezi olayları sırasında hep birlikte gördük.

Ancak esprileri uzatmak ve gelinen ciddi aşamayla dalga geçmek bizlere birşey kazandırmaz. Bunun yerine kadınlı – erkekli hep birlikte alanlara inebilme cesaretini gösterebilseydik, karanlıktan çıkış yolu bulmak daha kolay olurdu. Unutmamalıyız ki; tepkileri eritmenin bir yöntemi olan sosyal medyada yapılan ucuz kahramanlık ve gösteriler, duyarsız bir toplum yaratabilmenin de gizli yolunu açmaktadır.

Türkiye’de laiklik ilkesi terk edilerek;
– din, devlete egemen kılınmak istenmekte ve
– İslam devleti arzulanmaktadır.

Bunun yanında siyasal İslam’ın simgesi türban ile tüm yolsuzluklar, ahlaksızlıklar ve pislikler örtülmek istenmektedir. Sosyal medyadan alanlara inerek, yapılan tüm bu yanlışlara “dur” demek için bilinçli ve kararlı biçimde yapılacak örgütlü mücadeleye gereksinim vardır.

================================

Dostlar,

Sevgili kardeşimiz Suay Karaman’a bu “nefis” yazısı için teşekkür ederek paylaşıyoruz.

Türkiye, kurgulu bir terör – kan – şehitler sarmalına sokuldu ve ülkenin tüm yaşamsal sorunları ötelendi, örtüldü.. Bir hengamede, Laik Türkiye Cumhuriyeti’nin bir Bakanı “Türbanlı” olarak hepimize dayatıldı..

Türkiye Cumhuriyeti’nin ilk türbanlı Bakanı
Davutoğlu’nun kurduğu 63. seçim hükümetinde Prof. Ayşen Gürcan (İstanbul Ticaret Üniv.), Aile ve Sosyal Politikalar Bakanı görevine getirildi. Gürcan, TÜRGEV üyesi. TÜRGEV, bilindiği gibi, içeriden ve dışarıdan kimilerinin, her nedense, dev bağışlar (yüz milyon Dolar’a dek!) yapmak için yarıştığı, yaptığı “hikmetli” bir vakıf.. Bay RTE’nin oğlu Bilal’in vakfı..Basında, “Müslüman bir kadının börek yapmasını bilmemesi halinde ailesinin dağılacağı..” sözlerinin O’na ait olduğu savlandı.

Yazıklar olsun bu AKP anlayışına! Ya Anayasa Mahkemesine ne demeli? Hem “laikliğe karşı eylemlerin odağı AKP” suçlaması yapacaksın hem de oylama cinlikleri ile “kapatma” yerine “para cezası” ile yetineceksin ve bugünlerin “yeşil kaldırım taşlarını” döşeyeceksin..
Önceki Başkan Haşim Kılıç‘ın kulakları çook çınlayacak bu gidişle..

Sevgi ve saygı ile.
08.09.2015, Datça

Dr. Ahmet SALTIK
www.ahmetsaltik.net
profsaltik@gmail.com

Sessiz Çığlık Eylemi 74 Haftadır Sürdürülüyor..


Sessiz Çığlık Eylemi 74 Haftadır Sürdürülüyor..

Dostlar,

Bu sitede SESSİZ ÇIĞLIK eylemi hakkında epey yazı yazdık..

Her Cumartesi 13:00 – 14:00 arasında gerçekleştirilen bu eylemlere büyük oranda katıldık.

3-5 kez de, Sevgili E. Alb. Ali Gönüldaş söz verdiğinde düşüncelerimizi aktardık.

Yöneticileri sağduyuya çağırdık.

Çok ama çok açık konuşarak

  • “SİZİ KATİL OLMAKTAN KURTARMAYA ÇABALIYORUZ;
    DUYUYOR VE GÖRÜYOR MUSUNUZ SESSİZ ÇIĞLIKLARIMIZI??”

dedik..

“3 Maymunu’u oynamayı bırakın!..” diye uyardık..

Özellikle de tutuklu ve hükümlülerin ulusal ve uluslararası hukuktan kaynaklanan sağlık haklarını bir uzman olarak anımsatmaya çalıştık..

Sessiz_ciglik_2014-01-11

Ne var ki; Ergenekon düzmecesinin başlatıldığı
12 Haziran 2007
‘nin,
İstanbul Ümraniye’de bir gecekonduya konarak yakalandığı süsü verilen el bombaları kumpasının (sonra da bu “bombalar” yasadışı bir biçimde yok edilerek suç kanıtı ortadan kaldırıldı!) üzerinden geçen süre 7 yılı bitirmek üzere..

Birkaç tutuklu var ki, 7 yılı aşkın zamandır içeride tutsaklar..

Tüm uyarılara karşın 12 insanımız bu zulüm sürecinde ağır hastalıklarına karşın sağaltım için serbest bırakılmayarak, hüküm giyenlerin infazı ertelenmeksizin
apaçık ölüme mahkum edildiler..

Yetkili ve sorumlular bu masum insanların katilleri oldular! 

Çırılçıplak uyarılarımız bir işe yaramadı..

Dışarıda da sürdü AKP iktidarının eli kanlı zulmü..
Meşru halk direnişlerinde 7 gencimiz polis şiddeti ve kurşunu ile şehit edildi!
16 insanımız gözünü yitirdi, binlercesi yaralandı.

Siyasal iktidar, en küçük meşru ve yasal, demokratik, AİHS ve Anayasa’ya uygun
halk eylemini bilerek ve isteyerek orantısız polis şiddetiyle engellemek istedi.

Sokaklarda halkı ile eylemde olan milletvekillerini, uluslararası ün sahibi bilim – sanat – kültür  insanlarını, emekli generallerini gözünü kırpmadan gaza boğdu ve boyalı, aşırı basınçlı su ile ıslattı.

Polis, plastik mermi kullanmaktan çekinmediği gibi, hedef gözeterek insanların yüzüne hedef aldı. Gaz fişeklerini de benzer biçimde kullanarak kapsülleri ile 16 genç insanın gözünü yitirmesine neden oldu. Başbakan R.T. Erdoğan, “destan yarattılar” diyerek polis şiddetini para ikramiyesi ile ödüllendirdi.

Tüm bunlar insanlık tarihine yazıldı, sorumlularını esefle kınıyoruz; insanlık suçu işlemişlerdir. İktidarı bırakmak istemeyen her politikacı gibi faşist – despotik bir diktatörlük Türkiye’ye dayatılmaktadır ama Türk Ulusu bu baskılara boyun eğmez!

Vardiya_bizde_2014-02-01Başbakan danışmanının aydınlar – komutanlar – gazetecilere.. Cemaat kumpasını itiraf eden makalesinin üzerinden 68 gün geçmesine karşın (STAR, 25.12.13) bu yurtseverler,
hukuk ayaklar altına alınarak hala zindanda.(Bkz. “MASUM TUTSAKLAR ve AKP’nin SİYASAL KUMARI” başlıklı makalemiz,
http://ahmetsaltik.net/2014/02/24/ masum-tutsaklar-ve-akpnin-siyasal-kumari/, 24.2.14)
İç hukuk bir yana, Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi (AİHS) de hiçe sayılarak
en temel  insanlık hakkı olan yaşam hakkı,
faşist bir zorbalıkla gasp edilmekte!

Meslektaşımız Dr. Aytekin Ertuğrul’un 1 Mart 204 günü Ankara Sakarya Cd.  74. SESSİZ ÇIĞLIK eyleminde bir konuşma yaptı. Bu metni paylaşmak istiyoruz :

*****
1 Mart 2014, Sessiz Çığlıktaki (Sakarya – ANKARA) Konuşmamız

                                                                                                          Op. Dr. Aytekin Ertuğrul
(E) Dz Tbp. Kd Alb.

Eski Malatya İnönü Üniversitesi Rektörü Prof. Dr. Fatih Hilmioğlu hocamız
Anayasa Mahkemesince bir tedbir olarak tahliye edildi ve aramıza katıldı.
Milletimiz O’na bağrını açmıştır. Şimdi O’nu dinliyoruz:

“Ergenekon isimli bu davada beş yıldır tutukluyum. Bugün tahliyem Anayasa Mahkemesi tarafından yapıldı. Bu kararı veren Anayasa Mahkemesi Başkanı
ve üyelerine teşekkür ediyorum. Eğer bu tahliyem uzun tutukluluk nedeniyle gerçekleşmişse benden daha uzun süredir cezaevinde bulunanlar var.

Yok, hastalık nedeniyleyse benden daha ağır hasta olanlar var.
Umarım onlar için de en kısa sürede bir çözüm olur ve tahliyelerine kavuşurlar.

7 yıla yakındır süren bir dava bu. Bu davanın ilk başkanı (Köksal Şengün)
bir demeç verdi. ‘
Bugün olsa bu iddianameyi kabul etmezdim’ dedi.
Bu davada yargılanan insanlar 6-7 yıldır bir tertip, bir kumpas olduğunu kezlerce söylediler. Fakat inanan olmadı.

Sonunda Sayın Başbakan ve hükümetin öbür üyelerince bu davanın bir kumpas olduğu ve devlet içindeki bir çete tarafından yapıldığı ifade edildi. Bu ifadelerden sonra,
bu davalar düşmüştür.

  • Ortada ne Ergenekon örgütü ne de darbe teşebbüsü vardır.

Eğer Ergenekon diye bir örgüt varsa başı kimdir?

Karaciğer rahatsızlığım var. Bu ağır stres koşullarında biraz ilerledi.
Hiç iyi bir şey hissedemedim, sevinemedim çünkü içerideki herkes suçsuz.“

Hocamızın söylediklerini özetlersek diyor ki:

  • Türkiye’de Ergenekon diye bir örgüt yoktur.
    Ben de böyle bir örgüte girerek hükümetimizi zor kullanarak
    ıskata teşebbüs etmedim. Ama bu suçu işlemiş gibi 23 yıl ceza aldım.

Eskiden bir söz vardı. Ankara’da hâkimler var.” denirdi. Bunun anlamı Ankara’da
Yargıtay var demekti. Gerçekten de böyle idi. Hukuka, eldeki kanıtlara ve yerleşik içtihatlara uymayan kararlar, gerekçe gösterilerek bozulur ve yerel mahkemelere de
yol gösterilirdi. Ama şimdi bunun böyle sürdüğünü rahatça söyleyemiyoruz.

Anayasamıza göre yargıçlar görevlerinde bağımsızdırlar.
Anayasaya, yasaya uygun olarak vicdanı kanaatlarına göre karar verirler.

Şimdi yerel özel mahkemelere ve Yüce Yargıtay’a Türk milleti adına soruyoruz :

Kahramanlarımızın Hükümetimizi cebir ve şiddet kullanarak devirmeye teşebbüs ettiklerine ilişkin vicdanı kanaatlarınız oluştu mu? Vicdani kanaatlarınızı oluşturan
hangi zor kullanım hareketlerini göstermektesiniz? Türk milletine neden bu eylemleri gerekçelerinizde gösteremiyorsunuz? Sizi tarih ve Milletimizin önünde vicdani kanaatlarınızın nasıl oluştuğunu gerekçenizde açıklamaya davet etmekle her halde Anayasamızın Bütün mahkemelerin her türlü kararları gerekçeli olarak yazılır.” (Anayasa madde 141) emrinden başka fazla bir şey istemiyoruz.

Bu davalar ve kararlar ilerde bu kararları alanlarla birlikte anılacaktır.
Dilerim, “hukuka ve Anayasaya uygun kararlar verdiler” yönünde anılacaktır.
Ama bugün bile anılmaya başlamıştır.

Prof. Dr. Köksal Bayraktar:

  • “Cebir ve şiddet kullanılmamıştır. Dolayısı ile ETCK ( Eski Türk Ceza Kanunu) 147/1 maddesine göre ceza verilmesi yersizdir.” diyor.

Prof. Dr. Ersan Şen ise;

“Bana bir cebir ve şiddet eylemi gösterin ki ‘Darbeye teşebbüs olarak yorumlayalım’..” demektedir.

Prof. Dr. Sami Selçuk ise şöyle diyor:

  • “Darbeye hazırlık var ama teşebbüs yok.
    Bu haliyle darbeye teşebbüs suçu oluşmaz.”

Uzatmayalım sözü, bugün uygulanan hukuk sistemi Cumhuriyetimizin hukuk sistemi değildir. Cumhuriyetimizin hukuk sisteminde askerler askeri suçlardan dolayı Askeri mahkemelerde yargılanabilirlerdi. Bir gece yarısı kanunu (5918 sayılı yasa) ile bu değiştirildi. Ancak zamanın CHP Genel Başkanı Sayın Deniz Baykal ve Gurup Başkan Vekilleri Sayın Kemal KılıçdaroğluHakkı Süha Okay ve Kemal Anadol yasayı Anayasa Mahkemesine götürdüler. Anayasa Mahkemesi, başkanı Sayın Haşim Kılıç dahil yasayı oybirliği ile iptal etti.
(Anayasa Mahkemesi’nin 21 Ocak 2010 tarihli 2009/52 esas ve 2010/16 sayılı kararı).
Bunun üzerine Anayasamızın 145 maddesine şu fıkra eklendi : 

  • Devletin güvenliğine, Anayasal düzene ve bu düzenin işleyişine ait davalar
    her halde adliye mahkemelerinde görülür
    .

Bu madde TBMM’de Anayasanın değiştirilmesine yetecek ölçüde çoğunluk sağlanamadığından “REFERANANDUMA” götürüldü. 12 Eylül referandumunda yüzlerce TIR yükü kömür, odun, fasulye.. desteği ile %58 oyla (A.S. Geçerli  oyların %58’i, toplam oyların yaklaşık %40’ı!) referandumdan geçirildi. Oysa 1982 Anayasası’nın değiştirilen bu maddeleri daha önce
Türk Milletinin %92 oyu ile kabul edilmişti. Demokrasi herhalde daha büyük çoğunluğun verdiği bir kararı daha az bir çoğunluğun oyu ile değiştirmek oyunu değildir..
İşte bu gün yaşadıklarımız bu ucube hukuk düzenlemesinin ürünüdür.

Yeri zamanı değildir biliyorum ama, Menderes’ten başlayarak Recep Tayyip Erdoğan’a dek gelen tün demokrasi kahramanlarımızın harici bedhahlarımızla birlikte milletimize yaptıkları hizmeti bir cümle ile özetlersek: 

Ebedi Başkomutanımız Mustafa Kemal Atatürk gününde 80 kuruş olan
1 ABD Dolarını bu gün 2.220.000 TL’ye çıkarmışlardır. Yani Türk parası 2.800.000 kez ezilmiştir.

Türk milleti hukukunu yıllar evvel kurmuştur.

“Hâkimiyet kayıtsız ve şartsız milletindir!” denilmiştir.

“YA İSTİKLAL YA ÖLÜM!” denilmiştir.

“Ne mutlu Türküm diyene!” denilmiştir.

İşte hukukumuzun özünde bunlar vardır. Ama bugün Türkiye’mizi;

Hâkimiyet milletindir, KOCAMAN bir yalan!” diyenlerle

“Dağlara taşlara ‘Ne mutlu Türküm diyene yaza yaza ilkelleştik” diyenler idare ediyorlar. Sıkıntı da işte buradadır.

Ulusal egemenliğe dönüş yolunda Türk Milletine zaferler ve başarılar dilenir.

*****

Değerli meslektaşımız Dr. Aytekin ERTUĞRUL’a teşekkür ediyoruz
bu önemli konuşması için..

Sevgi ve saygı ile.
2 Mart 2014, Ankara

Dr. Ahmet Saltık
www.ahmetsaltik.net

Yeni İşyeri Hekimliği Yönetmeliği ve Ülkemizde İşçi Sağlığı’nın Perişan Halleri


Dostlar
,

Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığı (ÇSGB), bir yönetmelik düzenlemesi daha yaptı..

“İşyeri Hekimi ve Diğer Sağlık Personelinin Görev, Yetki, Sorumluluk ve Eğitimleri Hakkında Yönetmelik” güncellendi. Bu yönetmeliğin temeli 1980’lere uzanıyor. Arada ve 3 yıl önce de değişiklik geçirmişti

20 Temmuz 2013’te RG’de yayımlanarak yürürlük alan son değişikliğin gerekçesi

“6331 sayılı İş Sağlığı ve Güvenliği Yasası”.

ÇSGB bir yandan dikiyor, bir yandan da söküyor. (Haydi yapıp – yıkıyor demeyelim..)

Bu son yasa (6331) sözde iş sağlığı ve güvenliğini iyileştirmek için geçtiğimiz yıl çıkarıldı. Taslak 8 yıl kadar TBMM arşivlerinde bekledi. 220 milyon €’luk Avrupa’nın
en büyük AVM inşaatında çıkan Esenyurt yangınında (13.3.12) 11 işçi naylon çadırlarda yanarak kavrulunca bu taslak anımsandı. Yer yer epey de sıkı hükümler kondu.

Ancak “iyi saatte olsunlar” (sermaye; özellikle küresel sermaye eklemlenmiş yerli sermaye!) toplumsal duyarlık biraz düşünce kulislerine gene başladı. İlk olarak 6495 sayılı Torba Yasa ile (halen Cumhurbaşkanı’nın önünde) kimi yerlerde 1-2 yıl ertelemeler getirildi. Sonra da sıra Yönetmeliklerle kısıtlamalara geldi.

Sermaye hazretleri ne buyuruyorsa öyle oluyor..
Gerçek vesayet ne askeri, ne de başka bir güç..

Türkiye’de gerçek ve mutlak egemen sermaye!
Özellikle küresel finans-kapital ile bütünleşen yerel sermaye..

Anılan yönetmelikle İş Sağlığı Güvenliği (İSG) hizmetleri, 6331 sayılı yasanın muradına tuhaf – acı bir ironi ile aykırı olarak deyim yerinde ise “kuş”a döndürülüyor..

Siz bekleyedurun iş kazası ve meslek hastalıklarında iyileşmeyi….
Meslek hastalıkları zaten yok gibi.. En son 2011 SGK rakamı 697!
Oysa benzer nüfuslu ama İSG koşulları çok daha iyi Almanya’da yılda 80 bin,
ABD’de 400 bin!

İş kazalarını bile siz “azaltabilirsiniz” ! Yollarını biliyorsunuz ama yazalım :

1. Kamu sektörünü tasfiye ettikçe özel sektörde iş kazalarını “örtmek” kolaylaşır.
2. “Kayıtdışı” çalıştırırsınız (resmi verilerle halen 24+ milyon kayıtdışı çalışan; çalışanların %44’ü!), gariban işçi ne iş kazası bilir ne de hakkını savunacak sendikaya, paraya sahiptir..
3. Kayıt içi çalışan 13,5 milyon işçide de iş kazalarının bir bölümünü (?) cep harçlığı kadar “kan parası” ile kapatırsınız.
4. Sendikal örgütlenmeyi avuç içinde kar gibi eritmeye devam edersiniz.
Anayasa değişikliği ile 1’den çok sendikaya üyelik gibi ucube – tuzak düzenleme yaparsınız; yandaş sendikalaşmaya hız verirsiniz.. 1980’de %50 olan sendikalılık oranı (3 milyon işçinin 1,5 milyonu), Ocak 2013’te 10,88 milyon işçinin ancak %6’sı!
(Çalışma Bakanlığı Tebliği, RG: 26.1.13).
5. Gerekirse “iş kazasının” yasal tanımını bile değiştirirsiniz..

Ama mızrak gene de çuvala sığmaz, ölümcül iş kazalarında Hindistan ve Rusya sonrası dünyada 3., Avrupa’da 1. olursunuz.. Dönemin Çalışma Bakanı Ömer Dinçer‘in açıklaması için dipnota (2) bakınız.

1932’den beri üyesi olduğunuz ILO’yu (Uluslararası Çalışma Örgütü) “kandırmaya” (!) yeltenir, 221 dolayındaki ILO Sözleşmesinden (Convention) 56 kadarını “başkalaştırarak” iç hukukunuza aktarır, geri kalan 3/4’ünü ve ILO’nun Tavsiye Kararlarını (Recommendation) ise tümüyle görmezden gelirsiniz. Ama sizi yıllarca uyarıdan sonra ILO Haziran 2013’te Türkiye’yi “Kara Liste” ye almak zorunda kalır..

Biz çok utanıyoruz çooook..
– 2011 sonunda yıllık 70 bine varan “resmi” iş kazasından, ;
– 1700 iş kazası + 10 meslek hastalığı = 1710 emekçi ölümünden,
– 2086 işçinin sürekli işgöremez duruma düşmesinden..
– Çook ağır çalışma koşullarında,
– Düşük ücretlerle ve iş güvencesiz – örgütsüz çalışmak zorunda bırakılmalarından; işsizlikle tehdit-terbiye edilmelerinden.. (Veriler için bkz. dipnot 1)

Güdümlediğiniz basında tek sözcük haber çıkmaz..

Oysa ulusal – uluslararası hukuk metinleri ço net           :

* 1961 tarihli Avrupa Sosyal Şartı md 3 : Tüm çalışanların sağlıklı ve güvenli çalışma ortamı hakkı vardır.
* 1945 tarihli İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi md. 25 sağlıklı yaşam hakkını tanımlar.
* Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi yaşam hakkı ve örgütlenme hakkını düzenler..
* Üyelik sürecinde taraf olduğumuz Pek çok AB metni pekiştirici paralel düzenleme içerir. Örn. AB Temel Haklar Şartı.. (Nice, 7 Aralık 2000, http://ek12 utup.dpt.gov.tr/ab/hukuk/temelhak.pdf)
* Anayasa madde 50 ve 56 doğrudan düzenlemeler taşır.
* Pek çok ILO Sözleşmesi de öyle..

Üstelik bu uluslararası mevzuatın büyük bölümü Anayasa md. 90/son uyarınca
üstün hukuk normu durumundadır..

Sermaye için ne gam.. Hele küresel sermaye ile göbek bağı kurdu ise..

Adam Smith‘in 250 yıl önce (1776) yazdığı “Milletlerin Refahı” (The Wealth of Nations) kitabında öngörüleri bunlar mıydı?

Neo-liberal tosuncuklar ne buyururlar??

Galiba yerel (ulusal kaynaklardan semirdiği halde ulusal diyemiyoruz ne yazık ki!) sermayeyi dizginleyebilecek başlıca güç, iktidardaki dinci faşizm (TÜPRAŞ baskını!)..

Neo-liberal tosuncuklar, tarihin perspektifinde öngörülemeyen bu dilemmaya
ne buyururlar acaba?

Haa. anlıyoruz, yabancı büyükleri ile (pardon müttefikleri ile!)  mütalaa edeceklermiş…

Sevgi ve saygı ile.
26.7.13, Ankara

Dr. Ahmet SALTIK
www.ahmetsaltik.net

Konuya ilişkin TTB (Türk Tabipleri Birliği) görüşü için lütfen tıklayınız :
Şipşak işyeri hekimliği dönemi başlıyor..
(http://ahmetsaltik.net/sipsak-isyeri-hekimligi-donemi-basliyor/, 26.7.13)

Dipnot 1 : Kayıt dışı istihdam ve eksik verilere dayalı SGK rakamlarıyla ülkemizde 2011’de 69 227 iş kazası, ve 697 meslek hastalığı sonucu 1710 işçi (1710/365 = 4,66/gün!) yaşamını yitirmiş 2086 işçi  ise sürekli engelli (sakat, malul) kalmıştır.  Günde ortalama 5 işçi yaşamını yitirmekte 5 işçi de sürekli işgöremez duruma gelmektedir!

Dipnot (2) : 
•Çalışma Bakanı Dinçer: Ölümlü maden kazalarında lideriz!
•Bakan Ömer Dinçer, ölümlü maden kazaları konusunda Türkiye’nin “lider ülke” olduğu itirafında bulundu. Bakan Dinçer’in, BDP Bitlis Milletvekili Nezir Karabaş’ın maden kazalarıyla ilgili soru önergesine verdiği yanıt, Türkiye’deki ölümlü kaza oranının, Avrupa, Avustralya, ABD ve Kanada’dan kat kat fazla olduğunu ortaya koydu.
•Dinçer’in, ölümlü maden kazalarıyla ilgili ILO verilerini 
kaynak göstererek verdiği bilgiye göre; Türkiye’deki ölümlü iş kazaları Avrupa’daki iş kazası ortalamasının 4.5 katıyken, Kanada’dan 2.2 kat, ABD’den 3.4 kat, Avustralya’dan ise 4.3 kat daha çok! 

BİR KEZ DAHA BİZ KAZANDIK!

Dostlar,

Sevgili kardeşimiz Prof. Dr. Onur Hamzaoğlu, çeyrek yüzyıla varan meslektaşımızdır.
Halk Sağlığı + Epidemiyoloji uzmanıdır.
Son yıllarda Kocaeli Üniversitesi Tıp Fakültesi Halk Sağlığı Anabilim Dalı Başkanıdır.
O göreve doçent olarak atanırken bilimsel dosyası hakkında olumlu rapor yazan
5 profesörden biri olarak kıvançlıyız..

Sevgili Onur hoca, Dilovası yöresinde çevresel toksisite çalışması yaptı.

Bebeklerin ilk kakalarında (mekonyum) ve annelein ilk sütlerinde (kolostrum) bile
ağır metaller saptadı! Bunlar çevresel kökenli idi.

Ayrıca yöre halkında kanser ölümleri, benzer koşullardaki (karşılaştırılabilecek)
toplum kesimlerinin 3 katı idi!

Çalışmalarını tümüyle bilimsel yöntemlere uygun yürütmüştü.
Ölçümler TÜBİTAK laboratuvarlarında yapılmıştı.

Onur hoca verilerini yerel yöneticilerle paylaştı..

Doğallıkla basınla da!

Başka türlü yapabilir miydi?

Halkın bilgi edinme hakkı yok mudur?

Anayasa md. 56.

“Herkes sağlıklı ve dengeli bir çevrede yaşama hakkına sahiptir.” demez mi?

Ayrıca çevrenin koruynması görevini açık açık Devlete ve yurttaşa ortak ödev
vermez mi?

Dr. Hamzaoğlu hem bilim insanı, hem deyurttaş olmanın zorunlu gereğini yapmıştır.

Kendisine “şarlatan” diyen Kocaeli Büyükşehir Belediye Başkanı mahkum erilmiştir.

Üniversite yönetimi de utanıp – sıkılmadan UYARI cezası verebilmiştir.

Bu idari işlemin Sakarya Bölge İdare Mahkemesinde iptal edildiğini sevinçe ve onurla öğreniyoruz.

Bu olayın başından beri geliştirdiğimiz sloganımızı göğsümüz kabararak, coşku ile bir kez daha haykırıyoruz :

  • “ONUR” umuzu KORUYORUZ!

Kotumayı da sürdüreceğiz..

Yaşasın özgür bilim!

Sevgi ve saygı ile.
27.6.13, Ankara

Dr. Ahmet SALTIK
www.ahmetsaltik.net

==============================

Prof. Dr. Onur HAMZAOĞLU

BİR KEZ DAHA BİZ KAZANDIK!

Doğa, Toplum ve Bilim kazandı…

Üniversiteleri siyasilere ve sermayeye hizmet etmeye zorlayan kapanı kırdık.

Gezi Ruhu kazandı!

Direnenler kazandı.

Özgür üniversite ve Özgür toplum kazandı.

Öyküyü anımsayalım…

Prof. Dr. Onur Hamzaoğlu, Dilovası’ndaki  çevre kirliliği konusunda bilimsel araştırma bulgularını açıklayarak halkı bilgilendirdi. Maalesef Kocaeli Üniversitesi bundan rahatsız oldu!!!  Kocaeli Üniversitesi Rektörlüğü kendisinin bilgilendirilmediği ve henüz araştırmanın bir dergide yayımlanmadığı gibi gerekçelerle halkın bilgilenme hakkı ve akademisyenin toplumsal sorumluluğu gibi evrensel ilkeleri çiğneyerek
Prof. Hamzaoğlu’na halkı bilgilendirdiği için UYARI cezası verdi.

Prof. Hamzaoğlu ise bu cezaya Kocaeli 2. İdare Mahkemesi’nde dava açarak
itiraz etti.

Kocaeli 2. İdare Mahkemesi maalesef uyarı cezasını oy çokluğu ile
hukuka aykırı bulmadı.

Bunun üzerine Prof. Hamzaoğlu Kocaeli 2. İdare Mahkemesi kararına
bir üst yargı organı olan Sakarya Bölge İdare Mahkemesi’nde itiraz etti.

Mahkeme;

Üniversitenin Hamzaoğlu’nu suçlarken, hangi davranışının hangi disiplin suçunu oluşturduğunu, suçlamasını hangi delillere dayandırdığını belirtmediğini,
suç oluşturduğunu ileri sürdüğü davranışların hukuksal nitelendirmesini yapmadığını, bütün bunlarla bağlantılı olarak hangi suçun oluştuğunu bildirmediğini, yöntemine uygun olarak savunma hakkının kullanılmasına olanak sağlamadığını, oysa Anayasa ve Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi uyarınca herkesin kendisine yöneltilen isnadın nedeninden ve niteliğinden haberdar olma hakkı olduğunu, bu olmadan savunma hakkının kullanılamayacağını, belirterek disiplin cezası verilmesinin
hukuka aykırı olduğuna ve cezanın oybirliği ile iptaline karar vermiştir.

Mahkemenin tespiti çok yerindedir:
Rektörlük, Soruşturmacı Rektör Yardımcısı, soruşturma hukukuna uygun olarak suçu, suç kanıtlarını belirtememiştir. Çünkü ortada Hamzaoğlu’nun işlediği bir disiplin suçu yoktur…

Ey muktedirler ve onun memurları!

  • Bilim insanlarının çalışmalarını halka adamalarını engelleyemeyeceksiniz!

Gerçekler gizlenemez. Er ya da geç ortaya çıkar, çıkartılır.
Sermaye iktidarının doğayı ve insanlığı, bugünü ve geleceği büyük bir tahribata uğrattığını Onur Hamzaoğlu gözler önüne sererek;
bilim insanlarının onuru olmuş, hepimize cesaret aşılamıştır.

  • Özgür bilgiyi üreteceğiz; toplum özgürleşecek!

Diren Türkiye!

(2013/6/27 Onurumuzu Savunuyoruz <berhansoner@gmail.com>)

Cumhuriyet Gazetesi 25 Şubat 2013 günlü sayısı ve yorumlarımız..


Cumhuriyet
Gazetesi 25 Şubat 2013 günlü sayısı ve yorumlarımız..

Kapakta birbirinden önemli haberler var:

Türkiye’de savcıların baş delili olan dinlemeler,
Avrupa’da delil olarak kabul edilmiyor!

Uygarlık farkı

Bakanlık araştırdı..

Adalet Bakanlığı yasal dinlemeler konusunda Türkiye ile Avrupa’yı karşılaştırdı. Bakanlığın raporuna göre Türkiye’de “delil elde etmek üzerine” kurulu olan
telefon dinlemelerine Avrupa’da büyük sınırlama getiriliyor.
Türkiye’de her suç için herhangi bir sınırlama olmadan telefon dinlemesi yapılabiliyor.

Dinleme son çare

Kimi ülkelerde istihbarat amaçlı telefon dinlemesine bile izin verilmiyor.
Başka yollarla delil elde edilemeyecek durumlarda son çare olarak telefon dinleme kararı alınıyor. Milletvekillerinin dinlenmesi ise ya yasak ya da Parlamento başkanının iznine bağlı.

A. Saltık : Ne diyelim? Yaşasın Ergenekon tertibininin sahte kanıtları ve
tüm Türkiye’yi şantaj amaçlı dinleyen / dinleten kişi ve kurumlar..
Açık yazsak suç olacak fakat malumun ilanına da gerek yok sanırız..

Cumhuriyet, 25.02.2013
AİHM MAHKUMİYETLERİ ÇEYREK MİLYAR AVRO’YU BULDU

Fatura ağırlaşıyor

Türkiye’nin Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’ni çiğneme (ihlal) nedeniyle
bugüne dek ödediği giderim (tazminat) astronomik düzeye ulaştı.
Türkiye’ye karşı son 10 yılda yalnızca kendi yurttaşlarının insan haklarının
çiğnenmesi nedeniyle açılan davalarda AİHM’nin hükmettiği tazminat miktarı
çeyrek milyar Avro’yu buldu..

A. Saltık : Ne diyelim, RT Erdoğan AKP’sinin “ileri demokrasi” sinin (!?)
faturası olmalı
.

Öbür başlıklar da çok ilginç :

* Doğa yıkımına feryat..

* THY’nin güvenlik dramı.. Hızla dibe vuruş..
İmamlık ve havayolu işletmeciliği bir türlü uyuşmuyor anlaşılan..

* Ve de sağlık hizmetlerinin perişan durumu..
IMF-DB dayatmalı sözde SAĞLIKTA DÖNÜŞÜM masalı bitti.
Balayı dönemi kapandı.
Acı faturalarla karşılaşan halkımızın artık gözlerinin açılması tesellimiz mi olsun ??
Bu konuyu ayrı bir dosya olarak inceleyeceğiz..

Sevgi ve saygı ile.
26.2.13, Ankara

Dr. Ahmet Saltık
www.ahmetsaltik.net

Başka Dilde Savunma ve Lozan..

Sabih KANADOĞLU
Onursal Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısı
Türk Hukuk Kurumu Başkanı

Başka Dilde Savunma ve Lozan

Türkiye hakkında verilmiş, anadilinde veya bir başka dilde savunma konusunda, anayasanın 90’ıncı maddesi uyarınca öncelik taşıyan sözleşmelere,
mahkeme kararlarına, aykırılık nedeniyle ihlal kararı bulunmamaktadır.

Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nin 6/3-e maddesi ile Birleşmiş Milletler Siyasi
ve Medeni Haklar Sözleşmesi
’nin 14/paragraf 3/f maddesi, benzer biçimde “sanığın mahkemede konuşulan dili anlamadığı veya konuşamadığı takdirde, bir çevirmen yardımından ücretsiz yararlanması” hükümlerini içermektedir. Bu sözleşmelere dayanılarak kurulan Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin ve Birleşmiş Milletler İnsan Hakları Komitesi’nin içtihatları, sorunun adil yargılanma hakkı kapsamında “silahların eşitliği” ve“yargılamanın çekişmeli” olup olmadığı yönünden incelendiğini
ve çözüldüğünü göstermektedir. Mahkeme ve Komite içtihatlarına göre, yargılandığı mahkemenin resmi dilini anlamayan veya konuşamayan sanığın içinde bulunduğu olumsuzluk, kendisine ücretsiz çevirmen sağlanmasıyla giderilmekte ve bu durum

– adil yargılanma,
– silahların eşitliği,
– yargılamanın çekişmeli yapılması ve
– ayrımcılık yasağı..  ilkelerine aykırılık oluşturmamaktadır.

Ceza Muhakemeleri Kanunu’nun 202/1-3 ve 324/5 maddeleri, yukarıda vurgulanan sözleşmelere koşuttur ve herhangi bir eksikliği yoktur. Türkiye hakkında verilmiş, anadilinde veya bir başka dilde savunma konusunda, anayasanın 90’ıncı maddesi uyarınca öncelik taşıyan sözleşmelere, mahkeme kararlarına aykırılık nedeniyle
ihlal kararı bulunmamaktadır. O halde, TBMM Genel Kurulu’nda görüşülecek olan hükümet tasarısı ile CMK 202. maddesine 4. fıkra olarak ekleme isteğinin amacı ve olası sonuçları kapsamlı bir şekilde tartışılmalı ve değerlendirilmelidir.

Eklenmek istenen 4. fıkraya göre:

“4. Meramını anlatabilecek ölçüde Türkçe bilen sanık;

a) İddianamenin okunması,
b) Esas hakkındaki mütalaanın verilmesi,

üzerine sözlü savunmasını, kendisini daha iyi ifade edebileceğini beyan ettiği başka bir dilde yapabilir. Bu durumda sanık, savunma yapacağı oturumda tercümanını hazır bulundurmak zorundadır. Bu imkân, yargılamanın sürüncemede bırakılması amacına yönelik olarak kötüye kullanılamaz.”

Anlamamak ve konuşamamak başka, mahkemenin resmi dilini, meramını anlatabilecek ölçüde bilmesine rağmen, kendisini daha iyi ifade edebileceğini beyan ederek başka bir dilde savunma yapmak istemi, başka bir şeydir. Değinilen uluslararası sözleşmeler ve mahkeme kararları, resmi dili bilmeye rağmen bir başka dil kullanılmasını hak olarak saymamakta ve hiçbir ülke böyle bir uygulamaya onay vermemektedir. Örneğin İsviçre CMK’nin 68, Alman CMK’nin 259 ve Fransız CMK 244. maddelerinde olduğu gibi.

Tasarının zamanlaması ve süreç gözetildiğinde, amacın, terörün önlenmesi yönünden ortaya konan ve uygun görülen siyasi taleplerin yerine getirilmesi ve bu yönden gelebilecek eleştirileri de adil yargılanma ve savunma hakkı tanıma ve bu hakkı genişletme gerekçeleriyle karşılamak olduğu anlaşılmaktadır.

Tasarının yasalaşmasının sakıncalarına gelince;

A- Tasarının yasalaşması, Lozan Antlaşması’nın tartışmaya açılmasına yol açabilecektir. Antlaşmanın kesim III’te “Azınlıkların Korunması” başlığı ile düzenlenen 37-45 maddelerinin Türkiye’nin Müslüman olmayan azınlıklarına ilişkin olduğu açıktır.
45. maddede yer alan belirleme, bu kesimdeki hükümlerin, Türkiye’nin Müslüman olmayan azınlıklarına tanınmış olan hakların, Yunanistan’ın da kendi ülkesinde bulunan Müslüman azınlığa tanındığı yolundadır. Bu itibarla, 39’uncu maddede yer alan “Türkçe’den başka dili konuşan Türk yurttaşların yargıçlar önünde sözlü olarak bu dili kullanabilmeleri için gerekli kolaylıklar gösterilecektir” hükmü sadece Müslüman olmayan ve azınlık sayılan Türk yurttaşlar için uygulanacaktır. Ülkede yaşayan ve devletin kurucusu bulunan, eşit haklara sahip, değişik kökenlere mensup yurttaşların “azınlık” durumuna düşürmek ne akla ve ne de hukuka sığar.

Tarihin çöplüğüne gönderilen Sevr Antlaşması’nın ve onun 145’inci maddesinin
yeniden canlandırma çabalarının belirli çevrelerden destek alması hazindir.

Tek taraflı bir irade ile Lozan Antlaşması’nın 39’uncu maddesinin tartışmaya ve değişikliğe götürülmesi diğer akit üyelerin söz hakkı ve taleplerini gündeme getirebilecektir.

B- Tasarı ile tanınan, beyana bağlı başka dilden savunma olanağının kötüye kullanılması, yargılamanın sürüncemede bırakılması amacına bağlanmıştır.
Siyasi amaçlarla yapılabilecek istismarlara karşı hiçbir önlem alınmamıştır.

C- Anayasanın 3’üncü maddesine göre;

Türkiye devleti ülkesi ve milletiyle bölünmez bir bütündür ve resmi dili Türkçedir.

Kamu hizmetlerinin anadilinde verilmesi çalışmalarına başlandığı ve anadilinde eğitim yapılması gerektiği konularının, siyasi iktidar tarafından dillendirildiği bir ortamda, tasarıda getirilen “daha iyi ifade edebilmeye bağlı” başka dilde savunma olanağı, yargıda Türkçe dışında dillerin kullanılmasına yol açar, ülkenin üniter yapısını zedeler, yıpratır ve bozar. Bu haliyle tasarı, Anayasanın 3’üncü maddesine aykırıdır.

D- Terörle mücadele bağlamında gelen siyasi taleplerin karşılanması, yeni taleplere yol açacak ve devletin üniter yapısı üzerindeki tehlike daha da yayılacak ve gelişecektir.

Türk hukuk düzenlemelerinde bu eksiklik olmamakla beraber, eğer varsa sorun,
adil yargılanma ekseni üzerinden tartışılıp çözülmelidir.

============================================================

Dostlar,

Başka Dilde Savunma ve Lozan….

Bir hukuk ustasının kaleminden nefis bir irdeleme ve net çözüm önerisi..

İşte Cumhuriyet kuşakları ve yetkin kadrolarının tipik bir örneği..

Kulak vermek gerek..

AKP hükümeti kadrolarına çağrımız olsun                     :

  • Atalarımızın “Meşveret – danışma” geleneğini aklınızdan hiç çıkarmayın.. 

Sevgi ve saygı ile.
19.12.12, Ankara

Dr. Ahmet SALTIK
www.ahmetsaltik.net

2011 Başında Türkiye ve Geleceğe Bakış / Looking at Turkey and The Future in Early 2011

Corlu_konf_2011_Basinda_Turkiye_ve_Gelecege_Bakis_4.2.11