Yazar arşivleri: Ahmet SALTIK

Ahmet SALTIK hakkında

Atılım Üniversitesi Tıp Fakültesi Halk Sağlığı Anabilim Dalı Öğretim Üyesi Prof. Dr. Ahmet SALTIK’ın özgeçmişi için manşette tıklayınız: CV_Ahmet_SALTIK Hekim (Halk Sağlığı Profesörü), Hukukçu (Sağlık Hukuku Uzmanı) Mülkiyeli (Kamu Yönetimi - Siyaset Bilimci)

İslam devleti, vicdani ret ve en sonuncu kavga

  • Habere göre Bursa Bölge Adliye Mahkemesinin bir kararında laik nitelikli “Cumhuriyet” olan “Türkiye Devleti”, “İslam devleti” olarak tanımlanıyor.

İslam devleti, vicdani ret ve en sonuncu kavga


ALİ RIZA AYDIN
Anayasa Mahkemesi Em. Raportörü

Türkiye bir İslam devleti mi?
“Bu soru da nerden çıktı” denilmeli haklı olarak.

Cumhuriyetin ilerlemeci ve aydınlanmacı değerleriyle gelişen yönetsel ve anayasal gelişme tezlerine ve yürürlükteki Anayasaya göre sorunun yanıtı açık ve net: Hayır!

Tarikat ve cemaatlerle de desteklenen kimi dinsel kişi ve kesimler, kimi siyasiler “% 90 üstünde” bir niceliksel değeri de kullanarak İslam devleti diyor; kimileri de bu savlarını din özgürlüğüyle ilişkilendirerek, İslam devleti demeden işine ve ihtiyacına göre çifte kullanım yapıyor.

Kimi mahkeme kararlarında din özgürlüğünün diğer tüm hak ve özgürlüklere (AS: ağır) bastığını, onları ikincilliğe ittiğini; kimi kararlarda da dinselliğe dayalı gerekçelerin kullanıldığını görüyoruz.

Anayasa ve diğer hukuk kuralları yanına yapılan eklemelerle ya da yargıcın vicdani kanaatiyle dinsel davranış kurallarından destek alınması laik hukuk devletine, laik cumhuriyet ilkelerine aykırı.

Laiklik din özgürlüğüne değil, din özgürlüğü laikliğe dayanması gerekirken; laiklik temel ilkesi, din özgürlüğünün altına itilip yok ediliyor.

AKP’nin başlattığı ve düzen içi siyasetin de benimsemekten kaçınmadığı sözde genişletilmiş, esnetilmiş laiklik nitelendirmesi “din özgürlüğü” başlığı altında, Anayasa Mahkemesinin de desteğiyle olağanlaştırıldı.

Bu genel değerlendirmelerle birlikte (Sabah Gazetesi kaynaklı, Dilek Yaman Demir imzalı, soL’da bizim de aktardığımız bir haber durumu din özgürlüğünden başka bir zemine taşıyor. Haberdeki karara ulaşamadık ama -ki böyle bir karar varsa ulaşamamak da haberdir, yoksa haberin nedeni ve amacı haber olur- bu başlıklardan hareketle birkaç notun aktarılmasında yarar var. Habere göre

  • Bursa Bölge Adliye Mahkemesinin bir kararında laik nitelikli “Cumhuriyet” olan “Türkiye Devleti”, “İslam devleti” olarak tanımlanıyor.

Bir yurttaşın dinsel inancı gereği askere gitmeyi reddetmesine ilişkin davada

  • “Türkiye Cumhuriyeti her ne kadar İslam devleti olsa da diğer dinlere de hoşgörülüdür

denilerek vicdani redde onay verilirken yapılıyor bu tanımlama. Hukuktan, meşruiyetten uzaklaşan sakatlıklar dikkat çekici.

Birincisi, vicdani reddi insan hak ve özgürlüğünden uzaklaşarak dinsel hoşgörüye -haberde İslam dini hoşgörüsüne- bağlamak hukuksal dayanaklardan uzaklaştırır ve dinsel inanç temelli gerekçeye oturtur.

Hukuk ve toplumsal yaşam bir dine dayandırıldığı an o dinin çıkarına gelip dayanır ki burada hoşgörü soyutlaşır, din özgürlüğü de biter, hak ve özgürlükler de…

İkincisi, din özgürlüğü dinsel inancı içerdiği gibi inanmamayı da içerir ki vicdani ret konusunda yalnızca başka bir dine hoşgörüyü esas almak din özgürlüğünü sınırlandırmış olur. Zorunlu din dersinden muafiyet konusunda da aynı yaklaşım vardı.

Üçüncüsü ve en önemlisi de, konunun içinde geçtiği devletin, hem laiklik ilkesine, hem din özgürlüğüne hem de kaynağını aldığı Anayasaya aykırı olarak bir din devleti, İslam devleti olarak tanımlanması; böylece devletin temel düzeninin din kurallarına dayandırılması.

Cumhuriyet din konusunu zamana yayılan bir geçişle çözdü. Özü şuydu ki, İslam bir dönem devletin dini olarak tanımlansa bile, 1923’den başlayarak devletin şekli “Cumhuriyet”ti, “İslam devleti” değildi.

  • İslam devleti tanımlamasının yapılması hem açık bir reddi/tanımamayı, hem siyasal İslam iktidarının nitelendirmesini hem de ilerlemeci ve aydınlanmacı Cumhuriyete karşı yerine konulacağı anlatır. 2023 provası gibi de okunabilir.

Dine müdahale edilmeyecek ama din her alana müdahale edebilecek; yeni laiklik tanımları bu. Buradan İslam devleti sözcüklerini kullanmak zor olmuyor. Biri özgürlük diyor, diğeri din devleti;  eşitsizlik dinle beslenerek yaşamını sürdürüyor, sınıf mücadelesi dinle kırılıyor. Burjuva devletinin laiklik tanımı bir öyle, bir böyle… Halka ait olanla değil sömürücü egemenin ihtiyacına göre dönüp duruyor.

Vicdani ret konusu ise uluslararası sözleşmelerde ve kimi anayasalarda yer alması ya da yorumlanması zamana bağlı olarak kabul gören, zorunlu askerliğin reddine dayalı bir insan hakkı. Burjuva düzeninin genel yaklaşımı burada da söz konusu; vicdani ret bireysel. Politik görüşe, ahlaki değere, dinsel inanca dayandırılabiliyor ama ağırlık dinsel inançta.

  • Birleşmiş Milletler devletleri vicdani ret hakkını tanımaya davet ederken,
    konuyu inanç özgürlüğünün bir parçası olarak görüyor.
  • İnsan Hakları Evrensel Bildirgesinden İnsan Hakları Avrupa Sözleşmesine dek birçok sözleşmede inanç özgürlüğü kapsamında değerlendiriliyor.
  • Türkiye’de yasaklama yok ama düzenleme de yok.

Dinsel inanç özgürlüğü, sınıfsallıktan kaynaklanan nedenlerle eşitsizliklerle, ayrımcılıklarla birlikte yaşıyor.

  • Dinselliğin devlete, hukuka, siyasete, bireysel ve toplumsal yaşam tarzına yönelik müdahaleleri, baskı ve saldırıları, istismarları saymakla bitmez. Adına da “özgürlük” denir. Oysa burjuvazinin “özgürlükçülük oyunu”dur oynanan ve bu alanda sermaye sınıfıyla dinsellik birlikte hareket eder.

Askerliğin reddine kapitalist/emperyalist düzende bakışın süreci uzun, değişen koşullara göre öyküsü de karmaşık. Konunun bireyselliğe, dinselliğe, inanca bağlanması sömürücü düzenin ve savaşa bakışının istediği durum. Buradaki hoşgörünün sınırını da kapitalizmin, emperyalizmin, milliyetçiliğin, dinselliğin bütünsel savaş ve sömürü ihtiyacı belirliyor. Emekçilere, eşitsizlikle beslenen ve sermaye sınıfı tarafından çerçevelenen bir hak ve özgürlük tanınıyor yalnızca. Emperyalist savaşlar için duydukları ihtiyaç da aynı sömürünün parçası.

Komünistlerin bu konuya bakışı bireysellikten, bireysel insan hakkından, dinsel inanç özgürlüğünden, sömürücü düzenin göstermelik kararlarından, özgürlükçülük oyunlarından çok ötede, diliyle ve özüyle çok farklı.

  • Sömürücülere, emperyalist paylaşımlara, savaş ve işgallere, kanla sulanan düzene, insanca ve eşit yaşamayı yok edenlere,
  • Düzenleri için emekçileri emekçilerle savaştırmaya kalkışanlara karşı çıkış sömürücülere karşı sınıfsal mücadeleyi gerektiriyor.

“Bu kavga en sonuncu kavga” olacak ve Enternasyonal’le kurtulacak insanlık…

Gençlik ve Ötesi: Ne Yapmalı?

PROF. DR. YAKUT IRMAK ÖZDEN

Cumhuriyet (14.07.2020)

Türk dilinin büyük ustası Nâzım Hikmet (yanlış hatırlamıyorsam Küba’da) izlediği bir uluslararası gençlik kongresi vesilesiyle katılımcıları şöyle tanımlamıştı:

Gelmiş dünyanın dört bir ucundan
Ayrı diller konuşur, anlaşırız
Yeşil dallarız dünya ağacından
Gençlik denen bir millet var, ondanız..

Hepimizin bildiği gibi, her konuda gözlerini ve aklını bulunduğu noktadan çok ilerilere çevirerek yaşayan Atatürk,
– ulusal egemenliğimizi çocuklara armağan ederken,
– bağımsızlığımızı da gençlere emanet etmekteydi.

HANGİ GENÇLİK?

Bugün, aradan geçen yüz yılı aşkın süre ve üç-dört kuşak sonra, aklımıza ister istemez şu sorular geliyor: Hangi gençlik? 1915’te tüm geleceklerini yok sayarak, İstanbul Erkek Lisesi ve İstanbul Tıp Fakültesi derslerini terk edip Çanakkale’ye gönüllü olarak ölüme giden çocuklarımız mı?

Sivas Kongresi’nde Mustafa Kemal’e bile kafa tutmayı göze alan Tıbbiyeli Hikmet mi? İnançları uğruna darağacına yürüyen fidanlarımız mı? Yoksa, 21. yüzyılın ortasında, beyinleri hâlâ “düşünme, inan” diyen bir eğitimle baskılanmış olan gençlerimiz mi?

Ya da ülkemizin koşullarından bunalıp, çözümü daha gelişmiş bir ülkede arayanlar mı? Hele yaşamdan, bütün beklentileri her alanda teknolojinin son ürünlerini sahiplenebilmek ve olabildiğince çok tüketebilmek olanlar mı?

Bundan birkaç yıl önce İstanbul Taksim Meydanında bir Fransız dostumla birlikte yürürken, kendisi bana Fransız nüfusunun hızla yaşlanmakta olduğundan söz ediyordu. Bir ara Meydanı arşınlayan (çoğu gençlerden oluşan) kalabalığa bakarak, “böyle genç bir nüfusla neler yapılmaz ki!” demişti. Evet, diye düşünmüştüm, ama hangi ve nasıl bir eğitimle?

Cumhuriyetin ilk yıllarında gençlerimizin, dolayısıyla ülkenin geleceğinin biçimlenmesinde en büyük paya sahip olan eğitim sistemi oluşturulurken, üç temel ilkeden yola çıkılmıştı. Eğitim:

a) milli,
b) laik ve
c) karma, olmalıydı…

Ne yazık ki, en iyi niyetlerle, tüm gençlere olabilecek en çağdaş eğitimi sağlamak umuduyla çıkılan bu yolda pek çok engelle karşılaşıldı ve nice sapma yaşandı…

Önce Köy Enstitülerinin kapatılması, ardından çok kısa bir zaman aralığına sığan büyük bir nüfus artışı ve kentlere göçle, sunulan hizmetlerin kapasitesini çok aşan, ilkokuldan üniversiteye kadar her eğitim kurumunun kapısını zorlayan çocuk ve genç nüfus.. Derken eğitimi gerici baskılarla yönlendiren siyasal tercihler.. Ne yazık ki, geldiğimiz nokta, Cumhuriyetin ilk yıllarında çizilen yol haritasından oldukça uzaklarda..

VE YAŞLILAR

Dünyanın hemen hemen her yerinde, farklı kuşaklar arasında uyumsuzluk ve anlaşmazlıkların olması doğal karşılanmıştır. Burada aklıma, 1990’larda çok moda olan, değerli sanatçı Orson Welles’in etkileyici sesiyle dile getirdiği şarkıda, yaşlı bir insanın bir gence hitap edişi geliyor:

  • Ben genç olmanın ne olduğunu biliyorum,
    ama sen yaşlılığın ne olduğunu bilmiyorsun…

Ama acaba yaşlılıktan zamane” gençliğine doğru bakıldığında, görüntü her dönemde böylesine uzak ve karmaşık mıydı? Bu soruyu ülkemiz özelinde yanıtlamaya çalışalım.. Türkiye Cumhuriyeti’nin, küllerinden doğarak içinden çıktığı Osmanlı İmparatorluğu’nun temel özelliği durağan (statik) yapısıydı. Böyle bir yapıyla, Batı’nın özellikle Rönesans ve Reformla başlayan, daha sonra sanayileşme ve kentleşmeyle belirginleşen değişme sürecinin uzağında kaldı. (Nitekim, Cumhuriyete geçişin ilk yıllarında, toplam nüfusumuzun hâlâ yüzde yetmiş beşi köylerde, yalnızca dörtte biri de her türlü yenilik ve değişimin beşiği olması beklenen kentlerde yaşamaktaydı.)

Batı toplumlarını yepyeni noktalara taşıyan devingen (dinamik) süreçlerin dışında kalan Osmanlı’da birbirini izleyen kuşakların da fazla farklılaşması beklenemezdi. Çok uzun yıllar, değişmeyen bir ekonomik altyapı üzerinde, hemen hemen hiç değişmeyen teknolojilerle üretim yapan bu geleneksel toplumda, hayata bakışın ve değer yargılarının da bir kuşaktan diğerine fazla değişmesi olası değildi.

Böyle bir toplumda yaşlıların, gerek sahip oldukları toprak mülkiyeti haklarından, gerekse pek değişmeyen deneyimlerinin birikiminden kaynaklanan, karar verici, yol gösterici olarak saygın ve ayrıcalıklı bir yer tutmaları da doğaldı. (Acaba köylerde hâlâ ihtiyar heyetleri var mı? Ben bilmiyorum.)

Oysa günümüzde, kapitalizmin dinamizmasının ve baş döndürücü bir hızla değişen teknolojilerin, bir kuşaktan diğerine tüm değer yargılarını yerle bir ettiklerine tanık oluyoruz. Bir ya da iki kuşak önce gençlerin hâlâ ara sıra danışmak gereksinimi duydukları yaşlı kuşak, bilgisayarlarını kullanabilmek için torunlarının yolunu gözler oldu..

TÜM KUŞAKLAR GÜÇ BİRLİĞİ YAPMALI

Her fırsatta Türk Devrimi’ni gençlere emanet ettiğini vurgulayan Atatürk, zaman zaman “gençlikten” ne kast ettiğini de açıklamak gereksinimi duymuştu. Şu düşüncesini hatırlayalım: 

“Benim anladığım gençlik, bu inkılabın fikirlerini ve ideolojisini benimseyip gelecek nesillere götürecek kimselerdir. Benim nazarımda yirmi yaşında bir yobaz ihtiyardır. Yetmiş yaşında bir idealist de güçlü bir gençtir.”

Görüyoruz ki, gençliği kronolojik ya da biyolojik değil, düşünsel bir nitelik olarak tanımlayan Ata’ya göre, Atatürkçülüğün 6. Ok’u olan “Devrimcilik”in dinamizmasını benimseyen her yaştan insan genç’tir. Elbette bir toplumu çağdaş uygarlığa, onun da ötesine taşıyabilmek için yaşça gençlerin enerji ve coşkusu vazgeçilmez bir güç kaynağıdır.

Geleceğe hep iyimserlikle bakan ve kendi konumunu “Babamdan ileri, doğacak çocuğumdan geri” ifadesiyle tanımlayan Nâzım Hikmet, ölüme yaklaştığını hissederken, geleceği şu anlamlı dizelerle oğluna, yani gençliğin yaşam enerjisine emanet etmekteydi:

  • Daha uzun yıllar sende sürecek
    Bende tükenen yaşam.

Yazımı burada noktalarken, her yaştan gençlerin Ata’nın emanetine sahip çıkarken, biyolojik açıdan genç olanların enerjisi ve yaratıcılığıyla, daha yaşlı olanların sentez güçleri ve bilgeliklerini bağdaştırmalarını diliyorum.
=================================
Dostlar,

Sn. Prof. Dr. Yakut Irmak Özden, Demografi ağırlıklı yetkin bir sosyal bilimcidir. Yurt dışında çok nitelikli eğitimler almıştır. T.C.’nin Başbakanlığını da yapan Tıp (Fizyoloji) hocası Ord. Prof. Dr. Sadi Irmak‘ın kızıdır. Babası gibi, İstanbul Tıp Fakültesi (Toplum Sağlığı Anabilim Dalı) Öğretim üyesi iken, biz de o birimde Tıpta Uzmanlık eğitimimizin son bölümünü tamamlamıştık (Hacettepe’de başlayarak).

Prof. Özden’in bu makalesi, yaklaşık 1,5 yıl önce 19 Mayıs bağlamında hayınlanmıştı. Güncelliğini koruyor ve iletileri çok değerli. Arşivimizden çıkararak izleyicilerimizin dikkatine sunuyoruz.

Sevgi ve saygı ile. 22 Mayıs 2022, Ankara

Prof. Dr. Ahmet SALTIK MD, MSc, BSc
A​tılım Üniv. Tıp Fak. Halk Sağlığı ​AbD
​Sağlık Hukuku Uzmanı, ​Kamu Yönetimi – Siyaset Bilimci (​Mülkiye​)​
www.ahmetsaltik.net        profsaltik@gmail.com
facebook.com/profsaltik      twitter : @profsaltik

Kurtuluşun İlk Adımı 19 Mayıs 1919; 103. Yılında ADD 33 Yaşında!

Kurtuluşun İlk Adımı
19 Mayıs 1919; 103. Yılında

ADD 33 Yaşında!

Anafartalar Kahramanı Mustafa Kemal Paşa’nın, 3 yıl 3 ay 22 gün süren kutlu yürüyüşünün 19 Mayıs 1919’da Samsun Limanı’nda atılan İLK ADIM’ının 103. yıldönümünü kutluyoruz. 

(AS: Bizim kapsamlı katkımız yazının altındadır..)

103 yıl sonra yine iç ve dış sorunlarla boğuşuyoruz. Yine emperyalizm boğazımıza çökmüş, ülkemizi bölmek için oyun üzerine oyun kuruyor. Yine karanlık güçler ve hain işbirlikçileri iş başında. Üstelik günümüz koşullarının yarattığı, sayıları milyonları bulan ve demografik yapımızı tarumar eden geçici (!) sığınmacılar ve benzeri başka sorunlarımız da var. 1919’un karanlık tablosundan farklı olarak, güzel yurdumuz bir silahlı işgal altında değil tabii, ama kimi zihinlerin işgal edildiği gün gibi ortada.

Bütün bu olumsuzluklara karşın;

  • Yüz yıl önce Ulusal Kurtuluş Savaşını zafere ulaştıran, Cumhuriyeti kuran, Aydınlanma Devrimleri ile Ulusumuza çağ atlatan Mustafa Kemal Atatürk’ün rehberliği gibi,
  • Türk Ulusu’nun bağımsızlık tutkusu, Laik Cumhuriyet ve demokrasiye bağlılığı gibi,
  • 103 yıl önceye göre çok daha eğitimli ve zengin (nitelikli) insan kaynağımız gibi,
  • Milli Mücadeledeki cesaret ve kararlılıklarını sürdüren kahraman kadınlarımız ve her yaştan gençlerimiz gibi,
  • Kemalist düşünceyi ve Cumhuriyet değerlerini yeniden halkımıza ulaştıran, deneyimli, eğitimli, gözü pek devrimci kadrolara sahip, ülke sathına yayılmış ve
  • 33 yıl önce bugün kurulmuş ATATÜRKÇÜ DÜŞÜNCE DERNEĞİ gibi

ufkumuzu aydınlatan, umudumuzu yükselten, Ulusumuzu yüreklendiren çok önemli değerlerimiz var.

30 Ekim 1918 Mondros Mütarekesi (AS: silah bıraktırma) sonrası, 13 Kasım 1918 günü İstanbul’a gelen Mustafa Kemal Paşa, Boğaz’a demirlemiş emperyalist donanmasını gördüğünde -Ulusuna duyduğu güvenle- “Geldikleri gibi giderler” demiş ve asla terk etmediği bu inançla İstanbul’da geçirdiği 6 ay boyunca kafasında kurguladığı zaferin planlarını ilmek ilmek örmüş, kendisini hayalci bulanlara karşın Bandırma vapuruna binme cesaretini gösteren 18 adsız kahramanla Samsun’dan başlayarak Türk Milleti’ni ayağa kaldırmıştı. (AS: 3 yurtsever Hekim idi!)

Mustafa Kemal Atatürk’ün “Geldikleri gibi giderler” sözü, işgalcilerin kendiliklerinden gidecekleri hayaline değil, akıl ve bilim temelli YA İSTİKLAL, YA ÖLÜM şiarına (AS: ilkesine) dayanıyordu.

Amasya Genelgesinden Erzurum Kongresine, Sivas Kongresinden, Büyük Millet Meclisi’ne, Birinci ve İkinci İnönü zaferlerinden Sakarya ve Dumlupınar’a, İzmir rıhtımından Mudanya’ya, Lozan’a, Montrö ve Hatay’a kadar hep ANTİEMPERYALİST ve TAM BAĞIMSIZ TÜRKİYE hedefli KEMALİST İDEOLOJİ izlenecekti.

Bu tarihin en haklı, en ahlâklı ve en namuslu mücadelesini veren Kuvayı Milliyecilerin önü, emperyalist işgalciler kadar, Osmanlı Sarayı’nın Vahdettinleri, Damat Feritleri, Ali Kemalleri, Kuvayı İnzibatiyecileri, Anzavur Ahmet çeteleri ile gerici isyancılar ve emperyalizmin kadim işbirlikçileri dinci yapılanmalar tarafından da kesilmek istendi. Tıpkı bugün ATATÜRKÇÜ DÜŞÜNCE DERNEĞİ’nin önünün kesilmek istenmesi gibi. Tıpkı Kurucu Genel Başkanımız Prof. Dr. Muammer Aksoy’un Atatürkçü Düşünce Derneği’ni kurduktan 8,5 ay sonra katledilmesi gibi. Tıpkı kurucumuz Doç. Dr. Bahriye Üçok’un, Genel Başkan Yardımcımız Prof. Dr. Ahmet Taner Kışlalı’nın paramparça edilmeleri, Genel Başkanımız Şener Eruygur ve pek çok yöneticimizin iktidar destekli FETÖ kumpas davaları ile zindana atılmaları gibi…

Mustafa Kemal Paşa ve arkadaşları için, Toros dağlarında, Istrancalarda, Kaçkarlarda, Antep’te, Ege’de yanan çoban ateşleri umut ışığı olmuş, yurdun her köşesinde kurulan Müdafaa-i Hukuk ve Reddi İlhak cemiyetleri ile Kuvayı Milliye örgütleri O’nun milletin azim ve kararını harekete geçirme çabasına omuz vermede halka önderlik etmişti. Günümüzde de ATATÜRKÇÜ DÜŞÜNCE DERNEĞİ, Mustafa Kemal’in Askeri olan on binlerce üyesi ve bugünün Anadolu ve Rumeli Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti olma bilinci ile Atatürk’ün 20 Ekim 1927 günü GENÇLİĞE HİTABE’si ile verdiği görevinin başında, Milletinin hizmetindedir.

103 yıl önce güneş bir 19 Mayıs sabahı Samsun’dan doğmuştu.

O GÜNEŞ YENİDEN DOĞACAK, inanıyoruz.

Çünkü; Ulusumuza güveniyoruz. Çünkü Türk Ulusu “Asla şüphem yoktur ki, Türklüğün unutulmuş büyük medenî vasfı ve büyük medenî kabiliyeti, bundan sonraki inkişafı ile,
âtinin yüksek medeniyet ufkunda yeni bir güneş gibi doğacaktır.” 
diyen o büyük devrimciyi
hiç yanıltmadı, yine yanıltmayacaktır.

19 Mayıs 1919’da Samsun’dan yola çıkan Mustafa Kemal Paşa ile dava ve silah arkadaşlarını, Türkiye Cumhuriyeti’ne kanları ve canlarıyla yaşam veren Kemalist Devrimcileri şükran ve saygıyla anarken;

  • ATATÜRKÇÜ DÜŞÜNCE DERNEĞİMİZ’in kurucularını ve ödenemez emekleri ile bugüne ulaştıran yüz binlerce Atatürkçüyü minnetle yad ediyor, yaşamlarını sürdürenlere sağlık ve esenlik diliyoruz.

Atatürkçü Düşünce Derneği olarak;

  • KEMALİZM’in namus sesini bir SİS ÇANI gibi yurdumuz semalarına asma
  • Ve yeniden Atatürk Cumhuriyeti’ne ulaşma azim ve kararımızı yineliyor,

Aziz Milletimizin 19 Mayıs Atatürk’ü Anma ve Gençlik ve Spor Bayramı’nı kutluyoruz.

Saygılarımızla…

ATATÜRKÇÜ DÜŞÜNCE DERNEĞİ GENEL MERKEZİ
===========================================
Dostlar,

Yukarıdaki iletiyi biz de bütünüyle (“aynen” yerine) benimsiyor ve paylaşıyoruz.

Değerli meslektaşımız, ADD Genel Başkanı Sayın Dr. M. Hüsnü Bozkurt ve çalışma arkadaşlarını, ölçüsüz özverileri, kısa sürede ulaştıkları somut ve büyük başarı nedeniyle içtenlikle kutluyoruz. Bundan sonraki hizmetleri için de gönülden destekliyoruz.

Ulusumuzun da ADD’yi bu tarihsel – ulusal savaşımında gereğince ve yeterince destekleyeceğini umuyor ve çok kıdemli bir ADD üyesi / neferi olarak bu çağrıyı bir de biz yapıyoruz.

Çalışmaları ve nasıl destek olabileceğinizi görmek için lütfen ADD web sitesini ziyaret ediniz :

www.add.org.tr..

Üye olmak, bağış yapmak, burs vermek, duyuruları – yazıları…. paylaşmak için…

CIA Ankara istasyon Şefi Graham Fuller, 2008’de Türkçeye çevrilen “Yükselen Bölgesel Aktör Yeni Türkiye Cumhuriyeti” kitabından : (Bu tweet iletimiz 32 bini aşkın insan tarafından okundu..)

  • “Türkler Kemalizmi terkedip ılımlı İslamı benimsemeli. Ilımlı İslam Kemalizmi silme amaçlı karşıdevrim ve karşısında Türk ordusu ile ulusalcı aydınlar; tasfiye edilmeleri gerek”

ADD saflarında ULUSAL BİRLİK dışında kurtuluş var mı??
Batı emperyalizmi Sevr‘i çöpe atmadı…
Vargücüyle uygulamaya çalışıyor, gecikmeyle de olsa.
***
Güncelliği nedeniyle buraya ekleyelim :

Eğer Atatürk Havaalanını pistlerini kırarak ranta açmak / yağmalamak VATAN HAİNLİĞİ değil ise, başka hiçbir şey değildir!
Bu işi yapanlar gerçekten vatan haini değil iseler, bunu kanıtlamak için derhal yıkımı durdursun!

Sevgi ve saygı ile. 21 Mayıs 2022, Ankara

Prof. Dr. Ahmet SALTIK MD, MSc, BSc
ADD Bilim Kurulu 2. Başkanı, 30 yıllık üye / nefer
A​tılım Üniv. Tıp Fak. Halk Sağlığı ​AbD
​Sağlık Hukuku Uzmanı, ​Kamu Yönetimi – Siyaset Bilimci (​Mülkiye​)​
www.ahmetsaltik.net        profsaltik@gmail.com
facebook.com/profsaltik      twitter : @profsaltik

Satranç ve barbut

authorZAFER ARAPKİRLİ

İki ayrı kimliği, iki ayrı kişilik tanımını, iki ayrı ruh halini, iki ayrı beyinsel formasyonu, iki ayrı kültürü, kısacası iki aynı dünyayı, hatta galaksiyi temsil eden oyunlardan söz ediyoruz. Biri salonu – odayı, diğeri “bitirimhane”yi temsil ediyor.

Satranç zekayı kullanarak, yani beyin denen organla oynanır.

Barbut (yabancı dillerde barbooth, barboute, barbudi kökenlerinden geliyor) oyunu ise bilek gücü ile oynanır.

Satranç’ta bir birikim, bir kültür, bir düşünce sistematiği, bir beyinsel disiplin ve hesaplama kabiliyeti vardır.

Barbut oyununda ise “Haydi oğlum kemik!..” naraları ile iyi bir “bilek sallaması”na güvenilir. Bilek gücü ve zar şansı yani…

Satranç’ta, “zar tutma” benzeri hilelere yer yoktur. Neticede taşların belli bir kural dahilinde dizili olduğu ve belli kurallara bağlanmış hareket yeteneği vardır. Bir “terbiye”, bir “elegance” söz konusudur yani.

Barbut’ta ise tam tersine bir kuralsızlık ve “vulgarlık” egemendir. Zaten arada bir bağıra çağıra, küfrede küfrede oynanması, işin doğasındandır.

Satranç oyununun sonunda kavga çıktığı pek görülmemiştir. El sıkışarak başlar, el sıkışarak biter. Mesela tavladaki gibi, “yenilenin koltuk altına sıkıştırılmaz” satranç tahtası.

Barbut oyunu seanslarının çoğunda kafa göz yarma, bıçaklama, hatta ateşli silahların konuşması vakâyi adîyedendir.

Bu iki oyunun (haydi biraz cömert davranayım: Sporun) karşılaştırmasını yapmak, aklıma nereden geldi?
***
Son günlerde, hem iç politikada hem de dış politikada atılan adımları, önüme düşen haber metinlerinden ve görüntülerden izlerken, ister istemez bu tür karşılaştırmalar yapmak geldi içimden. Diplomasi gündeminin en sıcak mevzuu durumundaki “İsveç–Finlandiya–NATO–Veto” başlığı mesela…

İç politikadaki “Reis” (Mahalle erkek grubu önderi–Maço bir grup lideri) kimliği ve tavrının, dış politikada pek uygun düşmeyeceğini hesaplayamadığı anlaşılan Cumhurbaşkanı ile “Ona uyum sağlayayım da hem gözüne girerim hem de kamuoyunun kulağına hoş gelir” diyen Hariciye Vekili’nin üslûplarından söz ediyorum.

Satranç–Barbut karşılaştırmasını o yüzden yaptım.

Bir ülkenin, üstelik NATO gibi küresel bir teşkilatın en eski üyelerinden birinin “ağırlık koymaya –sözünü dinletmeye” yönelik ciddi ve vakur tutum almasına kimsenin diyeceği yok da… Bu tavrı alırken Züccaciyeci dükkanına dalan fil tavrı uluslararası çapta bize nasıl puanlar kazandırıyor, nasıl kaybettiriyor? Bunun hesabını yapmaktan biraz uzak bir çizgiyi kastediyorum.
***
Hem parlamentolarının hem de kabinelerinin önemli bir ekseriyetini kadınların oluşturduğu bir kültürün temsilcilerine “Yemişim lan sizin feminizminizi!” mealinde çıkışlar yapmanın “sakilliğini” ve seviyesizliğini anlatmaya çalışıyorum.

Kaş yapayım derken göz çıkarmanın, “Bu furyada ABD’den 2, 3 tayyare alır mıyız?..” uyanıklığına başvururken, daha üç gün öncesine kadar “Bu F-35’leri birlikte üretmedik mi kardeşim? Hem parasını da ödedik. Nasıl el koyarsınız?” derken, bugün “Acaba F-35 satarlar mı bize?” diye kendi malımıza bir daha para ödeyip satın alma çizgisine düşmenin komikliğine dikkat çekmek istiyorum.

Bugüne kadar “NATO genişlesin, biz de daha güçlü bir ittifakın parçası oluruz böylece” derken, bugün “Cesedimizi çiğnemeden asla!..” demenin sefilliğini anlatmaya çalışıyorum.

Daha üç beş vakit önce PKK ve El Nusra dahil her türlü eli kanlı terör teşkilatı ile “al takke ver külâh” iş tutarken, bugün elâlemi “Terör–terörist sevici” diye küfrederek aşağılamaya dönük tavrı eleştiriyorum.

Satranç’ı değil de Barbut’u andıran bir üslubun sizi götüreceği yer, hayırlı bir yer değildir. Bunu anlatmaya çalışıyorum. Sadece kendiniz olsanız, haydi neyse. Ülkelerin–devletlerin–milletlerin itibarına düşen leke, kayıtlardan öyle kolay kolay silinmiyor.

Dün, 19 Mayıs vesilesi ile bir kez daha hayırla yâd ettiğimiz, bu ülkenin, bu Cumhuriyet’in kurucuları sizleri görse, utançla nasıl öfkelenirlerdi kim bilir? Çünkü…

“İki ayyaş” diye utanmazca aşağılamaya çalıştığınız “O ikili”nin Lozan ve Montreux masalarında oynadıkları “tarihi satranç müsabakalarından” (zaferlerinden) zerre kadar ders almadığınızı, tam tersine hasetlikten çatladığınızı her gün, her saat kanıtlıyorsunuz.

Direnişin 500. gününde Boğaziçi

Doç. Dr. Mehmet KABASAKAL
Boğaziçi Üniv. Siyaset Bilimi Öğr. Üyesi

20 Mayıs 2022 Cumhuriyet

1980 sonrası ilk kez askeri yönetim Boğaziçi Üniversitesi’ne dışarıdan bir rektör atamıştı. Yıllar sonra darbelere karşı olduğunu iddia eden bir yönetim yasayla değil, KHK yoluyla yine dışarıdan bir rektör atadı.

  • Boğaziçi Üniversitesi öğretim üyelerinin, öğrenci ve mezunlarının rektör atamalarına karşı direnişi sürüyor. 18 Mayısta 500 gün oldu.

BÜ mezunları her hafta “kayyum yönetimi kabul etmeyeceklerini ve direnişten vaz geçmeyeceklerini” belirterek sanal nöbetle destek veriyorlar. Bu haklı demokratik direniş akademik dünya yanında toplumdan da destek görüyor, ödüller alıyor.

SODEV’in,  Halkevlerinin, İnsan Hakları Derneği’nin “ödülleri” Boğaziçi direnişçilerine verildi.

Bir ödül de “2021 Akademik Özgürlük Ödülü” adıyla Kuzey Amerika Ortadoğu Çalışmaları Derneği’nden geldi. Destek yeni ödüllerle devam ediyor. KONDA’nın bir araştırmasına göre halkın %80’i öğretim üyelerini haklı buluyor. Halkın %83’ü, rektörleri öğretim üyelerinin belirlemesinin doğru olduğuna inanıyor.

ÖĞRENCİLERİN DURUŞU

Boğaziçi Üniversitesi 1971 yılında Robert Kolej Yüksek Okulu’nun özerk bir üniversiteye dönüşmesiyle kurulmuştu. 1863’te kurulan Robert Kolej’in Amerikalı mütevellileri 1960’ların ortalarında yüksek okulu kapatmayı düşünüyorlardı. Mütevelli heyetinin çalışmaları, öğrencileri ve ilerici öğretim üyelerini bir araya getirdi. Öğrenciler, 25 Eylül 1970’te neredeyse tüm öğrencilerin katıldığı forumda beş günlük boykot kararı almış, Mütevelli Heyetine “tepeden inmeci” yaklaşımı kınayan bir mektup göndermişlerdi. Milliyet gazetesine de boykotu nedenleriyle anlatan bir yazı gönderilmişti. Öğrenci Birliği, Yüksek kısmın öğrencisi alınmayarak 1975 yılına kadar tasfiye edilmesini, “Türk eğitimine indirilen bir darbe” olarak görmekteydi. Öğrenciler yüksek okulun “özerk Türk üniversitesine” dönüştürülmesi mücadelesine destek için kamuoyuna yönelik yoğun bir çalışmaya girdiler. Öğrenci birliği kurulacak üniversite için fizibilite çalışması bile yaptı. Kamuoyunu ve karar alıcıları etkilemek amacıyla boykotun yanı sıra İstanbul ve Ankara’da yürüyüşler düzenlediler.

İPEKÇİ’NİN DEĞERLENDİRMESİ

Ankara yürüyüşünün gerçekleştirildiği 19 Kasımda Abdi İpekçi, Milliyet gazetesindeki köşesinde altı gün yayımlanan yazı dizisinde Robert Kolej sorununu bütün boyutlarıyla ele aldı:

“Ülkemizde eğitim kuruluşlarına ihtiyacın hızla arttığı bir dönemde hele Robert Kolej standardında bir kuruluşun kapanması büyük bir kayıp olacaktı. Buna karşılık okulun, özelliklerini yitirmemek kaydıyla Türk yönetimine geçmesinde yarar ve hatta zorunluluk vardı.”

İpekçi altı bölümlük yazısını öğrencilerin tutumuna değinerek söyle noktalıyordu:

“Bu öğrenciler her zaman takdirle anılması gereken örnek bir davranış göstermektedirler. Zira kendileri için değil, kendilerinden sonra gelecekler için savaşmaktadırlar. Boykotları, yürüyüşleri, kolay sınıf geçmek gibi isteklerle değil, Türk eğitim sistemine bir kuruluşun kazandırılması yüksekokulun muhafazası amacıyla düzenlenmektedir.”

Özetle, Boğaziçi Üniversitesi kolay kurulmadı. Öğrenciler Ankara’da, İstanbul’da yürüyüşlerle kamuoyu desteği oluşturarak mütevelli heyetinin bazı üyelerini yanlarına çektiler, ardından devlet nezdinde çalışmalara giriştiler. Sonuçta Robert Kolejin lise kısmı Arnavutköy kampusunda birleşti, Bebek Kampusu zamanın Milli Eğitim Bakanı Şinasi Orel’in desteği ile üniversiteye dönüştü ve Türkiye nitelikli eğitim veren bir Türk üniversitesine kavuştu.

Boğaziçi Üniversitesi’ndeki özerk üniversite mücadelesi Türkiye’nin demokrasi sorununun bir parçasıdır ve 51 yıl önceki gibi başarıyla sonuçlanacaktır.

Dolar neden yükseliyor?

authorYALÇIN KARATEPE

İktidarın tüm baskılamalarına rağmen kurlar yükselmeye devam ediyor. Bir taraftan ödemelerin döviz ile yapılmasını yasaklayarak döviz işlemlerine sınırlama getirilmesine, diğer taraftan özellikle bankalarda, döviz alış satış fiyat farkının yüzde ikilere kadar çıkmış olmasına rağmen döviz talebi devam ediyor.

Kur korumalı mevduat düzenlemesi yapıldıktan sonra bir süre yataya yakın seyreden dolar yeniden yükselişe geçti. Mayıs ayının başından beri yaklaşık yüzde sekiz değer kazandı.

Peki, bu yükseliş neden yaşanıyor ve devam eder mi?

Öncelikle şunu belirtmek gerekir: Ülkede döviz talebi hiçbir şekilde sönümlenmedi. Talep, değişik formlara bürünmüş olsa da güçlü bir biçimde devam ediyor. Mesela, TL hesaplardan Kur Korumalı Mevduat’a (KKM) gelen mevduat aslında örtük bir döviz talebidir.

13 Mayıs tarihli BDDK verilerine göre gerçek kişilerin mevduatlarının yüzde 62’si döviz cinsinden. Bir de buna TL mevduat olarak gösterilen ama aslında döviz türevi olduğunu bildiğimiz KKM’yi de ekleyecek olursak, oranın yüzde 75’in üstüne çıkacağını hesaplayabiliriz.

Evet, doğrudur; doların getirisi yılbaşından nisan ayı sonuna kadar olan dönemde enflasyonun altında kalmıştır. Bu dönemde TÜFE yüzde 31,71 olurken doların artışı sadece yüzde 11’de kalmıştır. Diğer bir ifade ile dolarda olanlar da reel olarak kaybetmiştir. Buna rağmen vatandaşın dövizden vazgeçmediğini BDDK verilerinde görebiliyoruz.

Ancak mayıs ayında yaşanan yüzde 8’lik artış bize gösteriyor ki reel olarak dolarda ortaya çıkan kaybın telafi edilmesi pek de zor olmayabilir. Oysa bu olasılık TL’de kalanlar açısından, düşük TL faizi ısrarı nedeniyle, hiçbir zaman söz konusu olmayacaktır. Belki bunun tek istisnası enflasyona endeksli tahvil olabilir.
***
Döviz talebi güçlü seyrederken bunu karşılayacak döviz arzı piyasalarda gerçekleşmiyor. Daha ziyade gördüğümüz şey, Merkez Bankası rezervlerinden bunun karşılanmaya çalışıldığıdır. Sınırlı bir kaynak ile artan talebi sürekli karşılamak da imkânsız olacağından, normal bir sonuç olarak, dolar yeniden yükselmeye başladı. Diyebilirsiniz ki dolar diğer paralara karşı da değer kazanıyor. Evet doğru. Ama burada doları “döviz” sözcüğüne ikame olarak da kullanıyoruz.

  • TL sadece dolara karşı değil hemen tüm önemli paralara karşı değer kaybediyor.
  • Belki de soruyu, “dolar neden yükseliyor?” diye değil, “TL neden düşüyor?” diye sormak daha anlamlı olur.

Elbette talep sadece tasarruf sahiplerinden kaynaklanmıyor. Giderek artan dış ticaret açığı da döviz talebi yaratıyor.

Enflasyonun yüzde 70 ve yükselmekte olduğu bir dönemde TL’nin değer kaybetmemesi mümkün olabilir mi? Sadece tasarruf sahiplerinin ilgisi açısından söylemiyorum, dış ticaret açısından da bakınca kurların bu seviyelerde kalması pek mümkün görünmüyor. ÜFE’nin yüzde 120’nin üzerine çıktığı bir dönemde kurların düşük kalması halinde dış ticaret açığının daha fazla artması kaçınılmaz olacaktır.

Enflasyona endekslesek?

KKM’nin döviz talebini sınırlamada yetersiz kalması ile birlikte iktidarın enflasyona endeksli tahvil ihraç etmeyi gündemine aldığını biliyoruz. Bu tahvillerin detayları henüz paylaşılmadı. Ne zaman ihraç edilecek ve ne kadar ihraç edilecek henüz bilinmiyor.
***
Zamanlaması bilinmese de, miktarının yüksek olması pek ihtimal dâhilinde değil. Belki Hazinenin borçlanma ihtiyacının bir kısmına denk gelecek tutarlarda arz edilebilir. Daha fazlası pek mümkün değil. Hayır, iktidarın bunun maliyetinden kaçınması nedeniyle değil, finansal sistem üzerinde yaratacağı sonuçlar açısından ihraç miktarının sınırlı olacağını düşünüyorum.

Bankaların, yüklü miktarda mevduat çıkışına sebep olacağı gerekçesi ile itirazlarını dillendirdiklerini duyuyoruz. Yüklü tutarda ihraç edilmesi, kamu üzerinde finansman yükünü çok artırmanın yanında, finansal sistem açısından da sorunların ortaya çıkmasına yol açar.

Enflasyona endeksli tahvillere talep yüksek, arzı sınırlı olacağı için belki ilk alanların bunları ikincil piyasada daha yüksek fiyatlardan satarak kısa sürede büyük kazançlar sağlamasına yol açacaktır ancak döviz talebini ortadan kaldırmayacaktır.

Dolayısıyla, enflasyona endeksli tahvil ihraç miktarının sınırlı olacağını düşünürsek,

  • yüksek enflasyon ortamında paranın değerini korumanın fazla bir alternatifi kalmıyor.

Bu nedenle döviz talebinin artarak devam edeceğini tahmin etmek zor olmasa gerek. Talebi artan şeyin arzı buna paralel olarak artmaz ise sonucun ne olacağını biliyoruz.

CHP ve koalisyon gerçekleri 

Galatasaray Üniversitesi

20 Mayıs 2022 Cumhuriyet

Siyasi tarihimizin ilk koalisyon hükümetleri 1961 demokrasisinin erken döneminde kurulmuştur. İnönü, 1965’e kadar kurduğu üç koalisyonla yeni demokrasiyi badirelerden kurtarmış, rejimin ayakta kalmasını ve anayasanın gerektirdiği yeni kurumların –Anayasa Mahkemesi, Özerk TRT, Devlet Planlama Teşkilatı– oluşturulmasını sağlamıştı. Ama değeri hiçbir zaman bilinmedi.

Ecevit’in 1999’da yaptığı koalisyon, merkez solun kurduğu son hükümeti olacaktı. Ecevit 24 Nisan 1994 kararlarıyla ötelenen ekonomik krizi patlamak üzere iken devraldı. Kemal Derviş’i ekonominin başına bir “mesih” gibi atadı. Uygulanan acı reçete 2002’de merkez solun 1/3’den 1/5’e düşmesinin nedeni oldu. İslamcılık, oyların 1/3’ü ile tek başına iktidara geldi. Yirmi yıldır iktidarda bulunan AKP’nin iktidara gelişini sağlayan, Ecevit hükümetinin ekonomik kriz ile sona ermesiydi.

HALK KİME OY VERİR?

Halkımız 2001 krizinde DSP’yi %20’den %1’e indirmişti. Ekonomik göstergeler Cumhuriyet tarihinin en derin krizini yaşadığımızı göstermesine rağmen ekonomiyi dibe vurduran AKP hâlâ birinci, iktidara talip olan CHP 2. partidir. Asıl hareketlenme sağdadır. Babacan, Davutoğlu ve İYİ Partinin ortaya çıkışı AKP tabanındaki zayıflamanın asıl nedenidir. Saadet Partisi ise Milli Görüş’ün asr-ı saadet fraksiyonudur. İktidarın asıl hasımları, kendi kitlesine hitap eden sağ partilerdir.

Sonuçta CHP, tamamı sağ partilerden oluşan müttefiklerine dayanarak iktidarı devirmeyi planlıyor. Bu ne denli gerçekçi bir beklentidir? Düşünmek gerekir. İttifak masasındaki öbür partiler ideolojik pozisyonlarını tavizsiz bir tavırla devam ettirirken (AS: konumlarını ödünsüz bir tutumla sürdürürken) CHP tüm demokrasi tarihinin tek kusurlu partisiymiş gibi sürekli özeleştiri veriyor. Bu yadırganacak bir durumdur.

Muhalefet cephesinde 2 sorun görünüyor: İlki, cumhurbaşkanlığı seçimidir. Parlamenter sisteme geçeceğiz, ülkeyi başbakan yönetecek düşüncesi ile öne sürülecek karizmasız bir aday seçimi kazanamaz. Halkımız, Erdoğan’ın yetkilerini kullanarak sorunlarını çözecek bir adaya oy verecektir. İktidarsızlığa değil.

YENİ İKTİDARDAN BEKLENENLER

İkinci nokta, AKP karşıtı cephe Mecliste göreli bir çoğunluk yakalayacaktır; ama bu fraksiyonları olan zayıf bir çoğunluk olacaktır. Bu koşullarda muhalefetin adayı seçimi kazansa bile, devletleşmiş bir devri sabık yapısı bulacaktır karşısında. Sağ kanat, Erdoğan’ın kurduğu iktidar bileşenleri ile çatışmak yerine muhtemelen uzlaşacaktır.

1950’den 2002’ye kadar, hep sermaye partileri iktidarda olmalarına rağmen (karşın) idarenin içinde Cumhuriyetin kurucu değerlerine sahip bir kadro daima (sürekli) varlığını korumuştu. Günümüz Türkiyesinde artık bundan söz edilemez.

Böylesi bir yapının, başarılı bir ekonomik kurtuluş reçetesi uygulayabileceği kuşkuludur. 74, 78 ve 90’larda CHP, SHP ve DSP’nin kurduğu koalisyonların performansı (başarımı) buna karinedir. Tek umutlu olabileceğimiz şey, Türkiye’nin üzerine karabasan gibi çöken otoriter rejimin ortadan kalkmasıdır. Yeni iktidardan bazı (kimi) iyileştirmeler beklenebilir. Ama bunun sınırını – maalesef- CHP dışındaki partiler belirleyeceklerdir.

DÜZEN KARŞITI ÇÖZÜM

Merkez sol, hiçbir zaman iktidar olmamış, iktidarı ancak paylaşabilmiştir. Her defasında (kezinde) karşısında tutucu güçler koalisyonunu bulmuş, iktidardan düşmüştür.

  • Bu nedenle Sol, Türk Devrimi’nin kazanımları doğrultusunda laik ve kamucu çizgide sağlam durmak zorundadır.

Kendi kadrolarıyla üretim ve paylaşım ilişkilerini değiştirecek kararlılıkla tek başına iktidara gelmedikçe başarılı olması mümkün (olanaklı) değildir. Bu da %30’larda dolaşan bir oy desteği ile olamaz. Bu oy oranı, tutucu güçlerle ittifaka yarar.

  • CHP sosyo ekonomik yapıyı değiştirme gündemi ile halkın karşısına çıkmak zorundadır.

Parti genel başkanının “Artık sağ sol ayrımı kalmadı” ifadesi büyük bir yanılgıdır.

Solun asimile edildiği anlamına gelir. Oysa düzeni değiştirecek gerçek alternatif (seçenek) soldur.

19 MAYIS TÜRK’ÜN EMPERYALİZME BAŞKALDIRISIDIR

Rifat Serdaroğlu
DOĞRU Parti Genel Başkanı

(40 yıldır Kur’an araştırmaları yapan Değerli Yazar ve DOĞRU Parti Gen. Bşk. Yrd. Sayın Sedat Şenermen’e teşekkür ve saygılarımla.)

(AS: Kısa bir katılmama notumuz yazının sonundadır…)

Türk’ün vicdanındaki Milli Sır, Emperyalizme karşı çıkmaktır. Bu karşı çıkış, Kur’ani’dir. Kur’an, emperyalizmi “Küresel şer ve şeytanlık, düşmanlık” anlamında “Tağut” olarak tanımlamaktadır.

Nutuk’ta, “Milletin vicdanında ve geleceğinde hissettiği büyük gelişme kabiliyetini “Milli Sır” olarak belirleyen Atatürk, onun “Milli Egemenliğe dayanan kayıtsız şartsız bağımsız bir Türk Devleti kurabilmek” olduğunu ifade eder.

Bu kararın dayandığı en güçlü muhakeme ve mantığı da Atatürk “Nutuk sh. 9-10” da açıklamaktadır:

  • “Temel ilke, Türk Milletinin haysiyetli ve şerefli bir millet olarak yaşamasıdır. Bu ilke, ancak tam istiklale sahip olmakla gerçekleştirilir. Ne kadar zengin ve bolluk içinde olursa olsun, istiklalden yoksun bir millet, medeni insanlık dünyası karşısında uşak olmak mevkiinden yüksek bir muameleye layık görülemez. Yabancı bir devletin koruyup kollayıcılığını kabul etmek, insanlık vasıflarından yoksunluğu, güçsüzlük ve miskinliği itiraftan başka bir şey değildir. Gerçekten de bu seviyesizliğe düşmemiş olanların, isteyerek başlarına bir yabancı efendi getirmelerine asla ihtimal verilemez. Halbuki, Türk’ün haysiyeti, gururu ve kabiliyeti çok yüksek ve büyüktür. Böyle bir millet esir yaşamaktansa yok olsun daha iyidir. O halde, ya istiklal ya ölüm! İşte gerçek kurtuluş isteyenlerin parolası bu olacaktır.”

Peki, Atatürk’ün dediklerine Türk Milleti olarak uyduk mu? Hiç düşündünüz mü?
Atatürk’e ve annesi Zübeyde Hanıma en aşağılık hakaretleri yapan yobazları, devlet sofrasında konuk etmekten utanmayan siyasetçileri kim seçti?

  • T.C. Başbakanı olabilme yetkisini, ABD Oval Ofiste alan biri, sizin Başbakanınız olabilir mi?
  • ABD Başkanından, BOP Eşbaşkanı diplomasını alan zavallılar, Türkiye’nin bağımsızlığını sağlayabilir mi?
  • 1,5 milyon insanın katledilmesine, 150 binden fazla Müslüman kadının tecavüze uğramasına yol açan bir istilanın uygulayıcılarının Eşbaşkanı olan bir iktidardan, Türk Milletinin yararına ve bağımsızlık adına bir şeyler beklemek mümkün mü?
  • Diploması ve serveti şaibeli, hırsızlığı uluslararası kuruluşlarca tespit edilmiş bir İhvancı-Ümmetçi kafa Türk Milletini hangi çağdaş-medeni seviyeye getirebilir?

Peki, Atatürk ve çağdaşlık düşmanı soyguncuların zulmüne son verecekleri iddiasıyla, İşadamlarımız ve İBB destekli basınımız tarafından desteklenmek üzere, muhalefet olarak kimleri Türk Milletinin huzuruna çıkardık?

Yönünü Atatürk’e değil de, Seyit Rıza’ya ve Şeyh Said’e dönenleri mi?

Türkiye’yi eyaletlere bölecek, AB Yerel Yönetimler Özerklik Şartını kabul edenleri mi?
Kürtçeyi ikinci resmi dil olarak kabul etmeyi söz verenleri mi?
Atatürk’ü “Dersim Katliamcısı” ilan edenleri mi?
FETÖ’nun Prensesi olarak, toplantılarda FETÖ’ya övgü düzenleri mi?
Türk Ordusunun Amirallerine “Zevzek” diyenleri mi?
Said-i Nursi’yi ÖNDER olarak kabul edenleri mi?
Suriye politikasının mimarlarını mı?
Telekom’u, Cumhuriyetin eserlerini satan İngiliz Tefecilerinin elemanlarını mı?
Sivas Katliamının organizatörlerini mi?

Bunlarla çağdaş-bağımsız-onurlu Türk Devletini yeniden kuracağınızı düşünüyorsanız, buyrun meydan sizin! Kurun sizi tebrik edelim.

Yalnız şunu hiçbir zaman unutmayın!

Tek sermayesi, Türk Milletini ve Atatürk’ü sevmek olan bizler, yanıldığınız ve ağladığınızda size merhamet göstermeyeceğiz.

Herkesin kaderini kendi tercihi belirleyecek…

“Ne Mutlu Türküm diyene” ve sözünden dönmeyene…

Sağlık ve başarı dileklerimle, 19 Mayıs 2022
==============================================
Dostlar,

Mustafa Kemal Paşa önderliğinde başardığımız şanlı ulusal kurtuluş savaşımız,
yalın bir tarihsel – eytişimsel (diyalektik) gerçekliktir.
Bu ulusal bağımsızlık savaşının son derece zorlama birtakım yorumlarla Kuran’a bağlanması, orada bağlantılar gösterilmesi hem olanaksız hem de gereksizdir.
Yazının bu bölümüne katılmıyoruz.
Yurtsever yazar Sn. R. Serdaroğlu’na bu düşüncemizi ilettik.
Bu sınırlama ile makaleyi web sitemizde paylaşmış oluyoruz.

Sevgi ve saygı ile. 20.05.22
Dr. Ahmet SALTIK

 

Çağdaş, laik ve bağımsız Türk devletinin ilk adımı

Alev CoşkunAlev Coşkun
19 Mayıs 2022, Cumhuriyet
19 Mayıs 1919’da Samsun’a çıkan Mustafa Kemal, 19 gün sonra geriye çağrıldı!

Atatürk’ün “doğum günüm” dediği 19 Mayıs 1919, emperyalizme karşı bağımsızlık savaşının başlangıcı, çağdaş Cumhuriyete giden yolun da ilk adımıdır.

Atatürk 9. Ordu Müfettişi olarak Samsun’a çıktığı zaman, kendisine verilen görev Karadeniz Bölgesi’ndeki asayiş ve düzeni sağlamaktı.

30 Ekim 1918’de imzalanan Mondros Ateşkes Antlaşması’nın üzerinden yedi ay geçmişti. İstanbul’da işgal kuvvetleri askerleri her yanı denetim altına almış; Toros tünelleri, Adana, Urfa, Maraş, Konya, Antalya, Bodrum, Fethiye ve Batı Trakya işgal edilmişti. 15 Mayıs 1919’da Yunan işgal kuvvetleri İzmir’e çıkmış ve Batı Anadolu adım adım işgal ediliyordu.

Atatürk, Nutuk’ta durumu şöyle anlatıyor:

  • “İşgaller sürüyor, ordunun elinden silahları ve cephanesi alınmış ve alınmaya devam ediyor…”

Henüz halkta bir hareket, bir direniş ve karşı çıkış yoktu. Halk, durağandı…

Koskoca Almanya yenilmişken biz ne yapabiliriz, İngiltere ve Fransa’ya karşı çıkılmaz” düşüncesi genel kabul görüyordu. Genel olarak üç kurtuluş çaresi öne sürülüyordu.

Birincisi, İngiliz himayesi istemek; ikincisi, Amerikan mandası istemek; üçüncüsü bölgesel kurtuluş çareleri aramak.

YENİ BİR DEVLET

Atatürk diyor ki “Bu kararların hiçbirisini doğru bulmadım. Dayandıkları mantık temelsizdi. Aslında Osmanlı Devleti çökmüştü. Ömrünü tamamlamıştı… Yapılacak en doğru iş milli egemenliğe dayanan kayıtsız şartsız bağımsız yeni bir Türk devleti kurmaktı.”

Atatürk, yeni bir Türk devleti kurma kararına daha önce vardığını da şöyle açıklıyor:

“Daha İstanbul’dan çıkmadan önce düşündüğümüz… Samsun’da Anadolu topraklarına ayak basar basmaz uygulamasına başladığımız karar bu olmuştur.” (Nutuk, s. 9)

‘YA İSTİKLAL YA ÖLÜM’

Atatürk, bu kararın dayandığı mantık noktalarını da şöyle belirtiyor:

Türk milletinin onuru ve yetenekleri çok yüksek ve büyüktür. Böyle bir millet esir yaşamaktansa yok olsun daha iyidir. Öyle ise ya istiklal (bağımsızlık) ya ölüm. (Nutuk, s. 10)

Atatürk, bu kararın uygulamasını aşamalara ayırmak, basamak basamak ilerleyerek hedefe ulaşmak gerektiğini belirtiyor.

İLK HAREKET

Anadolu’ya ayak basalı henüz dokuz gün olmuştu. Samsun’da beş gün kalan Atatürk, Havza’ya geçti. Orada önemli kararlar aldı. 28 Mayıs 1919’da Havza’dan Anadolu’daki kolordu komutanlarına, valilere ve mutasarrıflıklara bir bildiri gönderdi.

Atatürk, Anadolu’da işgallere karşı mitingler, toplantılar yapılmasını, Anadolu’dan İstanbul Hükümeti’ne ve İstanbul’daki yabancı işgal güçleri temsilcilerine protesto telgrafları gönderilmesini ve her bölgede “milli teşkilatlar” kurulmasını istedi.

HARBİYE BAKANLIĞI MİTİNGLERİN DURDURULMASINI İSTİYOR

Anadolu’da hareket başladı, her yanda çoban ateşleri gibi mitingler yapılıyor, İstanbul’a işgalleri kınayan protesto telgrafları çekiliyordu.

Harbiye Bakanlığı, Mustafa Kemal’e mitinglerin durdurulması emrini verdi.

Mustafa Kemal’in Harbiye Bakanlığı’na 3 Haziran 1919’da verdiği yanıt, dik duruşu ve temel ideolojiyi gösterir.

MİLLETİN SİNESİNDEN FIŞKIRAN ÜZÜNTÜLER

Atatürk verdiği yanıtta:

  • Vatanın bağımsızlığı ve milli varlık yok ediliyorİzmir işgal ediliyor… Bunlar milletin heyecan ve üzüntüsünün sonucu olan milli gösterilerdir. Bu milli gösterileri engellemek ve durdurmak için kendimde ve kimsede kudret ve cesaret göremeyeceğim gibi, bu yüzden ortaya çıkacak olaylar karşısında sorumluluk kabul edebilecek ne kumandan ne mülkiye amiri ne de hükümet düşünürüm.” diyordu. (Nutuk, s. 36)

ENGELLEYEMEM

Mustafa Kemal, açıkça Harbiye Bakanlığı’na işgallere karşı halkın gösterdiği milli tepkilerin engellenemeyeceğini bildirerek tavır alıyordu. Atatürk, bu telgrafı ile tarihe not düşüyordu. Bundan sonrası çok hızlı gelişti.

SİLAHLARA EL KONULMASI

Anadolu’yu işgal etmek isteyen emperyalist devletler, Ordu ve halkın elinde bulunan silahlara el konulmasını istemişlerdi. Mondros Ateşkes Antlaşması’na bu konuda bir madde konulmuştu. Anadolu’da silahların süngü kolları toplanıyor ve imha edilmek (yok edilmek) üzere İstanbul’a gönderiliyordu. Mustafa Kemal, Doğu bölgesinden Samsun yoluyla İstanbul’a gönderilen 30 bin silah sürgü kolu, 198 makineli tüfek ve 26 top kamasına el koydu.

Harbiye Bakanlığı, 31 Mayıs 1919’da hemen şu soruyu sordu: “Diyarbakır’dan Samsun yoluyla İstanbul’a gönderilmekte olan 31 bin 333 sürgü kolu, 198 makineli tüfek ve 26 top kamasına ne oldu?

Atatürk, Bakanlığa verdiği yanıtta, “Silahları taşıyan ekibi yorgun buldum. Bir süre dinlenecekler, sonra Samsun yoluyla İstanbul’a göndereceğim” diye yanıt verdi. Mustafa Kemal zaman kazanmak istiyordu, ayrıca Havza’daki askeri depoda bulunan silahları da halka dağıttı.

BARDAĞI TAŞIRAN DAMLA

Anadolu’ya geçeli 10 gün olan Atatürk’ün hareketleri, Anadolu’da bulunan İngiliz Gizli Servis elemanları tarafından izleniyordu. Anadolu’da başlatılan mitingler İstanbul’a gönderilen protesto telgrafları zaten yeterliydi. Ama şimdi daha önemli bir iş yapılıyor, silahların İstanbul’a gitmesi engelleniyordu. Atatürk’ün silahlara el koyması adeta bardağı taşıran bir damla oldu.

19. GÜN (6 HAZİRAN 1919): KIRMIZI ALARM IŞIKLARININ YANDIĞI GÜN

İNGİLİZLER MUSTAFA KEMAL’İN AMACINI HEMEN ANLAMIŞLARDI

Kırmızı alarm ışıklarının yandığı tarih 6 Haziran 1919’dur. Atatürk’ün Anadolu’ya çıkışının 19. günüdür. İstanbul’daki işgal güçlerinin Karadeniz Orduları Komutanı İngiliz General Milne, İstanbul’daki Padişah’ın hükümetine bir nota gönderdi ve “Mustafa Kemal’in derhal İstanbul’a geri çağrılmasını” istedi. (G. Jaeschke, Kurtuluş Savaşı ile İlgili İngiliz Belgeleri, s. 124)

  • İşbirlikçi İstanbul Hükümeti hiç ara vermeden Havza’ya telgraf emri göndererek Mustafa Kemal’in acele İstanbul’a dönmesini istedi.

İNGİLİZLERİN TELAŞI NEDEN?

Yineleyelim, tarih 6 Haziran 1919’dur. Mustafa Kemal Anadolu’ya geçeli henüz 19 gün olmuştur. Sömürgeci imparatorluk sisteminin kurucularından olan İngiliz gizli casusluk örgütü, Mustafa Kemal’i kuşkusuz gün gün izliyordu. O’nun aldığı kararlardan ve Anadolu’daki yetkililere gönderdiği telgraflardan, olayın teşhisini koymuşlar, tanımlamasını yapmışlardı. İngilizler, Mustafa Kemal’in bağımsızlık hareketini başlattığını anlamışlardı. 

İNGİLİZLER İSTİYOR

Atatürk, İstanbul Hükümeti’nin ısrarlı “dön” emirlerini yerini getirmedi ancak eski cephe arkadaşı o sırada İstanbul’da Genelkurmay Başkanı Cevat (Çobanlı) Paşa’ya bu geri dön emrinin esasını sordu. Cevat Paşa, 11 Haziran 1919 günü şifreli telgrafla “Sizin dönmenizi İngilizler istiyor” diye yanıt verdi. O konu böylece tarihe belgeli olarak geçmiş oldu.

STRATEJİK KARAR

Atatürk bu noktada çok önemli bir karar verdi. Kararın temeli şudur: “Hareketi kişisel olmaktan çıkarmak.” Atatürk, konuyu şöyle anlatıyor:

“Anadolu’ya geçeli bir ay olmuştu. Bu süre içinde bütün ordu birlikleriyle temas ve bağlantı sağlanmış; millet mümkün olduğu kadar aydınlatılarak dikkatli ve uyanık bir duruma getirilmiş, milli örgüt kurma düşüncesi yayılmaya başlamıştı. Genel durumu artık bir komutan ile yürütüp yönetmeye devam imkânı kalmamıştı. Yapılan geri çağırma emrine uymamış ve onu yerine getirmemiş olmakla birlikte, milli teşkilat ve hazırlıkların yönetimine devam etmekte olduğuma göre, şahsen asi durumuna geçmiştimO halde yapılacak girişim, çalışmaların milletin birlik ve dayanışmasını sağlayacak ve temsil edecek bir kurul adına olması gerekli idi.” (Nutuk, s. 21)

Bu stratejik karardaki anahtar noktalar şunlardır:

  • Girişimler ve çalışmalar kişisel olmaktan çıkarılmalıdır.
  • Çalışmalar milleti temsil edecek bir kurul tarafından yapılmalıdır.

İşte Amasya’da 22 Haziran 1919’da yayımlanan İhtilal Bildirisi’nin esası budur. Bildirinin temel noktalarını anımsayalım: (Amasya Genelgesi)

1. Vatanın bütünlüğü, milletin bağımsızlığı tehlikededir. 
2. İstanbul Hükümeti üzerine aldığı sorumluluğun gereğini yerine getirememektedir. Bu durum milletimizi yok olmuş gibi gösteriyor.
3. Milletin bağımsızlığını, yine milletin azim ve kararı kurtaracaktır.
4. Anadolu’nun her bakımdan en güvenli yeri olan Sivas’ta hemen milli bir kongrenin toplanması kararlaştırılmıştır.

GÖREVDEN ALINMA

Amasya Bildirisi İstanbul’da şok etkisi yarattı ve 23 Haziran 1919’da İstanbul Hükümeti tarafından Anadolu’da vali ve kolordu komutanlarına şu telgraf geçildi:

Mustafa Kemal Paşa görevinden azledilmiştir. Hiçbir resmi sıfatı kalmamış olduğundan, bildiri ve emirlerine uyulmaması gerekir.”

Mustafa Kemal’in Anadolu’ya geçişinin üzerinden bir ay dört gün geçmiş ve görevinden azledilmişti. Mustafa Kemal, ardından Amasya’dan Erzurum’a geçti. Ve 8 Temmuz 1919’da ordudan tart edildi, rütbeleri elinden alındı. Samsun’a çıkalı henüz 50 gün olmuştu.

ALTERNATİF TARİHÇİLERE ve 2. CUMHURİYETÇİLERE BİRKAÇ SÖZ

Burada kendilerine tarihçi diyen ve “Mustafa Kemal’i Kuvayı Milliye’yi örgütlemesi için Anadolu’ya Padişah Vahdettin gönderdi” diyen  geveze, yalancı, saptırmacı, ahlaksız ve Vahdettin yalakası yazarlara seslenmek gerekiyor:

Mustafa Kemal’i Anadolu’ya vatanı kurtarmak için Padişah Vahdettin göndermişti diyorlar. Ancak gerçek şu:

  • Padişah, görev verdikten 19 gün sonra geriye çağırıyor ve bir ay sonra görevden azlediyor. Daha sonra da savaş meydanında kazandığı bütün rütbelerini elinden alıyordu. Bu ne yaman bir çelişki?

Bu yazarlar için tarihsel gerçekler, belgeler önemli değil, yeter ki padişahlık alkışlansın, yeter ki Atatürk ve Milli Mücadele alçaltılsın. Bunlara kimi 2. Cumhuriyetçiler de destek veriyor. Bunlar utanmaz, yalancı, sözde tarihçilerdir. Bu sahte tarih yazıcıları, işgalcilerle birlik olmuş, İngilizlere manda yönetimi teklif etmiş Vahdettin’i korumak istiyorlar. Tarihi saptıran bu yalancı yazıcılar aslında günümüzün işbirlikçileridir. Milli Mücadele’nin 19. gününde İngilizlerin isteği ile İstanbul Hükümeti Mustafa Kemal’i geriye çağırdı. 50. gününde O’nu Ordudan tart etti. Ama Atatürk, antiemperyalist mücadelesine devam ederek bağımsızlığımızı sağladı.

İkinci aşama, çağdaş Cumhuriyeti kurmaktı.

Anayasa ideolojisi ve gençler

Hukuk yoluyla demokrasi, Anayasa’nın, siyasal çatışmaları uzlaşmaya dönüştürme işlevinin de göstergesi. Bu nedenle, seçilmişlerin, hukukun üstünlüğü ve Anayasa’ya sadakat andı, uzlaşma ilkesini de somutlaştırır. Ne var ki, Anayasa, son 15 yılda uzlaşma yerine siyasal çatışma aracı olarak kullanıldı.

ÇATIŞMA VE POPÜLİZM

Çatışma aracı olarak kullanılması, 2007 Anayasa değişikliği ile başladı. Buna, popülizm de eklendi: 2017’de seçilme yaşının da 18’e indirilmesi, bir halk dalkavukluğu. Neden? Çünkü 18-22 yaş grubunun (diliminin) öncelikli sorunu yükseköğrenim.

Bu çerçevede yasama ve yürütme, “gençlerin müspet ilmin ışığında” yetişmesi için anayasal yükümlülüklerini ne ölçüde yerine getiriyor? Gençliğin barınma ve beslenme sorunları, yeterli öğretim üyesi ve kütüphaneye ulaşma olanağına kadar nitelikli yükseköğrenimden yararlanma hakkı bu bağlamda tartışılmalı.

Bu sorunların çözümünü sosyal devlet öncelikleri arasına almadan, “On sekiz yaşını dolduran her Türk milletvekili seçilebilir” düzenlemesi, gençlerin sorunlarını çözmeye ne ölçüde katkıda bulunur? Örneğin, TBMM’ye 2018’de 18 yaşını henüz doldurmuş kaç kişi seçildi?

İşte, popülizm! Gençlerin oyunu devşirme hesabına dayanan ikiyüzlülük. Oysa ana sorun, gençlere ilişkin düzenlemeler ötesinde, gençleri de egemenlik sürecine katmak. Nasıl?

TOPLUM VE DOĞA SÖZLEŞMESİ

Egemenlik ve bağımsızlık simgesi olarak Anayasa yapımı, değiştirilmesi ve uygulama dönemi bakımından, çocukları ve gençleri erişkinlerden daha çok ilgilendirir. Demokratik anayasa sürecinde bilgilenme ve katılım, etkililik için de belirleyici:

•Toplumun bugünü ve geleceği için yaşamsal özelliği, gençlerin anayasal bilgilenme hakkını öne çıkarır.
Bilişim çağı olanakları, görüş ve önerilerini alma yollarının açılmasıyla gençlerin etkili katılımını kolaylaştırır.
•Gelecekte onların sahiplenmesi ölçüsünde anayasa, toplum sözleşmesi olabilir.

  • Anayasa’yı kuşaklararası ilişkiler bağlamında düşünmek, çocukları ve gençleri,
    gelecek kuşakların haklarının merkezine yerleştirmek
    anlamına gelir.

Özellikle toplum sözleşmesinin en dinamik (devingen) halkası olan – ve aynı zamanda üniversite öğrenimi dönemine denk düşen 18-25 yaş kuşağı sürece katılabildiği ölçüde anayasa, siyasal çatışma aracı olmaktan çıkarılarak, uzlaşma” görebilir.

Siyasal iktidarın sınırları ve insan hakları güvenceleri ötesinde Anayasa, ülkenin tarihsel, kültürel ve çevresel değerlerini de koruyan bir belge olarak, “doğa sözleşmesi”dir de.

EGEMENLİK VE BAĞIMSIZLIK

Bu bakımdan Atatürk Havaalanı yıkımı, tarihsel ve kültürel miras (kalıt) düşmanlığı ötesinde, bir ulusal servetin yok edilmesi nedeniyle sosyal devlet başta gelmek üzere, Anayasa’ya aykırılıklar zinciri, “vatana ihanet” nitelemesini (CHP Genel başkanı Kemal Kılıçdaroğlu) haklı kılmakta.

Anayasa’nın kuşaklararası anlamının tartışılması, dünden yarına, tarihsel, ülkesel ve ulusal değerlerin de gündeme taşınması anlamına gelmekte.

  • Bir toplumun ortak belleği, Anayasa yoluyla biçimlenen kurumlara, kurallara ve değerlere saygı ile oluşur ve korunur.

Tek kişi iradesinin belirleyici olduğu yönetim tarzı (biçimi) ve etkileşim sürecinde birlikte tartışma sonucu alınacak kararlar arasındaki nitelik farkı, genç kuşaklara iyi anlatılmalı; ama asıl olan gençlerin, kendileri için ortak yaşam belgesi niteliği taşıyan çifte sözleşmenin yapımına katılmasıdır.

Unutmayalım; çoğulcu toplumsal yapıyı yansıttığı kadar kuşaklar genişledikçe, uzlaşma yelpazesi de pekişir.

İdeoloji tartışması, iktidar ve para için bütün değerleri silmeyi göze alan yerli ve yabancı işbirlikçileri, ortak değerler karşısında geriletme aracıdır.

Dünyevi nitelikte temel norm olarak inanç ve din özgürlüğünün de güvencesi olan Anayasa, iktidar sarhoşlarının dini “halkın afyonu” olarak kullanmaları yolunda asla araç kılınamaz. 

Anayasa’nın, ulusal egemenlik ve bağımsızlık ülküsünde “vatan hainlerine karşı” yurtseverlik aracı olarak demokratikleştirilmesi ve uygulanması dileğiyle,

  • 19 Mayıs Gençlik ve Spor Bayramı kutlu olsun!