Etiket arşivi: Yunus Emre

ALEVİ İNANCINDA “CİHAD” VAR MIDIR YA DA CİHAD NASIL ANLAŞILMALI??

Prof. Dr. Halil Çivi / İMZA...

Prof. Dr. Halil Çivi
İnönü Üniv. İİBF Eski Dekanı

Alevi bir vatandaş soruyor:

” Hocam Alevi inancı ya da İslamın Alevi yorumunda CİHAD(×) var mıdır? Eğer varsa çok kısa olarak açıklayabilir misiniz?

Özetlemeye çalışayım:

Cihad sözcüğü, Arapça kökenli Kur’anî bir kavramdır. Sözlük anlamı, bir amaca ya da hedefe ulaşabilmek için ceht etmek, azmetmek, uğraş vermek, çaba harcamak…vb. yakın anlamlar içerir. Örneğin eğer bir sporcu, “Ben 100 m mesafeyi 9.5 saniyede koşmayı kendime hedef yaptım, bütün çalışmamı bu hedefe göre yapacağım” ve bu hedefe ulaşmak için gerekeni yapacağım diyerek gereğini yaparsa ceht etmiş, çaba göstermiş olur. Aynı biçimde eğer bir Alevi de, “Ben, hiç kimsenin benim elimden, dilimden ve belimden zarar görmesini istemiyorum” der ve kendisine böyle bir yaşam biçimi kurgular ve gereğini yaparsa nefsine karşı cihad yapmış olur.

Alevi toplumu açısından genelde dört türlü cihaddan söz edilebilir :

1- Aklı ve Bilimi Egemen Kılmak – Cehaletle savaşmak için cihad

Kur’an-ı Kerim’de aklı kullanmayı ve rasyonel düşünceyi egemen kılmayı önceleyen yüzlerce önerme vardır. Örneğin,

Aklı olmayanın dini olmaz
Aklını kullanmayanların üzerine pislik yağar.
Hiç bilenlerle bilmeyenler bir olur mu?

şeklindeki ayetler buna örnektir.

  • Hz. Muhammed’in “Bilim Çin’de de olsa gidip alınız”,
  • Hz. Ali’nin “Bana bir harf öğretenin kölesi olurum”,
  • Hace Bektaş-ı Veli”nin “Bilimden gidilmeyen yolun sonu karanlıktır.”

    sözleri akla ve bilime verilen önemin kanıtlarıdır.

Cehaletle savaş ancak özgür akıl ve bilimle, özgür bir eğitimle olur. Üzülerek belirtmek gerekir ki, İslam ülkeleri cehalete karşı yeterli savaş vermemişlerdir. Genellikle de istisnalar dışında, aklı koşullandırma, kuşkucu düşünceyi ve soru sormayı yasaklama yoluna gitmişlerdir.

O nedenle de Batı karşısında bilim ve teknolojide, dolayısıyla da ekonomik gönenç (refah) üretiminde geri kalmışlar, cehaleti yenememişlerdir.

2- Ahlak Terbiyesi ve Adalet, Nefis Terbiyesi İçin Cihad

İslam dininin temeli güzel ahlaktır. Hz. Ali de “Devletin dini adalettir.” demiştir. Alevi inancı nefis terbiyesini, eline, diline, beline sahip olma ilkesi üzerine bina etmiştir. Alevi inancı,
ahlâk dışı tutum ve davranış ilkelerini çiğneyenleri kendi toplumunun toplu ibadet yeri olan Cem Törenlerinde yargılar, cezalandırır ve gerekirse “düsķün” ilan eder ve dışlar. Ayrıca Aleviler, kamu yöneticilerinden mutlak olarak adaletli ve bireysel liyakata uygun davranış ve yönetim beklentisi içinde olurlar.

Günümüz İslam toplumları, istatistiksel verilere göre ahlaksal üstünlük ve ahlakın yaygınlığı konusunda da ne yazık ki, çoğu Batı toplumlarının gerisinde kalmışlardır. İskandinav ülkelerinin toplumsal yaşayış düzenleri günümüzün İslam ahlakı ideallerine en yakın ahlak ve hukuk düzeni olarak gösterilmektedir.

3- Ötekileştirme, Ayrımcılık, Zulüm ve Düşmanlık yapanlara karşı cihad

Alevi toplumu, din, mezhep, cemaat, ırk, cinsiyet, makam, servet vb. her tülü ayrımcılığa karşıdır. Yetmiş iki milleti, yani tüm insan soyunu eşit sayar. Her insanı “eşit can” olarak kabul eder. Kinden nefret eder. Cebir ve şiddeti kabul etmez. Yunus Emre, Yaradan’dan dolayı canlı, cansız tüm yaratılmışları sevmeyi, her türlü kin ve ayrımcılıktan uzak durmayı öğütlemiştir.

Ne yazık ki, Batı toplumlarına oranla İslam dünyasındaki mezhepler, tarikatlar, cemaatler, ırklar, aşiretler arasındaki bölünmeler, düşmanlıklar ayrıca kadın – erkek arasındaki hukuksal eşitsizlikler ve cinsiyet çekişmeleri de daha çok ve yaygın durumdadır.

4- İslama İnsan, Toplum ve Toprak Kazandırmak İçin Cihad, Fetihçi Cihad

Geleneksel Emevi, Abbasi… Sünni İslam yorumu olan kılıç kullanarak, yani zora dayanan fetihler (işgaller) bir kenara bırakılırsa, Alevi İslam yorumu güce, cebire ve şiddete dayalı din ve inanç yayma yolu yerine SEVGİ ve BARIŞ YOLUYLA GÖNÜLLERİ FETHETME, DOSTLUK ve ADALET YOLUNU seçmişlerdir. Bu hümanist düşünce, Horasan’dan Anadolu’ya, Anadolu’dan Avrupa içlerine.uzanan Alevi ve Bektaşi inanç önderlerinin, gönüller kazanmak için diyardan diyara yolculuk yapan derviş ya da babaların temel felsefeleri ve yaklaşımları olmuştur.

Türkistan Piri Hoca Ahmet Yesevi‘nin felsefi temellerinin taşıyıcıları olan Rum Gazileri (Gaziyan-ı Rum), Rum Abdalları (Abdalan-ı Rum), Rum Bacıları (Bacıyan-ı Rum) ve Rum Ahileri (Ahiyan-ı Rum) Anadolu’daki gönül fetihçileri, İslam’ın Anadolu ve Rumeli’nde yayılmasını sağlayan barışçı misyonerler olmuşlardır. O dönemde Diyar-ı Rum, Anadolu demektir.

Bu gönül fatihlerinin Anadolu’daki en önemli örgütleyicileri ve pirleri olarak, Hace Bektaş-ı Veli, Mevlana Celalddin Rumi, Ahi Evran, Yunus Emre ve hatta Rum Bacıları örgütleyicisi olarak, Kadıncık Ana’yı saymak olanaklıdır. Bu barışçı tasavvuf yaklaşımının temel ilkeleri ise “Dinde zorlama yoktur ” ve “Senin dinin sana ve benim dinim bana” anlamındaki Kur ‘an ayetleridir.

Batı ülkeleri, laiklik, demokrasi, hukukun üstünlüğü, din ve ve vicdan özgürlüğü, yurttaşların ayrıcalıksız olarak yasalar karşısındaki eşitliğinden hareketle ne yazıkk ki yine İslam devletlerini insan hakları alanında da çok geride bırakmışlardır.

Sonuç şudur          :

Zaman değiştikçe hükümler de zorunlu olarak değişir, (Ezmanın tagayyuru ahkamın tagayyurunu zaruri kılar) biçiminde bir Osmanlı dinsel hukuk (Meccelle) kuralı vardır. Çağımızda zor kullanarak toprak kazanmak ve din yaymak devri bitmiştir. Emperyalist devletler bile artık sert güç yerine yumuşak güç, yani propaganda yolunu kullanıyorlar.

  • Ektiğimiz sevgi, adalet ve barış, biçtiğimiz de kardeşlik, güvenlik ve esenlik içinde birlikte yaşamak olsun.

Herkesin gücü kendine yetmeli, herkes kendi nefsine, kendi hukuk, ahlak ve adalet dışı kötü davranışlarına karşı Cihad etmeli. Her tülü kötü, ayrımcı ve bozucu nifaklardan uzak durmalıdır.
————-
(×). Not : Kuran’da, CİHADLA doğrudan ilişkili ayetlere ulaşmak isteyenler; Ali İmran 142, Nisa 95, Maide 35 ve 54, Tevbe, 16, 24 ve 44, Furkan 52, Ankebut 6, Mümtehine 1 ve Tahrim 9 surelerindeki numaraları gösterilmiş ayetlerin yorumlarına bakabilirler.

Bu gün 24 Ocak

Bu gün 24 Ocak..

Prof. Dr. Halil Çivi / İMZA...

Prof. Dr. Halil Çivi
İnönü Üniv. Eski İİBF Dekanı
21.01.2021. ÇİĞLİ / İZMİR

(AS: Bizim katkımız yazının altındadır..)

Bu gün 24 Ocak; aklın, bilimin, laik Cumhuriyetimizin ve Kemalist ilkelerin çelik iradeli, kırılmaz kalemli ve yiğit savunucusu Sayın Uğur Mumcu‘nun hain iç ve dış şer güçler tarafından katledilişin 28. Ölüm Yıldönümü.

İnsanlar öldürülebilir; fakat fikirlere ne atom bombasının ve ne de Korona Virüsünün gücü yeter. Ne diyor Büyük Anadolu bilgesi ve erişilmez büyük ozan Yunus Emre;

  • ” Ölürse tenler ölür, canlar ölesi değil.”

Yani insanlar ölür fakat insanlık ve fikirler yaşar.

Ama ölmesi, hatta tümüyle yok olması gereken şeyler yok mudur; elbette vardır.

Bunlar kindir, nefrettir, cebirdir, şiddettir, zulümdür, kötülüktür, ahlaksızlıktır, hukuksuzluktur, vicdansızlıktır, dil-din-ırk-cinsiyet, renk ayrımcılığıdır, dışlamadır, bölücülüktür

24 Ocak 1980 Kararları, Emperyalist Batının Türkiye Ekonomisini her yönüyle denetleme ve yıkma projesidir (AS: tasarımıdır). Bu tarihten sonra gelen sağ iktidarlar da bu yıkım projesinin Batı destekli taşeronlarıdır…
***
Bu günün anısına şimdi yazmaya çalıştığım bir şiirimi sizlerin beğenisine sunuyorum.
Bütün laiklik, akılcılık, bilimsel düşünce, demokrasi ve özgürlük yolunda can ve kan verenlerin ruhları şad olsun.

Son söz: Karanlık ne denli koyu olursa olsun, Aydınlık bir güneştir ve karanlığı mutlaka kovar.
***

K Ö R  İ N A N Ç

Devlet düzenini batıran bağdır,
Akılsız ahlaksız kör inanç bağı.
Rejimi çıkmaza götüren bağdır,
Akılsız, ahlaksız kör inanç bağı.
Xxx
Dinci çete her kadroya sızmıştı,
Uğur Mumcu bu TUFAN’ı sezmişti,
Gerçekleri hiç korkmadan yazmıştı,
Akılsız, ahlaksız kör inanç bağı.
Xxx
FETÖ’cü zihniyet zehirli aktı,
Sözde ” altın nesil(!)”; HAİN KUŞAKTI,
Üst kadrosu dış düşmana uşaktı,
Akılsız, ahlaksız kör inanç bağı.
Xxx
İlahi inançla oynanan kumar,
Allah’ın sözünü mezara gömer,
Mazlumun, yoksulun kanını emer,
Akılsız, ahlaksız kör inanç bağı.
Xxx
Devletine, milletine düşmandır,
Özgürlüğün katli için fermandır,
Demokrasi için büyük tufandır,
Akılsız, ahlaksız kör inanç bağı.
Xxx
Halil Çivi der ki gaflete düşme,
Beka yollarında belalar açma,
Kemal Atataürk‘ün yolundan şaşma,
Akılsız ahlaksız, kör inanç bağı.
Xxx

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Üstteki 3 görsel de bizden…

 

 

 

 

 

 

 

 

 

24 Ocak 2021, Özleminle 28. Yıl

Dr. Ahmet SALTIK

Doğu taklitçiliği

Doğu taklitçiliği

Örsan K. Öymen
Cumuriyet
, 07.01.2019
Yılbaşı gecesi İstanbul’da Taksim Meydanı’nda Arapların kitleler halinde yılbaşı kutlaması yapması birçok kesim tarafından tepkiyle karşılandı. Kimisi Türkiye’de Türklerin yerini Arapların almasına tepkiliydi, kimisi Suriye rejimini devirmek için silahlı mücadele veren ÖSO adlı İslamcı örgütün bayrağıyla gösteri yapanlara tepkiliydi, kimisi de bu grubun üyelerinin cephede savaşmak yerine yılbaşını kutlamasına tepkiliydi.
Suriye’deki rejimi devirmek için mücadele veren ve AKP hükümeti tarafından desteklenen, ancak Rusya ve Suriye dahil birçok dünya devleti tarafından terör örgütü olarak görülen ÖSO’nun Taksim Meydanı’nda bayrak açması elbette rahatsızlık vericidir. ÖSO’nun cephede savaşmak yerine Taksim’de yılbaşını kutlaması da AKP’nin ve ÖSO’nun kendi paradigması açısından bir çelişkidir.
Ancak asıl trajik olan şey, Türkiye’nin en büyük kentinin en büyük ve en merkezi meydanının artık Türklere ait olmaktan çıkmış olmasıdır. Yılbaşı kutlamasındaki manzara bunu yalnızca bize yeniden anımsatan tikel bir durumdur. Yılbaşı kutlamasından bağımsız olarak, Taksim, Harbiye ve İstiklal Caddesi bölgesi zaten yıllardır Arap topraklarının bir parçası görüntüsü vermektedir.

1990’lı yıllarda, kültür, sanat ve gece yaşamı bağlamında New York, Londra, Paris ve Berlin gibi dünya kentleriyle yarışan bu bölge, son yıllarda Riyad, Mekke, İskenderiye ve İslamabad havasına bürünmüştür. Sadece Avrupalı turistler değil, İstanbul’un eğitim seviyesi yüksek kesimi de bu bölgeden büyük ölçüde çekilmiştir. Onun yerini Arap turistler ve çoğu Arap ülkelerinden olan göçmenler almıştır.

Dükkânlar, kafeler, barlar, gece kulüpleri artık yalnızca Türkçe değil Arapça tabelalar da kullanmaktadır. İstiklal Caddesi, Taksim ve Harbiye kara çarşaflı, türbanlı, eşofmanlı Araplarla dolup taşmaktadır. Bölgedeki otellerde artık Avrupa’dan ziyaretçiler değil, Arap ülkelerinden ziyaretçiler konaklamaktadır.

Benzer bir durum Trabzon için de geçerlidir. Arabistan kültürüyle uzaktan yakından ilgisi olmayan ve tarihiyle, kültürüyle Anadolu’nun en köklü kentlerinden birisi olan Trabzon, özellikle yaz aylarında Arap turistlerin akınına uğramaktadır. Araplar buradan mülk de satın almaya başlamışlar ve burada kalıcı olduklarını göstermişlerdir. Trabzon’un yeşil yaylalarında renkli kıyafetleriyle dolaşan Karadeniz kızlarının ve kadınlarının yerini, kara çarşaflı Arap kadınlar almıştır; kızlı erkekli birlikte horon oynayan Karadenizlilerin yerini, karısının üç adım önünde yürüyen Arap erkekleri ve kocasının üç adım arkasında yürüyen kara çarşaflı Arap kadınları almıştır.

  • Araplar parasıyla Anadolu kültürünü satın almıştır.

Bunların hiçbirisi tesadüf değildir, aksine,

  • Atatürk’ün hedeflediği çağdaş uygarlık hedefinden sistematik bir biçimde kopma stratejisinin bir sonucudur.

Bu stratejinin mimarı Recep Tayyip Erdoğan ve AKP’dir. Erdoğan’ın ve AKP’nin hocası da Necmettin Erbakan’dır. “Milli Görüş” adı altında Türk halkına büyük bir yalanla sunulan şey aslında “Arap Görüş”tür.

Anadolu halk kültüründe hiçbir yeri olmayan kara çarşaf ve türban bu şekilde halka dayatılmıştır.

İmam hatip okullarında İslam dini, Anadolu halk ozanları ve düşünürleri üzerinden anlaşılacağına, Arap “din âlimleri” üzerinden bu şekilde dayatılmıştır. Bu okullarda bu nedenle İslam dini Yunus Emre, Mevlana, Pir Sultan Abdal, Hacı Bektaşi Veli, Şeyh Bedrettin üzerinden değil, hadisler üzerinden anlatılmıştır.

  • İmam hatip okulları Suudi Arabistan’ın kültür ataşelikleridir.

Şu anda Türkiye’de bulunan

  • Arap turistler ve göçmenler, Anadolu kültürünün Arap kültürü tarafından asimile edilmesi ve Anadolu’nun Araplaşması projesinin uygulanmasını kolaylaştıracak takviye kuvvetlerdir. 

Bunların hepsi Doğu taklitçiliğinin sonuçlarıdır!

Taklit edilen şeyin de, bilim, felsefe, sanat ve demokrasi bağlamında ileri uygarlık düzeyini içermediği kesindir!

Türkçe Kuran’ın 1000 yıllık öyküsü

Türkçe Kuran’ın 1000 yıllık öyküsü

Bilinen en eski Türkçe Kuran’ı Kerim çevirisi yaklaşık bin yaşındadır ve İngiltere’deki John Rylands kütüphanesinde korunmaktadır. Kitap üç dilli olup Türkçe’nin yanı sıra Arapça ve Farsça metinleri de içeriyor.

[Haber görseli]

  • “Biz, her peygamberi, ancak bulunduğu kavminin diliyle gönderdik ki, onlara apaçık anlatsın.” (İbrahim Suresi 4. Ayet)

İslamiyet’i sonradan kabul eden toplumlar, ilgili ayete dayanarak, Kuran’ı anlamak ve dinin gereklerini yerine getirebilmek için çeviri işlerine giriştiler. Hatta en eski çevirileri Peygamber dönemine kadar götürebiliriz. 
İran kökenli ilk Müslümanlardan Selman-ı Farisi, Fatiha suresini Farsçaya çevirmiş, ardından Peygamber’in görüşüne başvurulmuş, o da Farsça Fatiha için olur vermişti. Kuran-ı Kerim’in bütün bir kitap olarak ilk çevirisi ise Orta Asyalı din bilginlerince, yine Farsça yapıldı. 10. yüzyıldaki Farsça bu çeviriyi izleyerek de ilk Türkçe çeviri kaleme alındı. 
Orta Çağ’da kitleler halinde İslam’a geçen Türklerin yaptıkları ilk iş, yeni benimsedikleri dinin kutsal kitabını kendi dillerine çevirmek olmuştu. Bilinen en eski Türkçe Kuran çevirisi yaklaşık bin yaşındadır ve İngiltere’deki John Rylands kütüphanesinde korunmaktadır. 
Kitap üç dilli olup Türkçe’nin yanı sıra Arapça ve Farsça metinleri de içeriyor. Türkçe ayetlerin dili, Göktürklerin kullandığı eski Türkçeye çok yakın olan Karahanlı Türkçesidir. Prof. Dr. Aysu Ata, söz konusu Karahanlıca Kuran’ı Latin harflerine aktararak yeniden yayımlamıştır. Karahanlıca en eski Türkçe Kuran’ı Türk Dil Kurumu yayınları arasında bulabilirsiniz. Görsel 1)

Orta Asya Türkçesi ile 
Devletşah’ın 1333 yılında İran Şiraz’da kopyaladığı Kuran, Türkçenin Oğuz-Kıpçak lehçelerinde yazılmıştır, yazma bugün İstanbul Türk İslam Eserleri Müzesi’nde korunmaktadır. 1363 yılında Orta Asya Harezm Türkçesiyle yapılmış bir başka Türkçe Kuran ise, İstanbul Süleymaniye Kütüphanesi koleksiyonundadır. 
Özbek Çağatay Türkçesiyle yazılmış 1540’lı yıllara ait Türkçe Kuran yazmaları, hem Topkapı Sarayı’nda hem de Konya Mevlana Müzesi’nde bulunmaktadır. Rus ve Özbek müzelerinde, Orta Çağ’a tarihlenen Doğu Türkçesi ile yazılmış başka çeviriler de vardır.

Türkçe Kuran geleneği 
Osmanlı devletinin ilk medreselerini kuran Orhan Gazi, Türkçe Kuran işleriyle de ilgilenmiş ve bazı surelerin açıklamalarını hazırlatmıştı. Anadolu Beylikleri döneminde yapılan Türkçe Kuran çalışmaları, genellikle namazlarda okunan surelerin çevirileriydi. 
Buradan şu anlam çıkmaktadır:

  • Gerek Osmanlılar gerekse Anadolu’nun diğer beylikleri, inandıkları dini “anlayarak” yaşıyorlardı. Kuran’ın ve İslam’ın ne dediğini biliyorlardı. 

Sure çevirileri bir yana bırakılırsa, Kuran bir kitap olarak Osmanlı Türkçesine ilk kez Yıldırım Bayezid döneminde çevrilmişti. Bursa Yazma Eserler Kütüphanesi’nde bulunan 1401 tarihli el yazması, Osmanlı Türkçesi ile yapılmış bilinen en eski Kuran çevirisidir. Türkler, Fatih ve Kanuni dönemleri de dahil olmak üzere, Türkçe çevirilerden tarihi boyunca geri durmadılar. 
Erken Osmanlı döneminde Türkçe besmeleBaşladum adıyla Tanrı ta’alanun ki rızk vericidür ve rahmet edicidür” biçiminde söyleniyordu. Yıldırım Bayezid döneminde Fatiha suresinin çevirisi ise şöyle yapılmıştı: “Şükr cemi âlemleri yaratan Tanrı’ya ki rızk vericidür rahmet edicidür. Din gününün padişahı sanga taparuz ve dahi sanga sığınıruz. Göster bize hidayet tevfikiyle doğru yolı…” 
Besmele ve Fatiha suresinin çevirisinden anlaşıldığı gibi Osmanlı döneminde “Tanrı” sözcüğü ile Müslüman Türklerin hiçbir sıkıntısı yoktu. Tanrı sözcüğü, bilindiği gibi Hun ve Göktürk dönemlerinden kalma çok eski Türkçe bir addır. Türkler İslam’a geçtiklerinde bu adı terk etmemiş; gerek Orta Asyalı Ahmet Yesevi, gerekse Anadolulu Yunus Emre, “Tanrı” sözcüğünü içtenlikle kullanmışlardı.

Latince Kuran ve matbaa 
Endülüs gerçeği, Avrupa’nın özellikle de İspanya çevresinin İslam ve Kuran üzerine yoğunlaşmasına neden olmuştu. İngiliz rahip ve diplomat Robert Ketton, 1140’lı yıllarda Kuran’ı ilk kez Latinceye çevirdi
Matbaanın icadından kısa bir süre sonra, ilk matbu Kuran 1537’de Avrupa’da çıktı. İtalyan matbaacı Paganini, Kuran’ı ilk kez Venedik matbaasında Arapça bastı, ardından Latince baskılar da geldi. (Görsel 2) 
İslam dünyasındaki ilk matbu Kuran ise Osmanlı coğrafyasında verildi. Kavalalı Mehmet Ali Paşa’nın Mısır’da kurduğu Bulak Matbaası, 1841 yılında bir Türkçe Kuran basarak halkın istifadesine sundu. 1908’de Meşrutiyet’in ilanıyla hız kazanan Türkçe Kuran çalışmaları, erken Cumhuriyet döneminde en parlak günlerini yaşadı.

Türkçe Kuran ve Atatürk 
Ülkenin çökmekte olduğunu gören Türk aydını, 1912 yılında Türk Ocakları adıyla bir dernek kurmuştu. Türk Ocakları, erken Cumhuriyet döneminde Atatürk’ün himayesine girmiş ve Cumhuriyetin getirdiği yenilikleri Anadolu’da halka duyuran bir merkez olmuştu. Ocak başkanı Hamdullah Suphi’nin, Ankara Erkek Muallim Mektebi’nde 1923 yılında verdiği “Milliyet Düsturları” adlı konferans, genç Cumhuriyetin ve Ocakların Türkçe İslam konusuna bakışını özetler: “Efendiler! Milliyetlerin doğmasında son derece yardımı dokunmuş bir hareket vardır ki, buna dini ıslahat namını verirler. Bazı Alman müellifleri çok haklı olarak ‘Dinî ıslahat hareketleri milliyet devrinin başlangıcıdır’ diye iddia ederler. Avrupa milletlerinin uyanmasına büyük ölçekte yardım eden bu din hareketi, Protestan milletlerin Roma ile alâkalarını kesmeye sebep oldu; mabede anadilleri girdi. Çünkü Cenab-ı Hakkın Latinceyi, Almancadan, İngilizceden daha iyi anladığına veya daha fazla sevdiğine dair bir iddianın gülünç olduğunu anladılar…” 
Yine bir Türk Ocaklı olan Ziya Gökalp, ünlü eseri Türkçülüğün Esasları’nda şunları söyler:

  • “Dinî Türkçülük, din kitaplarının ve hutbelerle vaazların Türkçe olması demektir. Bir millet, dini kitaplarını okuyup anlayamazsa, tabiidir ki dininin hakiki mahiyetini öğrenemez. Hatiblerin, vaizlerin ne söylediklerini anlayamadığı surette de ibadetlerden hiçbir zevk alamaz. 
    İmam-ı Azam hazretleri, hatta ‘namazdaki surelerin bile millî lisanda okunmasının câiz olduğunu’ beyan buyurmuşlardır. Çünkü ibadetten alınacak vecd, ancak okunan duaların tamamıyla anlaşılmasına bağlıdır…”

Hak dini Kuran dili 
Cumhuriyet’in ilanını izleyerek ilk Kuran mealini, 1924’te Cemil Said Bey yapmıştı. Latin harfli ilk Türkçe Kuran ise 1934’te Ömer Rıza Doğrul’un yayımladığı “Tanrı Buyruğu” adlı eseri oldu. Ne var ki bu çalışmaların tamamı özel kişilere aitti. 

Meclis, devlet eliyle Türkçe bir meal yapılması kararını aldı.

İşte bu karar sonucunda, Elmalılı Hamdi’nin 9 ciltlik ünlü “Hak Dini Kuran Dili” adlı eseri ortaya çıktı.

Cumhuriyet, “fikri hür, vicdanı hür, irfanı hür nesiller” istiyordu.

Bu yüzden bilimi, sanatı, felsefeyi ve inancı… İnsanı oluşturan her ne varsa,
hepsini Türkçeleştirdi.

Ana dilinde okuyan ve anlayan; aracılara, ruhbanlara gerek duymayan uygar bir toplumun temelini attı. Ancak “fikri köle, vicdanı köle, irfanı köle nesiller” yaratmak isteyenler dün olduğu gibi bugün de; Türkçeyi yaşamın her alanından dışlamak derdindeler
=======================================
Dostlar,

Yobaz tir tir titriyor Kuran – Dua Türkçe olur ve insanlar aydınlanır diye..
Softa buram buram terliyor kadim sömürü aracı elinden çıkar da insanlar uyanır diye..

Ama çare yok.. Bu olacak.. Zamanı da geldi..

Sevgi ve saygı ile. 07 Aralık 2018, Ankara

Dr. Ahmet SALTIK MD, MSc, BSc
Ankara Üniv. Tıp Fak. – Halk Sağlığı Uzmanı
Sağlık Hukuku Bilim Uzmanı – Mülkiyeliler Birliği Üyesi
www.ahmetsaltik.net     profsaltik@gmail.com

 

Türkler Türkmen Aleviliğinden ve Türk Sünniliğinden nasıl koparıldı?

Türkler Türkmen Aleviliğinden ve
Türk Sünniliğinden nasıl koparıldı?

son birkaç yüzyıla gelinceye değin Alevi kimlikli idi.

Dr. Ali Rıza ÜÇER’in takdimi…
Araştırmacı, yazar Cemil Kılıç‘ın “Türkler Türkmen Aleviliğinden ve Türk Sünniliğinden nasıl koparıldı” başlıklı yazısı dikkat çekici. Kılıç, ABD EMPERYALİZMİ güdümünde Araplaştırılmış Türkiye Sünniliiğine karşı Türk Sünniliği ve Türk Aleviliği kavramlarının altını çiziyor, (İlhan Selçuk bunu hoşgörü temelli “Anadolu Müslümanlığı” olarak tanımlardı)

Kılıç’ın yazısında içine sürüklendiğimiz karanlık ortamla ilgili önemli ipuçları var:

“Anadolu’nun pek çok yerinde Yavuz’a gelinceye kadar bugünkü anlamda Sünni bir yerleşim yerine rastlamak olası değildi. Kaldı ki Türkmenlerin büyük bir çoğunluğu göçerlerden oluşuyordu. Göçerlerin yaşam tarzı ise Alevice idi. Osmanlı, göçer Türkmenleri yerleşik yaşama geçirerek bu yolla onları Sünnileştirmeye de çalıştı. Önemli ölçüde de sonuç aldı. Anadolu Türkmenlerinin büyük çoğunluğu son birkaç yüzyıla gelinceye değin Alevi kimlikli idi. Bu kimlikte de ortodoks İslamî inanç ve geleneklerden ziyade SUFİ VE KÖK TENGRİCİ ögeler egemendi.

Önemine dayanarak yineleyerek belirtelim ki, bugün Anadolu’daki Sünni Türk kitlenin çok önemli bir kesiminin ataları, birkaç yüzyıl öncesine değin Alevi / Kızılbaş karakterde idi. Nitekim bundan dolayıdır ki Türk Sünniliğinde diğer Müslüman halkların Sünniliğinde olan bazı şeyler yoktur. Söz gelimi Türk Sünnileri çocuklarına asla Muaviye, Yezit ve Mervan gibi adlar vermezler. Ama Arap Sünnileri içinde bu isimlere rahatlıkla rastlayabilirsiniz.

Ayrıca Türk Sünnileri çocuklarına çoğunlukla hep ehlibeyt isimleri vermektedirler. Ali, Hasan, Hüseyin, Haydar, Ali Ekber, Fatma, Zehra gibi adlar Türk Sünnileri arasında yaygındır.

Geleneksel Türk Sünniliğinde Arap Sünniliğindeki gibi katı harem – selamlık kuralı yoktur. Türkistan piri Ahmet Yesevi’nin meclislerinde kadın erkek birlikte yer alıyor ve birlikte ibadet ediyorlardı. Türk Sünniliğindeki bu özelliğin kaynağı Yesevi etkidir. Son 30 – 40 yıla dek Anadolu’daki Sünni Türkmen köylerinde harem – selamlık diye bir şeyden bahsetmek mümkün değildi. Ancak Türk Sünniliği, Arap Sünniliğine evriliş süreci boyunca gitgide özgünlüğünü yitirdi. Bugün gelinen aşamada dindar Türk Sünni kitle, tarihsel ve geleneksel Türk Sünniliğine iyice yabancılaşmış ve Eş’arî hatta Selefi, Vahhabî bir anlayışla kuşatılmış durumdadır. Bu süreç halen devam etmektedir.

Türkiye’deki dinci cemaat ve tarikatların çoğu Vahhabileşme hareketine destek vermekte ve bu yolda büyük çaba harcamaktadır.

  • Vahhabileşme hareketi, Diyanet yoluyla da devlet tarafından desteklenen bir sapma olarak güncel manada gemi azıya almış bir biçimde hızla ilerlemektedir.

Bu durum Orta Asya, Kafkasya, Balkanlar ve Kıbrıs’ta da yaşanmaktadır. Vahhabi propaganda adı geçen coğrafyalardaki Türk Sünniliğini de yozlaştırmaya devam etmektedir. Özellikle Özbekistan ve Kırgızistan’da Vahhabi akımın ciddi oranda taban bulduğunu üzülerek gözlemlemekteyiz.
**
Türk Sünniliği dediğimiz anlayış, bugün çok zayıflamış olsa da bir cevher olarak hala toplumsal belleğimizin derinliklerinde varlığını hissettirmeye devam ediyor. Canlandırılmayı ve Selefî, Emevi, Eş’arî Arap Sünniliğine karşı yeniden ayağa kaldırılmayı bekliyor.

Cumhuriyet devrimleri ile hedeflenen yeni toplumsal yapıda dinin denk düştüğü alan, aslında tarihsel Türk Sünniliğidir. Cumhuriyet devrimleri, Türk Sünniliğini bilimsel ve çağdaş düzlemde yeniden diriltmeyi ve Arapçı din anlayışına karşı bir nevi “MİLLİ MÜSLÜMANLIK” kimliğiinşa etmeyi amaçlamıştır. Bu Milli Müslümanlık düşüncesinde Ebu Hanife ve İmam Maturidî’yi esas alan fıkhi ve itikadî bir çizgi ile birlikte Yesevi, Alevi, Mevlevi, Bektaşi kültürel mistik İslamî miras da temel öğedir. Böylesi bir zeminde laik karakterli bir devlet kurulup Türk Sünniliği sosyolojik bir kimlik olarak müesses nizam haline getirilmek istendi. Kısmen başarılı olunsa da toplumun içinde sinsi sinsi faaliyetlerini sürdüren gerici, Selefî, Vahhabî Arap dinciliğini esas alan cemaat ve tarikatlar, yer altı çalışmalarıyla modern Türk Sünniliği projesini büyük ölçüde tahrip etti. Bunda dış destek de çok etkili oldu. Özellikle ABD’nin Yeşil Kuşak projesi Türk Sünniliği yerine gerici Emevi, Selefî, Eş’arî Arap Sünniliğini takviye etti.

Çünkü ABD için gericileşmiş bir Türkiye, sömürmek, yönetmek ve ezmek için daha elverişliydi. 1950 ve 1960’lı yıllarda dünyadaki sol akımların estirdiği laik, seküler fırtına, Müslüman halkların da emperyalizme karşı uyanışını ve ayağa kalkışını müjdeliyordu. Ancak ABD emperyalizmi bu uyanışı dinci tarikt ve cemaatleri destekleyerek boğdu.

  • Şeyhine kul olan kitleleri, o şeyhi emperyalizme kul ederek yönetmek elbette ki daha kolaydı.Oysa birey kimliğinin geliştiği toplumları baskılamak kolay olmayacaktı.

ABD, 1950’ler ve 1960’lardan sonra Türkiye’yi dinci yapılar eliyle gericileştirdi.
Böylece ABD ile cemaat ve tarikatlar el birliği içinde Türk Sünniliğini boğdu.

Oysa Türk Sünniliğini korumak ve geliştirmek maksadıyla Cumhuriyet, Diyanet İşleri Başkanlığını ve İmam Hatip Okullarını kurmuştu, İlahiyat Fakülteleri ve Yüksek İslam Enstitülerini açmıştı. Bir dönem bu kurumlara gerçekten laik cumhuriyete sadık kadrolar egemendi. Lakin gitgide gericilik güç kazandı ve Türk Sünniliği, Emevi, Selefî, Eş’arî Sünniliğine yenildi.

Bahsi geçen kurumlardan azılı Cumhuriyet düşmanları çıktı. FETHULLAH GÜLEN –  TİMURTAŞ UÇAR ve CEMALETTİN KAPLAN gibi isimler azılı Cumhuriyet düşmanlığının simge isimleridir.

Bugün rejimin korunması, toplumsal barışın sarsılmaz bir biçimde yeniden ihdası ve geleceğe emin adımlarla yürüyebilmek için Türk Sünniliğinin canlandırılması, güçlendirilmesi ve geliştirilmesi kaçınılmaz bir ihtiyaçtır. Çünkü Türk Sünniliği dediğimiz dinsel anlayış, cumhuriyet devrimleri ile barışıktır.

Türk Sünniliğinin kökü; “Sünnet imiş kafir de olsa incitme insanı,” diyen Pir-i Türkistan Ahmet Yesevi’ye ve “Yaradılanı severiz, yaradandan ötürü,” diyen Yunus Emre’ye dayanır.

Türk Sünniliği; hayata, akılla, bilimle bakan bir anlayıştır. Bunda büyük Anadolu bilgesi Hünkar Hacı Bektaş Veli’nin; “Bilimden gidilmeyen yolun sonu karanlıktır,” sözünün etkisi büyüktür.

  • Türk Sünniliğinde din devleti talebi yoktur.

Türk Sünniliğinde dinsel yaşam bağlamında ahlak ve ibadet merkezli bir yapı egemendir.

Türk Sünniliği; köklerinin dayandığı Ebu Hanife’nin ANADİLDE İBADET hakkı fetvasından etkilenerek ibadethanelere ve dinsel ritüellere Türk dilinin mevlitler, ilahiler, kasideler, Türkçe hutbe ve Türkçe vaazlar yoluyla girmesini sağlayan milli bir anlayıştır. Bu nedenle Türk Sünniliğinde Türk dili duyarlılığı yüksektir.

Türk Sünniliği; ehlibeyt sevgisi, din kardeşliği ve MİLLETDAŞLIK TEMELİNDE Alevi ve Caferi yurttaşlarımıza karşı da saygılı bir tutum içindedir. Nüfusunun çoğunluğunu Şii / Caferi ve Alevi kardeşlerimizin oluşturduğu Azerbaycan’a dair geliştirilen “Bir millet iki devlet” söylemi bu tutumunun en net yansımalarından biridir.

Türk Sünniliği, tıpkı Türkmen Aleviliği ve Türk Şiiliği gibi ulus olarak mevcudiyet ve istikbalimiz açısından milli güvencemizdir.

Bu nedenle Türkiye nüfusunun çoğunluğunu oluşturan Sünni – Hanefi kitle düşünülerek yeniden ifade edelim ki; Selefi, Emevi, Eş’arî, Vahhabi radikalizmine karşı modern Türk Sünniliğinin yeniden ihyası elzemdir.

Türk Sünniliği, bizim Muhammedî islam dediğimiz anlayışın Türkler arasındaki nüvesini ifade etmektedir. Türk Sünniliği, egemen Emevi İslam anlayışına karşı kesinlikle muhalif bir İslamî direniş yoludur. Bunun öbür Müslüman halklar arasındaki versiyonları da Muhammedî İslam’ın ihyası için önemlidir. Muhammedî İslam, mezheplerin böldüğü Müslümanları Muhammedî çizgide birleştirme ve akılcı yorumlarla İslam’ı çağdaş manada tecdid etme iradesini ifade etmektedir.

Öte yandan Türkiye özelinde, orta ve uzun vadede kendini; DİNSEL, MEZHEPSEL VE ETNİK KİMLİKLERLE İFADE EDEN BİREYLERİN YERİNİ YURTTAŞLIK KİMLİĞİ İLE İFADE EDEN BİREYLERE BIRAKMASI VE TOPLUMUN MODERN DÖNÜŞÜMÜNÜN SAĞLANIP LAİK CUMHURİYET SİSTEMİNİN TAKVİYE EDİLMESİ İÇİN BU TOPRAKLARIN TARİHSEL VE GELENEKSEL KİMLİĞİNE YABANCI OLAN ARAPÇI ANLAYIŞLARA KARŞI AMANSIZ BİR MÜCADELE ŞARTTIR.
Bu aslında gericiliğe karşı verilen bir ölüm kalım mücadelesidir. Bu mücadeleyi kazanmaktan başka çaremiz yoktur.”
****
Cemil Kılıç‘ın yazısının tümü:
https://odatv.com/turkler-turkmen-aleviliginden-ve-turk-sunniliginden-nasil-koparildi-15111805.html?fbclid=IwAR1AaOEB335d4oMeF5e3w8Jx4mxrzi1PMjFx8FIiamho2N0VT7ki7symsvE

“OSMANLICA’ İNADININ ALTINDA NE VAR?”

Dostlar,

ADD BDK eski üyelerinden Sayın E. Alb. Cemil Denk‘in
“OSMANLICA’ İNADININ ALTINDA NE VAR?” başlıklı yazısını paylaşmak istiyoruz.

Dostumuz Sn. Denk, çarpıcı örneklerle hem Osmanlıcılık yapanlara ders veriyor,
hem de yaşamsal önemdeki Haziran 2015 genel seçiminde iktidarın değiştirilebilmesi için yurtseverleri göreve çağırıyor.

Sevgi ve saygı ile,
04.01.2015 

Dr. Ahmet Saltık
ww.ahmetsaltik.net

***

‘OSMANLICA’ İNADININ ALTINDA NE VAR?

Cemil Denk*

Birileri çıkmış; “Dedelerimizin mezar taşını okuyamıyoruz.” diyor.
“O mezar taşları bu ülkenin mührüdür. Mezar taşlarını okumayı bilmeyen bir nesil tarihini bilmez!”

“Osmanlıcanın liselere zorunlu ders olarak konulmasının” şart olduğunu söyleyip,
“isteseler de istemezlerse de öğrenilecektir.” diye dayatıyor.

Konu ilgimi çekti araştırdım: İngilizler de mezar taşlarını okuyamıyorlar; nasıl mı görelim;

William Shakespeare 1564-1616 arasında yaşamış, İngilizce’nin dünyaca kabul edilen,
en büyük şairi ve tiyatro oyunları yazarıdır. Shakespeare’in mezar taşındaki yazıları da günümüz İngilizleri okuyup anlayamıyorlar. Çünkü mezar taşındaki yazılar Latince!
Hem o günkü İngilizce bugünkü İngilizce’ye de pek benzemiyor. Buna karşınn, bugün dek
hiçbir İngiliz Kralı – Kraliçesi ya da Başbakanı çıkıp da;

“Çocuklarımız Shakespeare’in mezar taşında yazılan yazıları okuyup anlayamıyorlar;
bunu asla kabul edemeyiz! Bundan böyle İngiltere’deki tüm okullarda, Latince zorunlu ders olacaktır!” dememiştir…

İngiltere’den bir örnek daha vereyim:

“İngiliz Kralı Yurtsuz John, 1215’te baronlarla bir sözleşme imzaladı. Tarihe geçen bu sözleşme
“Magna Carta Libertatum” yani, “Büyük Özgürlük Sözleşmesi” olarak bilinir.
Bu sözleşme de o zamanki İngilizce ile yazılmamış, LATİNCE yazılmıştır.
Çünkü o dönemde halkın dili İngilizcedir ama İngiliz Saray dili Latincedir.
Günümüz İngilizleri, MAGNA CARTA’yı yazıldığı dilde anlayamıyorlar,
ama kimse “Latince zorunlu ders olarak okutulacaktır!” dememiştir…

Displaying

***

İnternet’te araştırdığımızda; Osmanlı’nın da O güne dek kurulmuş 14 Türk devletindeki
mezar taşlarını okuyamadıklarını görüyoruz. Çünkü Türk tarihi Osmanlı ile başlamamaktadır. Türk tarihi en az 5 bin yıllık bir tarihtir ve çeşitli Türk kavimleri tarih boyunca
ÇEŞİTLİ ALFABELER kullanmışlardır. Örneğin, Müslümanlığı kabul etmek zorunda kalmalarından önce Kök-Türk alfabesini kullanıyorlardı. Arap alfabesinin kullanıldığı
Osmanlı döneminde hiçbir Padişah kalkıp da “çocuklarımız, dedelerinin mezar taşlarını okuyamıyor” diyerek; eski Türk devletlerinden birinin dilini veya alfabesini öğretmek
yoluna gitmemiştir.

Aslında, Osmanlıca özgün bir dil de değildir; yaklaşık %40 Arapça, %40 Farsça,
%10 Balkan dilleri ve %10 Türkçe sözcüklerin karışımından oluşturulmuş,
Arap harfleriyle yazılan, çoğu saraylının bile anlamakta zorlandığı uyduruk (yapay) bir dildir.

Önceki Başbakan, –Atatürk dönemindeki dil ve alfabe devrimini kastederek
yeni bir şey daha söyledi;

“Bir sabah kalktık ki, okuma-yazma bilmeyen bir halka dönüşmüşüz!”

Bunu hep söyleyegeldiler Devrim karşıtları. Onlara şunu (kezlerce) anımsatmak gerekir :

Cumhuriyet kurulduğu zaman yaklaşık 40 bin köy vardı, bunların 38 bininde okul yoktu. Erkeklerin %6 kadarı, kadınların ise ancak %0,4’ü okuma-yazma biliyordu.
Okuma-yazma bilmeyen o %94, bugün okunamadığı söylenen o mezar taşlarını
o gün de okuyamıyorlardı.
 Çünkü o mezar taşlarını okuma-yazmayı bilmeyen halk,
saray dili Osmanlıcayı da bilmiyordu, Ararp alfabesini de bilmiyordu..

Halkın konuştuğu dil; Yunus Emre, Pir Sultan, Karacaoğlan, Dadaloğlu gibi
halk ozanlarının kullandığı sade, temiz bir dildi.

***

Bu konuda, Bekir Coşkun’u okuyalım :

“… Osmanlı “ecdat” falan değil… Zaten Türkleri saraya sokmadılar…
Sadrazamlar devşirme…
Vezirler devşirme…
Hanım Sultanlar devşirme…
Cariyeler, devşirme…
Ordu devşirme…
Sadece;
“EMİR-İ AHUR” TÜRK…
Yani, AHIRLARA BAKAN…
Kısacası; Türkiye Cumhuriyeti, TÜRK DEVLETİ’DİR, Osmanlı değil!
Bak Türk Milleti Cumhurbaşkanı yaptı SENİ…
Yoksa “AHIRLARA BAKAN olacaktın olsa, olsa!…”
***

Eski Başbakan’ın “Osmanlıca mutlaka öğretilmeli” dayatmasıyla gündemi saptırmasının
altında yatan nedenler bence;

1. 17-25 Aralık yolsuzluk olaylarını unutturmak,
2. Bebek katili Apo’ya verilen söz gereği, Kürtçe eğitim ve öğretimin önünü açmak ve
3. Hayallerindeki “ANADOLU FEDERE İSLAM DEVLETİ” kurulduğunda,

Türkçeyi tümden kaldırıp, Arapça (alfabe ve dilinde) eğitim ve öğretimin altyapısını hazırlamaktır…

Böyle giderse;

Bir yanda Osmanlıca-Arapça, bir yanda Kürtçenin çeşitli lehçeleri, öbür yanda
Pontus Rumcası, 20 yıl sonra Türkiye’de kimse birbirini anlayamaz duruma gelecektir…
Halk CEHALET bataklığına yeniden itilecektir. Bölünmek, parçalanmak işte böyle gerçekleştirilir!

Emperyalizmin hizmetindeki gerici ve bölücülerin; gerçek amaçları budur ve
adım-adım hedeflerine yürümektedirler.

SON SÖZ

Son bir ricam var.
Dostlarımızı karalamaktan, yaralamaktan vazgeçelim, birbirimizi bitirmeyelim.
Seçimlerde sandığa gitmeyen, Yurttaş olarak oyunu (fikrini) kullanmayan
10 milyon dolayındaki insanımızı ve de “YETMEZ AMA EVET” çileri ikna edelim.
Muhalefet parti(ler)mize üye kazandıralım, Çünkü AİDİYET çok önemlidir.
Kişileri motive eder, SORUMLULUK ve ÖVÜNME duygusu verir.

Muhalefet, önceki Başbakan RTE’nın “Esas oğlan” olduğu Demokrasi oyununda “Figüran” olmaya devam etmemelidir.

“Figüran” olmayalım !

Saygılarımla…

*) Cemil DENK, E. Albay
Din-Laiklik konusunda Araştırıcı-yazar
0532 217 88 11
e-mail: denk.cemil@gmail.com

TÜRKLERE MEZAR KAZIYORLAR

 

TÜRKLERE MEZAR KAZIYORLAR

portresi_gulen

 

Rifat Serdaroglu

Erdoğan – Öcalan – Barzani ortaklığı,
Türkiye’nin bölünmesine yol açacak projeye hız verdi.

Bu nedenden, hem Cumhurbaşkanlığı seçimi için oy devşirmek hem de Türklere
mezar kazmak işi için, Beşir Atalay-Efkan Ala-Mehdi Eker görevlendirildi.
Bu üç Kürtçü Bakan da, AKP’nin profesyonel tetikçilik görevlerini yıllardır yapmakta olan malum elemanlarını toplayıp, Diyarbakır’da sözüm ona

“Yeni Türkiye’nin Açılan Kilidi / Çözüm Süreci Çalıştayı”na götürdüler.

Sizlerin tuhafına gitmiyor mu? Hiç kendinize şu soruyu sordunuz mu?

Türkiye’ye ihanet eden insanların tamamına yakını
niçin Güneydoğu Bölgesinden çıkıyor?


Kadim Türk Vatanı olan bu bölgedeki Türk adları,
bu insan müsveddelerini neden rahatsız ediyor?

Üç Bakanın da konuşmalarını dinledim. Yeni Türkiye’nin bu sahte kahramanlarına göre Yeni Türkiye’de (!) bunlar iki konuda çok başarılı olmuşlar;

Din ve Vicdan Özgürlüğü önündeki engelleri kaldırmışlar,
– Çözüm Süreci sayesinde Kürt Sorununu halletmişler…

Türk Milletinin gözünün içine baka-baka bu denli yalanı söylemek için
insanda utanma duygusunun olmaması gerekir.

*Din ve Vicdan Özgürlüğü;

Anayasa’mızın Devletin biçimini belirleyen 1-2-3-4. maddeleri,
Temel Hak ve Hürriyetlerin Kötüye Kullanılmamasını sağlayan 14. maddesi ile
Din ve Vicdan Hürriyetinin sınırlarını çizen 24. maddesi, Devrim Yasalarını içeren
174. maddesi aynen durmaktadır. Anayasamızın bu maddelerini değiştirmeden,
“Biz din ve vicdan özgürlüğünü artırdık..” demek yalanın dik alasıdır.

AKP’nin yaptığı; Anayasa Mahkemesi kararlarına karşın, (Bizim Hukuk sistemimizde Anayasa Mahkemesi kararları, Anayasa maddesi hükmündedir) Anayasal değişiklik yapmadan yasaları ve yönetmelikleri usulsüz bir şekilde zorlamaktan ibarettir.

AKP’nin “Namus Meselesi” saydığı Türban konusu da böyledir.
Yani AKP, geçici olarak ve yasalara aykırı bir şekilde “Türban meselesini çözdük” diye yalan söylemektedir.

AKP’nin bir başka yaptığı şey, ehliyetsiz-bilgisiz kişilerin, Diyanet İşleri Başkanlığı ve Milli Eğitim Bakanlığı’nın denetimi olmadan “Kaçak Kur-an Kurslarını” açmalarına
göz yummak ve Cemaat-Tarikatların, inanmış insanları sömürmesine izin vermektir.

*Çözüm Süreci;

  • AKP ve Erdoğan, Türkiye’yi bölüp parçalamakla görevli kişiler gibi, Güneydoğu’yu bilerek-isteyerek PKK’ ya teslim ettiler.
  • Bebek katili-Uyuşturucu Baronu-Tecavüz sapığı-Ermeni kökenli esas adı
    Artin Agopyan olan Öcalan’ı, T.C. Devletinin muhatabı yaptılar.
  • Oslo’da PKK ile görüşen MİT Müsteşarı Hakan Fidan;
    Öcalan’dan “Bilge Kişi” diye söz etti!

– MİT Müsteşar Yardımcısı, “Metropolleri silah ve patlayıcı ile doldurdunuz.
Sizinle savaşan ordu şimdi içerde.
” dedi.

Öcalan denen caniye “Takdir hislerini” sunan zavallı Vali’nin emrine
Türk Askerini verdiler.
-“Akan Kan Durdu” dediler;

  • PKK hala katliama devam ediyor.
    TC Devletinin yanında olan Korucular, PKK tarafından teker-teker öldürülüyorlar.

Son olarak Mardin-Dargeçit’te yiğit insan Mehmet Uğurtay öldürüldü.
Öldürülen korucu sayısı 8 oldu. Son bir ayda onlarca Mehmetçik, PKK tarafından
uzun menzilli silahlarla yaralandı.
Şantiyeler basıldı, yollar kesildi, yüzlerce araç yakıldı.
-“PKK Silah Bırakarak Yurtdışına Çekildi..” dediler;
PKK, bırakın yurtdışına çekilmeyi kendi Asayiş Güçlerini oluşturdu ve
bölgenin tamamında etkin hale geldi.
-Bölgede denetim Devlette dediler;

Devletin Valileri- Kaymakamları, zavallı durumdalar.

Yol kesen teröristlere yalvaracak ölçüde acınacak haldeler.
Asker kışlasından, Polis karakolundan, Vali-Kaymakamlar makamlarından
dışarı çıkmaktan korkuyorlar.

Değerli, Okurlar;

  • AKP ve Erdoğan’ın bu yaptıkları başta söylediğimiz üçlü anlaşmanın gereğidir.

Bu anlaşmanın kimler tarafından dikte edildiği, kimlerin garantör olduğu
Türk Milletinin malumudur.

Yunus Emre bir deyişinde asırlar öncesinden şöyle seslenir :

  • Sular Hep Aktı Geçti / Kurudu Vakti Geçti,
    Nice Han Nice Sultan / Tahtı Bıraktı Geçti,
    Dünya Bir Penceredir / Her Gelen Baktı Geçti…

Bu Aziz Vatanı, Türklere mezar eylemek için kimler çabaladı, kimler savaştı!

Haçlılar, tüm güçleriyle saldırdılar, hem de kezlerce.
1. Dünya (AS: Paylaşım) Savaşı sonrası Emperyalist Devletler akın – akın üzerimize geldiler.
İçimizdeki hainleri silahlandırıp devlete karşı ayaklandırdılar, hem de kezlerce.

Türk Milletine bu toprakları mezar yapmak için gelenler,
kendi kazdıkları mezara gömüldüler.

Yine aynısı olacak. Devlet kurumlarından T.C.’ yi kaldırtanlara, kent meydanlarından

– “Ne Mutlu Türküm Diyene” yazısını indirtip PKK bayraklarını astıranlara,
– Türk Askerini-Türk Polisini ite-çakala hedef tahtası yapanlara,
– Türk Bayrağını yakanlara elbette ki fırsat verilmeyecektir.

Cumhurbaşkanı adayları belli olunca, kimin ne mal olduğunu herkese tek-tek belgeleriyle anlatacağız.

Ne Mutlu Türkün Diyene!…

Sağlık ve başarı dileklerimle
07 Haziran 2014

Anayasaya Girişinin 77. Yıldönümünde Laiklik İlkesinin Gerçek Anlam ve Değeri


Anayasaya Girişinin 77. Yıldönümünde Laiklik İlkesinin Gerçek Anlam ve Değer
i

portresi_sapkali

 

Prof. Dr. ÖZER OZANKAYA

 

 

Türk demokrasisinin temeli, çağdaş ve bağımsız Türk toplumunun bağ dokusu olan
laiklik ilkesinin anayasamızda yer alışının 77. yıldönümüne ulaştık.

BOP ve onun güdümündeki iç ve dış sömürgecilerin saldırı hedefi olagelen laiklik ilkesinin, DÜNYAYA ÖRNEK gerçek tanımını 3 Mart 1924 günlü Şeri’iye ve Evkaf Vekâleti’ni kaldıran yasanın 1. maddesi yapmıştır:

  • “Türkiye Cumhuriyetinde insan ilişkileriyle ilgili hüküm­lerin yasalaştırılması ve uygulanması Türkiye Büyük Millet Meclisi ile onun kurduğu hükümete aittir.”

Bu tanım, din adına yasa, yani değişmez yasa koymanın ulusal egemenliği ortadan
kal­dırma anlamına geleceği, bunun ise baskı, yani zulüm yönetimi demek olacağı ve insan haklarının en başta geleni olan “zulme karşı direnmek” hakkını doğuracağı gerekçesine dayanmaktadır.

İşte laiklik ilkesinin, değiştirilmesini önermenin bile yasak olduğu bir anayasa hükmüne dönüştürülmesinin gerekçesi doğrudan doğruya budur!

Yunus Emre daha yedi yüzyıl önce, din adına bile değişmez yasa yapmanın neden
yaşam gerçeğine aykırı, dolayısıyla baskıcılık olduğunu şöyle anlatmıştı:

“Şeriat bir gemidir, hakikat deryasıdır
Ne denli sağlam olsa geminin tahtaları
Ona dalga vurdukça aşınıp gidesidir”

Atatürk de aynı uyarıyı,

  • “İnsanlıkta dine ilişkin duygular bilim ve tekniğin ışıklarıyla dupduru olup yücelmedikçe, din oyunbazlarına her yerde rastlanacaktır.” diyerek yapmıştı.

Anayasaya girişinin 77. yılını kutladığımız laiklik ilkesinin, Ulusumuzun bağımsızlık ve özgürlüğünün, birlik ve dayanışmasının, yurdumuzun bütünlük ve bayındırlığının,
bunların başta gelen gereği olmak üzere de her yaptığının halka hesabını verecek bir devlet ve hükümet yönetiminin güvencesi olduğu, yediden yetmişe her yurttaşın
bilgi ve bilincine ulaştırılmalıdır.

http://www.add.org.tr/index.php/makaleler/1321-anayasaya-girisinin-77-y-ldoenuemuende-laiklik-ilkesinin-gercek-anlam-ve-degeri, 04 Şubat 2014,

Erdoğan; Hüseyin ve Yezid


Erdoğan, Hüseyin ve Yezid

Erdoğan, Hüseyin ve Yezid

Necdet Saraç
necdet.sarac@yurtgazetesi.com.tr
13 Kasım 2013

Küfrün ve yalanın serbest, protestonun ve gerçeğin yasak olduğu bir ülkede yaşıyoruz. Adana Valisi küfür ediyor, Başbakan korumaya alıyor, protesto eden 9 kişi ise
para cezasına çarptırılıyor. Doğru söyleyen, protesto eden ise bir kez daha marjinal oluyor. Vali; görevden alınacağına, Başbakan tarafından “Yedirmeyiz!..” edebiyatı ile korumaya alınıyor, halka küfür de böylece meşrulaştırılıyor!

Başbakan bununla da yetinmiyor, iki gündür ‘Yezid ve Hüseyin’ edebiyatı yapıyor. Üstelik bunu Muharrem Ayı’nda yapıyor. Hem de bunu, Alevilere ait Ankara’daki Hüseyin Gazi Dergahı’nı ele geçirmeye çalışan bir vakfın ‘oruç açma’ davetinde yapıyor. Sonra bu konuşmayı, grup konuşmasına dek daha da abartarak taşıyor…

Başbakan Erdoğan’ı dinleyince “El insaf!..” demek bile anlamsızlaşıyor.
“Çağın Yezidleri çağın Hüseyinlerini katlediyor. Biz hiçbir zaman Yezidlerin yanında durmadık Hüseyinlerin yanında durduk.” diyen Başbakan, Suriye’de El Nusra’yı destekleyenlerin, onları silahlandıranların kim olduğunu unutturduğunu zannediyor.

2 Temmuz 1993 Sivas Katliamı’nda, katillerin avukatlığını yapanlardan birçoğunun,
hem de isim isim; AKP kurucusu, milletvekili ve yöneticisi olduğu bilinmesine rağmen, “Hüzünleri, kederleri birlikte yaşadık. Yakın tarihte yaşanmış Dersim, Çorum, Kahramanmaraş, Gazi Mahallesi gibi acı hadiseler bizim bin yıllık kardeşliğimizi bozamaz. Yezidin izindeki nifak odakları bizim aramızı açamaz.” diyebiliyor.

Aşık Veysel’e atıfta bulunuyor, O’ndan dörtlükler okuyor; Hüseyin’i sahipleniyor, akrabalarında kaç kişinin Hasan ve Hüseyin varsa onları sıralıyor, torununa Ali ismini koyacağını açıklıyor. Bütün referansları, neredeyse Alevilere ait.

Erdoğan’ın güdeme getirdiği bütün bu açıklamalar için siyasal birçok neden ardı ardına sıralanabilir ama asıl neden; Başbakan Erdoğan’ın Sünni İslam’da kullanabileceği referansın azlığından kaynaklanıyor. Erdoğan’ın asıl referansları olacak Sünni coğrafyası oldukça kurak. Vereceği bütün örnekler defolu. Ecdatta ciddi bir sıkıntı var! Bu sıkıntı Hz. Muhamed’in Gadir Hum’daki Veda Hutbesi’nin yok sayılmasından başlıyor; Muaviye’ye, oradan da Osmanlı’ya ve Sivas’a dek uzanıyor.

  • Yani Erdoğan’ın Hüseyin gibi, Aşık Veysel gibi Alevi referansları,
    yalnızca Alevilerin gönlünü alma çabasıyla sınırlı değil, çaresizliğinden.

Koca İslam tarihinde Kerbela’daki Hüseyin figürü gibi başka benzer bir figür yok.
Tıpkı, Şeyh Bedreddin gibi… Hacı Bektaş, Yunus Emre, Pir Sultan gibi…
Aşık Veysel, Aşık Mahsuni ve Neşet Ertaş gibi…

Alevi coğrafyası edebiyatta, şiirde, felsefede çok zengin.

Yezid’e de, babası Muaviye’ye de sahip çıkmanın hiçbir olanağı kalmadığı için;
son iki yıldır açıktan mezhepçilik yapan hükümet, Başbakan’ından Dışişleri Bakanı’na birdenbire Hüseyinci kesiliyor. İnançsal kimliğinin de açık etkisiyle,
CHP’nin Irak ve Suriye ziyaretleri nedeniyle Kılıçdaroğlu’na demediğini bırakmayan Davutoğlu, Kerbela’da Hazreti Hüseyin’in türbesini ziyarete ediyor ve
yüzü kızarmadan, Hüseyin övgüsü yapıyor ve Şiilere selam duruyor.

Oysa; hakla, haksızlıkla mücadeleyle Hüseyin ismi tesadüfen bütünleşmemiştir… Muaviye ve O’nun oğlu Yezid döneminde kurumsallaşan İslam Devleti,
aynı zamanda biatı da Sünni İslam’da sıkı bir geleneğe dönüştürdü. Hz. Ali’nin öldürülmesinden sonra zorla Halife olan Muaviye, 661’den 680’e dek halifelik yaptı. Ölmeden bir yıl önce de, 679’da oğlu Yezid’i halife ilan etti ve Hüseyin başta olmak üzere herkesin oğluna biat etmesini istedi. Hüseyin’in ağabeyi Hasan, Muaviye’ye
biat etmiş, Hüseyin ise ne baba Muaviye’ye, ne oğul Yezid’e biat etmişti. Hüseyin,
en yakınındaki ağabeyi Hasan’da da gördüğü gibi, biat etmesinin gurursuz ve aşağılanmış bir yaşam olduğunu biliyordu. Üstelik, Hasan’ın biatı Muaviye’yi daha da güçlendirmiş, iktidarını kurumsallaştırmıştır. Hüseyin bu yüzden, ölümü pahasına da olsa, biat yerine haksızlığa karşı mücadele ve direnişi seçmiştir.

8 Ekim 680’de Kerbela’da katledilmesinin asıl nedeni de budur.

Bu yüzden de, Alevi dünyası bile Hasan isminden daha çok Hüseyin’i öne çıkarır.
Yezid ismine bugün ‘en sıkı Müslümanlar’ bile sahip çıkamazken, ismi haksızlığa karşı mücadele etmeyle bütünleşen Hüseyin’in 1400 yıldır unutulmamasının ve herkesin
sahip çıkmaya çalışmasının nedeni de budur. Aleviler belki de bu yüzden
Yezid’lerle aralarına kalın bir duvar örmek için her fırsatta

  • “Ali çoktur ama Şah-ı Merdan bulunmaz” derler.

Bomba ve Cennet

“Cennet Cennet dedikleri
Birkaç köşkle birkaç huri
İsteyene ver sen anı,
Bana seni gerek seni”

Yunus Emre

Değerli arkadaşlar, 

Hep ciddi, bilimsel yazacak değiliz; bugün de biraz farklı bir konuyu ele alalım, dedim.

Ali_Ercan_portresi

 

 

Sevgilerimle. Æ
D. Ali ERCAN
11.11.13

***

Bomba ve Cennet

Geçenlerde vücuduna sarılı 10 kg’lık bombayı patlatamadan yakalanan bir El-Qaida militanının haberi dolandı internet sayfalarında. Şimdiye dek yüzlerce örneğini gördüğümüz canlı bombalardan farklı olarak resimde görülen bu genç adam öte dünya yaşamı için  kritik bir önlem almıştı. Tüm vücudu bomba etkisiyle parçalansa da cinsel organını salimen öbür tarafa götürebilmek için kalın bir teneke sararak korumuştu.

Aşağıda görülen Taliban intiharcısı beline sarılı bombalarını patlatamadan yakalanıp üstü başı arandığında penisinin özel bir muhafaza ile koruma altına almış olduğu tespit edilmiş.  Kendisine sorulduğunda, "Cennete gittiğimde bana verilecek / verecek 72 huri'ye görevlerimi layıkıyla yerine getirebilmek için" demiş!!!..</p><br /><br />
<p>Sizce bu salağa ne ceza vermeli ?

Tedbirli bombacı..
cennet 

Sorgusu sırasında nedenini, “kendisine ödül olarak verilecek 72 Hurinin hakkından gelebilmek için” demiş; traji-komik bir durumu.

Özellikle baskıcı din eğitiminin sonucu ölümü göze alan böyle cesur (!) militanların yetişmelerini doğal karşılamak gerekiyor.

Cennet hayali

İslam dini Cenneti çok nesnel ve maddi olarak betimliyor. Kuran’da Cennet 100’den çok yerde geçiyor; müminlere altında bal ve şaraptan ırmaklar akan, serin ve yemyeşil Cennette ebedi bir yaşam vaat ediliyor.

Hep 30 yaşında sabit tutulacak erkeklerin tüm vücut kılları temizlenmiş, gözleri sürmeli olacak ve bu erkeklere

– her gün (?) bakireliği yenilenmiş, memeleri henüz yeni tomurcuklanmaya başlamış, ceylan gözlü, güzeller güzeli kızlardan 72 tanesi tahsis edilecek.

  • Mümin kadınların durumuna pek değinilmiyor.
  • Bu eksikliği de Cüppeli-Kravatlı Din âlimlerimiz,
    aydınlatıcı derin ilmî açıklamalarıyla gideriyorlar.
  • Homo-seksüellerin akıbeti ise, tümden meçhul.

Cennette mahremiyet nasıl sağlanacak, herkesin sınırsız alanı mı olacak,
öbür cennet sakinleriyle komşuluk, yakınlık, ilişki olacak mı ve her şeyden önce
zaman ölçüsü olacak mı? Gece-gündüz gibi kavramlar var mı? Bunlar pek belli değil. (Dil Arapça olacakmış!!) Aydınlık ve karanlık olacaksa zaman sayımı var demektir.

O zaman heyecansız monoton bir yaşam, müthiş bir can sıkıntısı olurdu.
Ballar, şaraplar akan derelerden, leziz meyvelerden ye-iç-seviş… hepsi bu.
Öte yanda, Cehennemde ise her gün yenilen deri büyük ızdıraplar içinde yakılacak, kaynar su ve irin içecek (A. Saltık : Çok kısa sürede, birkaç saate kalmadan ölürsünüz!), pislik yiyeceksiniz. iffetsiz kadınlar memelerinden çengellerle asılacak… (A. Saltık : Anatomik olarak kadınmemesi askıda bedeni tartmaz, hemen yırtılır, yapısı süt bezleridir..)

“Dünya sınavını geçemeyenler için Cehennem ne büyük bir azap yeridir.” der
Kuran’ın çok yerinde…  Ömer Hayyam‘ın sorusu;

“Madem ki sınavın sonucunu önceden biliyorsun, öyleyse neden sınava sokuyorsun?

Arap ressamların Kuran’daki betimlemeler temelinde  yaptıkları Cennet tablolarında mükellef sofralar, Yakut ve elmaslarla bezeli suların ışıltısı, serin ırmaklar ve atlar var ama nedense hiç Huri resmi yok. Arabistan çöllerinde kavrulan bedevilerin hayalleri
çok güzel aksettirilmiş.

Günler Dünya günlerine eşitlenirse, 72 Huriyi memnun etmek durumunda kalan
Mümin erkeğin emrindeki bir Huriye ayıracağı zaman, Dünya saatiyle 20 dakikayı geçemez. (24×60/72=20)

Cennette sanatsal ve bilimsel faaliyetten hiç bahis yok.

İşte böyle tensel zevklerle dolu bir cennet hayali uğruna gözünü kırpmadan ölüme giden ve beraberinde yüzlerce insanı da ölüme sürükleyen geri zekâlı intihar bombacıları bulmak hiç de zor bir şey değil. Basit bir hesap yapalım;

28 milyon canlı bomba potansiyeli var!

IQ olarak kısaltılan zekâ ölçeğine göre ortalama insan zekâsı 100’dür. Normal dağılıma göre insanların %68’i ortalama zekâda, yani IQ değeri 70-130 arasındadır;
bunun dışında, kabaca %16 kadar 130 üzerinde üstün zekâlı insanlar ve bir o kadar da IQ değeri 70’in altında “geri zekâlılar” vardır. Tüm Dünya nüfusuna orantılayacak olursak, “Dünyadaki 7+ milyar insanın yaklaşık 1,1 milyarı geri zekâlı (idiot-ebleh) takımıdır” diyebiliriz. 1,4 milyarlık Müslüman Dünyasında 15-30 yaşları arasındaki erkekler arasında yukarıda örneğini verdiğimiz cinsten ebleh sayısı bu hesaba göre
en azından 28 milyondur. Bu 28 milyon gençten herhangi birini Cennet vaadiyle kolayca ikna edebilir, beline bombayı bağlar ölüme gönderebilirsiniz. Cennetteki Hurilerin sayısı da ayrı bir merak konusu olmuş; bir arkadaş “Cennetteki Hurilerin sayısı
acaba Dünyadaki kadınların sayısından fazla mıdır? ” diye sormuştu…

Cennette ne kadar Huri vardır ki ?

Bu soruyu yanıtlamak için Cennette hizmet bekleyen erkek müminlerin sayısını kabaca tahmin etmek gerekiyor. MS 600 yılından bu yana Müslümanların sayısını bulmak için Dünya nüfus gelişimine bakmak gerekir.

2 bin yıl önce 100 milyondan daha az olan Dünya nüfusu şimdi 7 milyarı geçmiş durumda. Bu gidişle 2050’lerde 10 milyar sınırı aşılmış olacak.

MS 600’den günümüze dek nüfus integrali yaklaşık 720 milyar insan X yıldır.
Ortalama insan ömrünü 40 yıl alırsak, o zamandan bu yana yaklaşık 18 milyar insan gelmiş geçmiş demektir. Bu 18 milyarın 1/6’sı Muhammed ümmetinden ve
bunların yarısı erkek ve bu erkeklerin de diyelim ki yarısı cennet mekân olsun.

Sonuçta bu Cennetteki mümin erkek sayısı 750 milyon kadardır.
Her birine 72 Huri tahsis edilmişse, Cennette bu gün itibariyle 54 milyar Huri
hizmet halinde demektir.

Bu arada öbür dinlerin Cennetlerinde neler olup bitiyor, o da ayrı bir konu.

Sevgilerimle. Æ (11.11.13)