Etiket arşivi: asimilasyon

Alevi önderlere dost uyarısı!

Alevi önderlere dost uyarısı!Arslan BULUT
arslanbulut@yenicaggazetesi.com.tr
17 Kasım 2022, YENİÇAĞ, YAZARIN SAYFASI 

(AS: Bizim kapsamlı katkımız yazının altındadır, okunması dileğiyle..)

Alevi ve Bektaşilerin örgütlü sekiz çatı kurumu adına düzenlenen basın toplantısına davetli olarak katıldım.

Benim bu toplantıya davet edilmemin sebebi, 32 yıl önce Tercüman gazetesinde yayınlanan “Gelin Canlar Bir Olalım” başlıklı araştırmam ile sorunları ortaya koymuş olmamdır… Demek ki unutulmamış…

Toplantıda sekiz çatı kurum adına konuşan Alevi Bektaşi Federasyonu Başkanı Mustafa Aslan, 35 yıldır “laiklik ve demokrasi temelinde, eşit yurttaşlık, Diyanet’in lağvedilmesi ve devletin inançlara karışmaması” gibi taleplerini gündeme getirdiklerini ama bir sonuç alınamadığını söyledi..
***
Aslan, “2009’da başlatılan Alevi açılımı sırasında ortak taleplerimiz iktidara iletildi. Hiçbir talebimiz gereği yerine getirilmedi. Daha sonraki süreçte Anayasa Mahkemesi’nin, zorunlu din dersine karşı alınan kararı, cem evlerinin ibadethane olarak kabul edilmesiyle ilgili mahkeme kararları, 2016’da Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin ayırımcılığa vurgu yapan ve cem evlerinin ibadethane olarak tanınması gerektiğine dair kararı var ama uygulanmıyor. Bunun yerine, bu yıl Cumhurbaşkanı’nın Hüseyingazi Cemevi’ne ziyaretiyle yeni bir süreç başlatıldı. Bu arada sanki Aleviler bir güvenlik sorunuymuş gibi İçişleri Bakanlığı bünyesinde oluşturulan ekipler cem evlerini gezdi ve raporlar hazırladı. Sonuçta Cumhurbaşkanlığı kararnamesiyle Kültür ve Turizm Bakanlığı bünyesinde Alevi-Bektaşi Kültür ve Cemevi Başkanlığı kurulması ve cem evlerinin sorunlarıyla bu kurumun ilgilenmesi karara bağlandı. Oysa biz 35 yıldır, devletin inançlara karışmaması gerektiğini söylüyoruz. Biz bütün siyasal parti temsilcileriyle Alevi ve Bektaşi kuruluşlarının toplantı yaparak sorunlara çözüm getirmesi gerektiğini savunuyoruz. Cem evlerini Kültür ve Turizm Bakanlığı’na bağlayan kararname, yasal çerçeve adı altında bir inancı yok saymaktadır. Bu kararname ve Alevi-Bektaşi Kültür ve Cemevi Başkanlığı bize göre yok hükmündedir. Biz eşit yurttaşlık talebimizi gündeme getirmeye devam edeceğiz” dedi.

Mustafa Aslan, yakın tarihte Fetullah Gülen‘in Alevi adıyla dernek kurdurduğunu hatırlatarak “İktidarın da şimdi kendi Aleviliğini oluşturma girişimleri olduğunu biliyoruz” uyarısında da bulundu.
***
İktidarın, Alevi kuruluşlarına bakışı, barolara bakışı gibidir. Nasıl, baroları parçalayarak yandaş barolar oluşturmaya çalışıyor iseler, kendi Alevi kuruluşlarını da aynı yöntemlerle kurdurmak istiyorlar. Devleti yöneten siyasal kadroların bu tür oyunlara başvurması hiç hoş değil…

Diğer taraftan (Öte yandan), Alevileri temsil eden kuruluşların başkanları da bence daha dikkatli ve özenli bir dil kullanmalıdır. Dost acı söyler. Eşit yurttaşlık kavramı, Anayasa’daki “kanun önünde eşitlik”ten farklı olarak etnik veya dini anlamlarda kullanılmaktadır “Eşit yurttaşlık” denince akla ilk olarak Abdullah Öcalan‘ın “etnik kimliklerin Anayasa’da belirtilmesi” talebi gelir…

“Eşit yurttaşlık”, emperyalizmin anahtar kavramıdır

Bir ara AKP de kullanıyordu. Şimdilerde kavramı CHP devraldı!

  • “Eşit yurttaşlık” ile ulaşılmak istenen hedef,
    Türk kimliğini yok ederek yerine yeni bir kimlik getirip, konfederasyon kurmaktır!

***
Alevilerin kanaat önderi durumundaki bütün yetkin kişilerle 32 yıl önce görüşmüş ve mevcut bütün kaynakları incelemiş bir kişi olarak söyleyebilirim ki; Alevilerin asıl talebi Anayasa’daki laiklik ve kanun önünde eşitlik ilkelerinin uygulanmasıdır. Zira,

  • Laiklik ilkesi gerçekten uygulandığında,
    devlet kimseye bir inanç dayatmayacağı gibi kimsenin inancına da karışmayacaktır…

Gerçi, Alevi Bektaşi Federasyonu Başkanı Mustafa Aslan da konuşmasında “laiklik ve demokrasi temelinde” söylemini kullandı ama her kezinde sözü sanki büyülü bir kavrammış gibi “eşit yurttaşlık” ile tamamladı.

Aleviler, zaten Türk Milleti’nin ta kendisidir. Öyleyse kiminle eşit yurttaşlık?
==================================
Dostlar,

Konuya biz de web sitemizde değişik kezler (“müteadit defalar” demedik!) yazdık.

“Eşit yurttaşlık” kavramı kodlu bir kavramdır.
Önce ilgili ülkede değişik etnisiteleri ayrıştırmayı, öne çıkarıp belirginleştirmeyi ve adlandırmayı içerir.
Anımsayalım, Türkiye’de de sayılıp durulur bir küme etnisite.
İzleyen adım, birbirinden ayrıştırılan bu etnik kümelere sözde “eşitlik” sağlamaktır.
O yüzden “Eşit yurttaşlık”  anahtar kavramı türetilmiş olarak öne sürülür.
Bir başka anlatımla, değişik etnisitelerin bir potada eritilerek uluslaşması dışlanır.
Oysa bu politika asla asimilasyon olmayıp, emperyalizmin böl – paçala – yut iğrençliği karşısında Ulus Devlet savunma kalkanıdır.
Dolayısıyla önce farklılıklarımızla birlikte olacağız, baskın halk yığını kimliğini ortaklaşa edineceğiz. Türkiye’de bu kimlik TÜRK KİMLİĞİ’dir ve -bir kez daha asla- ırkçılık temelli değildir.
Mustafa Kemal Paşa, Kurtuluş’u izleyen Kuruluş yıllarında, Anadolu halklarını bütünleştirmek için son derece ussal (akılcı) ve gerekirci (deterministik) biçimde şu önermede bulunmuştur :

  • “Türkiye Cumhuriyetini kuran Anadolu halkına / ahalisine Türk Milleti denir.”

Bu bir tarihsel çağrıdır ve kaçınılmaz – seçeneksiz sosyolojik senteze – uzlaşıya davettir.

Tersi durumda Anadolu coğrafyası Sevr Andlaşması / 14 Wilson İlkesi bağlamında çok sayıda “lokmaya” (federasyona!) parçalanacaktır. Üstelik emperyal Batı ikramı (!) İslami sos ile..

Benzer tablo dünyada pek çok ülkede geçerlidir.. Başta ABD olmak üzere.. İngiltere, Fransa, Almanya, İspanya, İtalya, bu oyunla parçalanan Yugoslavya, Çin, Rusya, Finlandiya, Belçika..

Dolayısıyla, etnik kökene bakmadan, öncelikle ülkedeki tüm vatandaşlar YURTTAŞ kılınacaktır.
Ardından, yasalar önünde tüm yurttaşların eşitliği sağlanacaktır.
Halen, yürürlükteki 1982 Anayasası’nda verili durum budur. Öncekilerde de öyleydi.

Anayasanın 10. maddesi bu amaçladır.
2. maddede sayılan değiştirilemez temel Cumhuriyet nitelikleri pekiştiricidir.
Laikliğe özgülenmiş 24. madde vd. tamamlayıcıdır.
Hedef, “Eşit yurttaşlık” kodlu – tuzaklı özel dile (jargona) karşılık,

YURTTAŞLARIN EŞİTLİĞİ‘dir..

10. Yıl Söylevi‘nde de (1933) Atatürk,

  • “Ayrıcalıksız, sınıfsız, kaynaşmış bir kitle olacağız”..

derken ve sözlerini “Ne mutlu Türk’üm diyene” çağrısı ile bağlarken, sağlam bir tarihsel, politik, sosyolojik bilinç zeminindedir.

Bu sözde gücenecek bir algı yoktur. Herkesin alt kimliği kendinedir ve saygındır. Ama bir devletin uyruğu olarak da bir üst kimlik kaçınılmazdır. 50 Eyalet ve 72,5 milletten (!) oluşan ABD, tipik örnektir.

Bu ülkede herkes, göğsünü gerek gere ilk olarak “I’m an American!” demektedir.
İzleyen tümce alt kimlik, kökendir. Örn. BioNTech aşısını geliştiren Prof. Uğur Şahin bir Alman vatandaşıdır. “Ben Alman’ım” demektedir ve demek zorundadır. İzleyen tümce, “Türk kökenli Alman’ım” olmaktadır. ABD’de senatörlüğe aday olan Prof. Mehmet Öz de aynı durumdadır. Her 2 ülke, etnik kökenlerine bakmaksızın adı geçen 2 Türk’ü önce vatandaş kabul etmiş, ardından da EŞİT YURTTAŞ kılmıştır.

Ancak Şahin de, Öz de etnik milliyetçilik temelinde ırkçılık yapar ve ayrımcılık güderlerse, Devlet ile yurttaşı arasındaki sözleşme bozulacak ve “deportasyon” süreci başlayabilecektir.
***
Sonuç olarak;
– Türkiye’de yaşayan tüm vatandaşlar, hiçbir ayrım yapılmadan T.C. Devleti yurttaşıdır.
– Ayrıcalıksız – kaynaşmış bir halk – ulus olmamız; parçalanmadan, ülke- ulus birliğini koruyarak yaşamamızın (bekamızın) sigortasıdır.
– Federal – konfederal bir Türkiye Yugoslavya gibi parçalanmaya mahkumdur.
– Gereksinimimiz, “Eşit yurttaşlık” kodlu – tuzaklı özel dile (jargona) karşılık,
TÜM YURTTAŞLARIN EŞİTLİĞİ‘dir.. Bu kurumu Anayasal güvenceye almak ve uygulamaktır. Türkiye Anayasası bu amaca uygun bir yapıdadır (md. 2, 10, 24. vd.).
– Tarihsel gerçeklikleri kavrayamayan ve gerekli savunma düzeneklerini kuramayan halklar parça parça edilerek sonsuza dek emperyalizme sömürge, yem, lokma olmuşlardır.
– Bu nedenle Türkiye’de etnisite, milliyetler, hiçbir mikromilliyetçilik sorunu yaratılmamalıdır.

Bu bağlamda, örneğin Türkiye’de KÜRT SORUNU YOKTUR… diyoruz. Hepimiz yasalar önünde eşit hak ve özgürlüklere, onura sahip olduğumuzda, –bir kez daha tipik ABD örneği– geriye bir sorun kalmayacak, hep birlikte ULUS olarak kardeşçe, bir arada ve emperyalizmin oyununa gelmeksizin ulus devletimizde özgür – bağımsız yaşayabileceğiz. Başka reçete yok!!

Anadolu halkının / ahalisinin uluslaşarak, bu tarihsel ve vazgeçilmez, kaçınılmaz sağduyu ve bilinci göstereceğine inanıyoruz.

Sevgi ve saygı ile. 17 Kasım 2022, Ankara

Prof. Dr. Ahmet SALTIK MD, MSc, BSc
A​tılım Üniv. Tıp Fak. Halk Sağlığı ​AbD
​Hekim, Hukukçu-Sağlık Hukuku Uzmanı, ​Mülkiye’li​
www.ahmetsaltik.net        profsaltik@gmail.com
facebook.com/profsaltik      twitter : @profsaltik

CEM EVLERİ ALEVİLERİN İBADETHANELERİDİR

Ali KayaAli Kaya
Eğitimci – Yazar

Sayın Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan, 07.10. 2022 tarihinde İstanbul Şahkulu Dergâhı’nda, Alevi-Bektaşi toplumunun beklentilerini saptamaya ve çözüm yolları bulmaya yönelik kapsamlı hazırlık yaptıklarını ve Kültür ve Turizm Bakanlığımız bünyesinde Alevi Bektaşi Kültür ve Cemevi Başkanlığı, Cemevlerinin tümünün yönetimini yürüteceğini, tüm çalışmaların bu kurumsal yapı altında, kamu güvencesi desteği ve denetimiyle yürütüleceğini söyledi.

Kuşkusuz bu açıklama devlet katında önemli bir açıklamadır. Geçmişte de Alevi inanç hakları ile ilgili çeşitli söylemler oldu ve bu konuda yedi çalıştay yapıldı. Fakat sonuç alınmadı. Ne yazık ki ve ne acıdır ki bu çalıştaylar, Alevi inancını özünden koparmaktan, Alevilerin haklarını vermemekten, asimilasyon niyetlerinden ve seçim yatırımlarından öteye gitmedi.

Bizler Alevi inançlı bir toplum olarak laik – demokratik devlet anlayışında, hukukun üstünlüğüne  ve evrensel hukuk kurallarına göre bir inanç yapılandırmasından yanayız. Eşit yurttaşlık temelinde tüm inançlara eşit davranılmasını ve saygı gösterilmesini talep ediyoruz. Dolaysıyla, Diyanet İşleri Başkanlığı‘nın yeniden yapılandırılmasını ve başta Aleviler olmak üzere tüm inanç kurumlarının ihtiyaçlarını karşılayabilen bir özerk kurum haline getirilmesini ve zorunlu din dersinin kaldırılmasını talep ediyoruz.

Biz Alevi inanç toplumu olarak diyoruz ki                                        :

  • Alevilik, Hakk-Muhammed-Ali ve Ehlibeyt yoluna bağlı İslam’ın özüdür.

Aklidir. Yüksek ahlaktır, insanidir.
İyi düşünce, iyi söz, iyi davranışta kendini bulur, şeriat kapısını aşıp tarikat, marifet yolu ile hakikate ulaşır.

Kur’an’ın şekline değil, özüne bakar
.

  • Akıl, gönül ve ruhsal olgunlaşma yolu ile Allah’a ulaşma yoludur.

Alevi-İslam inancı, Ehl-i Beyt’in yüksek ahlakıdır. Ehl-i Beyt yolu, hakikat yoludur. Doğru yoldur. Rızalık yoludur. Adalet yoludur. Allah’ın rızasını kazanma yoludur. Aleviler Ehl-i Beyt’in yolunu izleyen, ona gönülden bağlı taraftarlarıdır.

  • Alevi-İslam yolunun en büyük ibadeti Kur’an-ı Kerim’i ve Ehl-i Beyt’i anlamaktır.

Bu yol, akıl ve gönül yoludur. Bu yoldan giden en büyük ibadet ise yoksula, yetime, yolda kalmışlara hizmettir.

  • İnsana hizmet ederek Allah’a ulaşmak mümkündür

Öte yandan, Cem Vakfı, Cemevlerinin resmen ibadethane olarak tanınması için hukuksal yollara başvurdu ve sonuç alamayınca, iç hukuk yollarının tükenmesinin ardından 118. davacı olduğum Cem Vakfı, davayı Alevi toplumu adına (Başvuru No:6264/10) AİHM‘ne taşıdı. 26 Nisan 2016 tarihinde AİHM, Cemevlerinin hukuki statüsü ve Alevilere ayrımcılık yapıldığı başvurusuyla ilgili davayı oy çokluğuyla karara bağladı.

AİHM Büyük Dairesi, Alevilerin din ve inanç özgürlüğünün ihlal edildiğine karar verdi ve bu karar 47 ülke tarafından onandı.

AİHM Büyük Daire kararının üstünden altı yıl geçtikten sonra, Cumhurbaşkanı R. Tayyip Erdoğan, Şahkulu Dergahı’ndaki bu açıklamasıyla yine Cemevlerimizi ibadet yeri olarak kabul etmemiştir.

  • Cemevleri “kültür derneği” statüsüne konulmuştur.

AHİM’in yargı yetkisini Türkiye tanımıştır.

AİHM kararları uygulanmalı ve Alevi-Bektaşi toplumunun din ve vicdan hürriyeti hakkı teslim edilmelidir.

Cemevlerinin Kültür ve Turizm Bakanlığı’na bağlı Alevi-Bektaşi Kültür ve Cemevi Başkanlığı adı altında işlevini sürdürmesi kabul edilemez.

  • Bu kararla Alevi inanç hakları hiçe sayılmıştır.

AİHM kararlarının iç hukuka yansıması Anayasamızda şu şekilde düzenlenmiştir :

Türkiye Cumhuriyeti Anayasası madde 90’a göre, usulüne uygun yürürlüğe konmuş Uluslararası anlaşmalar Yasa hükmündedir. Bunlar hakkında Anayasaya aykırılık iddiası ile Anayasa Mahkemesine başvurulamaz. (Ek cümle:7-5-2004-51707 md.) Usulüne göre yürürlüğe konmuş temel hak ve özgürlüklere ilişkin milletlerarası adlaşmalarla yasaların aynı konuda farklı hükümler içermesi nedeniyle çıkabilecek uyuşmazlıklarda milletlerarası adlaşma hükümleri esas alınır.

AKP – MHP eliyle TBMM’de kabul edilen ve yürürlüğe giren Alevi – Bektaşi inanç hakları ile ilgili bu yasa, Alevilik inancını bir kültürel fenomen sayan yaklaşımıyla AHİM’in hak ihlali kararına açıkça aykırı bir tasarruftur.

Bu uluslararası mahkeme (AİHM) hükmünün bir yasayla da olsa etkisiz kılınması hukukun ağır biçimde ihlalidir. Bu nedenle, Resmi Gazetede yayınlanarak yürürlüğe giren yasal düzenlemenin kaldırılmasıyla, Alevilerin kendi inanç ve ibadet pratiklerinin dinsel inanç olarak tanımasını tekrar talep ediyoruz. Bu yasal düzenlemenin, Ana Muhalefet ve / veya 120 milletvekilince süresi içinde  (RG’de yayımlanmasını izleyen 60 gün içinde) Anayasa Mahkemesine götürülmesi gerekmektedir.

Alevi-Bektaşi toplumu köklerinden bağlı olduğu topraklarda ibadetini özgürce yapmak istiyor. Bu, en doğal insan hakkıdır. Devletimizden talebimiz; Cemevleri Alevilerin ibadet yeri olarak kabul edilmeli ve Alevilerin din hizmeti, kamu hizmeti olarak verilmelidir.

Ali Kaya – CEM EVLERİ ALEVİLERİN İBADETHANELERİDİR (dersimekspres.com)

ÇOĞULCU DEMOKRASİLER ve KAYNAŞIK = ENTEGRE KÜLTÜRLER ÜZERİNE KISA NOTLAR… ASİMİLASYON MU ENTEGRASYON MU?

Prof. Dr. Halil Çivi / İMZA...Prof. Dr. Halil Çivi
İnönü Üniv. İİBF Eski Dekanı
13 Temmuz 2021

Eskiler, bir toplumsal yapıdaki ırklara, dillere, inançlara, törelere, dinlere, mezheplere… dayalı farklı etnik (AS: etnisite) ve azınlıkları, baskıya, zora… cebir ve şiddete başvurmadan, sevgi, barış, kardeşlik ve hoşgörü içinde toplumun ana kitlesi ile uyumlu olarak bir arda tutmayı sağlayabilme politikasını farklılıklar içinde birlik (kesretten vahdet) olarak tanımlamışlardı. Bunun tersi olarak da, aynı devlet ve aynı toplumsal yapıda yaşayan ceşitli ırklar, diller, inançlar, töreler, dinler… ve mezheplerle ilgili farklılıkları da ülke ve toplumun bütünlüğünü bozmadan özgürce bir arada yaşatma, yani birlik içinde farklılıkları bir arada tutabilme (vahdetten kesret) politika anlayışı olarak benimsemişlerdi.

Hem birlik içinde çoğulculuğa zarar vermemek ve hem de çoğulculuğun birliği bozmaması aynı amacı içeriyordu.

Bu iki durumu tek bir tümce ile şöyle söylemek olasıdır : Doğru bir siyasetin temel yaklaşımı, her türlü etnik ve dinsel… farklılıkları birlik içinde bir arada tutabilme ya da toplumsal birliği bozmadan bu farklılıklarla bir arada yaşatabilme olmalıdır.

Büyük ve evrensel şairimiz Nâzım Hikmet bu iki konuyu özlü bir söyleyişle

  • ” Bir ağaç gibi tek ve hür ve bir orman gibi kardeşlerine yaşamak…” olarak tanımlamıştı.

Sözün özü şudur                                     :

– Hiç kimsenin yaşama hakkına, temel insan haklarına, din ve vicdan özgürlüğüne dokunmadan insanları sevgi, barış, kardeşlik, dostluk duyguları ve adil bir biçimde toplumun ortak iyilerinde bir arada yaşatmak gerekiyor.
– Çoğulcu, eşitlikçi adil, katılımcı, özgürlükçü ve hukukun üstünlüğüne dayalı… demokratik rejimler böyle tanımlanıyor.

Peki yukarıda tanımlanan Batı tipi gerçek ve özgürlükçü demokrasilerin önündeki temel engeller nelerdir? Bunları, aklın ve bilimin ışığında, iki ana grupta toplamak mümkündür.

1- İDEOLOJİK TEK TİPLEŞTİRME

Demokrasilerin farklı ideolojilere, çoğulculuğa, çok partiliğe, insan haklarına, azınlık haklarının korunmasına, dürüst siyasal rekabete, serbest, adil ve dürüst seçimlere …ve geçici bir süre için iktidar olma istemine dayalı bir sistem olduğunu unutmak. Özelikle de iktidar gücünü kullanan siyasilerin demokrasiyi iktidara giden bir araç, bir yol olarak görüp iktidar olduktan sonra demokrasinin kurallarına uymamaları. Bir Ülkedeki iktidar ve muhalefet odakları parlamenter demokrasiyi tüm kurum ve kuralları ile benimsemeden bu sorun tam olarak çözülemez…Ancak temel demokratik sorumluluk iktidarın boynundadır. Çünkü yasa yapma gücü dahil, güç onun elindedir.

2- IRKLAR VE İNANÇLAR AÇISİNDAN TEKTİPLEŞTİRME

Günümüzde tek ırk ve aynı ırkın tek dinsel inancına dayalı tek tip (homojen= türdeş) bir toplumsal yapı yok gibidir. Hatta Yahudiler de tek tip bir kültür üretememişlerdir. Tarihsel, göçler, savaşlar, işgaller, fetihler, ekonomik yer değişmeler, konar- göçerlikler, siyasal sığınmalar, çok ırklı, çok dinli, çok kültürlü devletler ve imparatorluklar… binlerce yıldan beri çoğulcu toplumsal yapıların oluşmasına neden olmuştur. Ayrıca tüm geçmişi ve birikimleri göz ardı ederek, çoğulcu tarihsel, dinsel ve kültürel oluşumları yok saymak, klan, kabile, kültür ve din türdeşliğine geri dönmek, ırkları ve inançları yeniden saflaştırmaya yeltenmek hem bilimsel değildir ve hem de böyle bir olasılık yoktur. Hitler ve Mussolini bunu denediler. Fakat hem kendi halklarına ve hem de insanlığa büyük acılar yaşattılar.

Peki çözüm nedir?

Her türlü etnik dinsel ve azınlıkların varlıklarını yok sayarak hızlı ya da ve yavaş, sert ya da yumuşak sinsi politikalara her türlü farklılıkları eritmeye çalışmak (asimilasyon) en çıkmaz yoldur. Böyle bir politikanın geleceği de yoktur.

Asimilasyon yerine entegrasyon, onların özlerindeki ana farklılıklara (ırk, dil, inanç, renk, cinsiyet..) dokumadan ana toplum kitlesi ile ortak ideallerde ana kitle ile kaynaştırmak çağımızın devlet politikası gereklerine daha uygundur. Başka bir söyleyişle de asimilasyon değil, entegre etmek (integrasyon) (AS: bütünleştirmek) gerekiyor. Ayrıştırma, ötekileştirme, düşmanlaştırma, yok sayma yerine, temel insan haklarına, din ve vicdan özgürlüğüne, farklı dil ve kültürlere saygı çerçevesinde, azınlık haklarına, yasalar önünde tüm yurttaşların eşitliğe… dayalı KAYNAŞIK =  ENTEGRE bir kültürel ve toplumsal yapı oluşturmak gereklidir. Bu konudaki tam ve doğru siyaset, akla ve bilime dayalı, ayrışmak yerine kaynaştıran ve bütünleştiren çağdaş bir eğitim anlayışı (zihniyeti) ve ona göre düzenlenmiş bir eğitim sistemi gerektirir.

Doğru tanı (teşhis) konulmadan doğru çözüm üretilemez. Tanı konulmuşsa çözüm yakın demektir. Gereğini yapmak koşulu ile kötümserliğe gerek yoktur.

KARINCALARIN SAVAŞI

KARINCALARIN SAVAŞI

Zeki Sarıhan

Hayvanların davranışlarını gözlemeye pek meraklıyımdır. Vahşi doğa belgeselleri seyretmeden duramam. Bu aslında biz insanların davranışlarındaki temel güdüleri anlamaya yarar.

Evimizin bahçesinde bir karınca yuvası gördüm. O minicik bedenleriyle kuru çalılar arasında sağa sola koşuşturan karıncalar yuvalarına bir şeyler taşıyorlardı. Onlar da bizim gibi boğazlarının derdinde olmalıydılar. Aynı zamanda kış hazırlığını ihmal etmeyecek kadar genlerine işlemiş bir içgüdüleri vardı.

Gözüm onların dur durak bilmeyen koşuşturmalarına dalmışken bir ara birkaç adım ötede başka bir karınca yuvası daha gördüm. Acaba bu iki topluluğun birbirlerine karşı davranışları nasıldı? İyi geçiniyorlar mıydı? Birbirlerine karışıyorlar mıydı? Herkes yuvasını kolaylıkla buluyor muydu?

Deneyip öğrenmekte yarar vardı: İkinci yuvanın çevresindeki karıncalardan birini incitmeden tuttum, birinci yuvanın ağzına bıraktım. Hatta onu yuvanın içine ittim.

Karıncaları birbirinden ayıracak bir nişane yok ki, benim deney için seçtiğim karıncanın hangisi olduğunu bileyim. Onların yalnız büyüklükleri farklı.

Merakla beklemeye başladım. Çok geçmeden yuvanın ağzında olağandışı bir hareketlilik başladı. Yuvanın sahipleri, bir karıncayı (benim içeri attığım karınca olmalıydı) hep birlikte yuvadan çıkardılar. Onu iki karıncaya emanet ederek kendileri işleriyle meşgul olmaya başladılar.

Benim karıncam, düşmanlarının elinden kurtulmaya, kendi yuvasına doğru otların arasından gitmeye çalışıyordu ama diğer ikisi onu bırakmıyordu. Alt alta, üst üste bir boğuşma başladı. Birbirlerini ısırmaya çalışıyorlar, incecik bellerinden ikiye katlanıyor, birbirleriyle bir yumak haline geliyorlardı. Bir hayli savaştıktan sonra benim deneysel karıncam iki düşmanının elinden kurtuldu ve kendi yuvasına doğru gitti. Herhalde kendi kabilesi üyelerine başına geleni kendi dilince anlatmıştır…

Tek bir deneyle bilimsel sonuçlara ulaşılamayacağını bildiğim için onu tekrarlamaya karar verdim. Bu kez, birinci yuvanın çevresinden bir karıncayı tam bir saman çöpünün üstündeyken çöple birlikte kaldırdım ve ikinci yuvanın ağzının içine ittim.

Burada da aynı olay yaşandı. Yuvanın sahipleri komşu yuvanın karıncasını yaka paça yuvadan çıkardı. O can havliyle kendi yuvasına doğru koşmaya çalışırken karıncalardan biri peşine düştü. Bu ikisi arasında korkunç bir boğuşma başladı. Sonunda, benim deneysel karıncam, peşine düşen ve onu öldürmeye çalışan karıncayı belinden ısırarak iki parçaya ayırdı ve onun cansız bedenini orada bırakarak kendi kabilesinin bulunduğu yuvaya doğru yol aldı.

İNSANLARIN KABİLE SAVAŞLARI GİBİ

Bu olay bana, insanlar arasındaki kabile savaşlarını hatırlattı. İlkel bir hayat yaşadığımız yüzbinlerce yıl öncesinde yaşanan ve günümüzde de devam eden bir savaşı. Her kabile, yaşamak için birbirlerine kenetlenmek ve yabancılarla savaşmak zorunda.

Sonra bu kabileler genişleyerek ve çoğalarak millet oldular. Modern bir kavram olan millet, artık tek bir kabileden oluşmuyor. Dilleri, dinleri, ırkları farklı topluluklar da tarihsel ve ekonomik ihtiyaçlarla bir araya gelip barış içinde yaşayabiliyorlar. Başka milletlerle de barışçı ilişkiler kurabiliyorlar. Birbirlerine gidip geliyorlar, ticaret yapıyorlar, hatta uluslararası ortak hukuk metinleri yaratıp bunlara uyuyorlar.

Ama bunlar medeni milletlerin anlayışı. Hâlâ ilkel anlayışlardan kurtulamamış ve kabile yaşayışı ve anlayışını terk edememiş milletler, hem kendi içlerindeki farklı din, dil, ırk gibi özellikler taşıyanları kendilerine benzetmek için asimilasyon uyguluyor, ülke dışına sürüyor veya topluca öldürüyor  Şimdi ülkemizin çevresinde her gün tanık olduğumuz bu gibi olaylar Türkiye tarihinde de çok yaşandı. Şimdi “tek… tek… tek… tek…” diye tekerleme haline getirilen ideoloji de bunun bir devamı.

Farklı karınca kabilelerini birbirine karıştırmak ve aynı yuvayı paylaşmalarını sağlamak mümkün değil. İnsanoğlu denilen canlı türü ise milyonlarca yıllık bir sosyal evrimden geçerek karıncalardan çok farklılaştı. Tek’çiler ise hâlâ buna uyum sağlayamamış olanlar. Bu “tek… tek… tek… tek…’in asıl muradı tek parti ve onun da başındaki Tek Adam rejimi. Son zamanlarda muhalefeti tamamıyla silmeye yönelik tehditlere baksanıza… (Ayvalık, 17 Ağustos 2017)

 

 

 

Türkçe’nin mükemmelliği ve Matematik Temeli

Dostlar,

“Türkçe’nin mükemmelliği” başlıklı son derfece ilginç bir ileti bize ulaştı.
Son derece öğretici ve düşünüdürücü.. Tartışılması gerek..

Matematikçilerin, Dilbilimcilerin katkılarını almak isteriz.

Sn. Prof. Dr. Ali Ercan sıkı bir nükleer fizikçidir, dolayısıyla o ölçüde de matematik bilir ve kullanır. Sayın Ercan’ın özellikle Semantik bilgisi ve ilgisi de var..

Dil Derneği’nden dostları da tartıkşmaya çağırıyoruz..

Sevgi ve saygı ile.
17.3.13, Ankara

Dr. Ahmet SALTIK
www.ahmetsaltik.net  

=========================================

Türkçe’nin mükemmelliği ve Matematik Temeli

(İletiyi yollayan : 2013/2/17 Yılmaz ARSLAN y.arslan57@gmail.com)

Victor Hugo şiirlerini 40.000 kelime ile yazdı. Türkçe’yi en vrsıl (zengin)
kullananlardan Yaşar Kemal‘in romanları 3.500 kelimeyi geçmez” görüşü çok
yaygındır. Bu görüş haklıdır zira Türkçe’nin Fransızca’ya oranla daha az
sözcük içerdiği doğrudur. İngilizce’ye, Almanca’ya, İspanyolca’ya oranla da
daha az sözcük içeriyor olması gerekir. Ne var ki bu Türkçe’nin daha
yetersiz bir dil olduğu anlamına gelmez! Çünkü

  • Türkçe az sözcük ile çok şey anlatabilen bir dildir!

Daha çok sözcük içerse bunun kimseye zararı dokunmaz ancak, gereği yoktur.

Başka bir dilden Türkçe’ye çeviri yapan herkes sözlüğü açtığında,
aralarında minik anlam farkları olanbir çok sözcüğün Türkçe karşılığında
çoğu zaman aynı kelimeyi okur. Bu, ilk bakışta bir eksiklik gibi
görünebilir, oysa öyle değildir. Çünkü yukarıda adı geçen diller
kelimelerin statik olan anlamlarını öğrenmeye, Türkçe ise bu anlamları
bulup çıkarmaya, yani dinamik anlamlandırmaya dayalıdır. Türkçe’de
anlamları sözlükteki tanımlar değil, kelimelerin cümle içindeki konumları
belirler. Tam bu noktada, Türkçe’nin, referans olmak üzere yalnızca gerektiği
kadarı sözlüklere alınmış, sonsuz sayıda kelime içerdiği bile öne
sürülebilir.

İngilizce-Türkçe sözlükte “sick”, “ill” ve “patient”ın karşısında hep “hasta” yazar.
Bu bağlamda ingilizce’nin üç kat daha fazla sözcük içerdiği söylenirse bu doğrudur.
Ancak, aradaki farkların Türkçe’de vurgulanamadığı söylenmeye kalkılırsa bu yanlış olur: “doktor falanca beyin hastası olmak”, “böbrek hastası olmak”, “internet hastası olmak”, “filanca şarkının hastası olmak” arasındaki farkı Türkçe konuşan herkes bir çırpıda anlar.

Bunun nasıl olabildiğini görmek zor değildir. Bir kalem alıp, alt alta:

3+5=

12+5=

38+5=

yazmak, sonra da bunları toplamak yeterlidir. Hepsinde aynı “+5” yazdığı
halde!

Sonuçlar farklı çıkıyorsa, Türkçe’de de hepsinde aynı “hastası olmak”
ifadesi geçtiği halde sonuçlar farklı olacaktır. Türkçe’nin az araç ile çok
iş yapmasının sırrı matematikte yatar. 0’dan 9’a kadar 10 tane rakam,
artı, eksi, çarpı, bölü dört işlem işareti ve bir ondalık ayracı virgül, yani
topu topu 15 simge ile sonsuz sayıda işlem yapılabilir. Türkçe de benzer
özellikler gösterir. *Türkçe matematiğe dayalı olmaktan da öte, neredeyse
matematiğin kılık değiştirmiş halidir. *Türkçe’deki herhangi bir fiilin
çekiminin ve kelimelerin nasıl çoğul yapılacağının öğrenilmiş olması,
henüz varlığı bile bilinmeyen, 5 yıl sonra Türkçe’ye girecek fiillerin
nasıl çekileceğinin ve 300 yıl önce unutulmuş kelimelerin çoğullarının
ne olduğunun biliyor olması demektir. Bu tıpkı birinci dereceden 2
bilinmeyenli bir denklemin nasıl çözüleceği öğrenildiğinde, sadece “x=6”,
“y=23” olan denklemlerin değil, aynı dereceden bütün denklemlerin nasıl
çözüleceğinin öğrenilmiş olması gibidir.

Oysa sözgelimi ingilizce’de “go”, “went” olurken “do”, “did” olur. Çoğul
ekleri için de durum aynıdır: “foot”, “feet” olurken “boot”, “beet” değil
“boots” olur. Bunun tutarlı bir iç mantığı yoktur, tek çare böyle
olduklarının bellenmesidir.

Türkçe’de ise, statik kelimeleri ezberlemek yerine dinamik kuralları
öğrenmek gerekir. Türkçe’de neredeyse istisna bile yoktur. Olanlar da ses
uyumu gereği “alma” olması gereken meyve isminin “elma” biçimine dönmesi
gibi birkaç minör istisnadır. Kurallar ise neredeyse, bu dili icat
edenlerin Türk olduğuna inanmayı zorlaştıracak kadar güçlü ve kesindir.
Bu noktadan sonra, anlatılanları matematik olarak formüle etmek, aradaki
ilişkiyi somutlaştırabilmek açısından yararlı olacaktır. Bunu yapmanın en
kolay yolu ikili sayı sistemini kullanmak olduğu için de yalnızca 0 ve
1’leri kullanmak yeterlidir. İzleyen örneklerde [1=var] ve [0=yok]
anlamında kullanılmışlardır.

Kelime kökü çoğul eki matematik ifade:

ev……..ler…….evler

1.0…….0.1……1.1

Türkçe’deki bütün kelimelerin 2 bit olduğu varsayılabilir (ileride bit sayısı artacak).
Tekil olan bütün kelimeler 1.0 (kelime kökü var; çoğul eki yok), çoğul olanlar ise 1.1’dir (kelime kökü var; çoğul eki var). Bu kural hiç değişmemek bir yana, öylesine güçlüdür ki Türkçe’de başka hiçbir dilde yapılamayacak bir şey yapılıp, olmayan bir kelimenin çoğulu bile  söylenebilir (0.1). Birisi karşısındakine sadece “ler” dediğinde, alacağı tepki: “anladık ler de, neler?” türünden bir yanıt olacaktır. Bir şeylerin çoğulunun söylendiği bellidir de, neyin çoğulunun kastedildiği açık değildir.

Vurgulama / sıfat kökü zayıflatma matematik ifade

kırmızı

0.1.0

kıp kırmızı

1.1.0

kırmızı msı

0.1.1

kıp kırmızı msı

1.1.1

Türkçe’deki sıfatların anlamını güçlendirmeye veya zayıflatmaya yarayan bu kural da hiç değişmez. Hatta istenirse bu kurala uyan ama hiçbir sözlükte bulunmayan, hem güçlendirilmiş hem de zayıflatılmış garip sıfatlar bile türetilebilir. “Güneş doğmazdan az önce ufuk kıpkırmızımsı (kıp + kırmızı +msı; [1.1.1]) bir renk aldı” dendiğinde, herkes neyin
kastedildiğini anlayacaktır. Çünkü ayaküstü türetilen bu sıfat, hiçbir sözlükte yer almaz ama, Türkçe konuşan herkesin çok iyi bildiği bu kurala uygundur.

Fiil çekimlerinde de işler farklı değildir. Burada zorunlu olarak kişi için 3, zaman için 2 bitlik gruplar kullanılacak. Çoklu bit grupları şunları ifade edecek:

011 = ben

010 = sen

000 = o

111 = biz

110 = siz

100 = onlar

00 = geniş zaman

11 = şimdiki zaman

10 = gelecek zaman

01 = geçmiş zaman

Kök kişi matematik ifade

yeterlilik……………….Oku (y)abil dim…………………….=
1.1.0.01.0.0.011

olumsuz………………. Oku (y)a ma z mış sın………………….=
1.1.100.0.1.010

zaman……………… Gel me (y)ecek ti……………………=
1.0.1.10.1.0.000

zaman……………….Git me di k…………………… =
1.0.1.01.0.0.111

hikaye……………….Şaşır abil ecek ti niz …………………=
1.1.0.10.1.0.110

rivayet……………….Bil (i)yor lar………………… =
1.0.0.11.0.0.100

Kişi

tabloda zaman ile ilgili küme 3 bit yapılıp geçmiş zaman “di’li geçmiş” ve “miş’li geçmiş” olarak ikiye ayrılabilir, soru bileşkeni için ayrı bir bit eklenebilir, emir ve şart kipleri de işin içine katılabilir ancak, sonuç değişmezdi.

Cümleleri oluşturan öğelerin (özne, nesne, yüklem, vb…) sıralaması da rastgele değildir. Türkçe cümleler bir tür “crescendo” (şiddeti giderek artan dizi) izlerler. Bütün vurgu en sonda yer alan yüklem (fiil) üzerindedir. Diğer öğelerin önemi, yükleme olan yakınlık/uzaklık konumları ile belirlenir. Yükleme yakınlaştıkça önem artar. Gene matematiksel olarak ele almak gerekirse, cümleyi oluşturan her bir öğenin toplam öğe sayısı kadar haneden oluşan bir matematik değere sahip olduğu varsayılabilir.

“dün ahmet camı kırdı” cümlesi 4 öğeden oluşmaktadır; o halde her öğe 4 haneli bir değere sahip olacak, ilk öğe en düşük, son öğe ise en yüksek değeri taşıyacaktır.

Cümle

matematik değer

0001

matematik değer

0011

matematik değer

0111

matematik değer

1111

1 dün Ahmet camı kırdı.

2 dün camı Ahmet kırdı.

3 Ahmet dün camı kırdı.

4 Ahmet camı dün kırdı.

5 camı dün Ahmet kırdı.

6 camı ahmet dün kırdı.

Şimdi tablodaki cümleler tek, tek ele alınabilir:

1. Cümle: dün ahmet bir iş yaptı ve bu camı kırmak oldu.

2. Cümle: dün kırılan camı başkası değil Ahmet kırdı (suçlu Ahmet!).

3. Cümle: Ahmet’in dünkü işi camı kırmak oldu (belki önceki gün
kitap okumuştu).

4. Cümle: Ahmet camı herhangi bir zaman değil, dün kırdı (yarın kırması gerekiyor olabilirdi).

5. Cümle: cam düne kadar sağlamdı, kırılmasının suçlusu ise Ahmet.

6. Cümle: camı ahmet zaten kıracaktı, bunu dün yaptı.

Cümleyi oluşturan öğeler kesinlikle aynı kalırken (cam hep ‘i’ haliyle “camı” olarak kaldı; fiil hep 3. tekil şahıs, di’li geçmiş zamanda çekildi, vb.) yalnızca yerlerinin değişmesi cümlelerin anlamlarını da değiştirdi.

Her cümlede 0011, 0001’den daha çok 0111 bu ikisinden daha çok 1111 ise hepsinden daha çok önem taşıdı. Anlamı belirleyen de zaten her bir öğenin matematik değeri oldu. Kelimelerin statik anlamlar taşıdıkları dillerde, zaman belirtecinin (dün) yeri değiştirilerek elde edilebilecek 2 çeşitlemenin dışında öbür anlamları vermek için kip değiştirmek (edilgen
kip – passive mode kullanmak) veya araya açıklayıcı başka kelimeler eklemek gerekir. Türkçe konuşanlar ise her bir cümlenin öbüründen farkını derhal anlarlar.

Matematik ile olan alışveriş yalnızca verilen örneklerle sınırlı değildir. Türkçe’nin ne yanı ele alınsa bu ilişki ile yüz yüze gelinir. Türkçe’nin bu özelliğini “insanlar kendilerine ulaşan iletileri (mesajları) nasıl anlarlar?

Bunun kullanılan dil ile bir ilgisi var mıdır? Bir Fransız, bir İngiliz, bir Türk aynı iletiyi kendi ana dillerinde alsalar, birbirleri ile aynı biçimde mi, yoksa farklı mı algılarlar? Eğer dilin algılamayla ilgisi varsa, işin içine bir dil karışmadığı, yani sözgelimi bir pantomim gösterisi izlenir veya üzerinde hiç yazı olmayan bir afişe bakılırken, dil ile ilgili bu alışkanlıklar nasıl etki ederler?” türünden sorulara yanıt ararken fark ettim. Bu özellik konuya ilgi ve sabırla yaklaşıp bakmayı bilen herkesin görebileceği kadar açık. O nedenle, bugüne dek kesinlikle başkalarınca da görülmüş olmalı. “Türkçe çok lastikli, nereye çeksen oraya gidiyor” diyenler de aslında, hayal meyal bu özelliği fark eder gibi olup, ne olduğunu tam adlandıramayanlardır.*

Türkçe teknik açıdan mükemmel bir dildir. *

Bu mükemmelliğin nedeni matematik ile olan iç içeliktir.
Keza, ne yazık ki Türkçe’nin, bu dili konuşanlara kurduğu tuzak da buradadır.
Kentli-köylü, eğitimli-eğitimsiz, doğulu-batılı, vb. kültür çatışmaları dünyanın her yerinde vardır. Gene dünyanın her yerinde iyi, kötü işleyen bir “asimilasyon” ve/veya “adaptasyon! ” süreci bu çatışmayı kendi içinde bir takım sentezlere götürür. Türkiye bu açıdan dünya genelinin biraz dışındadır. Bizde “asimilasyon” ve/veya “adaptasyon” süreci ya hiç çalışmaz, ya da akıl almaz bir yavaşlıkta çalışır. Sorun, başka sebeplerin yanı sıra kullandığımız dilden de kaynaklanmaktadır. Düşünme, kendi kendine sözsüz konuşma olarak kabul edilirse (bence öyledir), anadilin kişilerin düşünce yapısı üzerinde etkili olduğunu da kabul etmek gerekir; insanlar kendi anadillerinde düşünürler.
Türklerin büyük paradoksu işte buradadır.

Teknik açıdan mükemmel bir dil olan Türkçe, kendi dışımızdaki dünyayı kendimizce değiştirmeden, olduğu gibi algılamaktaki en büyük engelimizi oluşturmaktadır.

Örneğin, Türkiye dışına yabancı işçi olarak giden ilk kuşak, gerek bulundukları ülkenin dilini öğrenme, gerekse oradaki yaşam biçimine ayak uydurma konusunda görkemli (muhteşem) bir direniş gösterdiler. Bu direnişin boyutları o denli büyük oldu ki, başka hiçbir diasporada gözlenmeyen gelişmeler yaşandı. Türk diasporası, gettolaşıp kendi kültürünü gene kendi içine kapanık bir çevrede yaşayacak yerde, kendi kültür kurumlarını o ülkeye
ithal etti. Asimile olmaya en dirençli kültürlerden biri kabul edilen İspanyollar, gittikleri yere sadece gazetelerini ve bazen de radyolarını taşımakla yetinirken; Türklerin bunlara ek olarak (hem de birden çok) televizyon kanalları ve hatta kendi fast-food’ları (lahmacun, döner, vb.) oldu.

Bunları başaran insanların yeteneksiz olduklarına, dil öğrenmeyi de bu yeteneksizlikleri yüzünden beceremediklerine hükmetmek en azından adil ve gerçekçi olamaz. Keza, böylesine önemli bir kültür direnişi gösterenlerin, orada doğan çocuklarını eğitirlerken, bunca sahip çıktıkları kültürlerini göz ardı etmiş olmaları da düşünülemez. Ancak gözlemlenen o ki, orada doğan ikinci kuşak gene sözgelimi İspanyollar arasında hiç görülmediği ölçüde hızla asimile oldu. Bunun nedenini evdeki Türkçe’nin yanı sıra okulda
öğrenilen ve ev dışında yaşanan, o ülkenin dili etmeninde aramak çok yanıltıcı olmayacaktır.

Biz Türkler, konuşmayı öğrenirken (tıpkı “sick, ill, patient” örneğinde olduğu gibi) farklı durumların farklı kavramlar oluşturduğunu, bu farklı kavramların da farklı adları olması gerektiğini öğrenmeyiz. Aynı adı taşıyan farklı kavramları birbirinden ayırmaya yarayacak sezgisel (sezgisel=doğal=matematiksel) yöntemin kurallarını öğrenmeye başlarız.

Sezgiselliğe koşullanmış beyinler ise dış dünyayı hiçbir değişikliğe uğratmadan, olduğu gibi algılamayı bilemediklerinden, bildikleri tek yönteme, yani kendilerince anlam çıkarsamaya veya başka bir alatımla “sezdikleri gibi algılamaya” yönelirler.

Algıladıkları kavramların tümü kendi çıkarsamaları doğrultusunda biçimlenmiş olan, kendilerince tanımlanmış bir dünyada yaşayan insanlara ulaşan iletilerdeki (mesajlardaki) kodlar ne denli “herkesçe bir örnek” algılanabilir?

Üzerinde emek harcanmaya değer temel sorulardan biri budur. Bu sorunun yanıtı belirginleştikçe, neden Batıdaki sistemlerin bir türlü Türkiye’de oluşturulamadığı sorusunun yanıtı da belirginlik kazanabilir.

Türkçe’nin kendi iç dinamiklerinden kaynaklanan bu özel durum kuşkusuz tüm iletişim alanları için geçerlidir. Yunus Emre’nin okuması, yazması olmayan göçebe Türkmen boyları arasında 700 yıl boyunca bir kuşaktan öbürüne büyük bir sadakatle, sözlü kültür ürünü olarak aktarılmasının ardında Türkçe’nin sezgiselliğini sonuna dek kullanmadaki becerisi vardır.

Tanzimat aydınları ve Cumhuriyet aydınlarının bir türlü geniş kitlelere seslerini
duyuramamalarının nedeni de gene aynı denklemin içinde aranmalıdır. Fransız gibi,
Alman gibi düşünmeyi öğrenenler, meramlarını anlatırken bunu yeni öğrendikleri düşünce sistematiği içinde yapmaya kalkışmış ve Türk gibi anlatmayı becerememiş olduklarından başarısız kalmışlardır.

İletiler (Mesajlar) yalnızca algılanabildikleri ölçüde etkili olurlar. İletileri üretenlerin kendi konularına ne denli egemen oldukları, iletinin bütünlüğü açısından önemlidir ama, hitap edilen kişilerin kendilerine yönelen iletileri nasıl algıladıkları her şeyden daha önemlidir.

*Ahmet Okar

*Uğur Sürmeli
Dürr Systems
05492700354