Yazar arşivleri: Ahmet SALTIK

Ahmet SALTIK hakkında

Atılım Üniversitesi Tıp Fakültesi Halk Sağlığı Anabilim Dalı Öğretim Üyesi Prof. Dr. Ahmet SALTIK’ın özgeçmişi için manşette tıklayınız: CV_Ahmet_SALTIK Hekim (Halk Sağlığı Profesörü), Hukukçu (Sağlık Hukuku Uzmanı) Mülkiyeli (Kamu Yönetimi - Siyaset Bilimci)

DÜNYANIN NÜFUSU

Prof. Dr. D. Ali ERCAN
ADD Bilim Kurulu Başkanı
Çekirdek Fiziği (Nükleer Fizik) Uzmanı 

Değerli arkadaşlar,


~75 bin yıl öncesi patlayan süper volkan Toba (Endonezya) yanardağından çıkan 5-6 milyar ton NO2, SO2… zehirli gazlar, asit yağmurları oluşturmuş ve `800 km3 dolayında külün atmosferi karartması sonucu yıllarca sürmüş olabilecek en ağır kış koşulları nedeniyle, insan nüfusunun çok büyük oranda kıyıma uğramış olabileceği ve bizlerin de büyük olasılıkla bu felaket (AS: yıkım) sonrası yaşamda kalabilenlerin ardılları olduğumuz düşünülüyor.

Hesaplamalara göre, Afrika’dan çıkış sonrası MÖ 2 bin yılına dek, çok uzun zaman aralığındaki zor koşullarda ancak ~50 milyar insan dünyaya gelmiş olabilir.. bu ilkel dönemlerdeki ortalama ömür 25 yıl kadardı ve canlı doğan her 5 çocuktan ancak biri belki erişkin olabiliyordu; yani nüfus çok çok yavaş artıyordu…

Her şeye karşın ateşi keşfetmiş olan, alet yapan ve birbirleriyle ileri derecede sesli iletişim sağlayabilen insan türü yine de yaşam savaşını başarıyor, gezegene yayılıyordu. 60-70 bin yıl öncesi değişik coğrafyalarda ayrık yaşayan kümelerin genetik evrimlerine paralel (AS: koşut) olarak farklı diller de evrimleşiyordu… MÖ 2 bin yılında, Dünya üzerinde yaşamakta olan nüfus 30-50 milyon arasında idi…

Ve yine bu hesaplamalara göre, MÖ 2 bin ile Endüstri Devrimin başladığı dönem (AS; 1760,, İngiltere) arasında kabaca 3800 yılda dünyaya gelen insan sayısı da 50 milyar kadar oldu …1800’lerden bu yana 220 yıl gibi görece “kısa” bir sürede ise, 18 milyar insan daha eklendi toplam sayıya.. Yani Afrika’dan çıkışı izleyen zamandan günümüze değin yaklaşık 120 milyar birey yaşadı… Bugün için dünyada halen yaşamakta olan insan sayısı ~8 milyardır.
***
1800’de 1 milyar olan nüfus 150 yılda 2,5 katına çıkarak 1950’de 2,5 milyar olmuştu; 1950 sonrası 70 yılda nüfus 3 katını geçerek 8 milyara dayandı… Bu hızlı nüfus artışının temel nedeni olarak gelişen teknoloji, aşı ve ilaçlar, bakım, beslenme, tarımın makineleşmesi, vs. vs. sayılabilir. özellikle 2. Dünya savaşı sonrası Dünya genelinde doğum oranı rekor düzeylere erişti, yıllık nüfus artış hızı binde 25 düzeyine çıktı. (AS: son veri %o11) 

O zamandan bu yana, 70 yıldır, “nüfus artış hızı” düşse de, “nüfus artışı” sürüyor; yıllık nüfus artış hızı giderek azalıyor, ama hala sıfırlanmadı. 2020 yılı Dünya genelinde nüfus artış oranı binde 11-10 düzeyinde idi… Ortalama ömür 65 yıla yükseldi (Gelişmiş ülkelerde 80-85 yıl)

Kadın başına ömür boyu (AS: doğurgan çağ olan 15-49 arası) çocuk sayısı 2’nin üzerinde olduğu sürece toplumun nüfusu artacaktır. Yıllık nüfus artış hızı (c), Kadın başına ömür boyu (AS: doğurgan çağ boyunca) çocuk sayısı (d) ve Toplumdaki ortalama yaşam süresi* y arasındaki bağlantı basitçe,

c ≈ (d – 2) / y

şeklinde gösterilebilir. Buna göre kadın başına çocuk sayısı 2’den büyük olduğu sürece nüfus artar, d=2 olduğunda, yani c=0 olduğunda toplumun nüfusu artmaz, sabit kalır; d 2’den küçük olursa nüfus azalır.

kadın başına 1 çocuk” (AS: HER AİLEYE 1 ÇOCUK!) kuralı uygulansa toplumun nüfusu 40-50 yılda yarıya inebilir..

Türkiye’de 2020 yılı doğuma bağlı biyolojik nüfus artış hızı binde 8 oldu (AS:  binde 5,5 oldu, bkz Salgını yönetemeyen iktidar ölüm sayılarında yalan mı söylüyor? – Prof. Dr. Ahmet SALTIK); 2020 Dünya ortalaması da binde 11 oldu. 2050’de Dünya nüfus artış hızı sıfırlanacak gibi görünüyor. 2050’de Gezegenin artık taşıyamayacağı bir düzeye, 10 milyara erişmiş olacak insan nüfusu…

Gerçekte adım adım yaklaşan “insan kaynaklı büyük küresel felaketi” görmek için 2050’yi beklemeye gerek yok; çünkü daha şimdiden Gezegenimizin yıllık biyolojik kapasitesinin nerdeyse 2 katını tüketiyor insanlık; yani tüm yaşam kaynakları hızla tükeniyor. Bir yandan da aşırı nüfusun aşırı ölçekte tükettiği Enerji sorunu var.

Yıllık tüketilen ~600 ExaJoule enerji %80’den çok oranda fosil yakıt dediğimiz “karbon” sınıfı Kömür, petrol, doğal gaz türevlerinden kaynaklanıyor.. Elbette iklim felaketinin (AS: Climate Disaster) temel nedeni aşırı insan nüfusu ve insanlığın doğa ile uyumsuz, yıkıcı yaşam biçimidir.

Fosil yakıtlardan Atmosfere salınan karbondioksit CO2 (ve metan CH4) gazının “sera etkisi” küresel ısınıma neden olmakta, sıcaklık nedeniyle milyonlarca yıllık buzullar hızla erimekte, okyanuslardaki akıntılarda ve atmosferde hava hareketlerinde meydana gelen anormal değişiklikler olumsuz iklimi yaratmaktadır.

Bir yanda aşırı kuraklıklar, öbür yanda seller, kasırgalar, öte yandan Orman yangınları, okyanuslarda asitlik derecesinin artışı fauna ve florada geri dönüşümsüz derin yıkımlar kaçınılmaz oluyor…

Bu iklimsel olumsuzluklar insanlık için felaket (yıkım) boyutunda açlık, susuzluk ve viral hastalıklar (AS: bulaşıcı hastalıklar) demektir. Özellikle az gelişmiş ülkelerde toplumsal ortamın kaotik hale (AS: karmaşa durumuna) gelişi, yüz milyonlarca insanın kitlesel göçleri (kuzeye ve varsıl ülkelere doğru) kaçınılmaz olacaktır.

Sonuçta; tüm bu olumsuzluklar nedeniyle ölüm oranı belki şimdikinin 2 katı olacak ve büyük olasılıkla Dünyamız 22. yüzyıla yarı yarıya azalmış yani 4-5 milyar dolayında bir nüfusla girecektir.

İnsan nüfusunun 2020 sonrası nasıl bir gelişim göstereceği aşağıdaki grafikte gösteriliyor..

Farklı senaryoların ortalaması mavi çizgiyle gösteriliyor… Küresel ısınıma karşı mücadelenin (savaşımın) başarısız oluşu ve Dünya ortalama sıcaklığının dizginsiz yükselişi durumunda nüfusun gidişini kırmızı çizgi ile gösteriyorum..

Derin kaygılarımla. æ

____________________
* Bir toplumda, belli bir yıl için “ortalama yaşam süresi” o yıl içinde ölen insanların ölüm yaşlarının ortalamasıdır.

Türkiye Barolar Birliği: İnsan hakkı ihlallerinin sıradanlaşmasına izin vermeyeceğiz!”: İnsan hakkı ihlallerinin sıradanlaşmasına izin vermeyeceğiz!”

Türkiye Barolar Birliği: İnsan hakkı ihlallerinin sıradanlaşmasına izin vermeyeceğiz!
  • “Türkiye Barolar Birliği, insanlığın ortak değeri olan hak ve özgürlükleri savunmak için baskıcı yönetim anlayışlarının karşısında demokrasiyi ve insan haklarını en güçlü şekilde savunmaya devam edecektir”
Türkiye Barolar Birliği, 10 Aralık İnsan Hakları Günü nedeniyle yaptığı açıklamada, “İnsan hakkı ihlallerinin sıradanlaşmasına izin vermeyeceğiz!” denildi.  Açıklamada, “Türkiye Barolar Birliği, insanlığın ortak değeri olan hak ve özgürlükleri savunmak için baskıcı yönetim anlayışlarının karşısında demokrasiyi ve insan haklarını en güçlü şekilde savunmaya devam edecektir.” değerlendirmesi yapıldı.
Açıklamada, “İnsanlık tarihinin dönüm noktalarından birini simgeleyen İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi’nin ilan edildiği 10 Aralık günü, bu yıl 73. kez, tüm dünyada olduğu gibi ülkemizde de İnsan Hakları Günü olarak anılıyor. Bununla birlikte, 10 Aralık’lar bir süredir hem dünyada hem de Türkiye’de insan haklarının ve evrenselliğin yüceltildiği değil, insan hakları savunucularının ve hukukçuların sürekli artan bir şekilde kaygılarını aktardıkları özel günlere dönüşmüş durumdadır. Ne yazık ki 10 Aralık 2021 de bu endişe verici eğilimin devam ettiği bir insan hakları günüdür.” denildi.
Açıklamada şu ifadeleri kullanıldı:
  • “Evrensel Bildirge; adından da anlaşılabileceği üzere insanların zamana, mekâna, dine, dile, milliyete, ırka, etnik kökene, cinsiyete, cinsel yönelime bağlı olmaksızın ve hepsinden önemlisi devletlerin tanımasından bağımsız şekilde, evrensel ve doğal haklara sahip olduğu düşüncesi ile hazırlandı. II. Dünya Savaşı’nın insanın temel hak ve özgürlüklerini devletlerin milli hukuklarının insafına bırakılamayacağını gösteren acı deneyimlerine bir tepki olarak hazırlanan Bildirgenin kaçınılmaz sonucu, insan haklarının devletlerin iç işi olarak görülemeyeceği, insanlığın ortak sorunu olarak tanınması gereğidir.
  • Ne var ki; bu evrensellik ilkesi günümüz dünyasında yükselen popüler otoriter rejimlerin “yerellik, millilik” iddiaları ile ciddi bir şekilde aşındırılmaktadır. İnsanı değil belli siyasi görüşleri, milliyetleri, dini inançları merkezine alan ve bu gruplara dahil olmayanların eşit haklara sahip olma haklarını inkâr eden (AS: yadsıyan) bu küresel yeni akım, özgürlük / güvenlik dengesini de sürekli bir şekilde özgürlük aleyhine bozma konusunda tereddüt etmemektedir.
  • Ne yazık ki 2021 yılı, ülkemizde de insan hakları alanında çok ciddi geri adımların atıldığı bir yıl olarak akıllara kazındı. Türkiye Cumhuriyeti, bu yıl en başta gururla adını verdiği ve kadına yönelik şiddete ilişkin en önemli uluslararası belge sayılan Avrupa Konseyi’nin İstanbul Sözleşmesi’nden hukuka aykırı bir şekilde çekildi. Gerileme bu adımla sınırlı kalmadı.
  • Türkiye, buna ek olarak siyasilerin hukuk devleti ve yargı bağımsızlığını hiçe sayan açıklamalarıyla Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin kararlarını tanımayacağını ve uygulamayacağını ilan etti. Bu ısrar ve kural tanımazlık, Türkiye’yi Avrupa Konseyi tarihinde ikinci kez Bakanlar Komitesi’nin ihlal usulüne başvurduğu üye devlet konumuna getirdi.Türkiye Barolar Birliği gerek dünyada gerekse ülkemizde otoriterliğin ve kural tanımazlığın yükseldiği, hukuk devleti ilkesinden uzaklaşıldığı, yargı bağımsızlığının aşındığı bu dönemde umutsuzluğa yer olmadığını, tam tersine evrensel insan hakları değerlerini daha güçlü şekilde savunmanın gerekliliğinin bilincindedir. Her avukat, işinin gereği olarak aynı zamanda bir insan hakları savunucusudur. İnsan hakları, evrensel bildirgede ifadesini bulduğu üzere medeni ve siyasal haklar ile ekonomik, kültürel ve sosyal hakların birbirini tamamladığı ve birbirine dayandığı bir bütün olarak anlaşılmalı ve savunulmalıdır.

    Uluslararası standartların Türkiye’de yaşama geçirilmesi ve uygulanması, başta AİHM olmak üzere insan hakları mekanizmalarının kararlarının bağlayıcılığının “ama”sız ve “fakat”sız kabulü, Türkiye Barolar Birliği’nin insan haklarının evrenselliği ilkesinin yaşama geçirilmesi için olmazsa olmaz olarak gördüğü hedeflerdir.

    “Türkiye Barolar Birliği, insanlığın ortak değeri olan hak ve özgürlükleri savunmak için baskıcı yönetim anlayışlarının karşısında demokrasiyi ve insan haklarını en güçlü şekilde savunmayı sürdürecektir”

    Dünyanın en büyük hukuk örgütlerinden biri olan Türkiye Barolar Birliği, insanlığın ortak değeri olan hak ve özgürlükleri savunmak için baskıcı yönetim anlayışlarının karşısında demokrasiyi ve insan haklarını en güçlü şekilde savunmaya devam edecektir.”

 

Yasadışı hükümet

Örsan K. ÖymenÖrsan K. Öymen
Cumhuriyet, 06 Aralık 2021

 

Anayasaya ve yasalara uymayan bir hükümet, yasadışı bir hükümettir. Böyle bir hükümet meşruiyetini kaybeder, gayrimeşru bir hükümet sayılır. Bir hükümetin halk tarafından seçilmiş olması, yasal olduğu anlamına gelmez. Çünkü bir hükümetin yasadışı olup olmadığı sadece seçim sonuçlarına göre değil, anayasaya ve yasalara göre de belirlenir.

***

AKP iktidarında en sık ihlal edilen anayasa maddeleri ve ilkeleri şöyle özetlenebilir:

Madde 2: “Türkiye Cumhuriyeti, toplumun huzuru, milli dayanışma ve adalet anlayışı içinde, insan haklarına saygılı, Atatürk milliyetçiliğine bağlı, başlangıçta belirtilen temel ilkelere dayanan, demokratik, laik ve sosyal bir hukuk devletidir.”

Madde 6: “Türk milleti egemenliğini, anayasanın koyduğu esaslara göre, yetkili organları eliyle kullanır… Hiçbir kimse veya organ kaynağını anayasadan almayan bir devlet yetkisi kullanamaz.”

Madde 8: “Yürütme yetkisi ve görevi, cumhurbaşkanı tarafından, anayasaya ve kanunlara uygun olarak kullanılır ve yerine getirilir.”

Madde 11: “Anayasa hükümleri, yasama, yürütme ve yargı organlarını, idare makamlarını ve diğer kuruluş ve kişileri bağlayan temel hukuk kurallarıdır.”

Madde 14: “Anayasada yer alan hak ve hürriyetlerden hiçbiri, devletin ülkesi ve milletiyle bölünmez bütünlüğünü bozmayı ve insan haklarına dayanan demokratik ve laik Cumhuriyeti ortadan kaldırmayı amaçlayan faaliyetler biçiminde kullanılamaz.”

Madde 24: “Kimse, devletin sosyal, ekonomik, siyasi veya hukuki temel düzenini kısmen de olsa, din kurallarına dayandırma veya siyasi veya kişisel çıkar yahut nüfuz sağlama amacıyla her ne suretle olursa olsun, dini veya din duygularını yahut dince kutsal sayılan şeyleri istismar edemez ve kötüye kullanamaz.”

Madde 25: “Herkes, düşünce ve kanaat hürriyetine sahiptir.”

Madde 26: “Herkes, düşünce ve kanaatlerini söz, yazı, resim veya başka yollarla tek başına veya toplu olarak açıklama ve yayma hakkına sahiptir. Bu hürriyet resmi makamların müdahalesi olmaksızın haber veya fikir almak ya da vermek serbestliğini de kapsar.”

10 Aralık ve “10 Aralıkçılık”

Lütfü Kırayoğlu
Elektrik Müh. / İTÜ

İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi’nin 10 Aralık 1948’de yürürlüğe girmesinin üzerinden 73 yıl geçti. Elbette pek çok ülkede yaşayan insanlar için 10 Aralık 1948 Bildirgesi ileri bir adımdı. Ancak insanlık tarihi açısından bakıldığında 10 Aralık 1948 gerçekten ileri bir nokta mıydı? Yoksa bir geri adım mıydı? Cesaretle tartışmak gerekiyor.

Bildirge’nin kabul edildiği tarihte dünyanın pek çok ülkesi için insan hakları mücadelesi açısından ileri bir adım olduğu tartışılamaz. Ancak bu ülkelerde insan haklarının düzeyi, Bildirge’nin yürürlüğe girdiği tarihi bırakın, bugün bile yüzyılların gerisindedir. Sözleşme kâğıt üzerinde kalmıştır. Zaman zaman da bizim ve bizim gibi ülkeler açısından da benzer durumlara düşülmediği söylenemez. Ancak bu gibi ülkelerde insan haklarının bulunduğu düzeyin geriliğinin kaynağı doğrudan doğruya insan hakları mücadelesinin ilk ortaya çıktığı ve adının önüne “çağdaş”, “gelişmiş”, “kalkınmış” gibi sözcükler eklenen emperyalist devletlerdir.

İnsan hakları mücadelesi tarihine baktığımızda, ilk sırada 1215 yılında İngiltere kralına kabul ettirilen Magna Carta adlı sözleşmeyi görürüz. Yine 1776 yılında Amerikan Bağımsızlık Savaşı ile birlikte yayınlanan Amerikan Bağımsızlık Bildirgesini görürüz. Denilebilir ki Amerikan Bağımsızlık Bildirgesi, kimi önemli maddeler açısından 10 Aralık 1948 bildirgesinden daha da ileridedir. Ve tarihin gördüğü en ileri insan hakları belgesi ise 26 Ağustos 1789 tarihli Fransız İnsan ve Yurttaş Hakları Bildirgesidir. En ileri belgedir diyoruz, çünkü bu Belge kanla yazılmıştır. Amerikan Bağımsızlık Bildirgesinde yer alan meşruluğunu yitiren hükümetleri değiştirme hakkı, 1789 Büyük Fransız Devrimi‘nin simgesi olan Bildirge’de daha ileri bir adımla “DİRENME HAKKI” olarak yer almıştır. Direnme Hakkı sonraları unutturulmaya çalışılmış ancak Türkiye’de 1961 özgürlükçü anayasası “Direnme Hakkı’nı” anayasanın Başlangıç bölümüne koymayı başarmıştır.

İnsan hakları mücadelesine (AS: savaşımına) öncülük eden ülkelerden İngiltere, ABD ve Fransa yüz yıllardır bütün dünyaya kan, zulüm ve esaret (AS: tutsaklık) götüren ülkeler olmuşlardır. Bu durum, içinde bulunduğumuz iletişim çağında çok daha çıplak bir gerçek olarak karşımızda durmaktadır. Toprakları üzerinde Güneş Batmayan İmparatorluk adıyla bilinen İngiltere’nin egemen olduğu ülkelerde özgürlük güneşinin doğması hiç kabul edilmemiş, ABD son 75 yıldır bütün dünyayı kana boğmuş, Fransa kara Afrika’nın kara talihi olmuştur. Bu ülke ve benzerleri için ezilen ülkelerde İnsan Hakkı, eğer o ülke yönetimlerinde emperyalizme karşı bir direnç varsa mevcut (AS: varolan) yönetimleri devirmenin aracı olarak gündeme getirilmiştir.

TÜRKİYE’DE İNSAN HAKLARI

Türkiye Cumhuriyeti emperyalizme karşı topyekûn bir mücadele içinde doğmuş ve gelişmiştir ki, bu mücadele içinde yaşama hakkı en temel insan hakkı olarak var olmuştur. Kurtuluştan sonra ise dışarıdan gelen kuşatmalar, yine dış destekli ayaklanma ve darbelerin izin verdiği ölçüde insan hakları gelişebilmiş, ülkemizin verdiği bu kutsal savaşım, öbür ezilen ülkelere de umut ışığı olmuş, bu ülkeler özgürleştikçe insan hakları konusunda da adımlar atmışlardır. Mustafa Kemal Atatürk önderliğindeki Aydınlanma Savaşımında Büyük Fransız Devrimi’nin etkisi her alanda görülür. Bu etkiyi Atatürk’ün sözlerinden olduğu ölçüde, okuduğu kitaplar listesinden de izleyebiliriz. Türkiye Cumhuriyeti’nin özgürlükler yolculuğu 1950-60 yılları arasında diktatörlük hevesleri ile kesilmek istense de 1961 Anayasası ile “Direnme Hakkı” anayasanın giriş bölümüne yazılırken, 10 Aralık 1948 tarihli İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi’ndeki engelin üzerinden atlayarak, 26 Ağustos 1789 tarihli İnsan ve Yurttaş Hakları Bildirgesi ile buluşmuştur.

“10 ARALIKÇILIK”

Büyük Fransız Devriminin İnsan ve Yurttaş Hakları Bildirgesi ile 10 Aralık 1948 tarihli İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi arasında 159 yıllık bir zaman var. 10 Aralık tarihli Bildirgenin zaman olarak daha ileride olması, bu Bildirgenin insanlığın gelişimi açısından daha ileride olduğunu ne yazık ki göstermiyor. 73 yıl önceki Bildirgeyi hazırlayanlar 232 yıl önce kanla yazılan Bildirgedeki ölçüde cesur ve özgürlükçü olamamışlar, insanlara “zulme dur!” diyecek direnme hakkını vermekten korkmuşlardır. O halde şöyle bir saptama yapabiliriz : 232 yıl önceki 1789 Bildirgesi, 73 yıl önceki İnsan Hakları Evrensel Bildirgesinden (İHEB) daha cesur ve daha ileridedir.

Bu saptamadan sonra “10 Aralıkçılık” kavramı ve “10 Aralıkçılar” üzerinde durabiliriz. Türkiye Cumhuriyetini kuran parti içinde son 12 yılda etkin duruma gelen ve “ilerici” olduklarını söyleyenler, 10 Aralık 1948 tarihinden esinlenerek kendilerine “10 Aralıkçılar” adını takmış, ilk zamanlarda Cumhuriyet Halk Partisi’nin kapatılarak müzeye dönüştürülmesini” savunmuşlardır. Ancak, parti içinde üst kademeleri işgal edip giderek etkinlik kazanınca partiyi ele geçirip, Kemalist çizgisinden saptırmayı kendileri ve “etkin güçler” için daha uygun bulmuşlardır.

– Ekmeleddin Vakası
,
– Abdullah Gül’ün Cumhurbaşkanlığı için adının geçebilmesi,
– “Kefere Kemal” diyenlerin kadın kotası ile Genel Başkan Yardımcısı olabilmesi,
– Apo’nun avukatı “TR 705” kodlu şahsın Genel Başkan Yardımcısı olabilmesi,
– “Dersim Katliamı” sözleri,
– Seyit Rıza heykeli önünde milletvekili nöbeti ve son olarak
– “Helalleşme” adıyla partinin geçmişinden hesap sorma hareketi

hep “10 Aralıkçılar” marifetiyle olmuştur.

Bugün büyük bir özgüvenle kendilerine “10 Aralıkçı” diyenler 10 Aralık 1948 ile 26 Ağustos 1789 arasındaki farkı bilemeyecek ölçüde cahil mi? Bir bölümünün adları önünde kocaman Prof. unvanı (AS: sanı) taşıyanların bu denli cahil oldukları düşünülemez. Pekalâ kendilerine “1919’cular”, “1923’cüler” ya da İnsan ve Yurttaş Hakları Bildirgesinin tarihi ile Büyük Taarruz’un tarihini birleştirerek “26 Ağustoscular” da diyebilirlerdi. Ama diyemezler, çünkü Mustafa Kemal deyip Atatürk diyemeyenlerden başka bir şey beklenemez. Kendilerine “10 Aralıkçı” adını verenler, bilinçli bir tercihle CHP içinde kendilerini daha gerici bir yerde konumlandırmaktadırlar.

Türkiye Cumhuriyetine ve Mustafa Kemal Atatürk’e karşı olanların başından beri Atatürk adına, hatta Mustafa Kemal adına karşı olduklarını biliyoruz. Bunlar arasında çok “cesurları” pervasızca “keşke Yunan kazansaydı” diyebilmekte, bir kesimi ise Ulusal Kurtuluş Savaşına karşı tutum alamadıkları için Mustafa Kemal Paşa demekten öteye gidememekteydi. Son yıllarda başları sıkışınca Atatürk demeye başlayabildiler. Ne acıdır ki Atatürk’ün partisi içinde mevzilenmiş “10 Aralıkçı” kafalar yeminli Atatürk düşmanlarından da daha geri bir noktaya gittiler. “10 Aralık” kavramının ilericilik görüntüsü altında yatan tutuculukla birleşerek Atatürk’ün partisinin Atatürk’ün partisi olarak kalmasını isteyenlerin direnme hakkını yok ederek partiyi “ulusalcılardan” temizlemekle öğündüler.

Çabaları boşunadır. Kemalizm’in devrimci düşünceleri er ya da geç Mustafa Kemal Atatürk’ün Partisini yeniden Atatürk’ün devrimci partisi yapacaktır. 26 Ağustos, “10 Aralıkçıları” yenecektir.
====================

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Nas saçmalığı

Cumhuriyet, 29.11.2021

 

AKP Genel Başkanı ve “Cumhurbaşkanı” Recep Tayyip Erdoğan’ın, faizlerin yükseltilmeyeceğini açıklarken bunu dini bir söyleme dayandırması, “nas” olarak da adlandırılan mutlak dini bir hükümden söz etmesi, anayasadaki laiklik ilkesinin ihlalidir.

  • Anayasanın 24. maddesinde “Kimse, devletin sosyal, ekonomik, siyasi veya hukuki temel düzenini kısmen de olsa, din kurallarına dayandırma veya siyasi veya kişisel çıkar yahut nüfuz sağlama amacıyla, her ne suretle olursa olsun, dini veya din duygularını yahut dince kutsal sayılan şeyleri, istismar edemez ve kötüye kullanamaz.” ifadesi yer alır.
Erdoğan, faiz kararını gerekçelendirirken din kurallarına ve Kuran’a göre bir karar aldığını ilan etmiştir!

***
Türkiye’de yaşanan ekonomik sorunların bir nedeni de AKP hükümetinin teokrasi ve monarşi sevdasıdır.

Türkiye, siyasetin ekonomiyi belirlediği bir aşamadadır. Yasama, Yürütme, Yargı arasındaki güçler ayrılığı, düşünce, ifade, yayın, örgütlenme özgürlüğü ve laiklik yeniden
tahsis edilmeden, ekonomik krizin sona ermesi olanaksızdır.

Türkiye’nin genel ekonomik ve sosyal adalet sorununun çözülmesi için bunlardan fazlasının yapılması gerekse de, mevcut ekonomik krizin içinden çıkılması için alınması gereken asgari önlem budur.

  • Şeriatçılık, köktendincilik, İslamcılık, dincilik demokratik ortamı zehirlediği gibi; demokrasinin yerine teokrasiyi getirdiği gibi, ekonomik çöküşü de beraberinde getirmektedir.

Merkez Bankası başkanının veya ekonomiden sorumlu bakanların değişip değişmemesi hiçbir anlam ifade etmemektedir. Türkiye’de teokratik bir monarşi kurmak isteyen Erdoğan’ın kişisel iktidarı sona ermeden, Türkiye’nin ekonomik krizden kurtulması olanaksızdır. Mutlak olan bir hüküm varsa o da bu hükümdür.

Çünkü bu, dinlerin değil, siyaset biliminin ve Türkiye’nin ekonomik ve siyasi gerçekliklerinin zorunlu kıldığı bir durumdur.

  • Dinlerin buyurduğu hiçbir şey mutlak değildir; aksine tartışmalı, öznel ve kişiseldir.

Tartışmalı, öznel ve kişisel bir inancın anayasaya aykırı bir biçimde toplumun, siyasetin, ekonominin tamamına dayatılması durumunda, siyasi ve ekonomik bir krizin çıkması kaçınılmazdır. Tarihte bunun aksini kanıtlayan hiçbir örnek bulunmamaktadır.
***
Öte yanda Türkiye’nin ekonomik sorunlarının çözülmesini tek başına faizlerin inip çıkmasına bağlamak da büyük bir hatadır. Tarım, sanayi, teknoloji alanlarında üretimin yapılmadığı bir ortamda cari açık da kapatılamaz, enflasyon da indirilemez, büyüme hızı da artmaz, dış ve iç borçlanma da sona ermez, Türk Lirası da değer kazanmaz.

Üretmeyen bir ülke yurtdışına ihracat yapamayacağı gibi, yurtiçinde gerçek ve somut karşılığı olan bir ekonomiyi de yaratamaz. Üretimin olmadığı bir ülkedeki parasal akış ve alışveriş, hizmet sektörü dışarda tutulacak olursa, kredi borçlanmasına ve/veya karaparaya dayanır.

Öte yanda 80 (AS: 85 + 5!)  milyonluk bir ülkenin yalnızca turizm ve bankacılık gibi hizmet sektörünün unsurlarıyla ayakta kalması olanaklı değildir. Türkiye’nin tarım, sanayi ve teknoloji alanındaki yatırım ve üretim sorununu çözmesi, ekonomik kalkınma için zorunludur.

Bu bağlamda hem kamu sektörüne hem de özel sektöre büyük sorumluluk düşmektedir. Ancak devletin bu yaşamsal sorunu salt özel sektörün tercihine bırakmaması, kamucu ve devletçi bir anlayışla, 1920’lerde ve 1930’larda olduğu gibi, buna öncülük etmesi gerekmektedir.
***
Şu anda devletin kaynakları büyük ölçüde tüketildiği için, bunu sağlamak ancak bütçe giderlerindeki öncelikleri değiştirmekle olanaklıdır. Yolsuzlukların önlenmesiyle bu kaynak tek başına sağlanamaz.

Sağlık ve eğitim bütçeleri hariç (AS dışarıda) tutularak devletin tüm kurumlarının bütçeleri bu doğrultuda yeniden tasarlanmalıdır, % 50’lere dek varan kısıntılara gidilerek tarım, sanayi ve teknoloji üretimine yönelik yatırımlar gerçekleştirilmelidir.

  • Ancak öncelikle, en kısa sürede erken seçime gidilmelidir!

Hükümetsiz ve kabinesiz bütçe

2017 Anayasa değişikliği, demokrasinin olmazsa olmazlarını kaldırmakla yetinmedi:

•Devlet ve hükümet,
•Siyaset ve idare,
•Devlet yönetimi ve siyasal partiler arasındaki ayrım çizgilerini de sildi.

Kişi + parti + devlet birleşmesi, devlet kurumlarının işleyiş ve ilişkilerinde asgari dayanışma ve eşgüdümü yok etti.

Ne var ki, Saray güdümündeki 27. Dönem Yasama Meclisi, demokratik hukuk devletinin asgari gereklerini yansıtan Anayasa değişikliği bir yana, bunu tartışma zemininden bile uzak.

Bu nedenle anayasa gündemi, 2022 Bütçe görüşmelerinin bir kez daha gözler önüne serdiği, kamu yönetimindeki büyük kırılma ve dağınıklıkları örtme çıkışı olarak da görülebilir.

DEREBEYLİK VE DÜKALIK

Bakanların bütçe sunuşları, yapılan eleştiriler ve yanıtsız kalan sorular, şu gerçeği bir kez daha sergiledi: Bir yandan, -derebeylik görüntüsü veren- bakanlıklar arasında dayanışma ve eşgüdüm yokluğu; öte yandan, bakanlıklar ve Saray arasındaki kopukluk.

Başka bir deyişle, bütün siyasal, idari, akçasal ve çevresel- ülkesel yetkiler bir kişide toplanırken, o kişinin en yakınındaki birimler darmadağınık.

Bakanlar ve bakanlıkların birbirinden kopuk olması, kuşkusuz hükümet yokluğundan.

  • Gerçekte, ne bakanlar kurulu ve kabine, ne de siyasal karar düzeneği var.

Bakanların söylem ortaklığı, konuşmalarında Anayasa ve hukuku değil, referans olarak Parti Genel Başkanı ve Cumhurbaşkanını almaları.

CB Yardımcısının temsil ettiği Saray ise, bakanlıkların üstünde ayrı bir birim ve adeta bir dükalık görüntüsü vermekte.

Saraylılar ve Bakanlar arasındaki söylem ve tutum ortaklığı ise, şefe referans ve itaat.

İDARE DEĞİL, SİYASET

Yürütme yetkisi Cumhurbaşkanına ait” hükmü gereği Anayasa, siyaset yapma yetkisini CB’ye özgüleyerek bakanlıkları idari birimlere dönüştürdü.

Ne var ki uygulama, tam tersi yönde: CB, Yürütme ile yetinmeksizin, kamu yönetimi bütününün sicil amirliğini de üstlendi; dahası, hiyerarşik bakımdan en alt kademedeki bakanlık yöneticilerini bile bizzat atamakta!

Buna karşılık, kendi birim yöneticilerini bile atayamayan bakanlar, Anayasa md.104 açık hükmü ve CBK-1 ile siyasetin, CB başkanlığındaki politika kurulları yoluyla “Saray’a hapsedilmiş” olduğu gerçeğinden kopuk. Bu nedenle, özellikle muhalefete karşı birer siyasal aktör olarak yarışıyorlar. Bu konuda öncülüğü İçişleri Bakanı S. Soylu yapmaya çalışsa da; örneğin, görev süresi 19 haftayı bile bulmayan MEB, konuşmalarını, “19 yıllık AKP iktidarı” bütününü kucaklayacak biçimde yapmakta sakınca görmüyor.

SADAKAT VE DALKAVUKLUK

Bakanlar ve Saray temsilcileri için ortak söylem, lidere sadakat ile sınırlı değil; muhalefet partilerine saldırıda cephe genişlemesi var. Şöyle ki; CHP-HDP-İYİ Parti bütçe eleştirilerine, Bakanlardan önce, AKP-MHP vekilleri, 19 yıllık “altın çağ” (!) övgüsü ve “vatan-millet bekası”! adına yanıt yarışına giriyorlar.

Böylece, Cumhur İttifakı vekilleri, kendilerinden hesap soramadıkları bakanlar üzerinden, muhalefete -eleştirileri nedeniyle- saldırıya geçiyorlar.

Özetle; derebeylikler ve dükalık, kendilerine hesap vermedikleri vekillerle krala sadakat ve dalkavuklukta yarışabiliyorlar.

Sadakat görüntüsü altında dalkavukluk, demokratik siyaset alanını daraltmak ve demokratik toplumu bastırmak için MGK sopasını OHAL sonrası dönemde bile kullanmaya kalkışan çok unvanlı kişiyi kurtaramaz; ama ülkenin geleceğini karartır. Bu nedenle, 6 Aralıkta Genel Kurul’da devam edilecek olan bütçe görüşmeleri, demokratik muhalefet için de bir sınav niteliği taşımakta.

KOVİT-19 SALGININDA “YENİ ve EŞİ GÖRÜLMEMİŞ VARYANT” OMICRON

KOVİT-19 SALGININDA
“YENİ ve EŞİ GÖRÜLMEMİŞ VARYANT” OMICRON

Prof. Dr. Ahmet SALTIK MD, MSc, BSc
Atılım Üniv. Tıp Fak. Halk Sağlığı Anabilim Dalı
Sağlık Hukuku Uzmanı, Siyaset Bilimci (Mülkiye)
ADD Bilim Kurulu 2. Başkanı
www.ahmetsaltik.net profsaltik@gmail.com
facebook.com/profsaltik twitter : @profsaltik

Bilindiği gibi 09 Kasım 2021 günü Güney Afrika’dan DSÖ’ye (Dünya Sağlık Örgütü) yeni bir varyant bildirildi. DSÖ bu son varyanta OMICRON adını verdi ve yayılma yeteneğinin “yüksek” olduğunu bildirdi. Başlıkta yer verdiğimiz şu betimlemeyi de ekledi.

• EŞİ GÖRÜLMEMİŞ BİR MUTASYON…

Salt dikensi çıkıntı proteininde (Spike protein) 35 dolayında mutasyon var virüsün RNA’sında.
SARS-Cov-2 adı verilen Covid-19 hastalığı etkeni virüsün kendisi de bir mutasyon ürünü idi.
Pangolin ve yarasalar arasında bulaşın (enfeksiyonun) geçişi sırasında SarsCov-2 adı verilen
mutasyon ürünü virüs oluştu ve bir “çevresel zoonotik” hastalık olarak küresel – kıtalararası salgına (pandemiye) neden oldu (2020 yılı başı).

SARS-Cov-2 adlı Covid-19 etkeni virüs, 2020’nin ilk günlerinde bu adı aldıktan sonra, aradan geçen yaklaşık 2 yılda çok sayıda mutasyon geçirdi. Bunlardan salgın açısından önemli olanlar “varyant” (VoC) olarak adlandırıldı ve DSÖ’nce Grek (Yunan) abecesinden (alfabesinden) harflerle ad verildi. İlki “α varyantı” olarak tanıtıldı, Güney Afrika kökenliydi ve İngiltere’de yakalandı. Sonki gene olasılıkla G. Afrika kaynaklı ve bu ülkece 9 Kasım 2021 günü DSÖ’ne duyuruldu.

Son verilerle Kovit-19 salgını nedenli küresel ölüm sayısı 5,270,472; olgu (vaka, hasta) sayısı ise 266,101,055 (05.12.2021). Türkiye’de “resmi” ölüm sayısı 77,830 ve olgu sayısı
8,901,117. Bunlar elbette “resmi” ya da yakalanabilen ve kayda alınabilen / alınan sayılar,
buzdağının ucu. DSÖ’nün uyarılarına göre gerçek sayılar, açıklananların 3 – 3,5 katı dolayında.
***
Mutasyon, bulaş nedeniyle olmakta. Bir insandan bir başka insana bulaş gerçekleşmedikçe
virüs çoğalma davranışı sergileyemediğinden, bu sırada, kendisini klonlarken (replication) yaptığı hatalara bağlı mutasyon da söz konusu değil. RNA’sını kopyalayarak çoğalırken, 36 bin dolayındaki bazdan (nükleotid) birinde ya da birkaçında sıralama hatası (sequencing error) olabiliyor. Bu biyolojik olgu “mutasyon” adını alıyor.

Mutasyon biyolojik bir süreç ve sürekli. Tüm canlılarda beli olasılıklarla (genellikle E-05) gerçekleşmekte. Örn. grip virüslerinin RNA’sı her yıl %7 gibi yüksek bir oranda mutasyona uğramakta ve bu yüzden grip aşıları her yıl güncellenmek zorunda.

Mutasyon, -virüsler dahil- canlıların yaşamda kalma ve uyum sağlama çabalarının ürünü.
Olumlu yönde mutasyonlar canlının değişen yaşam – çevre koşullarına uyumunu ve sağkalımını
(survival) sağlarken, tersi yönde mutasyonlar ise doğal ayıklanma (natural selection) sonucu ile
yaşamdan dışlanma (ölüm!) anlamına geliyor.

Son 2 yılda, SARS-Cov-2 virüsünde (Koronavirüs) gözlemlenen kayda değer (variant of concern, VoC) mutasyon sayısı 10’u aştı.

  • OMICRON varyantı, DSÖ’ne göre “ENDİŞE VERİCİ, EŞİ GÖRÜLMEMİŞ BİR MUTASYON” varyantıdır.

Virüsün insan hücresine girişte kullandığı dikensi çıkıntıda (Spike) yer alan proteinlerin
mutasyon sonucu değişimi, hücrelerimizin bu virüsle daha önce karşılaşmış bile olsa onu
tanıyamaması riski doğuruyor. Bunun uygulamada karşılığı, AŞIDAN KAÇMA ve YENİDEN BULAŞ (re-enfeksiyon)!

Sağlık Bakanı Dr. Koca ülkemizde henüz OMICRON varyantına rastlanmadığını belirtmekte ancak ne oranda gen dizilim incelemesi (sequence analyse) yapıldığı açıklanmıyor. İngiltere’de her hafta pozitif PCR testi sonuçlarının yaklaşık %20’si, ki bu 60 bin dolayında olguya (vakaya) karşılık geliyor, gen dizilimi incelemesine alınıyor. Dolayısıyla varyantları erken yakalama olanağı oluyor.

ABD’de geliştirilen ve FDA’dan, ivedi kullanım onayına ek olarak tam ruhsat (Lisans) da alan
Moderna ve Alman-ABD ortak ürünü BioNTech&Pfizer firmaları, OMICRON’un aşılardan kaçması ve bu aşıların güncellenerek son varyanta karşı da koruyucu / etkili olması için sırasıyla 6 hafta ve 100 (yüz) gün gerekebileceğini açıkladılar. Henüz tam bilinmemekle birlikte,

  • OMICRON varyantı aşılardan kaçabilir ve bu olumsuz senaryoda tüm küresel toplum, iyimserlikle, 3 aya dek uzanan bir süre tümüyle korunmasız kalabilir!

Bu, KARANLIK BİR PENCERE DÖNEMİ‘dir ve ürkü (panik) göstermeden Küresel ölçekte hazırlıklı olmayı gerektirir. Çok ciddi bir durum.. 2 yıl boyunca “virüs yaşamımızdan çekip gitmedi”.. Tersine yönde mutasyonlarla varlığını sürdürdü ve salgın savaşımımızı epey güçleştirdi. Henüz bilgilerimiz çok sınırlı. Klinik gidişin örneğin Delta varyanta göre daha hafif olabileceği ancak %40 dolayında daha bulaştırıcı olduğu ön veriler içinde. Daha çok bulaştırıcılık yüzünden, daha hafif klinik tablo yaratsa bile, ölüm sayısında azalma değil tersini beklemek gerek.

En kötü senaryo olarak Aşılardan kaçma durumunda bir karabasan tablosu bekliyor dünyayı.
Moderna 6 hafta, BioNTech&Pfizer ise en az yüz gün gerekeceğini açıkladı aşıların güncellenmesi için. Bu süre bir “karanlık pencere” dönemi oluşturabilir Küresel toplum için. Güncellenme başarılı olsa bile, bu “yeni” aşılarla dünya nüfusunu “sil baştan” aşılamak gerekecek. Çok büyük bir sorunsal..

8 Aralık 2020’den bu yana İngiltere’de başlanan aşılama süreci, 1. yılı bitirdiğinde adeta bir
düşkırıklığı ile yüz yüzeyiz. Temel neden ise tüm Küre nüfusunu bir seferberlik bilinci ile 2-3 ay
içinde AŞILAYAMAMIŞ olmamız. Bunda da hem AŞIYA ERİŞİM HAKKI hem de AŞI KARŞITLIĞI belirleyici rol oynadı. Her 2 sorunun da hızla aşılması gerek ve bu olanaklı.

Küresel aşı adaletsizliği sürüyor.. 8,14 milyar doz aşı yapıldı 1 yılda, Dünya nüfusu 7.9
milyar iken. Ama yoksul ülkelerde en az 1 doz aşılanabilen nüfus hala %6,2!

Neo-liberal yabanıl kapitalizmin utancı!

• Küresel salgın karşısında adeta DENETİMLİ BİR DEHŞET SENARYOSU izleniyor!!??

Dünya nüfusunun %54,9’u en az 1 doz aşılandı ve her gün ortalama 34,41 milyon doz aşı yapılıyor. Ama Kara Kıta Afrika’da aşılanma %5 dolayında. Bardağın boş tarafından bakıldıkta, 1,2 milyar nüfusun %95’inin Kovit-19 aşılarına erişemediği görülüyor hazin biçimde.

Küresel toplumun ağır sınavı sürüyor, özellikle Küresel efendilerin, neo-liberal vahşetin
baronlarının! Salgınla tehlikeli flörtü / valsi / kumarı bir yana bırakıp; BM (Birleşmiş Milletler)
öncülüğünde bir seferberlik kaçınılmaz.. Aşı adaletini sağlayarak, patent vb. akçalı (mali) engelleri aşarak, yoksul ülkelerin borçlarını erteleyip – öteleyerek, hafifleterek, silerek..

• 5 yaş üstünde tüm dünyalıları ETKİN / GÜVENLİ aşılarla 2-3 ay içinde aşılamak…
• Maliyet 1 doz aşı 10 $ alınırsa, 7 milyar 5+ yaş nüfus için 70 milyar $; 2 doz için 140 Bn $!

Asla kaldırılamayacak bir tutar değil. Toplam Küresel gelir 2020’de yaklaşık 80 Tr $. Tüm
Dünyalılara 2 doz aşı bedelini lojistik vb. hizmet giderlerini de katarak 200 Bn $ dersek,
2020 toplam Dünya gelirinin 1/400’ü! Bu yapılmadığında tablo çok yönlü çok ağırlaşıyor ve
İPLERİ ELDEN KAÇIRMA RİSKİ de var!

Aşı karşıtlarının akıl – bilim dışı savlarına teslim olamayız!

• 2-3 haftalık eş zamanlı KÜRESEL KAPANMAYI (global lockdown) gündeme ciddiyetle almak..

Bu arada, klasik korunma önlemlerini özenle sürdürmek her zamankinden daha gerekli :

✓ Uygun / standart maske ve dezenfektanlar; mutlaka sıkı nitelik (kalite) denetimleri
yapılarak,
✓ 1,5 – 2 m fiziksel korunma uzaklığı,
✓ başta el olmak üzere genel hijyen,
✓ kalabalıklardan – sosyalleşmeden olabildiğince kaçınma,
✓ kapalı alanlarda olabildiğince kısa süre kalma ve buraları kışın da etkin havalandırma..
✓ zorunlu olmayan gezi vb. eylemleri erteleyip – öteleme,
✓ toplumsal hareketliliği sınırlama
✓ Devletin sosyal destek programlarını sürdürmesi, eğitimi ve yasal yaptırımları uygulaması..

Örneğin 1593 s. Umumi Hıfzıssıhha Yasası’nın 94. maddesi çok net yaptırım tanımlamakta : Yinelenen aşılarını belgeleyemeyenler kamu ve özelde, büyük çiftliklerde işe alınmaz ve okullara sokulmazlar..

• Aşı karşıtlığı engelinin üzerine kararlılıkla gidilerek YAŞAM HAKKININ KORUNMASI…

“Türkiye’nin perişan halleri” aşağıda..


4-5 aydır her gün 20 -30 bin yeni hasta ve 200-300 arasında “resmi” ölüm!!..
Bu kıyımdır ve sürdürülemez, sürdürülmemelidir; daha iyi veriler olanaklıdır.
Türkiye’de salgın “öksüz” bırakılmıştır ve

• AKP iktidarı çok sayıda önlenebilecek hastalık ve ölümden, masum insanların
sağlıklı yaşam hakkından doğrudan sorumludur tarih önünde ve yargılanacaktır.

===================================================
https://www.birgun.net/haber/omicron-la-en-basa-donebiliriz-368375 07.12.2021

ADD web sitesi : chrome-extension://efaidnbmnnnibpcajpcglclefindmkaj/viewer.html?pdfurl=https%3A%2F %2F www.add.org.tr%2Fwp-content%2Fuploads%2F2021%2F12 %2FKOVIT-19SALGININDA-YENI-ve-ESI-GORULMEMIS-VARYANT-OMICRON.pdf&clen= 333975&chunk=true

Covid-19’dan ölen 250 bin kişinin yarısı kurtarılabilirdi | FORUM HAFTA SONU (5 ARALIK 2021) – YouTube

TELE1 TV Konuşmamız – 05 Aralık 2021

 

Şeriat rüyası ve iki ensar 

Gani AŞIK
E. CHP KAYSERİ MİLLETVEKİLİ / MÜFTÜ
Cumhuriyet, 06 Aralık 2021

İlk insanları tutsak alan kar, şelaleler gibi yağmur, ürperten gök gürültüsü, vahşi doğa, yırtıcı hayvan dehşeti, onları sığınıp korunabileceği bir üstün kudrete yöneltmiştir. Dinler ulviyet, ruhaniyet ve kutsiyeti açılarından insanlığın vazgeçilmezi olmakla birlikte, evrenin şayanı hayret yasaları, sürekli genişlemesi ve büyüklüğüne oranla toplu iğne başı bile sayılmayan dünyamızda, insanoğlunun nice kanlı kavgalardan sonra ulaştığı uygarlık düzeyini dinlere değil, müspet ilme borçlu olması, Kuran’la çelişmez. Çünkü Kuran’da akıl sözcüğü “aklınızı doğru kullanın” anlamında 49 yerde geçer. O nedenle, halkın neredeyse tümüne yakınının hak edilmiş bir minnet duyduğu Atatürk’e olan kinleri,

  • Siyasal İslamcıların haram zengini ama akıl yoksulu olduğunu gösterir.

Mustafa Kemal, Milli Mücadele boyunca cephe teftişlerinde asker hafızlara okuttuğu Kuran’ın kendine özgü şiirselliği ve ruhunun derinliğinde hissettiği ilahi musiki ile kurtuluşa olan inancını tahkim etmiş, Cumhuriyeti temellendirirken de İslam’ın iman ve ibadet hükümlerine sadık kalmış,

“muamelat”ı ise bilime açarak uygarlaşmanın önündeki skolastik engelleri tasfiye etmiştir.

Bu müthiş hamle, İslam dünyasında benzeri olmayan bir “Türk devrimi”dir.

  • Atatürk’ün, devletin bekasına engel gördüğü, Osmanlı’nın da yıkılış sebeplerinden olan skolastizmin üretim merkezi tarikatlar, içinde bulunduğumuz süreçte devlete el koymuş durumda.
  • Bu topraklarda kökü 150 yıl gerilere uzanan, uygarlıkla kavgalı hareketin günümüzdeki organize gücü Adalet ve Kalkınma Partisi (AKP), öncü aktörleri ve bürokratları ile bizatihi tarikattır.

İSİMLER TUZAKTIR      

Köye vaaz için gönüllü gelen hoca “Sarığın neden görkemli?” sorusuna “bulgura tuzak” karşılığı vermiş.

Adaleti yağlı sicimle boğan ve halkı yoksulluğun ateşine atan iktidarın ismi de uygulamalarına temelden ters olduğu için bir tuzaktır.

Amacı cehaleti yaymak olan kuruluşun adı, İlim Yayma Cemiyeti’dir.

Aynı amaçla pek çok dernek ve vakıf kuruldu. En ünlüleri “evladım devleti”nin kanatları altındaki TÜRGEV, TÜGVA ve ENSAR’dır.

Belediyenin el değiştirmesi ile ortaya çıktı ki İstanbul’u yıllar yılı söğüşlemişler.

Ekrem İmamoğlu’na duyulan husumetin bir sebebi de bu hortumun kesilmesidir.

Siyasal İslamcılar, halkın kutsallarını çağrıştıracak simgelere sarılırlar.

Hz. Muhammed’in Mekke’den Medine’ye hicretinde onu ve Muhacir arkadaşlarını (Eshab) bağrına basan Medine yerlilerine “yardımsever” anlamında ENSAR denilir. O Ensar kendi malından veriyordu, bu Ensar halkın malından alıyor. O Ensar hurma bahçelerinin mülkiyetini Muhacirler ile paylaşmak bile istedi, Hz. Muhammed, “bu doğru olmaz, bahçelerinizde çalışıp üründen pay alsınlar” diyerek başkasının mülküne çökmeye izin vermedi.

U dönüşlerinin dünya şampiyonu AKP Genel Başkanı Erdoğan, Atatürk ve Cumhuriyet karşıtlığında 40 yıl önce hangi noktada ise bugün de orada.

Siyasal İslamın dünya ölçeğinde fiyasko ile sonuçlandığını hiç önemsemeden Türkiye’yi orta çağın zifiri karanlığına sürükleme “davası”nda olağanüstü tutarlı. Anıtkabir defterine “Atatürk’ün çağdaş hedef ve ideallerine bağlılık”  vurgusu yapmasının üzerinden henüz bir ay bile geçmeden, okulöncesi eğitime din eğitiminin de eklenmesi önerisi Milli Eğitim Şûrası’nda kabul edildi.

HEDEF BELLİ

Eğitimci, psikolog ve pedagogların bilimsel bulmamalarının, sabi sübyan durumundaki bu yavruların dikkat, bellek ve zihinsel yetileri yönünden de uygunsuzluğunun hiç önemi yoktur. Amaç, Ali Erbaş’ın beklentilerini de karşılayacak, “dindar nesil” kisvesine büründürülmüş, şeriata militan yetiştirme projesini kotarmak.

Dini oy avcılığına, ekranları göz bayıcılığına çevirme becerileri dahil, iktidarın yalan ve desise stokları eridi.

Bir kaşık sıcak çorba özlemi çeken halk, devletle birlikte kendisinin de ne yaman soyulduğunun öfkesini yaşıyor.

OKUL ÖNCESİ EĞİTİMDE ÇOCUKLARA DİN EĞİTİMİ VERİLMESİ

logo ata

BASIN ve KAMUOYUNA

Adında hâlâ MİLLİ ve EĞİTİM sözcüklerini barındıran, katılımcıları değiştirilmiş, yöntem ve gelenekleri tarumar edilmiş, tümüyle mevcut iktidar anlayışının yandaşlarından oluşturulmuş bir grup “eğitimci” nin katılımı ile toplanan 20. Milli Eğitim Şurası’nda OY ÇOKLUĞU ile “OKUL ÖNCESİ EĞİTİMDE ÇOCUKLARA DİN EĞİTİMİ VERİLMESİ” öneri kararı alındığını basından öğrendik.

Bu ÖNERİ KARARI “çocuğun üstün yararı” ilkesine ve pedagoji bilimine aykırı, çağ ve akıl dışı bir karardır.

Böyle bir kararın uygulanması okul öncesi eğitim çağındaki çocuklarımızın ruh ve akıl sağlıkları için ciddi bir tehdit olacaktır.

Eğitimin bilimsellikten uzaklaştırılıp dinselleştirilmesi, ilk öğretimde 4+4+4 sitemi ile yaratılan olumsuzluklar, 8 kez değişen Milli Eğitim Bakanlarının her birinin yap boz denemeleri, okullarda din ve ahlâk bilgisi derslerinin kimi tarikat ve cemaatlerle verilmesi, Bakanlığın kimi şaibeli ve Laik Cumhuriyet karşıtı vakıflarla imzaladığı protokoller, hukuken tartışmalı ZORUNLU DİN DERSİ uygulaması ve nihayet DİNDAR VE KİNDAR NESİLLER YETİŞTİRME çabalarının eğitimde nasıl bir felakete yol açtığı ortada iken;

Bir de Milli Eğitim Şuralarının tarihsel ve bilimsel önem ve değerine uymayan bu çağ dışı kararın alınabilmiş olması gerçekten esef vericidir.

Atatürkçü Düşünce Derneği bu kararı kabul etmemekte;

büyük Atatürk’ün gösterdiği “Muasır medeniyet seviyesini aşma” hedefine ancak LAİK, BİLİMSEL, ÇAĞDAŞ ve ÜCRETSİZ EĞİTİM ile ulaşılabileceği gerçeğini Milli Eğitim Bakanlığına hatırlatmayı görev saymakta ve bu öneri kararının asla uygulanmayacağını duymayı beklemektedir.

Kamuoyuna saygı ile duyururuz. 06 Aralık 2021

ATATÜRKÇÜ DÜŞÜNCE DERNEĞİ
GENEL MERKEZİ
============================

Dostlar,

ADD Genel Merkezince yapılan açıklamaya ve yüksek sesle karşı çıkışa tümüyle katılıyoruz.
Seçenek olarak

İKİNCİ YÜZYILDA EĞİTİM HAKKI ÇALIŞTAYI KISA SONUÇ BİLDİRGESİ

temel alınmalıdır (http://ahmetsaltik.net/2021/12/03/ikinci-yuzyilda-egitim-hakki-calistayi-kisa-sonuc-bildirgesi/)

  • “Zorunlu din dersi” insan haklarına açıkça ve tartışmasız biçimde aykırıdır.

AİHM’nin bu bağlamda Türkiye’den yapılan başvurulara verdiği kararlar eldedir.
Hele Türkiye’de olduğu gibi salt İslam dininin “Hanefi” Sünni mezhebinin üstelik gerçek köklerinden kopmuş / yerli – yabancı siyasal İslamcılarca elbirliğiyle koparılmış içeriğinin “Din ve Ahlak Bilgisi” adı altında yıllardır dayatılması asla kabul edilemez!
Bu, açıkça din faşizmidir ve ibret verici olan; Yeşil Kuşak Öğretisi (doktrini) ile 1968’lerde siyasallaştırılarak Batı Emperyalimiznin güdümüne sokulan çarpık, “
sözde din” eğitimidir.

Küçük, çok küçük yaşlarda, dehşet verici biçimde okul öncesi çağda “din eğitimi” diye bir bilimsel olgu, eylem yok – tur!

Hedeflenen, içerik olarak bir an için uygun olsa bile, körpe beyinleri bütünü ile korkuya dayalı koşullandırma ve bilinç altına yönelik beyin yıkama operasyonudur ve iç – dış kurguludur. Bu yaşlardaki çocukların mental sağlığı için son derece sakıncalı hatta tehlikelidir. Çünkü Din ve bağlantılı kavramlar büyük ölçüde soyut temelli olup, okul öncesi çocukların soyutlama yeteneği gelişmemiştir. Bu yetenek ergenlikle, 16 yaşlarında kazanılmaktadır ve din kültürü ve ahlak bilgisi eğitimi anababanın izniyle bilimsel – yansız, pedagojik ilkelerle sıkı sıkıya uyumlu olarak verilebilir.

BM Çocuk Hakları Sözleşmesi ve 5395 s. Çocuk Koruma Yasası “her durumda çocuğun en üstün yararı” nı temel bir ilke olarak benimsemiştir (m. 4, 41/A,B,C, H).

  • Milli Eğitim (!?) Şurasında alınan bu “öneri kararı” akla – bilime ve hukuka aykırıdır.
  • Uygulanmaya konması durumunda yargıya taşınmalıdır. (Henüz hazırlık işlemi aşamasında)

BM Çocuk Hakları Sözleşmesi, Anayasa’nın 90/5 maddesi uyarınca bağlayıcıdır, yasa hükmündedir ve Anayasaya aykırılığının ileri sürülmesi olanaksızdır (4058 s.onay yasası, 1994). Temel hak ve özgürlükler bağlamında olduğundan, iç hukukta yasalarla çelişmesi durumunda üstün norm olarak uygulanacaktır yine aynı Anayasa maddesi uyarınca.

AKP iktidarı, AİHM’nin bu kapsamda bağlayıcı kararlarına (AİHS m. 46) uymadığı gibi, Anayasayı da açıkça çiğnemektedir. Anayasa md. 2, 24, 42, 90 ve 174 apaçık çiğnenen maddelerdir ve Türk Ceza Yasası’nın 309. maddedsinde düzenlenen Anayasayı çiğneme (ihlal) suçu oluşturmaktadır. Son MEB Şurasında böylesi bir kararı öneri olarak alanlar bile suç işlemişlerdir ve haklarında suç duyurusunda bulunulmalıdır. Ankara Cumhuriyet Başsavcılığının kendiliğinden harekete geçmesi beklenir.

  • Ne var ki, AKP iktidarında Türkiye hızla, açık bir dinci faşizme kurgulu olarak sürüklenmektedir.

Sonuç olarak;

Bu akıl, bilim ve çağdışı ilkel, dinci politikalar ve eylemli dayatmalar; AKP iktidarının siyasal, demokratik, hukuksal, anayasal ve insan hakları temelli meşruluğunu giderek yitirmesi demektir!

Sevgi, saygı ve DERİN KAYGI ile.
06 Aralık 2021, Ankara


Prof. Dr. Ahmet SALTIK MD, MSc, BSc
Halk Sağlığı Uzmanı – Hekim
Sağlık Hukuku Uzmanı, Siyaset Bilimi – Kamu Yönetim (Mülkiye)
www.ahmetsaltik.net         profsaltik@gmail.com
facebook.com/profsaltik    twitter : @profsaltik     

 

 

 

 

Türkiye’nin yarınını neler belirleyecek…

Erol ManisalıErol Manisalı
erolmanisa@yahoo.com
Cumhuriyet 30.11.21

– İktisadi ve siyasi olarak Türkiye “olağanüstü” sorunlarla karşı karşıya.
– Büyük krizden çıkmak için siyasi ve iktisadi olarak “yapılması gerekenler” bellidir. Ülkede %70’lik toplumsal destek (ve istekli) gerekenler ana hatları ile ortaya konmuştur. Sorunların hangi yollarla (ve araçlarla) çözüleceği konusunda % 70’in temsilcileri, “asgari müştereklerde”, temel noktalarda, ortak bir görüşte şimdilik “fikren” de olsa birleşmişlerdir.
– Öte yandan, çözüm için gereken araçları ve değişiklikleri kabul etmeyen iktidar ortakları da bellidir: Bir yanda krizden kurtuluş için gereken önlemler belli iken öte yanda bunların yapılmasının yolunu kesenler de bellidir.
– Yarın nasıl bir Türkiye olacağını, bugün ülkede “mevcut olan iç siyasi ve iktisadi dinamikler üretecektir”“Veri” olan, mevcut alan, var olan faktörler (AS: etmenler) doğrultusunda yarının Türkiye’si şekillenecektir.
– Şunu da kabul etmek gerekir: fiilen mevcut olan, iç siyasal ve iktisadi faktörler

a) Bir yandan değişken faktörlerdir.
b) Öte yandan bu değişim süreçleri kendi dışsallıklarını (externalities) her iki yönde de “besleyerek” değiştirebilirler; Almanya’da Hitler faşizminin “kendi dışsallıklarını da üretebilmesi” gibi.

– Sözün kısası yarının Türkiye’sini, bugün iç siyasal ve ekonomik dinamikleri belirleyeceklerdir: Ya güçlü parlamenter sistem ve demokrasi yönünde yol değiştirme: Ya da tek adam rejimi ile ray değiştiren ülkenin demokrasi istasyonundan daha da uzaklaşarak siyasal İslam odaklı, tümüyle otoriter bir yapıya dönüşmesi.

Halkın %70 dolayındaki güçlü çoğunluğuna rağmen, aynı oranda güçlü bir muhalefet “etkinliği” bulunmuyor. Bu konuda, her bir muhalefet partisinin “kendi öncelikleri” ile ulusal boyutta bütünleşmiş muhalefet cephesi arasında farklar var.

%70 dolayındaki “halk muhalefetine” karşın muhalefet cephesindeki siyasal partiler aynı oranda, organize başarı gösteremiyorlar.

Buna karşın Erdoğan ve AKP’nin kemikleşmiş %25’inin iki ayağı bulunuyor:

a) Tek adam iktidarında tüm ekonomik ulusal kaynaklar denetimsiz olarak rejimin elinde bulunduğundan “iktidar cephesine” aktarılan olağanüstü ekonomik güç söz konusu: bu kesim, iktidar ile kader birliği içinde,
b) Siyasal İslamcı düzeni savunan dinci örgütler de iktidarın en büyük destekçileri. Bunlara zaman zaman de olsa katılan kimi yabancı devletleri de katmak gerekiyor.

Türkiye kader seçimlerine, bu iki cephe arasındaki mücadele (ve kavga) ile gidiyor. Ayrıca “haksız rekabet” koşullarının büyük ölçüde geçerli olduğu bir ortamda yapılacak. İktidar cephesinin, “kaybettiği andan itibaren katlanacağı olağanüstü bedel” de göz önüne alındığında, “iktidarın ölçüyü ne oranda kaçıracağı” en çok sorgulanan sorun.

Kavga özünde, demokrasi ve siyasal İslam arasındadır.

Muhalefet partileri bu gerçeği ne oranda özümseyip değerlendirecekler?

İşin ilginç yanı halen %70 oranındaki bölümü bu gerçeği görmüş ve eğilimini buna göre belirlemiştir. Halkın bu eğilimine karşın muhalefet partileri ellerini taşın altına koyma konusunda, “sokaktaki insan kadar kararlı gözükmüyorlar”. Tabandaki, “demokratik örgütlenme yetersizlikleri” bu çelişkinin en önemli nedenidir.

Yoksa, dincilerden uluslararası mafya ve emperyalizme “olağan şüpheliler” ortaklığı kasıp kavurur. Son aylarda Diyanet İşleri Başkanı’nı, Sedat Peker’leri ve Biden’ları konuşmuyor muyuz… Sahneyi işgal edenler bu “üç ayak”