Etiket arşivi: Yunus Emre

Prof. Dr. Özer Ozankaya : 81. Dil Bayramımız Kutlu Olsun!


81. Dil Bayramımız Kutlu Olsun!

ADD Önceki Genel Başkanlarından Sn. Prof. Dr. Özer Ozankaya,  24 Temmuz 2012 günü ADD Sarıyer Şubesinde Lozan'ın 89. yılı için  bir konferans verdi. Bu konferanstan bize ulaşan özeti sizlerle paylaşıyoruz..

ADD Önceki Genel Başkanlarından Sn. Prof. Dr. Özer Ozankaya


Prof. Dr. Özer Ozankaya

XIV. yüzyılda Aşık Paşa, saltanatçılığa yönelen Osmanlı’nın asıl dayanağının Türk halkı olduğunu unutmasını ve yönetimden, eğitimden, sanattan …
Türk dilini dışlayıp onu Arapça ve Farsçaya tutsak etmeğe çalışmasını şu acı yakınmayla dile getirmişti:

 

 

“Türk diline kimseler bakmaz idi,
Türklere hergiz gönül akmaz idi!”

Mesihi takma adıyla yazan bir başka ozan da :

“Mesihi, gökten insen sana yer yok,
Yürü var gel Araptan ya Acemden!”

diye yakınmıştı.

Osmanlı böylece kendi yıkımını da hazırlayıp çöküş noktasına vardığında, “Osmanlıca”, yani Osmanlı’nın yönetim, yasa, bilim, sanat, .. “dili” de çoktan şu anlaşılmaz karmaşaya dönüşmüştü:

“Kimesne avretini ecnebi ile mülabaa ve mübaşere ederken görse”
(Osmanlı Ceza Kanunnamesi, 15. yüzyıl)

ya da

“Âlâm-ı ben-i nev’i ile kesb-i melâlet etmek” (Ziya Paşa, 19. yüzyıl)

Türk Devrimi, Dil ve Yazı Devrimleriyle, Türk dilini yönetim, yasa, tüze, bilim, sanat, uygulayım … dili yapmayı pek büyük ölçüde başarmıştır.

Ancak Türk ulusunun oylarıyla onu yönetme konumuna gelip, tıpkı Osmanlı saltanatçıları gibi Türk ulusuna sırtını dönerek bu ulusal özgürleşme ve bağımsızlık devrimini
bu alanda da baltalamak isteyenler ve dilin öneminin bilincinde olmayanlar,
“yabancı dilde eğitim ve öğretim” uygulamasıyla sömürgeciliği yeniden hortlatıcı bir yola girmişlerdir.

Oysa Türk Dil Devrimi, Atatürk‘ün de özlü biçimde dile getirdiği şu toplumbilimsel gerçeğe dayalıdır:

  • “Ulusal duygu ile dil arasındaki bağ çok güçlüdür. Dilin ulusal ve zengin olması ulusluk duygusunun gelişmesinde başlıca etkendir.
    Türk dili, dillerin en zenginlerindendir; yeter ki bu dil bilinçle işlensin.
    Ülkesini, yüksek bağımsızlığını korumasını bilen Türk ulusu, dilini de
    yabancı diller boyunduruğundan kurtarmalıdır.”

Türk ulusu saltanatçı Osmanlının yüzlerce yıllık dışlamasına karşın, basımevi yasağını da YUNUS EMRE ve benzeri Halk Ozanlarının şiir ve müzik eşliğindeki deyişleriyle
bir ölçüde aşarak, varlığını sürdürebildi. Cumhuriyet’in Dil ve Yazı Devrimleriyle de
tüm engel ve baltalamaları aşmayı başardı.

“Yabancı dilde eğitim”in saçmalığı da, yine bu dil ve yazı devrimlerinin kazanımları yardımıyla sergilenebilmiştir.

Dil Bayramımızı, bu devrimle tüm ulusumuza ulaşabilen baş ozanlarımızdan
YUNUS EMRE‘nin, hem “SÖZ”ün -demek ki dilin- önemini vurgulayan, hem de herkesin, özellikle de ülkemizi yönetme sorumluluğunu taşıyan siyaset insanlarının
kulağına küpe olması gereken uyarı niteliğindeki dizeleriyle kutluyoruz:

SÖZÜNÜ BİLEN KİŞİNİN 
YÜZÜNÜ AĞ EDER BİR SÖZ.
SÖZÜ PİŞİRİP DİYENİN
İŞİNİ SAĞ EDER BİR SÖZ

Prof. Dr. Özer Ozankaya

Son 1000 Yılda Türklerin Dünya Sanat ve Kültürüne Katkıları…

Dostlar,

Cumhuriyet Bilim – Teknik ekinde 19.4.13 günü yayımlanan aşağıdaki yazı dikkate değer.. Yazı formatını korumak adına pdf olarak ilginize sunuyoruz..

Sevgi ve saygı ile.
24.4.13, Ankara

Dr. Ahmet Saltık
www.ahmetsaltik.net

======================================

Son 1000 Yılda Türklerin Dünya Sanat ve Kültürüne Katkıları 
ve Geleneksel Türk Çini Sanatı

Yazıyı okumak için lütfen aşağıdaki erişkeyi (linki) tıklar mısınız??

1000_Yilda_Turklerin_Dunya_Sanat_Kulturune_Katkilari

Yazının son bölümü Geleneksel Türk Çini Sanatına ayrılmış ve şöyle bağlanıyor :

Geleneksel Türk Çini Sanatı

listemize konabilecek isimlerin seçimine devam ettiğimizde, sıralamada, katılanların oranı olarak,

(3) XIII. yüzyıl şairimizi Yunus Emre, %50’si,

(4) XX. yüzyıl şairimiz Nâzım Hikmet, %35’ü,

(5) Geleneksel Türk Çini Sanatı ve sanatçıları, %26sı

olarak ortaya çıkmaktadır. Bundan sonraki isimlerimiz (toplam tüm oyların yüzdesi olarak) şu şekilde sıraya girmişler:

(6) XVI. yüzyıl seyyahımız Evliya Çelebi ve ‘Seyahatname’si : %25,

(7) Minyatürler ve minyatür yapımcılarımız (anonim): %24,

(8) XII. yüzyıl mistik şairimiz Mevlana Celalettin %22,

(9) XIII. yüzyıl Beylikler Dönemi eseri Divriği Ulu Cami ve Şifahanesi: %20.

(10) XVI. Yüzyıl amiralimiz Piri Reis: %13

ve “Türk sanatında son 1000 yıl için ‘TOP TEN’ ” listesinde yer bulmuşlardır.

Anketin daha detaylı (Önemli maddi eserler, önemli edebi eserler, müzik, plastik sanatlar ve diğer eserler kategorileri için ayrıca yapılan analiz ve oylamalar, ayrı bir yazının konusu olarak bu ilk sunuma alınmamışlardır.)

SONUÇ

Bir ulusa ait oldukça farklı insan/kültür etkinlikleri arasında en önemli(ler)ini belirlemekteki güçlüklere yazımızın başında değinmiştik. Burada üzerinde durulan ve 2000 yılı başlarında kamuoyuna sunulan anket-soruşturmanın basit bir toplamlı istatistiksel değerlendirmesinde, seçici aydınlarımız, iki adı (Mimar Sinan ve
Mustafa Kemal Atatürk), 1000 yıldaki önemli kişilikler arasında büyük tercih farkları ile ön plana çıkarmışlardır.

Plastik sanatlar alanında ise “ilk beş” içinde yer alan geleneksel çini sanatımız,
dünya kültürel mirasında “en önemli Türk katkısı” olarak öne çıkmaktadır. Bu sanat ürünlerimizin farklı dünya müzelerini süslediği de göz önüne alınırsa, bu yargının gerçekten uzak olmadığını kabul etmekte zorlanmayız. Bu nedenle, ankete yanıt verenler açısından, mükemmel örneklerini XVI. ve XVII. yüzyıllarda veren klasik İznik çinilerinin Türklerce, son bin yılda yarattıkları sanat eserlerinin en başta geleni sayılmaktadır. Anketin Türk çini sanatı ile ilgili olmayan bölümlerinin de günümüz edebiyat, sanat ve politika gruplarının dikkatini çekmesini bekleyebiliriz.

Öbür yandan, ülkemizde yaşanan hızlı toplumsal değişime bağlı olarak, içinde bulunduğumuz 3. binyılda, var olan sanatsal ve bilimsel iklimin ne yönde ve nasıl “evrileceğeni” takip etmek açısından da anketin bu sonuçlarının önemli olduğu kanısındayız. Önümüzdeki dönemdeki benzeri çalışmalarla yapılacak karşılaştırmaların, toplumumuzdaki değişmenin yönünü ve gerçek boyutlarını kavramada önemli yararlar sağlayacağını düşünüyoruz.

Kaynakça:

[1] Umberto Eco, 2012,

[2] “Kitap-lık”, 2000, iki aylık edebiyat dergisi, sayı 39, (Ocak-Şubat 2000)

EK-1: “Kitap-lık” dergisi anketine yanıt veren sanatçılar listesi
(abecesel soyadı sırasıyla):

Lütfi Akad, Çetin Altan, Metin And, Afife Batur, Cengiz Bektaş, Halil Berktay, Halet Çambel, Adnan Çoker, Ferid Edgü, Metin Erksan, Semavi Eyice, Melih Ferdi, Hüsnü A Göksel, Ara Güler, Çelik Gülersoy, Mehmet Güleryüz, Aydın Gün, Bozkurt Güvenç, Talat S Halman, Halil İnalcık, Doğan Kuban, İlhan Mimaroğlu, Ahmet Oktay, İlber Ortaylı, Ünsal Oskay, Sami Şekeroğlu, M Celal Şengör, Tosun Terzioğlu, Yalçın Tura, Aydın Uğur, Artun Ünsal.

ATAOL BEHRAMOĞLU : Sansürden de öte..

 

Cumhuriyet Dergi 31.03.2013
portresi
ATAOL BEHRAMOĞLU

Sansürden de öte…

Bir süredir ders kitaplarında şairlerimizin şiirlerinin makaslandığına ilişkin haberler okuyoruz. Yunus Emre’nin üstelik çok bilinen ilahilerinden birinin dört dizesi çıkarılıp atılmıştı. Ardından, yanlış anımsamıyorsam, Kazak Abdal geldi. Derken çağdaş şairlerimizin, M.C. Anday’ın, C. Külebi’nin, E. Cansever’in şiirleri birbiri ardına sansürlendi.

Hepsi gülünçtü ama en gülüncü sanırım Cansever’in “Masa da Masaymış Ha”
adlı şiirine uygulanandı.

Şiirin kahramanı “adam”ın, asıl kahraman olan ”masa”ya birbiri ardına koyduğu şeylerden biri de “biranın dökülüşü”ydü…

Kitabı hazırlayan her kimse, gençleri bira içmeye kışkırtacağı kaygısıyla bu dizeyi çürük bir dişi çeker gibi çıkarıp atmıştı…

Bunlar, bize ulaşanlar… Bir tarama yapılsa, kim bilir daha nelerle karşılaşacağız.

***

Sünnetli Pinokyo, namaz kılan Örümcek Adam, tesettüre girmiş Pollyanna vb… Bunlar da çocuk klasiklerinin ya da çocukların sevdiği çizgi romanların kahramanlarına uygulanan bir çeşit sansür ya da daha doğrusu, bir değiştirme, başkalaştırma işlemi…

Aslında, şiirlere uygulanan çıkarma işlemleri de, yine sansürden de daha başka bir şey… Çünkü içinden tek bir dizesi değil, tek bir sözcüğü bile çıkarılıp atılan şiir,
artık aynı şiir değildir ve bunu şairden başka hiç kimsenin yapmaya hakkı yoktur.
Şairin kendisi bile şu ya da bu nedenle sonradan bir şiirinin bazı dizelerini, sözcüklerini çıkarma ya da değiştirme gereksinimi duyduğunda; ya da yeni sözcükler, dizeler eklemek istediğinde, eğer gerçek bir şairse, bunu çok büyük bir titizlikle, sakınganlıkla yapar çünkü tamamlanmış bir sanat eseri, canlı bir organizma, yaşayan, canlı bir yaratıdır…

Kuşkusuz yalnızca şiir için değil, bütün gerçek sanat yapıtları için geçerli bir olgudur bu…

***

Şimdi, asıl söylemek istediğimi biraz daha açayım :

Edebiyata, sanata uygulanan sansür, bir yazarın, bir sanat yapıtının yayımlanmasının, gösteriminin, izleyiciye ulaşmasının engellenmesi, yasaklanması demektir….

Baskıcı siyasal yönetimlerde, yüzlerce, binlerce yıldır yapılagelen bir şeydir bu.
Böyle durumlarda, edebiyat yapıtları ya elyazmalarıyla, ya gizlice basılıp dağıtılır ya da uygun zaman gelinceye dek saklanır. Başkaca sanat ürünleri için de buna benzer şeyler yapılır, benzer önlemler alınır…

  • Sansür, düşünce ve yaratma özgürlüğüne karşı işlenmiş ağır bir suçtur.

Bir sanat yapıtını kesip biçerek yayınlamak ise onun da ötesidir ve hem o yapıta,
hem sanatçısına, hem sanat izleyicisine karşı işlenmiş, sansürcülükten bile daha ağır bir suçtur.

Sansürü, cezaevinde olmaya, özgürlükten yoksun bırakılmaya benzetebiliriz…

Bu türlü kesip biçmeler, değiştirmeler ise canlı organizmanın sakatlanması, zehirlenmesi, başka bir şeye dönüştürülerek yok edilmesi demektir….

Hangisi daha faşistçe derseniz, bence daha faşistçe olan bu ikincisidir.

Bir şiirin üzerinde oynamak, bir roman kahramanının kişiliğini değiştirip onu ilgisiz bir kişiliğe dönüştürmek ve bunu ideolojik bir kasıtla yapmak…

Nazilerin kurbanları üzerinde uyguladıkları sapık “tıbbi deney”ler gibi bir şey, insanlığa ve yaşama karşı işlenmiş ahlakdışı bir suç, bir cürümdür.

***

Ülkemizi ele geçirmiş olan gerici, sapkın güç, her alanda işlediği suçlara
edebiyat ve kültür alanındaki bu akıl ve ahlakdışı uygulamaları da ekliyor.

Yaşamın dokusunu, kimyasını bozuyor, çarpıtıyor, zehirliyor.
Bütün bir ülkeyi kendi çirkin, hastalıklı, özgürlük ve yaşam düşmanı
kimliğine benzetmeye, bozup dönüştürmeye çalışıyor.

ataolb@cumhuriyet.com.tr
www.ataolbehramoglu.com.tr
http://behramogluataol.blogspot.com

Türkçe’nin mükemmelliği ve Matematik Temeli

Dostlar,

“Türkçe’nin mükemmelliği” başlıklı son derfece ilginç bir ileti bize ulaştı.
Son derece öğretici ve düşünüdürücü.. Tartışılması gerek..

Matematikçilerin, Dilbilimcilerin katkılarını almak isteriz.

Sn. Prof. Dr. Ali Ercan sıkı bir nükleer fizikçidir, dolayısıyla o ölçüde de matematik bilir ve kullanır. Sayın Ercan’ın özellikle Semantik bilgisi ve ilgisi de var..

Dil Derneği’nden dostları da tartıkşmaya çağırıyoruz..

Sevgi ve saygı ile.
17.3.13, Ankara

Dr. Ahmet SALTIK
www.ahmetsaltik.net  

=========================================

Türkçe’nin mükemmelliği ve Matematik Temeli

(İletiyi yollayan : 2013/2/17 Yılmaz ARSLAN y.arslan57@gmail.com)

Victor Hugo şiirlerini 40.000 kelime ile yazdı. Türkçe’yi en vrsıl (zengin)
kullananlardan Yaşar Kemal‘in romanları 3.500 kelimeyi geçmez” görüşü çok
yaygındır. Bu görüş haklıdır zira Türkçe’nin Fransızca’ya oranla daha az
sözcük içerdiği doğrudur. İngilizce’ye, Almanca’ya, İspanyolca’ya oranla da
daha az sözcük içeriyor olması gerekir. Ne var ki bu Türkçe’nin daha
yetersiz bir dil olduğu anlamına gelmez! Çünkü

  • Türkçe az sözcük ile çok şey anlatabilen bir dildir!

Daha çok sözcük içerse bunun kimseye zararı dokunmaz ancak, gereği yoktur.

Başka bir dilden Türkçe’ye çeviri yapan herkes sözlüğü açtığında,
aralarında minik anlam farkları olanbir çok sözcüğün Türkçe karşılığında
çoğu zaman aynı kelimeyi okur. Bu, ilk bakışta bir eksiklik gibi
görünebilir, oysa öyle değildir. Çünkü yukarıda adı geçen diller
kelimelerin statik olan anlamlarını öğrenmeye, Türkçe ise bu anlamları
bulup çıkarmaya, yani dinamik anlamlandırmaya dayalıdır. Türkçe’de
anlamları sözlükteki tanımlar değil, kelimelerin cümle içindeki konumları
belirler. Tam bu noktada, Türkçe’nin, referans olmak üzere yalnızca gerektiği
kadarı sözlüklere alınmış, sonsuz sayıda kelime içerdiği bile öne
sürülebilir.

İngilizce-Türkçe sözlükte “sick”, “ill” ve “patient”ın karşısında hep “hasta” yazar.
Bu bağlamda ingilizce’nin üç kat daha fazla sözcük içerdiği söylenirse bu doğrudur.
Ancak, aradaki farkların Türkçe’de vurgulanamadığı söylenmeye kalkılırsa bu yanlış olur: “doktor falanca beyin hastası olmak”, “böbrek hastası olmak”, “internet hastası olmak”, “filanca şarkının hastası olmak” arasındaki farkı Türkçe konuşan herkes bir çırpıda anlar.

Bunun nasıl olabildiğini görmek zor değildir. Bir kalem alıp, alt alta:

3+5=

12+5=

38+5=

yazmak, sonra da bunları toplamak yeterlidir. Hepsinde aynı “+5” yazdığı
halde!

Sonuçlar farklı çıkıyorsa, Türkçe’de de hepsinde aynı “hastası olmak”
ifadesi geçtiği halde sonuçlar farklı olacaktır. Türkçe’nin az araç ile çok
iş yapmasının sırrı matematikte yatar. 0’dan 9’a kadar 10 tane rakam,
artı, eksi, çarpı, bölü dört işlem işareti ve bir ondalık ayracı virgül, yani
topu topu 15 simge ile sonsuz sayıda işlem yapılabilir. Türkçe de benzer
özellikler gösterir. *Türkçe matematiğe dayalı olmaktan da öte, neredeyse
matematiğin kılık değiştirmiş halidir. *Türkçe’deki herhangi bir fiilin
çekiminin ve kelimelerin nasıl çoğul yapılacağının öğrenilmiş olması,
henüz varlığı bile bilinmeyen, 5 yıl sonra Türkçe’ye girecek fiillerin
nasıl çekileceğinin ve 300 yıl önce unutulmuş kelimelerin çoğullarının
ne olduğunun biliyor olması demektir. Bu tıpkı birinci dereceden 2
bilinmeyenli bir denklemin nasıl çözüleceği öğrenildiğinde, sadece “x=6”,
“y=23” olan denklemlerin değil, aynı dereceden bütün denklemlerin nasıl
çözüleceğinin öğrenilmiş olması gibidir.

Oysa sözgelimi ingilizce’de “go”, “went” olurken “do”, “did” olur. Çoğul
ekleri için de durum aynıdır: “foot”, “feet” olurken “boot”, “beet” değil
“boots” olur. Bunun tutarlı bir iç mantığı yoktur, tek çare böyle
olduklarının bellenmesidir.

Türkçe’de ise, statik kelimeleri ezberlemek yerine dinamik kuralları
öğrenmek gerekir. Türkçe’de neredeyse istisna bile yoktur. Olanlar da ses
uyumu gereği “alma” olması gereken meyve isminin “elma” biçimine dönmesi
gibi birkaç minör istisnadır. Kurallar ise neredeyse, bu dili icat
edenlerin Türk olduğuna inanmayı zorlaştıracak kadar güçlü ve kesindir.
Bu noktadan sonra, anlatılanları matematik olarak formüle etmek, aradaki
ilişkiyi somutlaştırabilmek açısından yararlı olacaktır. Bunu yapmanın en
kolay yolu ikili sayı sistemini kullanmak olduğu için de yalnızca 0 ve
1’leri kullanmak yeterlidir. İzleyen örneklerde [1=var] ve [0=yok]
anlamında kullanılmışlardır.

Kelime kökü çoğul eki matematik ifade:

ev……..ler…….evler

1.0…….0.1……1.1

Türkçe’deki bütün kelimelerin 2 bit olduğu varsayılabilir (ileride bit sayısı artacak).
Tekil olan bütün kelimeler 1.0 (kelime kökü var; çoğul eki yok), çoğul olanlar ise 1.1’dir (kelime kökü var; çoğul eki var). Bu kural hiç değişmemek bir yana, öylesine güçlüdür ki Türkçe’de başka hiçbir dilde yapılamayacak bir şey yapılıp, olmayan bir kelimenin çoğulu bile  söylenebilir (0.1). Birisi karşısındakine sadece “ler” dediğinde, alacağı tepki: “anladık ler de, neler?” türünden bir yanıt olacaktır. Bir şeylerin çoğulunun söylendiği bellidir de, neyin çoğulunun kastedildiği açık değildir.

Vurgulama / sıfat kökü zayıflatma matematik ifade

kırmızı

0.1.0

kıp kırmızı

1.1.0

kırmızı msı

0.1.1

kıp kırmızı msı

1.1.1

Türkçe’deki sıfatların anlamını güçlendirmeye veya zayıflatmaya yarayan bu kural da hiç değişmez. Hatta istenirse bu kurala uyan ama hiçbir sözlükte bulunmayan, hem güçlendirilmiş hem de zayıflatılmış garip sıfatlar bile türetilebilir. “Güneş doğmazdan az önce ufuk kıpkırmızımsı (kıp + kırmızı +msı; [1.1.1]) bir renk aldı” dendiğinde, herkes neyin
kastedildiğini anlayacaktır. Çünkü ayaküstü türetilen bu sıfat, hiçbir sözlükte yer almaz ama, Türkçe konuşan herkesin çok iyi bildiği bu kurala uygundur.

Fiil çekimlerinde de işler farklı değildir. Burada zorunlu olarak kişi için 3, zaman için 2 bitlik gruplar kullanılacak. Çoklu bit grupları şunları ifade edecek:

011 = ben

010 = sen

000 = o

111 = biz

110 = siz

100 = onlar

00 = geniş zaman

11 = şimdiki zaman

10 = gelecek zaman

01 = geçmiş zaman

Kök kişi matematik ifade

yeterlilik……………….Oku (y)abil dim…………………….=
1.1.0.01.0.0.011

olumsuz………………. Oku (y)a ma z mış sın………………….=
1.1.100.0.1.010

zaman……………… Gel me (y)ecek ti……………………=
1.0.1.10.1.0.000

zaman……………….Git me di k…………………… =
1.0.1.01.0.0.111

hikaye……………….Şaşır abil ecek ti niz …………………=
1.1.0.10.1.0.110

rivayet……………….Bil (i)yor lar………………… =
1.0.0.11.0.0.100

Kişi

tabloda zaman ile ilgili küme 3 bit yapılıp geçmiş zaman “di’li geçmiş” ve “miş’li geçmiş” olarak ikiye ayrılabilir, soru bileşkeni için ayrı bir bit eklenebilir, emir ve şart kipleri de işin içine katılabilir ancak, sonuç değişmezdi.

Cümleleri oluşturan öğelerin (özne, nesne, yüklem, vb…) sıralaması da rastgele değildir. Türkçe cümleler bir tür “crescendo” (şiddeti giderek artan dizi) izlerler. Bütün vurgu en sonda yer alan yüklem (fiil) üzerindedir. Diğer öğelerin önemi, yükleme olan yakınlık/uzaklık konumları ile belirlenir. Yükleme yakınlaştıkça önem artar. Gene matematiksel olarak ele almak gerekirse, cümleyi oluşturan her bir öğenin toplam öğe sayısı kadar haneden oluşan bir matematik değere sahip olduğu varsayılabilir.

“dün ahmet camı kırdı” cümlesi 4 öğeden oluşmaktadır; o halde her öğe 4 haneli bir değere sahip olacak, ilk öğe en düşük, son öğe ise en yüksek değeri taşıyacaktır.

Cümle

matematik değer

0001

matematik değer

0011

matematik değer

0111

matematik değer

1111

1 dün Ahmet camı kırdı.

2 dün camı Ahmet kırdı.

3 Ahmet dün camı kırdı.

4 Ahmet camı dün kırdı.

5 camı dün Ahmet kırdı.

6 camı ahmet dün kırdı.

Şimdi tablodaki cümleler tek, tek ele alınabilir:

1. Cümle: dün ahmet bir iş yaptı ve bu camı kırmak oldu.

2. Cümle: dün kırılan camı başkası değil Ahmet kırdı (suçlu Ahmet!).

3. Cümle: Ahmet’in dünkü işi camı kırmak oldu (belki önceki gün
kitap okumuştu).

4. Cümle: Ahmet camı herhangi bir zaman değil, dün kırdı (yarın kırması gerekiyor olabilirdi).

5. Cümle: cam düne kadar sağlamdı, kırılmasının suçlusu ise Ahmet.

6. Cümle: camı ahmet zaten kıracaktı, bunu dün yaptı.

Cümleyi oluşturan öğeler kesinlikle aynı kalırken (cam hep ‘i’ haliyle “camı” olarak kaldı; fiil hep 3. tekil şahıs, di’li geçmiş zamanda çekildi, vb.) yalnızca yerlerinin değişmesi cümlelerin anlamlarını da değiştirdi.

Her cümlede 0011, 0001’den daha çok 0111 bu ikisinden daha çok 1111 ise hepsinden daha çok önem taşıdı. Anlamı belirleyen de zaten her bir öğenin matematik değeri oldu. Kelimelerin statik anlamlar taşıdıkları dillerde, zaman belirtecinin (dün) yeri değiştirilerek elde edilebilecek 2 çeşitlemenin dışında öbür anlamları vermek için kip değiştirmek (edilgen
kip – passive mode kullanmak) veya araya açıklayıcı başka kelimeler eklemek gerekir. Türkçe konuşanlar ise her bir cümlenin öbüründen farkını derhal anlarlar.

Matematik ile olan alışveriş yalnızca verilen örneklerle sınırlı değildir. Türkçe’nin ne yanı ele alınsa bu ilişki ile yüz yüze gelinir. Türkçe’nin bu özelliğini “insanlar kendilerine ulaşan iletileri (mesajları) nasıl anlarlar?

Bunun kullanılan dil ile bir ilgisi var mıdır? Bir Fransız, bir İngiliz, bir Türk aynı iletiyi kendi ana dillerinde alsalar, birbirleri ile aynı biçimde mi, yoksa farklı mı algılarlar? Eğer dilin algılamayla ilgisi varsa, işin içine bir dil karışmadığı, yani sözgelimi bir pantomim gösterisi izlenir veya üzerinde hiç yazı olmayan bir afişe bakılırken, dil ile ilgili bu alışkanlıklar nasıl etki ederler?” türünden sorulara yanıt ararken fark ettim. Bu özellik konuya ilgi ve sabırla yaklaşıp bakmayı bilen herkesin görebileceği kadar açık. O nedenle, bugüne dek kesinlikle başkalarınca da görülmüş olmalı. “Türkçe çok lastikli, nereye çeksen oraya gidiyor” diyenler de aslında, hayal meyal bu özelliği fark eder gibi olup, ne olduğunu tam adlandıramayanlardır.*

Türkçe teknik açıdan mükemmel bir dildir. *

Bu mükemmelliğin nedeni matematik ile olan iç içeliktir.
Keza, ne yazık ki Türkçe’nin, bu dili konuşanlara kurduğu tuzak da buradadır.
Kentli-köylü, eğitimli-eğitimsiz, doğulu-batılı, vb. kültür çatışmaları dünyanın her yerinde vardır. Gene dünyanın her yerinde iyi, kötü işleyen bir “asimilasyon” ve/veya “adaptasyon! ” süreci bu çatışmayı kendi içinde bir takım sentezlere götürür. Türkiye bu açıdan dünya genelinin biraz dışındadır. Bizde “asimilasyon” ve/veya “adaptasyon” süreci ya hiç çalışmaz, ya da akıl almaz bir yavaşlıkta çalışır. Sorun, başka sebeplerin yanı sıra kullandığımız dilden de kaynaklanmaktadır. Düşünme, kendi kendine sözsüz konuşma olarak kabul edilirse (bence öyledir), anadilin kişilerin düşünce yapısı üzerinde etkili olduğunu da kabul etmek gerekir; insanlar kendi anadillerinde düşünürler.
Türklerin büyük paradoksu işte buradadır.

Teknik açıdan mükemmel bir dil olan Türkçe, kendi dışımızdaki dünyayı kendimizce değiştirmeden, olduğu gibi algılamaktaki en büyük engelimizi oluşturmaktadır.

Örneğin, Türkiye dışına yabancı işçi olarak giden ilk kuşak, gerek bulundukları ülkenin dilini öğrenme, gerekse oradaki yaşam biçimine ayak uydurma konusunda görkemli (muhteşem) bir direniş gösterdiler. Bu direnişin boyutları o denli büyük oldu ki, başka hiçbir diasporada gözlenmeyen gelişmeler yaşandı. Türk diasporası, gettolaşıp kendi kültürünü gene kendi içine kapanık bir çevrede yaşayacak yerde, kendi kültür kurumlarını o ülkeye
ithal etti. Asimile olmaya en dirençli kültürlerden biri kabul edilen İspanyollar, gittikleri yere sadece gazetelerini ve bazen de radyolarını taşımakla yetinirken; Türklerin bunlara ek olarak (hem de birden çok) televizyon kanalları ve hatta kendi fast-food’ları (lahmacun, döner, vb.) oldu.

Bunları başaran insanların yeteneksiz olduklarına, dil öğrenmeyi de bu yeteneksizlikleri yüzünden beceremediklerine hükmetmek en azından adil ve gerçekçi olamaz. Keza, böylesine önemli bir kültür direnişi gösterenlerin, orada doğan çocuklarını eğitirlerken, bunca sahip çıktıkları kültürlerini göz ardı etmiş olmaları da düşünülemez. Ancak gözlemlenen o ki, orada doğan ikinci kuşak gene sözgelimi İspanyollar arasında hiç görülmediği ölçüde hızla asimile oldu. Bunun nedenini evdeki Türkçe’nin yanı sıra okulda
öğrenilen ve ev dışında yaşanan, o ülkenin dili etmeninde aramak çok yanıltıcı olmayacaktır.

Biz Türkler, konuşmayı öğrenirken (tıpkı “sick, ill, patient” örneğinde olduğu gibi) farklı durumların farklı kavramlar oluşturduğunu, bu farklı kavramların da farklı adları olması gerektiğini öğrenmeyiz. Aynı adı taşıyan farklı kavramları birbirinden ayırmaya yarayacak sezgisel (sezgisel=doğal=matematiksel) yöntemin kurallarını öğrenmeye başlarız.

Sezgiselliğe koşullanmış beyinler ise dış dünyayı hiçbir değişikliğe uğratmadan, olduğu gibi algılamayı bilemediklerinden, bildikleri tek yönteme, yani kendilerince anlam çıkarsamaya veya başka bir alatımla “sezdikleri gibi algılamaya” yönelirler.

Algıladıkları kavramların tümü kendi çıkarsamaları doğrultusunda biçimlenmiş olan, kendilerince tanımlanmış bir dünyada yaşayan insanlara ulaşan iletilerdeki (mesajlardaki) kodlar ne denli “herkesçe bir örnek” algılanabilir?

Üzerinde emek harcanmaya değer temel sorulardan biri budur. Bu sorunun yanıtı belirginleştikçe, neden Batıdaki sistemlerin bir türlü Türkiye’de oluşturulamadığı sorusunun yanıtı da belirginlik kazanabilir.

Türkçe’nin kendi iç dinamiklerinden kaynaklanan bu özel durum kuşkusuz tüm iletişim alanları için geçerlidir. Yunus Emre’nin okuması, yazması olmayan göçebe Türkmen boyları arasında 700 yıl boyunca bir kuşaktan öbürüne büyük bir sadakatle, sözlü kültür ürünü olarak aktarılmasının ardında Türkçe’nin sezgiselliğini sonuna dek kullanmadaki becerisi vardır.

Tanzimat aydınları ve Cumhuriyet aydınlarının bir türlü geniş kitlelere seslerini
duyuramamalarının nedeni de gene aynı denklemin içinde aranmalıdır. Fransız gibi,
Alman gibi düşünmeyi öğrenenler, meramlarını anlatırken bunu yeni öğrendikleri düşünce sistematiği içinde yapmaya kalkışmış ve Türk gibi anlatmayı becerememiş olduklarından başarısız kalmışlardır.

İletiler (Mesajlar) yalnızca algılanabildikleri ölçüde etkili olurlar. İletileri üretenlerin kendi konularına ne denli egemen oldukları, iletinin bütünlüğü açısından önemlidir ama, hitap edilen kişilerin kendilerine yönelen iletileri nasıl algıladıkları her şeyden daha önemlidir.

*Ahmet Okar

*Uğur Sürmeli
Dürr Systems
05492700354

DERTLİ DOLAP..

DERTLİ DOLAP

Dolap niçin inilersin,
Derdim vardır inilerim
Ben Mevla’ya aşık oldum,
Onun için inilerim

Benim adım dertli dolap,
Suyum akar yalap yalap
Böyle emreyledi ÇALAP,
Derdim vardır inilerim

*** ***

Beni bir dağda buldular,
Kolum kanadım kırdılar
Dolaba layık gördüler,
Derdim vardır inilerim

Ben bir dağın ağacıyım,
Ne tatlıyım ne acıyım
Ben Mevlaya duacıyım,
Derdim vardır inilerim

*** ***

Şol dülgerler beni yondu,
her azam yerine kondu
Bu iniltim Hak’tan geldi,
Derdim vardır inilerim

Yunus Emre

Demokrasi ve Kemalizm/Democracy&Kemalism

Kemalizm_ve_Demokrasi_19.11.11

İLETİŞİM BECERİLERİ / COMMUNICATION SKILLS

iletisim_becerileri