Etiket arşivi: vatana ihanet

Anayasa ideolojisi ve gençler

Hukuk yoluyla demokrasi, Anayasa’nın, siyasal çatışmaları uzlaşmaya dönüştürme işlevinin de göstergesi. Bu nedenle, seçilmişlerin, hukukun üstünlüğü ve Anayasa’ya sadakat andı, uzlaşma ilkesini de somutlaştırır. Ne var ki, Anayasa, son 15 yılda uzlaşma yerine siyasal çatışma aracı olarak kullanıldı.

ÇATIŞMA VE POPÜLİZM

Çatışma aracı olarak kullanılması, 2007 Anayasa değişikliği ile başladı. Buna, popülizm de eklendi: 2017’de seçilme yaşının da 18’e indirilmesi, bir halk dalkavukluğu. Neden? Çünkü 18-22 yaş grubunun (diliminin) öncelikli sorunu yükseköğrenim.

Bu çerçevede yasama ve yürütme, “gençlerin müspet ilmin ışığında” yetişmesi için anayasal yükümlülüklerini ne ölçüde yerine getiriyor? Gençliğin barınma ve beslenme sorunları, yeterli öğretim üyesi ve kütüphaneye ulaşma olanağına kadar nitelikli yükseköğrenimden yararlanma hakkı bu bağlamda tartışılmalı.

Bu sorunların çözümünü sosyal devlet öncelikleri arasına almadan, “On sekiz yaşını dolduran her Türk milletvekili seçilebilir” düzenlemesi, gençlerin sorunlarını çözmeye ne ölçüde katkıda bulunur? Örneğin, TBMM’ye 2018’de 18 yaşını henüz doldurmuş kaç kişi seçildi?

İşte, popülizm! Gençlerin oyunu devşirme hesabına dayanan ikiyüzlülük. Oysa ana sorun, gençlere ilişkin düzenlemeler ötesinde, gençleri de egemenlik sürecine katmak. Nasıl?

TOPLUM VE DOĞA SÖZLEŞMESİ

Egemenlik ve bağımsızlık simgesi olarak Anayasa yapımı, değiştirilmesi ve uygulama dönemi bakımından, çocukları ve gençleri erişkinlerden daha çok ilgilendirir. Demokratik anayasa sürecinde bilgilenme ve katılım, etkililik için de belirleyici:

•Toplumun bugünü ve geleceği için yaşamsal özelliği, gençlerin anayasal bilgilenme hakkını öne çıkarır.
Bilişim çağı olanakları, görüş ve önerilerini alma yollarının açılmasıyla gençlerin etkili katılımını kolaylaştırır.
•Gelecekte onların sahiplenmesi ölçüsünde anayasa, toplum sözleşmesi olabilir.

  • Anayasa’yı kuşaklararası ilişkiler bağlamında düşünmek, çocukları ve gençleri,
    gelecek kuşakların haklarının merkezine yerleştirmek
    anlamına gelir.

Özellikle toplum sözleşmesinin en dinamik (devingen) halkası olan – ve aynı zamanda üniversite öğrenimi dönemine denk düşen 18-25 yaş kuşağı sürece katılabildiği ölçüde anayasa, siyasal çatışma aracı olmaktan çıkarılarak, uzlaşma” görebilir.

Siyasal iktidarın sınırları ve insan hakları güvenceleri ötesinde Anayasa, ülkenin tarihsel, kültürel ve çevresel değerlerini de koruyan bir belge olarak, “doğa sözleşmesi”dir de.

EGEMENLİK VE BAĞIMSIZLIK

Bu bakımdan Atatürk Havaalanı yıkımı, tarihsel ve kültürel miras (kalıt) düşmanlığı ötesinde, bir ulusal servetin yok edilmesi nedeniyle sosyal devlet başta gelmek üzere, Anayasa’ya aykırılıklar zinciri, “vatana ihanet” nitelemesini (CHP Genel başkanı Kemal Kılıçdaroğlu) haklı kılmakta.

Anayasa’nın kuşaklararası anlamının tartışılması, dünden yarına, tarihsel, ülkesel ve ulusal değerlerin de gündeme taşınması anlamına gelmekte.

  • Bir toplumun ortak belleği, Anayasa yoluyla biçimlenen kurumlara, kurallara ve değerlere saygı ile oluşur ve korunur.

Tek kişi iradesinin belirleyici olduğu yönetim tarzı (biçimi) ve etkileşim sürecinde birlikte tartışma sonucu alınacak kararlar arasındaki nitelik farkı, genç kuşaklara iyi anlatılmalı; ama asıl olan gençlerin, kendileri için ortak yaşam belgesi niteliği taşıyan çifte sözleşmenin yapımına katılmasıdır.

Unutmayalım; çoğulcu toplumsal yapıyı yansıttığı kadar kuşaklar genişledikçe, uzlaşma yelpazesi de pekişir.

İdeoloji tartışması, iktidar ve para için bütün değerleri silmeyi göze alan yerli ve yabancı işbirlikçileri, ortak değerler karşısında geriletme aracıdır.

Dünyevi nitelikte temel norm olarak inanç ve din özgürlüğünün de güvencesi olan Anayasa, iktidar sarhoşlarının dini “halkın afyonu” olarak kullanmaları yolunda asla araç kılınamaz. 

Anayasa’nın, ulusal egemenlik ve bağımsızlık ülküsünde “vatan hainlerine karşı” yurtseverlik aracı olarak demokratikleştirilmesi ve uygulanması dileğiyle,

  • 19 Mayıs Gençlik ve Spor Bayramı kutlu olsun!

HOŞGELDİN 2022

Suay Karaman 

Büyük sıkıntılarla 2021 yılını geride bıraktık, 2022 yılının umutlarımızın tazelendiği bir yıl olmasını diliyoruz. Ancak yaşanan günlerde yapılanları gördükçe bu dileğimizin gerçekleşmesinin çok zor olduğunu da biliyoruz.

2020 yılında başlayan koronavirüs salgını devam etmektedir. 2020 yılında gerçekliği tartışılan resmi verilere göre ülkemizde 20.881 kişi bu hastalıktan yaşamını yitirmişti. 2021 yılında ise aşı bulunmasına karşın yine gerçekliği tartışılan resmi verilere göre ülkemizde 61.027 kişi Kovit-19‘dan yaşamını yitirmiştir. Küresel salgın tüm hızıyla devam ederken, siyasal iktidarın aldığı önlemlerin yetersizliği görülmektedir.

Salgının da etkisiyle ekonomi iyice dibe vurmuştur. Birçok fabrika ve işyerleri kapanmış; işsizlik, açlık, yoksulluk büyük boyutlara ulaşmıştır. En az on beş milyon yurttaşımız yoksulluk sınırının altında yaşamak zorunda bırakılmıştır. Tarım ve hayvancılık bitirilmiş, sanayi durma noktasına gelmiştir. Laik ve demokratik eğitim yerine dinci eğitime geçilmiştir. Demokratik ve laik hukuk devleti olmaktan çıkılarak, ülkemiz dinsel hükümlerle yönetilmeye başlanmıştır. Kirli siyasetin bütün pislikleri ve yolsuzlukları ortaya saçılmaktadır. Yıllardır Ege Denizi’ndeki adalarımız Yunanistan’ın işgali altındadır ama ne siyasal iktidardan ne de muhalefetten ses yoktur. Vatana ihanet son düzeye gelmiştir.

Bunların yanında Kasım ve Aralık aylarında Türk Lirası’nın değer yitirtilmesiyle, yine büyük vurgunlar yapılmıştır. Buharlaşan 128 milyar Doların yanına, döviz vurgununda uçurulan 7 milyar Dolar daha eklenmiştir.

  • Bu düzenle zengin daha zenginleşirken, yoksullar iyice yoksullaştırılmıştır.

Türk Lirası bir yıl içinde yaklaşık %100 oranında değer yitirmiştir. Dış borcumuz 448 milyar Doları aşmıştır. Ekonomik dengeler bozulurken, halk sürekli yapılan zamlarla ezilmektedir. İşte bu kirli düzen, sözde ekonominin kitabını yazanlara kapak olmalıdır.

9 Aralık 2021’de TBMM’deki bütçe görüşmeleri sırasında İçişleri Bakanı Süleyman Soylu; “İstanbul Anakent Belediyesi’ne 33 bin personel alımı yapıldığını, 557 kişinin terör örgütüyle bağlantısı olduğunu” ifade etti. 27 Aralık 2021’de de İçişleri Bakanı, İstanbul Anakent Belediyesi hakkında PKK ve KCK ile bağlantılı, özellikle dağda bulunmuş kişilerin işe alındığı yönünde ihbarlar olduğunu söyledi. Gerçekten böyle bir durum varsa, işe alınanlardan istenen adli sicil kaydını Adalet Bakanlığı’nın verdiği anımsanmalıdır.

AKP Genel Başkanvekili Numan Kurtulmuş; “Belediye kadrolarında terör örgütleri ile bağlantılı birtakım isimler olabilir. Buradan belediye başkanına sorumluluk çıkarılmaz” derken, aynı şekilde terör örgütleriyle bağlantılı güvenlik güçlerinin olması da, İçişleri Bakanına sorumluluk çıkarmaz. Ama AKP iktidarı işine geldiği gibi söylemlerde bulunmaktadır.

Terör örgütüyle bağlantılı birileri varsa, bu kişileri kanıtlarıyla belirleyip, yasal süreç başlatmak siyasal iktidarın görevidir. Çıkıp kürsüde “557 kişi terör örgütüyle bağlantılı” demek iftiradır, aymazlıktır, sapkınlıktır. Görevini yapamamanın ezikliğidir. Bu eziklik Oslo’da PKK terör örgütüyle görüşenlerin ezikliğidir, ihanetidir.

12 Aralık 2021 Pazar günü HDP İstanbul kongresinde bebek katili terörist başı Abdullah Öcalan lehine slogan atıldı, PKK marşı okunup, ant içildi. Şimdi sormak gerekir; bundan daha açık PKK ile bağlantılı bir durum olabilir mi? Bütün bunlar ortadayken İstanbul Anakent Belediyesi’ne yapılanın apaçık bir siyasal algı operasyonu olduğu bellidir. İçişleri Bakanının bu durum karşısında söyleyeceği söz yok mudur?

Bir İçişleri bakanı şurada terörist var, burada terörist var diyemez. Bakanlığın emrinde polis ve jandarma var, teröristi yakalamak görevleri arasındadır. “Terörist var” diye bağırarak, propaganda çığlıklarıyla bakanlık yapılamaz.

  • Yaklaşık 20 yıldır ülkeye ihaneti onaylanmış bir siyasal iktidar ile böyle bir iktidarı ayakta tutmaya çalışan muhalefetin, ülkemizin sorunlarını çözemeyeceği bellidir.

Türkiye Cumhuriyeti, tarihinin ekonomik ve siyasaş olarak en sıkıntılı günlerini yaşamaktadır. Böyle bir siyasal iktidardan her şey beklenir. Bu iktidarın kendilerini sınırladığı hukuk kuralı da, etik kuralı da yoktur. Siyasallaşan yargı, hukuku ortadan kaldırmıştır. Ama ne olursa olsun, yolun sonu gelmiştir.

  • Şimdi Atatürk ilke ve devrimleri ışığında, tam bağımsızlık ve emperyalizm karşıtlığında birleşerek, örgütlü mücadele yapmanın zamanıdır.

Ülkemizin üzerindeki kara bulutları dağıtmanın başka yolu yoktur.

2022 yılının sağlık, mutluluk ve aydınlık getirmesi için hep birlikte demokrasiye sahip çıkarak, laikliğe sarılarak ülkemize güzel günler gelmesi için görev ve sorumluluklarımızı yerine getirmenin zamanıdır. 

Azim ve Karar, 3 Ocak 2022

Ekonominin kitabı ve sonuç

Alev CoşkunAlev Coşkun
21 Kasım 2021, Cumhuriyet
(AS: Bizim katkımız yazının altındadır..)

Son haftanın en önemli konusu kuşkusuz doların yükselişi ve Türkiye ekonomisidir.

Cumhurbaşkanı Erdoğan, “Biz bu noktada ekonominin kitabını yazdık” diyor.

Ancak yurtdışı ve yurtiçindeki yansız ekonomistler, Türkiye’de yazılan ekonomi kitabının parlak olmadığı noktasında birleşmiş bulunuyorlar. 2020’nin son aylarından bugüne kadar yazdığımız Pazar Yazıları’nın önemli bir bölümü ekonomi ile ilgilidir… “Politika, Ekonomi ve Duvara Toslama” (26.11.2020), “128 Milyar Dolar Nerede?” (25.4.2021), “Erdoğan Artık Gündemi Belirleyemiyor” (25.7.2021), “Ekonomi Sarsıntıda” (26.9.2021), “Yönetemeyen Demokrasi” (17.10.2021)… Bu yazılarda ekonominin kötüye doğru yol aldığı belirtiliyordu.

Erdoğan, ekonomi ile ilgili görüşünü her platformda, her toplantıda açıklıyor. “Faizle ve faiz artırımı ile mücadeleye devam edeceğiz. Faiz sebep, enflasyon neticedir” diyor. Her ortamda yapılan bu konuşmalardan sonra Merkez Bankası’nın (MB) farklı bir karar vermesi beklenemezdi. Nitekim MB Para Politikası Kurulu geçen hafta faiz oranını %15’e indirdi… O noktadan sonra zaten hassas ve kırılgan olan ekonomi kendisini Doların yükselişiyle gösterdi.

1 Kasım 2021’de 9.5 TL olan Dolar 17 günde 11 TL’yi geçti. Bunun anlamı, Dolar iki haftada 1.5 TL arttı, buna karşı TL de iki haftada %15’ten fazla değer kaybetti. Böyle bir durum, 15 günde bu derece yüksek değer kaybı daha önce Türk ekonomi tarihinde görülmemiştir. Yukarıdaki çok basit ancak anlamlı tablo, son üç yılda Dolar ve altının seyrini göstermektedir. Çok çarpıcı olan bu tablo, 2018 yılında cumhurbaşkanlığı hükümet sistemine geçiş ve Erdoğan’ ın Cumhurbaşkanı olduğundan bugüne Doların değeri yüzde yüz (%100) ve altının değeri yüzde iki yüz (%200) artmış bulunuyor… Sonuçta TL’nin değeri de o oranda azalmış bulunuyor…

Bu tablonun ekonomik ve politik değerlendirmesi ve karşı karşıya olduğumuz durum şöyledir:

1. Değeri düşmüş olan Türk lirası,
2. Değeri yükselmiş olan dolar ve altın,
3. Bunun sonucunda yüksek enflasyon düzeyi (%49),
4. Bağımsızlığını kaybeden Merkez Bankası,
5. Dünya ekonomi ve mali piyasalarında itibarı tartışılan Türkiye ekonomisi,
6. Giderek yoksullaşan halk ve giderek artan hayat pahalılığı…

En çarpıcı sonuç şudur: Halkın satın alma gücü düştü, gelir dağılımı adaleti bozuldu. 

Bu genel ekonomik tablonun bir de borç bölümü var. Dövizle borçlu olan özel sektör, borçları ödeyemeyecek duruma gelmiş bulunuyor. Öte yandan yap işlet devret modeline göre (köprüler, yollar, şehir hastaneleri gibi…) dolar üzerinden iş yapan müteahhitler, kur artıkça zenginleşiyorlar.

İktidarın gerekçeleri

AKP iktidarı, MB faiz indirimi nedeniyle döviz, enflasyon yükselmesini göremiyor mu? Neden bu derece inatla bu ekonomi politikalarını uyguluyor? Bu konuda AKP’nin ileriye sürdüğü politik gerekçeler şöyle özetlenmektedir:

1. Merkez Bankası’nın döviz rezervleri en alt düzeye inmiş bulunuyor. Doların değerini artırarak ihracatı özendirip ve artırıp rezervlerde bir denge sağlanmak isteniyor. Bu nedenle doların yükselmesini doğru buluyorlar…

Buna karşı yanıt şöyle: Türk sanayi ihracatı ithalata dayalıdır. Bu nedenle rezerv dengesinde büyük bir değişim olmaz… (AS: 100 $ dışsatım için 70-80 $ dışalım girdi gerek!)

2. İktidar ayrıca ekonominin kötüye gittiği konusunu bir algı operasyonu olarak değerlendiriyor. Bu algı operasyonunun arkasında dış kaynaklar ve muhalefet vardır diyorlar ve ısrarla bu psikolojik eşik aşılacaktır savunmasını yapıyorlar.

Ancak Hazine ve Maliye Bakanı Lütfi Elvan, geçen hafta yaptığı konuşmada, ekonominin “enflasyon, döviz, faiz sorunları” içinde bulunduğunu kabul etti.

Yurtiçi ve yurtdışındaki uzman maliyeci ve ekonomistler, AKP’nin “düşük politika faizi” ve genel ekonomi politikalarının TL’yi dolara karşı savunmasız bıraktığını ileriye sürüyorlar.

Döviz yükselmesinin yanında bir de dış borç sorunu var… 2002 yılında 129.6 milyar $ olan Türkiye’nin brüt dış borcu bugün 448 milyar doları aşmış bulunuyor. Buna ek olarak özel sektöre ait ve Hazine garantisine sahip milyarlarca dolarlık dış borç da ekonomi için ciddi bir risk oluşturuyor. Türkiye’nin kısa vadede ödeyeceği dış borcun 176 milyar $ dolayında olduğu belirtiliyor. Kısa dönemde AKP iktidarının bu parayı bulması gerekiyor.

Ne olacak?

Bu ekonomik durum, yüksek enflasyon, pahalılık, özellikle orta gelirli vatandaş için zorluklar yaratmaktadır. Ayrıca yüksek işsizlik vardır. Yazımızın başında Erdoğan’ın “Biz bu noktada ekonominin kitabını yazdık” dediğini belirtmiştik. Yazılan bu kitabın sonuç kısmı öyle anlaşılıyor ki AKP için hiç de olumlu bitmeyecek. AKP için iktidardan gidiş yolu kaygan bir zemin olarak artık kesin olarak açılmıştır.
====================================
Dostlar,

Milli Piyango E. Demirören’e satıldığından beri Ziraat Bankasına 700 milyon $ borcunu Milli Piyango bileti vererek ödüyor, yani kağıt satarak! Ziraat Bankası krediyi tahsil edemediği için soyuluyor. Görev zararı vergilerle kapatılıyor. Cebimizden bu Holdinge kaynak akıyor. Bu ranta iktidar ortak, siyaset ahlaksızca finanse ediliyor.

“Ben ekonomistim” diyen ve tüm yetkileri kendinde toplayan Erdoğan’ın ülkemizi sürüklediği batak. Ya zerrece işten anlamayan zeka fukaraları ya da vatana ihanet.. 3. seçenek yok!
  • Uyan Türk Ulusu derin uykulardan uyan!
RT Erdoğan düşük faiz için,
  • Bu politika ile biz ne yaptığımızı, niçin yaptığımızı, nasıl yaptığımızı hangi risklerle karşı karşıya bulunduğumuzu, sonunda ne elde edeceğimizi gayet iyi biliyoruz.. süreç ‘ekonomik kurtuluş savaşı.’ ” dedi.

Doğru; Türkiye’yi kasten batırırken halka masal!

  • 1,5 Tr TL kestirilen 2022 bütçe gelirinin 240 milyarı, yani 6’da 1’i faiz!
  • Bu faiz oranı geçen yıl 1/7, önceki yıl 1/8 idi.
  • RTE = AKP nereye sürüklüyor Türkiye’yi?
  • İzlenen politika kurgudur ve hedefi Türkiye’yi İFLAS ETTİRMEKTİR!
  • Buna asla izin verilmemelidir.
  • Türkiye ayağa kalk!

Sevgi ve saygı ile. 24 Kasım 2021, Ankara

Prof. Dr. Ahmet SALTIK MD, MSc, BSc
Atılım Üniv. Tıp Fak. Halk Sağlığı Anabilim Dalı
Sağlık Hukuku Uzmanı, Siyaset Bilimi – Kamu Yönetimi (Mülkiye)
www.ahmetsaltik.net         profsaltik@gmail.com
facebook.com/profsaltik    twitter : @profsaltik

Şiraze ‘fena halde’ kaydı…

Çünkü, Cumhurbaşkanı bir iki gündür ortalıkta yoktu ve hiçbir konuda hiçbir söz söylememişti. Çünkü, o hiçbir konuda hiçbir söz söylemediğinde, kimse ne yapacağını bilemiyor ve söylediğinde de, hiç tartışılmadan ya da muhakeme edilmeden, sadece onun dediği oluyor.

TRT haberlerinde (doğal olarak) ilk haber, diğer medya mecralarında olduğu gibi Türkiye’yi kasıp kavuran orman yangınlarıydı. Bu yangınları tabii ki iktidar çıkarmadı. Ama birinci derecede sorumlusu, bu ülkeyi yönetirken aldıkları yanlış kararlarla, sadece ülkenin on milyonlarca insanının değil, belki on milyonlarca ağacının da canını riske atan bu iktidardır. En basit ve somut örneği de, 20-25 milyon hektara varan bir orman varlığnı koruyabilmek için yeterli önlemlerin olmamasıdır. Türk Hava Kurumu’nun (THK) uçaklarına yangın söndürme görevini kasten vermemek için 100 litrelik bir farkla ihale düzenleyen, 4,900 litre kapasitesi olan THK uçaklarını, ihale şartını 5,000 litre olarak koyarak atıl durumda bırakmak, düpedüz vatana ihanettir.

Kıbrıs’a anma-kutlama ziyaretlerine, neredeyse devlet ricalinin her bir ferdinin “altına” bir makam uçağı tahsis edebilecek zenginlikte bir devlet, sarayın VİP filosu kadar bile yangın söndünme uçağına sahip değildir.

  • Bu ağır bir ayıp, gaflet, dalalet ve ihanettir. Yangınlara davetiyedir.

Bu kararlara imza atanlar, bu kararları destekleyenler, bu kararları uygulayanlar, adeta “bırakınız yansınlar” diyerek, bugün yaşamakta olan ağır felaketin baş sorumlularıdırlar.

Şu anda on binlerce insanın canla başla savaşmasına rağmen bir türlü tam olarak kontrol altına alınamayan yangınları, “teröristler mı çıkardı acaba?” diye abuk sabuk teorilerle uğraşanlar, öncelikle bu ihaneti görmek zorundadırlar.

Cumhurbaşkanı, sonunda ortaya çıkıp cuma namazı çıkışında “THK uçakları zaten bu yangınları söndüremez” diye akıl almaz açıklamasını yaptıktan sonra TRT haberlerinde yine “ilk cümlenin ilk sözcüklerindeki” yerini alacaktır belki. Ama soruna çare olmayacağı kesindir.

Tam da bu saatlerde, İstanbul Valiliği aldığı komik bir kararla “1 ay boyunca (30 Ağustos’a kadar) İstanbul ormanlarına giriş yasağı” koymuştur. Tam bir rezalet anlamına gelen bu karar, “Ben bu felaketleri önleme ve başgösterdiğinde de üstesinden gelebilme kapasitesine sahip değilim” demektir. Bir itiraftır.

Aynı zamanda da bir haksızlıktır. Yani, insanlara “ormanda davranma bilincini, gerektiğinde zorlayıcı önlem ve denetimlerle” aşılayarak pekala orman pikniklerine devam edilebilecekken, “girmesinler, dolayısıyla çözmüş oluruz” demektir bu. Akıl dışıdır. Çaresizliğin ve basiretsizliğin, iktidarsızlığın tipik bir örneğidir.

Daha da ilginci, bendeniz bu kararı eleştiren bir tweet attığımda bu tepkime karşı çıkanların, “girmesinler tabii ki” diye alkış tutmasıdır. Umarım bu alkışı tutanlar, Ege ya da Güney sahillerindeki otellerinden veya yazlık evlerinin sitelerinin havuz başlarındaki şezlonglarından tutmamıştır bu alkışı. Çünkü, İstanbul’da ormana giderek serinlemek veya piknik yapmak durumunda olanlar, bu toplumun “Ege-Güney-Yazlık-Havuz-Şezlong” nimetlerine uzak kitlelerdir. Fatura onlara mı çıkmaktadır?

Peki ya ormanlık alanların tam ortasında inşa edilmesine sorumsuzca izin verilen “zengin ghettolarının” sakinlerine nasıl bir yasak gelecektir? Onların bisiklet gezilerine, golf turnuvalarına, “barbecue partylerine de müdahale edilecek midir?

Şiraze iyice kaymıştır. Hem de fena halde.

Bir yandan pandeminin en azgın olduğu bir dönemde, bilim insanlarının tüm uyarılarına ve verilerdeki alarm verici gelişmelere rağmen “açılalım, saçılalım, turist gelsin, Ruble gelsin, Euro gelsin Dolar gelsin, esnafın gazını alalım, bize öfkesini yumuşatalım” diye Covid-19’un yayılmasına neden olacak kadar pervasız davranacaksın, bir yandan da, “Manavgat’ta orman yanıyor, söndüremiyoruz, o zaman İstanbul’un ormanını da kapatalım” demek, iyice yönünü pusulasını kaybetmektir.

  • Covid salgınının vardığı nokta ortadadır. Bunu yaratan da aynı “ne yaptığını bilmeyen, pusulası bozulmuş” iktidardır.

Aynı, göçmen sorununda yaptıkları hatalarla ülkeyi yol geçen hanına çeviren, sınırları delik deşik eden, bir büyük milli güvenlik sorunu yaratan, toplumsal ve ekonomik sorunların üzerine benzin döken, toplumsal barışı imha etmeye yol açan politikalarda olduğu gibi.

Türkiye, bu iktidarın elinde adeta haylaz bir çocuğun hassas oyuncaklara davrandığı bir ortama sürüklenmiştir. Sürekli kırılıp dökülmektedir. Oysaki, bu ülke bir “oyuncak” durumuna sokulmayacak kadar kutsal bir emanettir bizler için. Atalarımızın, kurucularının kutsal emaneti. İnsanı ile, doğası ile ağacı ile.

Bu pervasızlığa bir dur demek artık şarttır.

Canım ülkemin her bir yurttaşının, her metrekare toprağının ve ağacının korunması ve bekası için bu iktidarın değişmesi şarttır.

Sandık, bir an önce ortaya gelmelidir. Bunun yolu da bir erken seçimi zorlamaktır.

Muhalfetin elinde bunu yapabilecek anayasal araçlar vardır. Sadece oturduğu yerden, ve hatta çarşı pazar gezerek, “gidin artık” demekle olmaz bu iş.

Sadece “2023’ü beklemeyin” diye sızlanmakla olmaz.

Sandık… Hemen şimdi!..

Otopsiden direnmeye

 

authorİBRAHİM Ö. KABOĞLU
ibrahimkaboglu@yahoo.fr
BİRGÜN, 2021.06.17

Ülkenin bölünmez bütünlüğü ve Kanal İstanbul”, geçen yılın ilk yazı başlığı idi (2 Ocak).

Dünya çevre günü vesilesiyle yazdığım yazı başlığı şuydu: “İnsanlığın ortak mirası ve demokratik toplum” (4 Haziran).

Bu yıl, Haziranı, çevresel otopsi ile karşıladık: Marmara Denizi’ndeki Müsilaj Sorunu Hakkındaki Komisyon Toplantısı (TBMM, 9 Haziran).

MARMARA DENİZİ’NE OTOPSİ

Marmara Denizi’ni nasıl öldürdük? Musibetlerin gerisinde genellikle “dış güçler” parmağı aranır. Neyse ki, Marmara’nın katilleri, böyle bir kozdan yoksunlar.

Soruna, dün-bugün-yarın bakış açısıyla yaklaştığımızda, düne dair ölümün nedenlerini, “düzenleme-denetim-yaptırım” zincirinde araştırabiliriz.

Bu üçlü halkanın her birinde ciddi sorunlar bulunduğu biliniyor. Düzenleme aşamasında, Marmara Denizi kıyılarının nasıl yağmalandığı belli: tarım arazilerinin yok edilmesi, düzensiz aşırı yapılaşma ve sınai tesisler, Marmara Denizi’nin kirletilmesi için zaten yeterliydi. Etkili bir düzenleme yapılmayınca, denetim ve yaptırım aşamalarının işe yaramayacağı açık.

Marmara Bölgesi, Türkiye’nin “sanayileşme havzası” olarak nitelense de, gerçekte, Bölge’nin bir yağma ve/veya kaptı kaçtı ekonomisine dayandığı açık.

Marmara’da kesin olan şu: Geride kalmış olan düne dair yapabileceğimiz hiçbir şey yok. Otopsi, başarılı uzmanlarca yapılsa da, artık hiçbir zaman Marmara Denizi eskisi gibi olmayacak.

KANAL İSTANBUL VE MARMARA BÖLGESİ

Ama Kanal İstanbul için durum tamamen (AS: tümüyle) tersi:
Bugün, Kanal’ın ne denli büyük bir doğal ve kentsel çevre katliamı olacağını, ekolojik suç, ülkenin bölünmez bütünlüğü ilkesinin ihlali veya vatana ihanet olduğunu söylesek de, katliama giden her eylem, geriye dönülmesi olanaksız bir tahribat yaratır.

“Ülkenin bölünmez bütünlüğü ve Kanal İstanbul” yazısını şöyle noktalamıştım:

“Üç kişisel proje, 2010’lu yıllara damgasını vurdu: Anayasa, Külliye ve Kanal.

Başbakanlık için yapımına başlanılan Saray, CB seçilince kendi konutu oldu. FETÖ’cü darbe girişimi ardından Bahçeli’nin fitilini ateşlediği Anayasa, Erdoğan için kişisel proje oldu.

Kaçak Saray” ve “meşru olmayan Anayasa” gölgesinde “Kanal dayatması” ile 2020’ye giren Türkiye, “çılgın ülke” olarak çok zorlu bir ikilem karşısında: Saray-Anayasa-Kanal, monokratik yönetimi temellendirir; tersi ise, demokratik hukuk devleti yolunu açar…”.

Ne var ki bu yazıyı COVID-19 öncesi dönemde yazmıştım.

“İnsanlığın ortak mirası…” yazısı ise, şu cümlelerle sona eriyordu:

  • Covid-19, sadece büyük hastaneler inşasıyla üstesinden gelinecek bir sorun değil, koruyucu hekimlikten sağlıkta kamulaştırmaya, bölgesel ölçekteki çevre sözleşmelerine saygıdan İklim Sözleşmesi’nin gereklerine kadar geniş yelpazeyi kapsamına alan görev ve sorumluluklar bütünüdür. Özetle, çevre ve sağlık hakkı birlikteliği ötesinde bütüncü bakış açılarıyla oluşturulacak uzun erimli planlama politikalarının yaşamsal olduğu bir çağa giriyoruz.”.

COVID-19’un ilk aylarında yazılan bu yazının üzerinden geçen bir yıllık zaman diliminde, çevresel koşullarla bağlantılı bu salgın hastalığın neden olduğu kitlesel kıyımlara çok acı bir biçimde tanık olduk. Yerküreyi sarsan salgın felaketleri dizisine karşın, bir “inat” uğruna Kanal İstanbul ısrarı, “doğaya karşı ısrar sökmez” deyişi ile geçiştirilemez.

Kanal; İstanbul’u öldürür, Trakya’yı böler, hatta Anadolu ve Trakya’dan oluşan Türkiye ülkesinin bütünlüğünü ve kimliğini bozar.

Öyle ki, artık, “dün-bugün ve yarın” ayrımının hiçbir anlamı kalmaz.

Peki, bugün ne yapılabilir? Bu sorunun yanıtı açık: Direnme.

ÇEVRESEL ADALET VE DİRENME

  • Kanal İstanbul; ekoloji, kentbilim ve çevre hukuku kuralları bir yana bırakılarak,
    bir kişinin inadı ile dayatılan bir yıkım projesi.
  • Bunun karşısında tek ve son çare, direnme hakkını kullanmak.
  • Bunun doğrudan anayasal temeli var:

“Çevreyi geliştirmek, çevre sağlığını korumak ve çevre kirlenmesini önlemek Devletin ve vatandaşların ödevidir.” (Anayasa md.56)

Dayanağını, İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi’nden alan “direnme hakkı”, jus cogens (bağlayıcı kural) niteliğinde.

Hak/hukuk/adalet” için uzun Haziran yürüyüşünü gerçekleştiren CHP, çevresel adalet için Kanal İstanbul’a karşı direnişi de örgütleyecektir.

Nekstfilikstz dizisi gibi

*Nekstfilikstz dizisi gibi

Zafer ArapkirliZafer Arapkirli
Cumhuriyet, 04 Aralık 2020

Bizim memleket gündeminin her ne kadar tatsız, sevimsiz, vahim, ölümcül, iç karartıcı bir muhtevası ve münderecatı varsa da bir yandan da hem haber peşinde koşan gazeteciler hem de yorumcular ve hatta kitap yazarları için (ironik biçimde) “tadından yenmez” bir özelliği vardır.

Her şey o kadar iç içe ve sanki “kurnaz bir kurgu yazarı” ustalığında “bestelenmiş” gibi duruyor ki uğraşsan bu kadar mevzuyu üst üste yazıp bir senaryoya dönüştüremezsin.

İzah etmeye çalışayım…

Bir bakıyorsun, iktidarın başındaki “Şahsım” öyle bir laf ediyor ki normalde sokakta yürüyen herhangi bir başka “Şahıs” veya başka bir siyasetçi bu lafı etse, mahkemelerde sürüm sürüm süründürürler adamı.

Mesela ülkenin menkul, gayrimenkul her türlü varlığının satışını savunurken, “Para paradır kardeşim. Rengi, dini, imanı, kaynağı sorgulanmadan başımızın tacıdır” mealinde beyin devrelerimizi yakıyor. “Milli ve yerli ve ümmi” kavramlarını gece-gündüz gözümüze, beynimize sokan, attığımız adımı, aldığımız nefesi, uhrevi standartlarda düzenlemeye çalışan, yaşamımızı dapdaracık çerçevelere hapseden birinden, bu denli “ultra, hiper, süper, uber liberal” bir söz yüreklerimizi hoplatıyor.

Ama, onun tartışmasız – kayıtsız – koşulsuz dokunulmazlığı olduğu için, sadece o lafın üzerinde konuşulabiliyor veya yüreği yeten eleştirebiliyor.

O laf üzerinden başlayan tartışma sırasında muhalif birilerinin hatta ana muhalefetin başının ettiği herhangi bir laf ise anında “Vatana ihanet” etiketini yiyerek, mahkeme mevzuu yapılabiliyor. Bu kavga gürültü ve vaveyla esnasında ise “mesele” neydi ve “hadise” nereden çıktı, anında unutuluyor. Bir de üstüne üstlük, “Şahsım”ın ilk lafı hangi şapkası ile (devletin başı mı? AKAPE’nin başı mı?) söylediği de birbirine girdiğinden, adeta bir “psikolojik korku filmi – psychological thriller” film senaryosu tadında bütün sahneler birbirine karışıyor.

Bir Katar olayını, elin “Emir”ine memleketin varlıklarının “haraç mezat” kapı arkasında satışı konusunu düşünün. Satışı eleştiren, “Niye sattınız? Yani bu askeri üretim tesisinin satışı, silahlı kuvvetlerin satılması anlamına gelir” mealinde konuşan bir milletvekili, neredeyse “duvar dibine gözleri bağlı dikilip” kurşuna diziliyor.

Tam bu mesele konuşulurken, bu kez bir eski iktidar milletvekili “Katar bu memleketi besliyor” mealinde (ulusa ve ülkeye ağır bir hakaret ve aşağılama içeren) bir laf etmesine rağmen, gözlerden kaçıveriyor.

İktidar partisinin bir mensubuna toz konduramayan yandaş yalaka, yılışık yalancı ve besleme medya ve üç kuruşa kiralık “bilmem ne böceği” kılıklı troller de toplu linç için ellerinde adeta yağlı urganla dolaşırken, ana muhalefet liderine “kazığa oturtma” tehdidinde bulunan mafya çetesi liderine “çıt” çıkaramıyorlar. Yemiyor tabii. Güçleri sıradan ve tabii muhalif Twitter kullanıcısına yetiyor.

Tüm bunlar yaşanırken, ana muhalefet partisinin bir yerel örgütünde yaşandığı belirtilen bir taciz-tecavüz hadisesi, yine aynı partiden bir eski milletvekili tarafından seslendirilip eleştirilmesine rağmen, “Bak, bizim cenahta Kuran kurslarında, vakıflarda olunca kıyameti koparıyorsunuz. Sizin partide olunca ses etmiyorsunuz” gibilerden bir sahtekârlıkla ortalık velveleye veriliyor.

İstanbul Belediye Başkanı’na suikast girişimi ihbarı haberinin üzeri örtülmeye çalışılırken, üstelik de ihbar, üstü kapalı doğrulanmışken yalaka-besleme medya “Durun yahu. Sizin partideki taciz skandalını unutturmak için bunu uydurdunuz. Tam da ne güzel, ağız tadıyla CHP’yi dövüyorduk…” gibilerden feryada başlıyor.

Bir bakıyorsun, “Tank-Palet-Ordu-Satış” lafları ile kavga çıkaran CHP’li milletvekili yüzünden, tartışma programının yayımlandığı bir TV kanalına RTÜK’ten haksız bir ceza geliyor. Cezanın amacı sadece iktidara destek ve bu laflara tavır almak değil tabii. Aynı zamanda o kanala ve medyanın tümüne, “Hoşa gitmeyecek sözleri söyleyecek ve hatta en ufak bir muhalif söylemde bulunacak birilerini ekranlara çıkarmayın. Bizden (Şahsım Cumhuriyeti tepe noktalarından) işaret ve icazet almadan konuk seçmeyin” mesajı verilmek isteniyor. Açıkça “otosansür görünümlü sansür” (bu kavramın copyright’ını isterim) uygulaması devreye sokuluyor.

Nasıl?..

Çok mu karıştı kafanız?

Dizinin sonuna hatta sezon finaline filan kafayı yormaya bile mecali kalmıyor insanın değil mi?

Zaten yok ki sonu.

Emin olun. Ben yarım asrı bir hayli geçkin bir süredir izliyorum aynı *“Nekstfilikstz” (Copyright-Şahsım) dizisini. Her bir bölüm ayrı bir heyecan ve (dilim varmıyor ama) lezzette.

Hani şu (neredeyse) Sultan 1. Mahmud döneminden beri sürmekte olan “Arka Sokaklar” dizisi gibi.

“Rıza Baba”ya (Zafer Ergin) saygılar.

ANAYASA MAHKEMESİ KARARLARI CUMHURBAŞKANI ERDOĞAN’ı da BAĞLAR

ANAYASA MAHKEMESİ KARARLARI CUMHURBAŞKANI ERDOĞAN’ı da BAĞLAR!

12. Cumhurbaşkanı Erdoğan, son derece ciddi bir gafa daha imza attı..
Cumhuriyet Gazetesi Genel Yayın Yönetmeni Can Dündar ile Ankara Sorumlusu
Erdem Gül‘ün İstanbul 14. Ağır Ceza Mahkemesince tutuksuz yargılanmak üzere koşullu salıverilmelerine (tahliyelerine) köpürdü. Yerel İlk Derece Mahkemesi, 3 ayı aşkın bir süre önce Sulh Ceza Yargıçlığınca tutuklanan 2 sanığın tutuksuz yargılanma istemlerini birkaç kez geri çevirmişti. Bunun üzerine sanık avukatları, Anayasa Mahkemesi’ne 148. madde kapsamında bireysel başvuruda bulunarak ‘haklarının çiğnendiğini’ (hak ihlali) savladılar. Dündar ve Gül’ün görüşlerini bütünüyle paylaşmasak da salıverilmelerini adil buluyor, sevinçle karşılıyoruz. Eylemlerinin basın özgürlüğü kapsamında görevleri olduğuna inanıyoruz. Tayyip beyin mahkemeleri etkilemeye çalışma çabasını hukuk dışı buluyoruz!

Anayasa’nın, AKP iktidarınca RTE’nin Başbakanlığı döneminde halkoylaması ile paket olarak değişiklik gören 26 maddesinden biri 148. maddedir. Bu maddeye yapılan ekleme ile :

– (Ek fıkra: 7/5/2010-5982/18 md.) ‘Herkes, Anayasada güvence altına alınmış temel hak ve özgürlüklerinden, Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi kapsamındaki herhangi birinin kamu gücü tarafından, ihlal edildiği iddiasıyla Anayasa Mahkemesine başvurabilir.denilmiştir.

Bu başvuru ‘Bireysel başvuru hakkı’ olup, Anayasa değişikliğinden 2 yıl sonra yürürlük almıştır ve başvuru usul ve esaslarını belirleyen yasaya göre yapılmaktadır. Söz konusu yasanın çıkarılmasını da Anayasa aynı maddede emretmektedir :

– ‘Bireysel başvuruya ilişkin usul ve esaslar kanunla düzenlenir.’

İç hukuk yolları tükenince, ülkemizde yargı siteminin en üstünde yer alan Anayasa Mahkemesine başvuru yolu açılmıştır. Başvuruyu görüşen 5 üyeden oluşan Anayasa Mahkemesi ‘Bölüm’ü dosyayı Genel Kurula havale etmiş, bu Kurul da 15/17 üye ile karar vermiştir. Toplantıya katılan 15 üyeden 12’si Anayasa’nın 16, 17 ve 19. maddeleri bağlamında 2 sanığın yasal haklarının çiğnendiğine (ihlaline) karar vermiştir. 3 üye karşı oy kullanmış olup, bunlar RTE’nin ve TBMM’de AKP grubunun oylarıyla seçilenlerdir ve yargıç – yargı bağımsızlığı adına endişe vericidir.

Tayyip bey bu karara fena içerlemiştir. Dava açılmadan önce MİT TIR’larının Suriye’ye silah ve cephane taşıdığı fotoğraflarının Cumhuriyet’in ilk sayfasında yayımlanması üzerine gürlemiş ve yapılanın basın – yayın – haber alma özgürlüğü değil ‘casusluk – terör örgütüne destek’ anlamına geldiğini bildirerek suç duyurusunda bulunmuştu. Sanıklar, yaşam boyu hapis istemiyle ağır ceza mahkemesinde tutuklu yargılanmakta idiler 3 aydır..

Anayasa Mahkemesi’nin gerekçeli kararının UYAP‘a yüklenmesi üzerine, yerel mahkeme kaçınılmaz ve zorunlu olarak ‘salıverme’ kararı almıştır oybirliği ile. Çünkü :

– Madde 153 – Anayasa Mahkemesinin kararları kesindir (1. fıkra)….
Anayasa Mahkemesi kararları Resmi Gazetede hemen yayımlanır ve yasama, yürütme
ve
yargı organlarını, idare makamlarını, gerçek ve tüzelkişileri bağlar. (son fıkra)

12. CB Erdoğan, ağır ceza mahkemesinin kararında direnebileceğini belirtmiş, bu durumda sanıklara AİHM yolu açılacağını belirtmiştir. Erdoğan, Anayasa’nın en temel maddelerini bile bilmemekte ya da bilmez görünmektedir. Sanırız bilmemektedir. 153. maddenin yukarıya alınan içeriği çok nettir. Bu Yüksek Mahkemenin kararları kesindir ve herkesi bağlamaktadır. Yerel mahkemenin kararında direnme olanağı Anayasal olarak yoktur. Karar Yargıtay, Danıştay vb. öbür yüksek mahkemelerin Dairelerince verilse idi, yerel mahkeme direnebilirdi ve kural olarak ilgili Yüksek Mahkemelerde Dava Daireleri Genel Kurullarında dosya kesin karara bağlanırdı.

Erdoğan, en temel hukuk bilgisinden de yoksundur.

En temel hukuk bilgilerinden yoksun bir insan, R.T. Erdoğan, ne yazık ki Türkiye’nin
tepe yöneticisidir. Alelacele öfkeyle basına demeç vermiş, onlarca danışmanından görüş almamıştır.. Oysa Başdanışmanlarından Prof. Burhan Kuzu Anayasa Hukuku uzmanıdır.

Dahası; 12. CB Erdoğan, öfkesine yenilerek, gerçekte bilinçaltını ele vererek,
Anayasa Mahkemesi kararına ‘uymadığını‘ ve bu karara ‘saygı duymadığını’ da söylemiştir!

Bir kez Erdoğan’ın bu karara uyup uymaması söz konusu değildir. Erdoğan’ın bu kararın yürütülmesi için yapacağı bir şey yoktur. Bu anlatımın tersi de doğru olup,
Erdoğan’ın bu kararın gereğinin yerine getirilmesini engelleme gücü de yoktur.
Nitekim Anayasa Mahkemesi’nin kararının gereği ‘geciktirilmeden’, derhal, saatler içinde yerine getirilmiştir.

Erdoğan çaresizdir!

Anayasa’nın 138/son maddesi çok net ve bağlayıcıdır (amir hükümdür) ve gereği doğallıkla derhal yerine getirilmiştir :

‘Yasama ve yürütme organları ile idare, mahkeme kararlarına uymak zorundadır; bu organlar ve idare, mahkeme kararlarını hiçbir suretle değiştiremez ve bunların yerine getirilmesini geciktiremez.’

Ürkünç (vahim) olan, Devletin başındaki insanın topluma kötü örnek olması ve hukuka –
hukuk devletine saygısının olmayışı; hukukun üstünlüğünü içine sindirmemiş olmasıdır.
Bu çıkışı dileriz pek çok insanın, fanatik AKP’linin de gözünü açmış olsun. Erdoğan Başkan olsa idi belki de Anayasa Mahkemesi bu kararı veremeyecek ya da ilgili mahkemeye baskı yaparak uygulanmasını engelleyecekti.. Öyle ya, Türk usulü Anayasadan ‘Güçlerin uyumunu’ kasdettiğini açıklamadı mı! Allah söyletti diyelim… Erdoğan kendini ele verdi ve suçüstü yakalandı. Bu anlayışta birine Türkiye çoook geniş Başkanlık yetkileriyle emanet edilebilir mi? Niçin edelim ki? En azından 1876 tarihli 1. Meşrutiyet’ten bu yana Parlamenter rejim içindeyiz ve demokrasiyi giderek daha çok doğrudan yapmalıyız.. Temsile dayalı demokrasi değil doğrudan demokrasi.. Cumhur, egemenliğini neden tek 1 kişiye devretsin ki?

Erdoğan Padişahlık yetkisi istiyor! Bu toplum artık gerçeği görmektedir.. 

Bırakalım da Ulus kendisi, egemenliğini en azından seçtiği Meclis eliyle kullansın.. Tayyip bey ham hayal içindedir, despotik özlemleri apaçık ortadadır ve kendi partisi içinden de çok sayıda aklı başında sağduyulu – yurtsever AKP’li milletvekili Başkanlık = Padişahlık düşlerine geçit vermeyecektir!

Geçtiğimiz aylarda İçişleri Bakanı Efgan Ala da TBMM kürsüsünde bas bas bağırarak ‘Tanımıyoruz bu anayasayı!!’ buyurmuştu. Oysa bu Anayasaya sadık kalmak üzere milletvekili yemini etmişlerdi. Hukukun evrensel kuralıdır, beğenmediğiniz – onaylamadığınız hukuk kuralları olabilir. Onları yasal yollardan değiştirmeye çabalamak da hakkınızdır. Ancak yürürlükte oldukları sürece onlara uymak ve saygılı olmak her yurttaşın boynunun borcudur, yasal yaptırımları vardır. Gün olur, bu dokunulmazlıklar biter, hukuksuzlukların hesabı sorulur.. İşlenen Anayasa suçudur ve halkı da bu yönde suça teşviktir! Ağır cezalıktır,
Ala’nın dokunulmazlığı kaldırılarak yargılanmalıdır

Bu çok tehlikeli ve hukuk dışı isyan Tayyip Beyin ilk çıkışı da değildir. Güç sarhoşluğu içinde görünüyor Erdoğan.. % 52 hezeyanı.. Ne var ki o rakam gerçekte %52 değil; 10 Ağustos 2014 günü yapılan seçimde kullanılan geçerli oyların %52’sidir. Milyonlarca seçmen, Kılıçdaroğlu’nun ‘Tıpış tıpış Ekmeleddin’e oy vereceksiniz..’ dayatmasına isyanla oy kullanmamıştır. Sandığa gitmeyenler Tayyip beye oy vermeyecek olanlardır. Dolayısıyla bu toplumun en azından % 62’si Bay RTE’ye hala karşıdır ve bu duygu giderek büyümekte, hatta nefrete dönüşmektedir.

Erdoğan’ın ‘Anayasa Mahkemesi’nin kararına saygı duymuyorum’ deme hakkı olabilir. Gerekçelerini bir Devlet Başkanına yakışır ağırbaşlılık ve bilimsellikle açıklar.
‘Saygı duyuyorum ancak katılmıyorum.’ söylemi ise demokrasi terbiyesinin gereğidir.
Ancak ‘uymuyorum‘ sözcüğünü kullanması Türk Ceza Yasası’nın 309. maddesine göre Anayasayı ihlal suçudur, Anayasal düzene saygısızlıktır ve halkı bu yönde suç işlemeye
teşvik anlamındadır. Son derece tehlikelidir.. Vatana ihanet suçu kapsamına dek uzanır..

Anayasa Mahkemesi ve Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığı uygun bir yöntemle Erdoğan’ı uyarmalı, 2. si fezleke hazırlayarak TBMM’ye sunmalı ve Yüce Divan‘da yargılanma yolunu açmaya çalışmalıdır. Devlet başkanı Erdoğan, yineleyerek, ‘Anayasayı fiilen tağyir, tebdil ve ilgaya kalkışmıştır.’ Geçmişte gençlerimiz – aydınlarımız bu suçlama (Türk Ceza Yasası 141-142 ve 146. maddeler..) ile yargılanıp idam edilmişlerdir! Muhalefet de gereken çıkışı en yüksek perdeden hemen ve ısrarla yapmalıdır ve TBMM’de bu konuda görüşme açılmasını sağlayarak bir uyarı – frenleme kararı çıkarılmasına çalışmalıdır. TBMM Başkanı da sesini yükseltmeli ve Erdoğan’ı hukuka ve Anayasaya mutlak saygılı olmaya çağırmalıdır.

Bu durum böyle sürdürülemez. Erdoğan, yetkisiz – sorumsuz Cumhurbaşkanı olduğu halde Başbakan’ın yetkilerini gasp ederek, fiilen Başkan gibi davranarak… Türkiye için iç ve dış politikada sorun çözen değil, ciddi sorunların kaynağı durumuna gelmiştir. Ortadoğu bölgesi için uluslararası düzlemde de 1 numaralı sorun durumundadır. Geçtiğimiz yıl yapılan G-20 toplantısında pek çok ülke yöneticisi kendisinin elini sıkmamıştır!. Obama ile son telefon görüşmeleri topluma tersine yansıtılmaktadır. Her yönü ile ülke güvenliği açısından ciddi sorunla yüz yüzeyiz. Erdoğan neden böyle gergindir? Geçtiğimiz ay da Kaymakamlara hukuku bir yana bırakma – görmezden gelme talimatı verebilmişti sarayında!?..  Bu da açıkça suçtur ve Anayasa’nın 137. maddesini çiğneyerek kanunsuz emir vermiştir Erdoğan ülkemizin kaymakamlarına. Oysa terörle mücadelede de Devlet hep hukuk içinde kalmak zorundadır.
Tersi durumda uluslararası müdahale görebiliriz!

Erdoğan son derece yorulmuştur. Ağır sürmenaj içinde olduğu izlenimi yaygındır.

Tam donanımlı bir hastaneden sağlık raporu alması gerektiğine yaygın olarak inanılmaktadır.

Rusya’nın kendisi ve ailesi hakkında IŞİD petrolünü pazarlaması açısından ciddi iddiaları vardır.
Suriye’de iç savaşı kışkırtma ve çok sayıda insanın ölümünden de sorumludur, dava edilmiştir.
Ülkemize gelen 3 milyon sığınmacı muazzam bir yüktür ve Erdoğan’ın baştan sona çok hatalı – güdümlü dış politikasının ürünüdür. Bir yönetici ülkesinin başına bunca sorun – bela getirebilir mi? Getiriyor ise ruh ve beden sağlığı ve başkaca kuşkular sorgulanmaz mı doğal olarak?

Cerattepe’de en temel insan haklarını savunan, Anayasa md. 56’da verilen yurttaşlık görevini yerine getiren masum insanları ‘yavru gezici’ diye nitelemek normal bir davranış sayılabilir mi? Halkı aşağılamak ve kutuplaştırmak değil midir? Suçlu ilan ederek yargıyı etkilemek değil midir? Yüzlerce yurttaş hakkında Erdoğan’ın bizzat hakaret vb. gerekçelerle dava açtırması olağan mıdır, hangi ülkede benzeri vardır?

Atlantik ötesine zırhlı aracını uçakla taşıtarak 200 bin Dolar masrafa yol açmak hangi duygudurumun (mood) dışavurumudur? Bu soruların sorulması ve yanıtının alınması engellenemez.

Erdoğan, tüm bu davranışları ile apaçık ve hızla meşruiyetini yitirmektedir.

Anayasayı açıkça çiğneyerek Anayasa suçu işleyen, bunu bilerek ve isteyerek yineleyen bir insanı halkın ve devletimizin de ‘tanımama’ hakkı vardır..

Erdoğan bir anda kendini boşlukta bulabilir..

Bu arada Hukukun da bu ciddi ve derin açmaza yepyeni – yaratıcı çözümler üretmesini bekliyoruz. Hukuk çaresizlik kurumu değildir. Herkes hukuk içinde kalmak zorundadır.

Son sözü, şanlı Fransız Devrimi‘nin düşünsel mimarlarından kadim
Aydınlanma Bilgesi Denis Diderot‘a bırakalım…

Diderot_halkin_dusmani

Sevgi, saygı ve derin kaygı ile.
29 Şubat 2016, Ankara

Dr. Ahmet SALTIK
www.ahmetsaltik.net
profsaltik@gmail.com

Yazının pdf biçimi :
ANAYASA_MAHKEMESI_KARARLARI_CUMHURBASKANI_ERDOGAN’i_da_BAGLAR

İnanılır gibi değil ancak doğru: Ege’de işgal edilen Türk adaları!


İnanılır gibi değil ancak doğru: Ege’de işgal edilen Türk adaları!

portresi_eli_cenesinde

 

Prof. Dr. ÜMİT ÖZDAĞ

 

 

Bir yıldan bu yana Ege’de Yunanistan tarafından 2004’te işgal edilen
Eşek Adası ve Bulamaç Adası ile son yıllarda buna katılan Nergizcik Adası yerleşik Türk medyası ile yandaş basının ısrar ile görmezlikten geldiği bir konu. Konuyu ilk kez geçen yaz Demokrat Parti gündeme getirmişti.
İnsanın ilk duyduğunda “o kadar da olmaz” dediği bir haber bu.
Ancak lütfen inanın haber doğru.

AKP Hükümeti Yunanistan’ın üç Türk adasını işgaline ses çıkarmıyor!

Konuyu TBMM’ne taşıyan, MHP Manisa Milletvekili Erkan Akçay.
Akçay’ın Dışişleri Bakanlığı’na sorduğu yazılı sorular ve yazılı cevapları inceleyince dehşete kapılmamak mümkün değil. Çünkü Dışişleri Bakanlığı, TBMM’ne bilinçli olarak doğru bilgi vermiyor.

Ancak önce konuyu özetleyelim :
Yunanistan Ege Denizi’ndeki Kanuni Sultan Süleyman tarafından 1549’da fethedilen Menteşe Adaları bölgesindeki Büyükada’nın 3 katı büyüklüğündeki Eşek Adası ve Büyükada büyüklüğündeki Bulamaç Adası’nı 2004’te işgal etmiş ve Yunan bayrağı dikmiştir. Eşek Adası Türkiye’ye 9, Yunanistan’a 194 deniz mili, Bulamaç Adası, Türkiye’ye 5.9, Yunanistan’a 198 deniz mili uzaklıktadır.

2004’e dek Türk vatandaşlarının günü birlik gittikleri adalara 2004’te Yunanistan tarafından önce sivil nüfus taşınmış, sonra askeri birlik yerleştirilmiştir. 31 Aralık 2008’de Yunanistan Genelkurmay Başkanı ve Kara Kuvvetleri Komutanı, 5 Ocak 2009’da Yunan Cumhurbaşkanı 2 adayı ziyaret ederek, işgali adeta kutsamışlardır. Yunan Cumhurbaşkanı Ege’de kaç adayı ziyaret etmiştir ki, bu adaları ziyaret ediyor. Bunlar fetih ziyaretidir.

Ankara’nın tepki vermemesi üzerine Nergizcik Adası da Yunanistan tarafından işgal ve ilhak edilmiştir. Bu adaların Türk adası olduğu uluslararası kabul görmüş bir husustur. 1933, 1943 tarihli İngiliz haritalarında ve 1951 ve 1957 tarihli Amerikan haritalarında da adaların Türkiye Cumhuriyetine ait olduğu gösterilmektedir. Buna karşın 2004 sonrasında Yunanistan bu insansız adaları işgal ederek, ilhak etmiş ve Ankara’dan hiçbir tepki yükselmemiştir.

MHP Milletvekili Erkan Akçay’ın, Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu’na verdiği yazılı soru önergesine Dışişleri Bakanlığı tarafından verilen yanıt inanılır gibi değildir. Yanıtta şöyle denmektedir:

“Doğu Ege Adalarının aidiyeti ve silahsızlandırılmış statülerine ilişkin temel belgeler 1923 Lozan ve 1947 Paris Barış Anlaşmalarıdır. Aidiyet ve silahsızlandırma konusunda Lozan Barış Anlaşması’nın 6., 12., 15., ve 16. maddeleri, Paris Barış Anlaşması’nın da 14 maddesi ayrıntılı hükümler içermektedir. Ülkemiz ile Yunanistan arasında
Ege Denizi’yle ilişkili olarak, kimi adacık ve kayalıkların aidiyeti dahil bir dizi sorun bulunmaktadır. Bu sorunların tümü mevcut diyalog kanalları çerçevesinde bu ülkeyle ele alınmaktadır. Ülkemiz,
bu sorunların tümüne hakkaniyete uygun olarak ve ülkemizin
temel hak ve çıkarları dikkate alınarak kalıcı çözümler getirilmesini arzulamaktadır.”

Oysa Yunanistan Dışişleri Bakanı sözcüsü Gregory Delavekoras,
19 Mart 2012’de yaptığı açıklamada Erkan Akçay’ın sorusu ve Türk Dışişleri Bakanlığı’nın verdiği yanıtla ilgili olarak Türk Dışişlerini yalanlamış ve

“Biz bu soruyu ve Türk Dışişleri Bakanlığı’nın verdiği yanıtı gördük. Ege’de herhangi bir ada veya adacığın egemenlik statüsü hakkında hiçbir sorun yoktur. Türk tarafı ile herhangi bir kuşku veya anlaşmazlık yoktur. Yunan topraklarının herhangi bir parçası ile ilgili bir kuşku yoktur.”açıklamasını yapmıştır. Görüldüğü gibi Yunanistan, Dışişleri Bakanlığımızı yalanlıyor ve böyle bir görüşme yok diyor.

Bu arada AKP Hükümeti’nin Genelkurmay Başkanlığındaki Yunanistan-Kıbrıs Dairesi Başkanlığının şube düzeyine indirilmesi ve etkisizleştirilmesi için çalışmalar yaptığını Ahmet Takan’ın yazısından öğreniyoruz.
Her gün “Suriye bizim iç işimiz” diyen bir hükümet, Yunanistan’ın adalarımızı işgalini iç işi olarak görmüyor.

==================================

Dostlar,

1 karış vatan toprağı, kimseciklere terk edilemez..
Bu sorumsuz ve kabul edilemez politika vatana ihanet işe eş anlamlıdır.
Muhalefetin gündemden düşürmemesi gerekir.

Hele zoraki yineleme seçime giderken kamuoyunun önüne ısrarla getirilmelidir.
TBMM’de CHP + MHP + HDP bloku ile sonuç bile alınabilir
ve AKP’ye etkili bir darbe olur..

Sevgi ve saygı ile.
05.09.2015, Datça

Dr. Ahmet SALTIK
www.ahmetsaltik.net
profsaltik@gmail.com

Hüseyin Avni Güler’in Saygın Anısına : 27 Mayıs Devrimi’ne neden ve nasıl katıldım ?


Hüseyin Avni Güler’in Saygın Anısına :

27 Mayıs Devrimi’ne neden ve nasıl katıldım ?

Portresi_Elbistan'in_sesi

(1925 – 1 Mayıs 2013)

Dostlar,

Sayın Hüseyin Avni Güler, Emekli Hava Pilot Kurmay Albay idi ve 27 Mayıs 1960 Devrimi’nin öncü çekirdek kadrosunda yer almıştı. 12 Eylül 1980 sonrasında
Kasım 1983’te yapılan ilk seçimde – CHP de öbür partiler gibi kapatıldığından-
CHP yerine Necdet Calp başkanlığında yeni kurulan, kendisinin de kurucu olduğu-
Halkçı Parti‘nin İstanbul milletvekili seçilmişti (TBMM 17. Dönem, Kasım 1983 –
Kasım 1987).

19 Mayıs 1989’da, rahmetli Prof. Dr. Muammer Aksoy ve arkadaşları ile birlikte davranarak harman yürekli 50 yiğit, ADD’yi (Atatürkçü Düşünce Derneği) kurmuşlardı.
1993’te ADD Edirne Şubesini kurarak biz de Aydınlanma savaşımına (mücadelesine)
eylemli ve etkin olarak katıldıktan sonra, ADD çalışmalarında kendisiyle yer yer birlikte olma onurunu yaşadık.

2010 yazından sonra ADD Bilim – Danışma Kurulu’nda (BDK) 3 yıl birlikte çalıştık.
85 yaşında idi ilk ADD BDK toplantısına onur verdiğinde (2010).
Toplantılarda ağırbaşlılığıyla dinler, hiç söz kesmez hatta söz verilmedikçe de konuşmazdı.
Söz aldığında da engin deneyimi ve birikimi ile, ölçüsüz yurtseverliği ile son derece yürekli değerlendirmeler yapar ve cesur öneriler sunardı. Zerrece korkusu ve çekincesi yoktu.
Siyasal iktidarın son yıllarda Atatürk karşıtı olarak yapıp ettiklerinden ciddi biçimde rahatsızdı ve bunların bir bölümünü açıkça vatana ihanet ile bir tutuyordu.

27 Mayıs Demokratik Devrim Derneğini kurdu (1990) ve yıllarca tüm giderlerini üstlenerek 2011’e dek yaşattı. Son olarak 27 Mayıs 2012’de 27 Mayıs Devrim Şehitlerini mütevazi mezarlarında O’nun başkanlığında bir avuç sayılabilecek yurtseverle ziyaret etmiştik.
(Ali Nejat Ölçen, MBK Üyesi Suphi Karaman’ın oğlu Suay Karaman, Erdal Tüt, biz. vd.)

3 yıl kadar öncesinde de, ADD – BDK toplantısından çıktığımızda, 23 Nisan 2012 günü Ulus’ta 1. BMM önünde TGB’li gençlerin öncülüğünde yapılan kitlesel basın açıklamasına ve iktidarın yasakladığı Atatürk’ün GENÇLİĞE HİTABESİ‘ni okuma protestosuna katılmıştık.
87 yaşında idi.. bir süre ayakta kaldı, bize yorulduğunu belirtti ama ayrılmak da istemiyordu.
İlk Meclisin dış bahçe duvarında bir yeri (ıslak ve çamurlu) temizleyerek oturmasını sağlamıştık… Sonra da bir taksi ile evine geçirmiştik. Bu etkinlikte E. Alb. Sayın Cemil Denk de bulunmuşlardı.

Web sitemizde yer alan 27 Mayıs 1960 İhtilali – Devrimi 54 Yaşında!
başlıklı yazımıza da bakılmasını dileriz.

Sayın Güler ile 2007’de yapılan bir söyleşi metni aşağıdadır..
27 Mayıs Devrimi sonrası Yassıada Mahkemesi kararı ve MBK onay ile idam edilen
– Başbakan Adnan Menderes
– Dışişleri Bakanı Fatin Rüştü Zorlu
– Maliye Bakanı Hasan Polatkan‘ı “demokrasi kahraman” ilan ederek 27 Mayıs Devrimi’ne kinlerini kusanlar ibretle okumalı merhum E. Alb. Hüseyin Avni Güler’in çarpıcı sözlerini.

Sevgi ve saygı ile.
27.5.2015, Ankara

Dr. Ahmet Saltık
www.ahmetsaltik.net
p
rofsaltik@gmail.com

================================================

27 Mayıs Devrimi’ne neden ve nasıl katıldım ?

E. Hv. Pl. Alb. Hüseyin Avni Güler

Atatürk bir gün İsmet Paşa’ya demişti ki:

  • “Biz İstiklâl Mahkemesi’nde imamlar astık. Şu şu rezaletleri yok muydu?
    Vardı. Bütün rezaletleri unutuldu; ama asıldıkları unutulmuyor.”

Bizim de kusurlarımız unutulmuyor. Bugün 60 yaşından küçük insanlar
Yassıada davaları hakkında bir şey bilmiyor, dava dosyaları yayımlanmadı.
Belki bu ikaz, yetkilileri uyandırır.

27 Mayıs 1960’tan 6 Ocak 1961 tarihine kadar ülkeyi Milli Birlik Komitesi (MBK) yönetti.
6 Ocak’tan başlayarak Kurucu Meclis (Temsilciler Meclisi + Milli Birlik Komitesi) yönetti ülkeyi.

Şayet Yassıada davalarından sonra infaz edilen üç idam kararının onayı MBK’ya
değil de, Kurucu Meclis’e verilseydi, söz konusu üç idam infaz edilmeyebilirdi.
Biz 27 Mayısçılar da “kansız bir ihtilal” diye daha övünçlü bir devrimden
söz ederdik.

Ben 27 Mayıs 1960 Devrimi örgütüne 1958 yılında girdim.
Sekiz yıllık evli idim, rütbem üç yıllık yüzbaşı idi.

Beni 27 Mayıs gizli örgütüne iten birkaç olayı anlatmak istiyorum :

1) 1958 yılında Lübnan’da Müslüman Araplarla Hıristiyan Araplar arasında savaş çıkmıştı. Celal Bayar ve Menderes yönetimi, Lübnan’a silah ve cephane yardımına karar vermişti.
Ben Ankara Etimesgut 12. Hava Üs Komutanlığı’nda Uçucu Seyrüseferci Yüzbaşı olarak görevliydim. Üssümüz, C-47 Bakata uçakları ile görev yapıyordu.

Ben Lübnan’a yedi sefer (sorti) uçtum. Her uçuştan önce uçağımız kapalı sandıklarla yükleniyor, ilk yüklemelerde o zamanki Dışişleri Bakanı Fatin Rüştü Zorlu meydana geliyor,
uçağın yüklenişine nezaret ediyordu. Kapalı ve büyük sandıklardaki yükümüzün ne olduğunun biz bile farkında değildik; çünkü bilgilendirilmedik.

1958 yılında Kıbrıs İngilizlerin elindeydi. Uçağımız Kıbrıs üzerinden geçerken İngiliz jetlerine parola veriyor ve gidip Beyrut Havaalanı’na iniyorduk. Uçuşk ekibine birer sandviç ve kola veriyorlardı, uçağımız yakıt ikmali yaptıktan sonra o gece üssümüze geri dönüyorduk.
Sonra Beyrut Havaalanı Müslüman Arapların eline geçtiği sırada alana indiğinde bir uçağımız enterne edildi. Uçuş ekibi tutuklandı. Rahmetli (sonra başka bir görevde düşerek şehit olmuştu) Bnb. Rıza Kalaycıoğlu ve ekibi, iki ülkenin anlaşması sonucu ülkeye getirildi.

Bu olaydan sonra Celal Bayar ve Menderes’in milliyetçi, mukaddesatçı ve Müslüman yönetimi tarafından Lübnan’da Müslümanlara değil de Hıristiyanlara Türkiye’den 85 uçak dolusu
silah ve cephane götürdüğümüzü ve bilmeden onların günahına alet olduğumuzu da öğrendik.
O silahları mermileri kullanan Hıristiyan Araplar belki de binlerce Müslüman öldürmüşlerdir. Beni oyunlarına alet eden o kimselere ben şimdi lanet ediyorum; ama ben, “anıtmezar”larda yatan o kimselerin bu durumunu milletime arz ediyor ve yalan söyleyerek ne mal olduklarını açıkladığım için pişmanlık duymuyorum.

Sonradan bu olayın Meclis’ten geçmediğini, hatta Bakanlar Kurulu’nun kararı bile olmadığını öğrenmiş bulunuyorum. Gene bu olayın gerçek olup olmadığını öğrenmek isteyenler için,
bu görevi yapan havacı arkadaşlardan sağ olanların adlarını veriyorum:

Hv. Plt. Kd. Alb. Ahmet Özsungur, Havacı Uçucu Seyrüseferci Kd. Alb. Nevzat Balaban ve Abdül Aksal. Daha detaylı bilgi isteyenler, Hava Kuvvetleri Komutanlığı’na başvurabilirler.

2) Gene Celal Bayar – Adnan Menderes yönetiminin, son yıllarının dış ülkelerden kredi (borç!) alınamadığı için, 1950 seçimlerinden sonra İsmet Paşa’nın Hazine’de biriktirdiği 128 (yüz yirmi sekiz) ton altının çoğunu dışarıya rehin vererek kredi alması meselesi… Bu olayın da Meclis’ten ve Hükümet’ten geçmiş olması gerekir; ancak o günlerin tanığı olanlar ve basında yazıldığını hatırlaması gerekenler bilgi vermediler.

Gene yükümüzün ne olduğunu bilmeden Londra’ya 2 (iki) tondan fazla altın götürdüğümüzü
ve uçaklar dışında gemilerle, trenle ve tırlarla 100 (yüz) ton kadar altının dış ülkelere rehin gönderildiğini biliyorum.

27 Mayıs’ta Maliye Bakanımız büyük insan Kemal Kurdaş, yaklaşık 96 (doksan altı) ton altını geri getirtti. Sayın Kurdaş, tasarruf bonoları çıkararak memur ve işçilerden alınan paralarla bu görevi başardı.

3) Aynı mukaddesatçı, Müslüman Bayar – Menderes ekibi, Cezayir’de Frasızlara karşı bağımsızlık savaşı veren Müslümanları değil de Fransızları desteklemişti.

Böylece halka dindar olduklarını her fırsatta söyleyerek onları bugünkü iktidar gibi aldatan
bu insanlara, devletin parası ile anıtmezarlar yapılıyor. Bütün Türkiye düşmanları,
şimdiki yöneticilerin seçim kazanması için çalışıyorlar.

Ey geçmiştekiler ve şimdikiler!
Allah aşkına siz kimden yanasınız?
(http://www.turksolu.org/142/guler142.htm, 11.6.2007)

Prof.Dr. Erdoğan TEZİÇ : USULÜN SAPTIRILMASI; TORBA KANUN


USULÜN SAPTIRILMASI : TORBA KANUN

  • Kanun türü hukuki işlemin hazırlanışının temel özelliği,
    bütün aşamalarının şeffaf ve aleni olmasıdır:
    Gizlisi saklısı söz konusu olmamalıdır.
    Kamu yararı amacı ile yapılıp yapılmadığının göstergesidir aleniyet.
    Demokrasi aynı zamanda katılma, hoşgörü, hürriyet ve muhalefet demektir.

Prof. Dr. ERDOĞAN TEZİÇ
Anayasa Hukukçusu
Cumhuriyet, 31.12.14

Birbirinden farklı konuları düzenleyen kanunlarda veya kanun hükmünde kararnamelerde
değişiklik yapılmasını öngören kanuna, günlük dilde “torba kanun” deniyor.

Bu tür kanunun konu unsuru 1’den çoktur: Bir tür konular terkibidir (bileşimidir) torba kanun.
Son yıllarda yürürlüğe giren torba kanunlara çarpıcı bir misal olarak 10.9.2014 tarih ve
6552 sayılı “İş Kanunu ile Bazı Kanun ve Kanun Hükmünde Kararnamelerde Değişiklik Yapılması ile Bazı Alacakların Yeniden Yapılandırılmasına Dair Kanun” (R.G. 11.9.2014 mükerrer sayı 29116) gösterilebilir.

Bu kanun, 145 madde ve 3 geçici maddesiyle, metne eklenen 9 listede, kamu kurumları ile
bazı üniversiteler için ihdas edilen kadroları da içermektedir. Bu açıdan, öncelikle
“torba kanunların” yapılış amacından konuya yaklaşmak isabetli olacaktır.

Hukuki açıdan, bütün kamusal işlemler (kanun-tüzük-yönetmelik ve idari düzenleyici işlemler) kişisel ve siyasi amaçlarla yapılmamalıdır. Kanunların amacı kamu yararını gerçekleştirmektir. Kamu yararı, kısaca, belli kişilerin veya siyasi grupların çıkarlarını değil,
genel yararı sağlamak olmalıdır. 

TBMM’deki çoğunluğun, kamu yararını gerçekleştirmek için değişik yolları benimsemesi kuşkusuz siyasi bir tercihtir; bu hususta takdir yetkisi kanun koyucuya ait olup Anayasa Mahkemesi’nin yargısal denetimine girmemelidir. Ancak kanun koyucu kişisel ve saklı bir amaç güttüğü durumlarda, Anayasa Mahkemesi’ne göre (K: 1963/243-1967/20-1978/50)
kamu yararı dışında başka bir amaca ulaşmak için düzenleme yaparsa, ortada teknik anlamda bir “yetki saptırmasından” söz edilir.

Meclis’in geleneksel kanun yapma usullerini çiğnemesi de hukuk devleti anlayışı ile bağdaşmamaktadır. Zira kanun koyma usulü “şekil”den farklıdır.

Şekil, işlemin maddi varlığıdır.
Yeter sayı ile oylanması, yazılı olması, Resmi Gazete’de yayımlanması gibi.

Anayasamıza göre “Kanunların şekil bakımından denetlenmesi, son oylamanın öngörülen çoğunlukla yapılıp yapılmadığı” hususu ile sınırlıdır (m. 148/2).

Usul
 ise işlemin yapılma sürecidir; şekilden önceki aşamadır.

Teklif, komisyon incelemesi, genel kurulda müzakere gibi. Mesela anayasamıza göre (m. 162/2) Bütçe Kanunu tasarıları, 40 üyeli bir komisyonda görüşülür ve bunun 25 üyesi iktidar grubundan, 15 üyesi de parti gruplarının ve bağımsızların oranlarına göre temsil edilmeleriyle oluşur. Anayasanın öngördüğü Bütçe Komisyonu’nda görüşülmeden kabul edilecek bir
Bütçe Kanunu’nun, Anayasa Mahkemesi’nde şekil açısından değil ancak usulün saptırılmasına dayanılarak iptali sağlanabilir.

Usul saptırması
, aslında yetki saptırmasının bir türü olup iktidarın, kamu yararını gerçekleştirmek için sahip olduğu yasal bir usulü, içinde bulunduğu durumda, daha kolaylıkla gerçekleştireceğini tasarlayarak amacına başka bir usulle ulaşabilmesidir (Rivero J./Waline J., Droit Administratif, Paris 2003, s. 248).

Ayrıca bir kanunda yapılan değişiklikler, metnin bütünüyle hiç ilgisi olmayan hükümler içeriyorsa bu hususta bir usul bozukluğundan (vice de procédure) da söz edilir (Cohedet M. Anne, Droit Constitutionnel, Paris 2013, s. 614 – Aynı yönde Rousseau D., Droit du contentieux constitutionnel, Paris 2013, s. 141).

Torba kanun uygulamasında, konu bakımından birbirleriyle hiç ilgisi olmayan 1’den çok kanunda değişiklikler yapılabilmekte (AS: yeni düzenleme de getirilmekte!), bu da
Anayasa Mahkemesi kararlarında (K: 2009/69-K:2010/32) hukuk devletinin tanımında ifadesini bulan “yasal belirlilik” ilkesiyle bağdaşmamaktadır.

Oysa torba kanunla, üstelik çok farklı konularda farklı değişiklikler yapılmakta (AS: yeni düzenleme de getirilmekte!), bu değişiklikler yumağı içinde, ilgili oldukları kanunları tespit edip yerli yerine oturtmak hayli zorlaştığı gibi; “ilgili mevzuata ulaşım kolaylığı ortadan kalkmaktadır.”  (Torba kanun uygulamasının sakıncalarıyla ilgili isabetli değerlendirme için bkz. Serdar Hoş“Yok Kanun, Yap Kanun, Torba Kanun”, Cumhuriyet, Bilim Teknik eki,
25 Nisan 2014, sayı 1414). 

Torba kanunlarda yaygın olan uygulama, bunların Meclis gündemine hükümet tasarısı olarak değil, bazı milletvekillerinin “teklifi” olarak gelmesidir. Bu teklifler nasıl hazırlanıyor?
Farklı konulardaki pek çok değişiklik kimler tarafından düzenleniyor ve “torbaya” sonradan ilaveler yapılıyor mu? Çıkar çevreleri, baskı grubu olarak torba kanun tekliflerinin verilmesinde nasıl çalışıyorlar?

Kanun türü hukuki işlemin hazırlanışının temel özelliği, bütün aşamalarının şeffaf ve aleni olmasıdır: Gizlisi saklısı söz konusu olmamalıdır.

Kamu yararı amacı ile yapılıp yapılmadığının göstergesidir aleniyet.
Aslında torba kanun süreçleri iktisadi, içtimai ve hukuki boyutları ile genişliğine ve derinliğine (arîz ve amik) araştırılabilmelidir.

Anayasa Mahkemesi’nde de, açılacak dava üzerine, hukuki açıdan usul ve esas yönleriyle
bir bütün olarak denetlenebilmelidir.

Anayasa Mahkemesi’nin, anayasa yargılamasının bulunduğu bütün demokratik ülkelerde olduğu gibi, sahip olduğu içtihat yaratma kudreti ile torba kanun uygulamasını sonlandırması isabetli olacaktır.

Anayasa Mahkemesi hukuk düzenimizde istisnai bir mahkeme değildir.
Görev ve yetkileri sürekli olup, pek çok uyuşmazlığın yargılama yeridir.

1961’de olduğu gibi, 1982 düzenlemesinde de kurucular, Anayasa Mahkemesi’ni anayasa yargısı alanında genel yetkili bir mahkeme olarak öngörmediler. Çünkü kanun ve içtüzük adını taşımayan karar” ve “milletlerarası anlaşmalar” Anayasal yargı denetimi dışında bırakılmıştır.

Gerçi Anayasa Mahkemesi, daha ilk yıllarında, bir metnin şu veya bu nitelikte adlandırılması ile bağlı olmadığını (K: 1966/46) belirterek bu tutumunu sonraki kararlarında da devam ettirmiştir. Ancak, gene de Meclis kararları ve milletlerarası anlaşmalarla hak ve hürriyetlerin
ihlal edilmesi mümkündür.

Anayasaya göre (m. 129) hazırlanan kalkınma planları TBMM’de kabul edildikten sonra bir kararla yayımlanmaktadır. Genel ve nesnel nitelikte bir işlem olan kalkınma planları,
kişilerin uymaları gereken esaslara da yer vermektedir. Kanun koyucu, Anayasa Mahkemesi’nin denetiminden sıyrılmak amacıyla, kalkınma planı ile temel hak ve hürriyetleri sınırlayabilecek olursa, bunun hukuki adı usulün saptırılmasıdır.”

Hukuk devletinde bu tür düzenlemelerin denetimsiz bırakılması düşünülemez.

Demokratik bir toplumun varlığını sürdürebilmesi, insan haklarının etkili bir biçimde kullanılabilmesi ile mümkündür.

Demokratik liberal hayat, yalnızca yasama meclisindeki çoğunluğun siyasi tercihlerine dayandırılamaz.

Demokrasi aynı zamanda katılma, hoşgörü, hürriyet ve muhalefet demektir.

Meclis çoğunluğunun geçici kaprislerini, hoşgörüden uzak tutumlarını önleyebilmede, kamuoyundan gelebilecek direnme ve tepkilerin yanı sıra, mahkemelerin bağımsızlığı ve hâkimlerin tarafsızlığı esaslarına göre kurulacak, başta  olmak üzere,
mahkemelerin hukuki denetimi de vazgeçilemeyecek çok önemli bir güvencedir.

==================================

Dostlar,

Ülkemizin yetiştirdiği üstün nitelikli hukukçulardan Anayasa hukuku hocası
Sayın Prof. Dr. Erdoğan Teziç, 80’e yaklaşan yaşına karşın, berrak bir zihinle
TV programlarına katılıyor, çok nitelikli katkılar veriyor, yazılar yazıyor..
Hatta ANAYASA HUKUKU adlı temel kitabının geçen yıl yeni basımını yaptı.

Sayın Teziç’in uyarılarını dinlemekte çok büyük yarar vardır.
Özellikle AKP iktidarı çevrelerinin buna çok ama çok gereksinimi vardır.

AKP, hedeflerine erişmek için hiçbir engel tanımıyor. 
Hukuk devletini ve ülkemizi ciddi biçimde tahrip ediyor.
Bu eylemlerin faturası ülkemize de öznelerine de ağır olmaktadır, olacaktır.

*****

TORBA YASA tam bir hukuksal yozlaştırmadır, AKP uydurmasıdır.
Modern hukuk düzenlerinde yeri yoktur.
Hukuk 1. sınıf öğrencisi bile bu sorun hakkında doyurucu bilgi sahibidir.
Teziç hoca sorunu Anayasaya aykırı görerek, Anayasa Mahemesi’ni içtihat yaratma yetkisini kullanarak sorunu çözmeye çağırmaktadır.

Çağrının AKP hükümetine yapılmaması düşündürücüdür.

Ayrıca AKP bir de “Temel Yasa” dayatması ile Yasama’nın yetkilerini yozlaştırma – daraltma eylemi içindedir. Dilediği yasa önerisini – tasarısını (Anayasa md. 87 ve 88) sözde “temel yasa” olarak yaftalamakta ve TBMM’de maddeler teker teker değil blok halinde oylanmaktadır.

Kabul edilemeyecek ve sürüdürülemeyecek bir eylemdir.

*****

3. olarak AKP iktidarı, Yasa (kanun) Gücünde (Hükmünde) Kararname (YGK) olanağını da hoyratça yozlaştırmıştır. TBMM’nin ancak süre ve konu bakımından sınırlandırarak,
TBMM açık değilken, ivedi durumlarda Yürütme’ye yaptığı ayrıksı (istisnai) “yetki devrini” genişleterek ve Yasama yetkisini gasp ederek rutin olarak kullanmaktadır.
Bu YGK’lerin TBMM’ye derhal sevki ve ivedilikle görüşülmesi kuralı da çiğnenmektrdir.
Güçler ayrılığı ayaklar altındadır.
Bu bir darbedir ve anayasal düzeni fiilen ortadan kaldırma suçudur.
Karşılığı da Türk Ceza Yasasında “vatana ihanet” olarak tanımlanmıştır.

2 Kasım 2011 akşamı çıkartılan 35 YGK unutulamayacak bir anayasa ihlali örneğidir.
TBMM açıktır ve 35 YGK’nin toptancı olarak Hükümet tarafından RG’de o gece yayımlanarak yürürlüğe sokulması, hukık devletini özünden tahrip eden fiili bir saldırıdır, suçtur!

Bunların da durdurulması gerekir..

Teziç hocamızın bu 2 sorunu da kamuya açık makalelleri ile işlemesini dileriz.

Sevgi ve saygı ile,
03.01.2015 

Dr. Ahmet Saltık
www.ahmetsaltik.net