Etiket arşivi: Mustafa Kemal Atatürk

Yarın 23 Nisan!

Hikmet Altınkaynak

Geçen cumartesi Köy Enstitülerinin kuruluşunun 81. yıldönümü kutlandı. Gazetemizin “Olaylar  ve Görüşler” sayfasında da bu konuyu Mustafa Gazalcı, Erdal Atıcı, Hadi Olcay Taşlı, Hilmi Taşkın, aydınlatıcı yazılarıyla ele aldılar, okumuşsunuzdur. Ellerine, yüreklerine sağlık. (Kutlama bu gün de Cumhuriyet Kitap’ta var.)

Köy Enstitüleri ve Çağdaş Eğitim Vakfı Başkanı, yazar Erdal Atıcı’nın yazısı birinci sayfadan “79 yıllık fotoğrafın hikâyesi” başlığıyla öne çıkıyordu. Çünkü Enstitü tarihinde çok önemli bir belgeydi. Atıcı’nın aktardığı fotoğraf ve anlattığı hikâye de Köy Enstitülerinin önemini canlı tanıklarıyla, görsel olarak da gündeme taşıyordu. Çok sevdim.

Bu fotoğraf, 17 Nisan 1942’de Hasanoğlan Köy Enstitüsü’nde öğrenci Aşir Bölük tarafından çekilmiş. Fotoğrafta kutlama için Enstitüye gelen Cumhurbaşkanı İsmet İnönü, Milli Eğitim Bakanı Hasan Âli Yücel, İlköğretim Genel Müdürü İsmail Hakkı Tonguç ile okul müdürü Hürrem Arman var. Fotoğrafı çekenin kardeşi, 13 yaşındaki Meliha Bölük, konuklar için yazdığı şiiri defterinden okuyor. Her iki kardeş de yıllarca öğretmenlik yapmışlar, ikisi de 90’ı aşan yaşta, yaşıyorlar.

İşte bu fotoğrafın/hikâyenin ortaya koyduğu gerçek eğitime, kız öğrencilere, sanata, edebiyata, kültüre önem veren bir anlayışın öğrenciden cumhurbaşkanına kadar içtenlikli/yücegönüllü tablosuydu, Cumhuriyet yönetiminin başarısıydı ve Mustafa Kemal Atatürk’ün mucizesiydi…

Hasan Âli Yücel

Cumhuriyet yönetiminin efsane Milli Eğitim Bakanı Hasan Âli Yücel şairdi, yazardı, dilciydi, eğitimciydi, felsefe öğretmeniydi. Alev Coşkun’un bir kitabına verdiği adla “Aydınlanmanın Devrimcisi”ydi.

Yücel, Köy Enstitülerini kuran Bakandı. Atatürk’ün yaptığı devrimlerin kökleşmesini, kurumsallaşmasını sağlamak için uğraştı. Eğitimde, üniversitede reformun, “Anadolu  Rönesansı” nın mimarıydı.

  • Dünya klasiklerini Türkçeye kazandırandı.
  • Türkiye O’nun çabalarıyla UNESCO’ya üye oldu.

Yarın kutlayacağımız 23 Nisan Ulusal Egemenlik ve Çocuk Bayramı için “23 Nisan” şiirini yazandı:

Yirmi üç Nisan…
Yurdu koruyan
Yarını kuran
Sen ol çocuğum!..

Eskiyi unut,
Yeni yolu tut.
Türklüğe umut
Sen ol çocuğum!..

Bizi Kurtaran
Öndere inan.
Sözünü tutan
Sen ol çocuğum!..

Küçücüksün bugün,
Yarın büyürsün.
Her işte üstün
Sen ol çocuğum!..

Çalışıp öğren;
Her şeyi bilen,
Yurduna güven
Sen ol çocuğum!”

TBMM’nin açılışı

  • TBMM, 23 Nisan 1920’de, 101 yıl önce Milli Mücadele sırasında açıldı ve babadan oğula geçen 700 yıllık Osmanlı hanedanlığı, tarih sahnesinden silindi.

Ardından 29 Ekim 1923’te “Cumhuriyet” ilan edildi ve TBMM ilk cumhurbaşkanı olarak Mustafa Kemal Atatürk’ü seçti. Böylece,

  • 23 Nisan hem ulusal egemenliğin tek kişiden millete geçmesinin hem de yıllardır savaş yüzünden kimsesiz kalan çocuklarımızın bayramı oldu.

Cumhuriyet, henüz ilan edilmeden Mustafa Kemal, 2 Kasım 1922’de Petit Parisien muhabirine “Yeni Türkiye’nin Eski Türkiye ile hiçbir alakası yoktur. Osmanlı hükümeti tarihe geçmiştir. Şimdi yeni bir Türkiye doğmuştur” demecini verdi. (Atatürk, Söylev ve Demeçler, c.3, s 50-51, TTK Yayınları, 1954)

Bir yıl sonra, 17 Şubat 1923’te de İzmir İktisat Kongresi’ni açarken Osmanlı İmparatorluğu’ndan kopuşu şu sözlerle açıkladı:

  • “…Teşkilat-ı Esasiye Kanunu da Osmanlı İmparatorluğu’nun, Osmanlı devletinin öldüğünü idrak ve ifade eden ve onun yerine yeni Türkiye Devleti’nin kaim olduğunu ilan eyleyen bir kanundur ve bu devletin hayatının bilakaydüşart hâkimiyetin milletin uhdesinde kalmasiyle mümkün olacağını ifade eden bir kanundur.” (Atatürk, Söylev ve Demeçleri C.2, s.106, 1952)

Ama hâlâ Osmanlı Devleti’nin öldüğüne inanmayan, dogmatik uykusunda uyuyanlar var!?

Bir de şimdi Söylev’i (Nutuk) yasaklama cüreti gösterenler çıktı! Tam bir kâbus!

İşte bu bayram, ulusal egemenliğin tek kişinin değil milletin olduğunu belgeleyen bir bayram.

İşte bu bayram, çocukların geleceğimiz demek olduğunu, onlara verilen değeri gösteren bir bayram.

Hangi ülkenin böylesine güzel, bir günde yaşadığı çifte bir bayramı var ki?

Bayramımız hepimize kutlu olsun!

Kutuplaşma

Zafer Arapkirli
Zafer Arapkirli
Cumhuriyet
, 09 Nisan 2021

Elbette meseleyi güncel bağlamına oturtarak bu konudaki ilkemi kim bilir kaçıncı kez hatırlatarak savunmak istiyorum.

Özellikle siyasetçilerin ama genelde kamuoyuna kanaat önderliği yapma durumunda ve iddiasında olanların sık sık başvurdukları bir klişedir:

“Aman kutuplaşmayalım. Bu memleket kutuplaşmadan çok çekti. Birlik beraberlik zamanıdır bugün. Bölünmeyelim. Kucaklaşalım…” vs.

Yanlış, gereksiz, gereksiz olduğu kadar da zararlı ve zehirli bir önermedir bu.
Neden mi?

Geçen pazar sabahından beri “Vay efendim, siz nasıl olur da duyuru yayımlarsınız, nasıl olur da bizimle aynı fikirde olmazsınız.. Vayy! Demek ki bize darbe planladınız. Bizi darbe ile tehdit ediyorsunuz!..” zevzekliği ile kamuoyunu kandırmaya çalışanların, emekli amirallere yönelik suçlamalarının temelinde, aslında tam da bu gereksiz “kutup hadisesi-sorunsalı” var.

İstiyorlar ki kimse aykırı bir görüş ve fikir beyan etmesin. Hatta, kafasından bile gönlünden bile geçirmesin böyle bir şeyi. Sussun, konuşmasın.

Yani “aynı kutupta” olsun.

Mesela Montrö konusunda onlarla aynı fikirde olsun. Tarihi Lozan Zaferi’nin “mütemmim cüzü” sayılan Montrö Boğazlar Sözleşmesi’nden rücu edilmesi yolundaki “sinsi” hazırlık ve niyetlerin açığa çıkmasına kimse katkıda bulunmasın.

Bunu pişirip kotarmaya çalışanlarla bunu Mustafa Kemal ATATÜRK’ün temellerini attığı Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin bekasını gözetenler aynı “kutupta” yer alsın.

Yağma yok!..

Ülkemizin geleceğini düşünenler, ülkenin selametini kendine dert edinenler, sizinle aynı kutupta asla yer almayacak.

Emekli amiraller (ve emekli büyükelçiler) örneğinde olduğu gibi, herhangi bir konuda bu konuyu en iyi bilen, en fazla birikimli ve donanımlı insanların, böyle bir konuda söz söyleme hakkını savunanlarla “Bizden (hatta bir tek kişiden – Reis’ten) başka hiç kimse bu konuda konuşamaz” diyerek çağdışı bir anlayışın arkasına gizlenenler aynı kutupta asla olmayacak.

Kendinden başka herkesin “darbeci ya da terörist” (hatta, her ikisi birden) olduğuna inanan paranoyaklarla, demokratik kural ve teamüller içinde itiraz ve şikâyet hakkını kullanmak isteyen barışçıl, ülkesini ve insanını sevenler aynı kutupta yer almayı ilelebet reddedecekler. Hatta reddetmelidirler.

Bu, demokrasi ile istibdat rejimlerinin asla bir arada bulunamayacağı kadar net bir tabiat kaidesidir.

Pandemi ile mücadelede “Herkes sıkıntı çeksin. Herkes kurallara uysun. Ama biz istediğimizi yapalım. Kimseyi dinlemeyelim, lebaleb kongreler yapalım. Binlerce insanın birbirine (dolayısıyla on binlerce yüz binlerce insana) virüsü yaymalarını sağlayalım, eleştirenlerle de ‘Yatay çekimde öyle görünüyor’, ‘Kar virüsü öldürür’ gibi saçma sapan kibirli ve alaycı demeçlere başvuralım” diyenlerle neden aynı kutupta olacakmışız ki?

Bugüne kadar emek sömürüsü ve muktedirler tarafından kollanmak marifeti ile elde ettikleri kârlarla 100 yıl geçinebilecek kompradorlarla, onların (pandemiyi fırsat bilerek) vicdansızca işten attıkları emekçiler ve aileleri nasıl olur da aynı kutupta yer alabilir?

İstanbul Sözleşmesi’ni hoyratça ve küstahça ayaklar altına alıp yırtanla can derdindeki bir kadının aynı kutupta yer alması için bana bir tek neden gösterebilir misiniz?

ATATÜRK devrimleri ile medeniyet, laiklik, üretilen değerlerin insanca hakça paylaşıldığı bir toplumda yaşamak isteyenlerle, bu ülkeyi şeriat düzenine, rant ve soygun düzenine, erkek egemen mafyatik bir topluma dönüştürmek isteyenleri hangi cüretle aynı kutupta tutmaya çalışıyorsunuz?

Sümüklü Pennsylvania’lı Darbeci Vaiz FETO alçağının uşakları ile bu ülke sınırlarının, dağının taşının, denizlerinin savunmasını neredeyse lise talebesi iken üzerlerine giydikleri üniforma ile yaklaşık 50-55 yıl canla başla üstlenen vatansever askerleri bir tutup aynı kutupta görmek isteyenlere elbette ki tepki duyacağız.

Bizler rahat yataklarımızda uyurken, ömür boyu bu vatanı bekleyen savunan kahramanlara, yine bizler uyurken onlara kuru nezarethane yatağını reva görenle aynı kutupta yer almamı nasıl istersin benden?

Aklını mı yitirdin kardeşim?

İnadına kutuplaşma.
İnadına demokrasi.
İnadına laiklik.
İnadına hürriyet.
Senin kutbun başka.
Benimki başka.
Kusura bakma! 

MONTRÖ BOĞAZLAR SÖZLEŞMESİ ve BAZI GÜNCEL SORUNLAR

Dostlar,

Yetkin kamu hukuku öğretim üyesi Sn. Prof. Dr. Rona AYBAY, bizimle çok değerli bir çalışmasını paylaştı. 9 Eylül Üniversitesi Hukuk Fakültesi Dergisinde yayınlanan (cilt 21, syf. 2729-2742, özel sayı, 2019)

MONTRÖ BOĞAZLAR SÖZLEŞMESİ ve BAZI GÜNCEL SORUNLAR” başlıklı makale çok yol gösterici olsun ülkemize. Özellikle iktidara ve Erdoğan’a..

Makaleyi okumak için aşağıdaki erişkeye (linke) tıklamak ve pdf dosyasını (14 sayfa) indirmek gerekiyor..

RONA-AYBAY-1

Prof. Aybay, kapsamlı makalesini şöyle bağlamakta :

SONUÇ

Montrö Sözleşmesi ile kurulan düzen, Türkiye tarafından 80 yılı aşan bir süredir sorumlulukla yürütülmektedir. Dışişleri Bakanlığımızın diplomatları bu süre içinde; askeri yetkililerle, hukukçularla ve denizcilik alanındaki teknik uzmanlarla işbirliği içinde, konunun gerektirdiği ciddiyetle çalışmışlardır. Böylece hem Türkiye’nin ulusal çıkarları korunmuş hem de uluslararası yükümlülüklerin gereği yerine getirilmiştir. Süresi, 1956’da (yani yarım yüzyılı aşkın bir süre önce) sona ermesine karşın Montrö Sözleşmesinin hala yürürlükte kalmasında, hiç kuşkusuz, bunun da önemli etkisi vardır. Özetle şu 2 saptamayı yapabiliriz:

(i) İkinci Dünya Savaşı gibi bir felaket dönemini de kapsayan 80 yılı aşkın süre içinde; Sovyetler Birliği’nin, savaş sırasında Alman gemilerinin Sözleşmeye aykırı geçişlerine göz yumulduğu savlarına dayanan ve sonuç vermeyen; sonradan zımni olarak geri aldıkları tehditleri dışında ciddi bir diplomatik çekişmeye yol açılmamış olması Türkiye açısından övünç verici bir durum olmuştur.
(ii) 1936’dan sonra, Boğazlardan geçen gemilerin sayısındaki ve hacimlerindeki büyük artış; özellikle akaryakıt tankerlerinin karıştığı deniz kazalarının yol açtığı can kayıpları, maddi zararlar ve çevre felaketleri karşısında; Türkiye Boğazlardan geçişte güvenlik sağlamaya yönelik önlemler alma gereksinimi duymuştur. Bu alanda gösterilen çabalar başarıya ulaşmış; Türk yetkililerince hazırlanmış Boğazlar Tüzüğü, sonuç olarak uluslararası Denizcilik topluluğu ve IMO tarafından kabul edilmiştir. Bunun sonucu olarak, Boğazlardaki deniz kazalarının sayısında apaçık belirgin bir azalma sağlanmıştır. Montrö Sözleşmesindeki “geçiş serbestliği” ilkesinin gerek Türkiye’de yaşayan insanların, gerek Boğazları kullanan yabancı bayraklı gemilerdeki insanların güvenlikleri ve genel olarak çevre kirliğinin önlenmesi gibi amaçlar bakımından en uygun biçimde yorumlanması; sonuç olarak insanlığın yararınadır.”
***

Bilindiği gibi söz konusu sözleşme, İstanbul ve Çanakkale Boğazları üzerinde Lozan Andlaşmasında sağlanamayan egemenliğin kurulmasına elveren stratejik önemde bir uluslararası sözleşmedir. Mustafa Kemal ATATÜRK, son derece yetkin diplomatik çabalar ve sabırla egemenliğimizi sınırlayan bu ciddi sorunu çözmüştür. Sözleşme’den en çok rahatsız olan ülke ABD ve NATO’sudur. Rusya öbür kritik muhataptır. Karadeniz’de savaş gemisi bulundurma hak ve yetkisi, büyük ölçüde kıyıdaş (sahildar) ülkelerle sınırlandırılmaktadır. ABD – NATO ise, Rusya’nın burnunun dibine dek askeri tehdidi uzatmak isteklisidir. ABD yanlısı (haydi güdümünde demeyelim..) AKP iktidarı, 2 arada bir derede kalmış sayılabilir.

Bu gibi diplomatik açmazlarla başetmek üzere Mustafa Kemal Paşa bizlere, hala geçerli altın dış politika ilkeleri bırakmıştır. Bunların başında uyduluk değil TAM BAĞIMSIZLIK gelmektedir. İçişlerine karışmama – karıştırmama, dışişlerinde karşılıklılık ve özellikle büyük devletlerle ilişkilerde denge politikaları..

ABD’ye olağanüstü bağlı (uydu!) ve NATO üyesi Türkiye, Atlantik ötesinden gelen bu bağlamdaki sınırların kaldırılması istemleri karşısında dengelemede bocalamaktadır.

KANAL İSTANBUL da bu ikilem bağlamında değerlendirilebilir. Montrö Boğazlar Sözleşmesi uluslararası hukuk açısından tarafları bağlayıcıdır. O yüzden, deyim yerinde ise, bu Sözleşme “by pass” edilmek istenmektedir Kanal girişimiyle. Oysa Montrö Boğazlar Sözleşmesi, savaşta ve barışta, Türkiye’nin savaşa girmesi / girmemesi durumlarında salt İstanbul ve Çanakkale Boğazlarından geçebilecek savaş gemilerinin sayısı – silah donanımı.. ile ilgili değildir. Ek olarak bu gemilerin Karadeniz’de kalma süreleri de sınırlandırılmıştır. Bu bakımlardan Kanal İstanbul, ABD – NATO’nun tüm “dertlerine” (!) yeterince deva olamayabileceği gibi, değiştirilemez kadim kuzey komşu Rusya’yı karşımıza almak sonucunu da doğurabilecektir.

  • Dimyat’a pirince giderken eldeki bulgurdan olmayalım..

Ne var ki, AKP iktidarı “fena halde” ABD – NATO bağımlısı – bağlısı olup, Atlantik ötesinden verilen “büyük direktif“e karşı koyma istenci (iradesi) gösterememektedir. Tüm toplumsal karşı çıkmalara, olağanüstü ekonomik sıkıntılara, salgın için bile yeterli para bulunamamasına karşın birkaç on milyar Doları birçok açıdan çok tehlikeli bu projeye ayırmayı göze almasına ne denebilir? Kimbilir, Atlantik ötesi, kritik önemi nedeniyle koşullu finansal destek vaadetmiştir!?

Erdoğan’ı, canhıraş bir biçimde Kanal İstanbul’u savunmaya mahkum eden tablo çok açık!

Umar, diler ve uyarırız ki; AKP = RTE, bir Cumhurbaşkanlığı Kararı / Cumhurbaşkanlığı Kararnamesi ile ya da TBMM üzerinden bile olsa böylesine bağışlanmaz, fahiş bir tarihsel çılgınlığa / ihanete girişmez..

Türkiye AKP = RTE‘nin çiftliği değildir ve olmayacaktır!

Montrö’yü tartışmaya açmak bile Türkiye için bir sağkalım (beka) sorunudur!

Sevgi ve saygı ile. 28 Mart 2021, Ankara

Dr. Ahmet SALTIK MD, MSc, BSc
Hekim, Kamu Yönetimi – Siyaset Bilimci (Mülkiye)
Sağlık Hukuku Bilim Uzmanı, Anayasa Hukuku PhD Öğrencisi
www.ahmetsaltik.net     profsaltik@gmail.com

Ulus Devlet ve Ulusal Güvenliğimiz

Ulus Devlet ve Ulusal Güvenliğimiz

Tuncer Kılınç serbest bırakıldıTuncer KILINÇ
EMEKLİ ORGENERAL
ESKİ MGK GENEL SEKRETERİ

Cumhuriyet
, 05 Nisan 2021

Ulus devlet yapısında farklı etnisite ve inançlara sahip topluluklar vardır. Bu yapıyı, yurttaşların eşitliği ilkesi ayakta tutar. Ulus devletin laik yapıda olması, birlikte yaşayan etnik gruplardan hiçbirinin kendi etnisitesi adına milliyetçi bir tutumda olmaması gerekir. Bunlar ulus devletin hassasiyetleridir. Türkiye Cumhuriyeti de ulus devlettir. Yaşadığımız vatan topraklarının adı Türkiye’dir.

Bu isimlendirme uluslararası bir uygulamadır. İtalya coğrafyasında İtalyanlar, Fransa topraklarında Fransızlar, Almanya topraklarında Almanlar, İngiltere topraklarında İngilizler devlet kurmuşlardır. O ülkeler de bizim gibi ulus devletlerdir. İsimleri, tek bir etnisiteye yönelik değildir. İsimler, üzerinde yaşanan vatan topraklarından gelmektedir. Türkiye Cumhuriyeti de adını bu uygulamadan almıştır.

BAĞIMSIZLIK VE EGEMENLİK

Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşunda esas alınan umdelerin başında bağımsızlık ve egemenlik gelir. Ayrıca laiklik, cumhuriyetçilik, devrimcilik, halkçılık ve milliyetçilik de vardır. Bu milliyetçilik tamamen ulusal çıkarın ve kültürün korunmasına yöneliktir. Ulus devlet yapımızın korunması; zedelenmemesi, bölücü etnik milliyetçiliğe fırsat verilmemesi son derece önemli ve zorunludur.

Türkiye Cumhuriyeti’nin bir diğer önemli hassasiyeti de jeostratejik değeri yüksek coğrafyasıdır.

Doğu Roma, Bizans ve Osmanlı imparatorluklarına başkent olmuş İstanbul gibi bir şehre, Avrupa, Asya ve Afrika kıtalarını birbirine bağlayan Boğazlar ve geçit yollarına sahip vatanımız tarih boyunca kilit rol oynamıştır. Emperyalistlerin hedefi olmuştur.

Bu nedenle Birinci Dünya Savaşında, emperyal devletlerce ele geçirilmek, paylaşılmak istenmiştir. Mustafa Kemal Atatürk, istilacılara fırsat vermemiş, vatan topraklarından atmıştır. Egemenliğin kayıtsız şartsız ulusta olduğu laik Cumhuriyet rejimini esas almıştır. Tüm etnisiteleri, farklı inanç gruplarını, ulus devlet çatısı altında toplamıştır.

Türkiye Cumhuriyeti ifadesindeki Türk sözcüğü, birlik ve beraberliğimizin, dolayısıyla ulusal güvenliğimizin simgesi ve güvencesi, laiklik ilkesi ise “birliğimiz”in çimentosudur. Kurtuluş Savaşı’nın zaferle sonuçlanmasından bu yana “Kemalizm” emperyalistlerin hedefi olmuştur.

Bugün de ülkemizi başka araçlarla bölmeye çalışmaktadırlar. Bu nedenle, özellikle ulus devletimizin hassasiyetleri üzerinde yoğunlaşmışlardır. Başta laiklik olmak üzere Atatürk devrimlerini içlerine sindiremeyen çağdaşlık düşmanları da onların girişimlerine yardımcı olmaktadır.

KAYGI VERİCİ EYLEMLER

ABD’li stratejistlerin önerdikleri “Ilımlı İslam” uygulamalarıyla laik yapımız, dolayısıyla ulus devlet yapımız hedef alınmaktadır. İçimizdeki din tacirleri de sırf elde ettikleri koltukları korumak adına, onlara yardım etmektedir. Ayrılıkçı silahlı terör örgütü PKK, başta ABD olmak üzere diğer emperyal güçlerce desteklenmektedir.

Durum böyleyken bu hassasiyetlerimizi göz ardı eden bazı gelişmelere şahit oluyoruz son zamanlarda. Üzülüyoruz. Özellikle laiklik karşıtı eylem ve söylemler kaygı veriyor. Bu konularda bazı örnekleri sıralamakta yarar görüyorum:

Anayasamızın 136. maddesi, Diyanet İşleri Başkanlığı’nın görevini “Laiklik ilkesi doğrultusunda, bütün siyasi görüş ve düşünüşlerin dışında kalarak, milletçe dayanışma ve bütünleşmeyi amaç edinerek, özel kanunda gösterilen görevleri yerine getirir” şeklinde tanımlar. Kendisine verilen görev bu iken, Diyanet İşleri Başkanı’nın kılıç kuşanarak Ayasofya minberine çıkışı, affedilemez bir ayrımcılık hareketidir. Son günlerde yine Ayasofya’nın başimamlığını yapan bilinçsiz bir din adamı, hilafetin getirilmesi yönünde çağrılarda bulunmaktadır.

  • Diyanet mensupları laikliğin kaldırılması için adeta manivela olarak kullanılmaktadır.

ULUSAL BİRLİĞİMİZE DARBE

Tarikatların ülkemize verdikleri zararın en kötüsünü 15 Temmuz 2016’da yaşamış olmamıza rağmen sırf tarikatlar istediği için uluslararası bir sözleşme olan “İstanbul Sözleşmesi” Cumhurbaşkanlığı Kararnamesiyle (AS: Cumhurbaşkanlığı Kararı ile) yürürlükten kaldırıldı. İnsan haklarını savunan, özellikle kadına karşı şiddetin önlenmesini amaçlayan bu Sözleşme, ülkemizde neredeyse her gün kadınlarımızın katledilmesi nedeniyle çok önemliydi. Yürürlükten kaldırılması ulusal birliğimize darbedir.

Ayrılıkçı teröre karşı komşu ülkelerle iyi ilişkiler kurmamız gerekirken, farklı mezhepsel kimliği nedeniyle, Suriye’yle işbirliği yerine, PKK terör örgütünün açık destekçisi ABD gibi istilacı bir devletle birlikte hareket edilmektedir. PKK ve onu destekleyenler düşmanımızdır. Düşmanla mücadele, güvenlik kuvvetlerinin, devlet yöneticilerinin görevidir. Vatanseverlik ne mafya babalarının sırtını sıvazlamak ne de Türk Silahlı Kuvvetleri’nden ihraç edilmiş kişilere prim vermektir.

AKLIMIZI BAŞIMIZA TOPLAMALIYIZ

Gençlerimizin yurdumuza bağlılığını, kültürümüze saygısını pekiştirmek, özgüvenini, yurtseverlik duygularını güçlendirmek amacıyla yazılan “Andımız”ın okullarda okutulmasını yasaklamak, akıl almaz bir girişimdir. Özellikle “yerli ve milli” deyimini ağızlarından eksik etmeyen siyasilere güvenilmeyeceğinin kanıtıdır.

Kurtuluş Savaşı’nın kazanılmasında, Türkiye Cumhuriyeti’nin kurulmasında, ülkemizdeki herkesin, etnik ve mezhepsel kimliği ne olursa olsun, emeği vardır. Andımız, Türkiye Cumhuriyeti kimliğini taşıyan her gencin, her öğrencinin gururla tekrarlayacağı, birliğimizi, beraberliğimizi pekiştiren bir metindir. Türk kimliği ülkemizin yurttaşları için bir hak, onu yüceltmek bir ödevdir.

Devlet nişanları üzerindeki kabartma Atatürk portresi, bazı Arap devletleri rahatsız olduğu için kaldırılmıştır. Bayrağımızın rengini de beğenmezlerse değiştirecek miyiz? İlle de verilecekse bu ülkelere nişan yerine, başka armağanlar verilmelidir.

TBMM gibi kutsal bir kurumun başındaki kişi, değil İstanbul Sözleşmesi, Montrö Boğazlar Sözleşmesi gibi bağımsızlığımızın simgesi olan bir antlaşmadan cumhurbaşkanlığı kararnamesiyle (AS: Kararıyla) çekilebileceğimiz yönünde ifadeler kullanabiliyor.

“Davasını” bağımsız ve laik Türkiye Cumhuriyeti parantezini kapatmak olarak tanımlayanların, hedefe kısa yoldan ulaşmasından endişe duymaktayım. Bütün bunlar, seçimlerde oy devşirmek uğruna, halkımızı kutsal inançlarıyla aldatmak, ayrılıkçı terör eylemlerine hoşgörüyle bakabilenleri umutlandırmak adına yapılıyor. Ancak ulusal güvenliğimizi tehlikeye düşürüyor. Bu düşünceler çerçevesinde,

  • Herkesin aklını başına toplamasına ihtiyacımız var.

Kanal İstanbul, Mavi Vatan’ın Karşıtıdır

Kanal İstanbul, Mavi Vatan’ın Karşıtıdır

Cem Gürdeniz kimdir? (Cem Gürdeniz kaç yaşında ve nerelidir?) - Magazin  Haberleri | NTVCem GÜRDENİZ
EMEKLİ TÜMAMİRAL
Cumhuriyet, 04 Nisan 2021

Türkiye Cumhuriyeti’nin ilk Mavi Vatan savaşı, Türk Boğazları’nın tam egemenliğini geri almak içindi. Mustafa Kemal Atatürk’ün eşsiz liderliği, öngörüsü ve dönemin seçkin devlet kadroları tarafından şekillendirilen süreç sonunda, Montrö Boğazlar Sözleşmesi’yle 20 Temmuz 1936’da İstanbul ve Çanakkale Boğazları’nın tam egemenliği geri alındı. Türk Boğazları’nın askersizleştirilmiş statüsü ile Uluslararası Boğazlar Komisyonu’na son verildi.

20 Temmuz 1936 tarihli Akşam gazetesinin manşeti şöyleydi: Dün geceden itibaren Akdeniz kapımızı emniyete aldık.”

Aslında emniyete alınan sadece Akdeniz kapısı değildi. Sadece Boğazlar bölgesinin tam egemenliği geri alınmamıştı. Karadeniz kapısı da emniyete alınmıştı. Zira yeni sözleşme, gemi tiplerine, tonajlarına, kalma sürelerine getirdiği pek çok kısıtlamayla Lozan Antlaşması’na ek Boğazlar Sözleşmesi’ne nazaran, Karadeniz’de dünyada eşi benzeri olmayan bir deniz güvenlik rejimi yaratıyordu.

Bu yönüyle dünya tarihinde ilkti. Dünya okyanuslarının % yarımından bile küçük Karadeniz’de, deniz ortamında aşırı silahlanma ve dışarıdan müdahaleleri önleyecek bir rejim kuruluyordu. 29 Ekim 1914’te Alman emrivakisiyle Türklerin Birinci Dünya Savaşı’na girmesine neden olan kışkırtma örneklerine set çekiliyordu.

Bugün Karadeniz’de istikrar ve dengeye her zamankinden daha çok ihtiyacımız var. Zira Karadeniz, Avrasya güçleri ile Atlantik güçleri arasında fay hattına dönüşmüştür. Bu fay hattının kırılmasının yaratacağı deprem, en ağır Türkiye’de hissedilecektir.

Bu nedenle Kırım, Donbas, Osetya, Abhazya, Transdinyester gibi sorun alanları varken, çok yönlü kışkırtmalara açık olan bu ortamda Türkiye’nin Montrö Boğazlar Sözleşmesi’ni tartışmaya açması, çok tehlikeli ve düşündürücüdür. Montrö Boğazlar Sözleşmesi, kuzey jeopolitik eksende Cumhuriyet ve Mavi Vatan için büyük güvencedir, beka aracıdır.

KARADENİZ’DE İSTİKRARIN ÖNEMİ

Mavi Vatan’ın üç sacayağı eşit önemdedir. Üçü birbirini tamamlar. İlki, Montrö Boğazlar Sözleşmesi’yle bütünlük arz eden Boğazlar bölgesidir. İkincisi, her üç deniz alanındaki deniz yetki alanlarımızdır. Üçüncüsü de KKTC’dir.

Boğazlar, yüzyıllardır Anadolu coğrafyasına küresel jeopolitikte en büyük değeri veren unsurdur. Bu değeri savunmak için Osmanlı İmparatorluğu, Romanov Rusyası’yla 10’dan çok savaş yapmıştır.

Birinci Dünya Savaşı’na girişimizi tetikleyen olaylar zinciri, Boğazlar’da ve Karadeniz’de sahneye konulmuştur. İkinci Dünya Savaşı’nda gerek Mihver gerek Müttefik Devletlerin Türkiye’yi kendi yanlarında savaşa sokmak istemelerinin, bu konuda büyük baskı yapmalarının asıl nedeni Boğazlar’dır.

İkinci Dünya Savaşı sonrası, Türkiye’nin Atlantik kampında, yani kenar kuşakta kalmasına neden olan notalar süreci, yine Boğazlar meselesiyle başlamıştır. Ancak Cumhuriyet, bir daha bu tuzaklara, Kanal İstanbul konusu gündeme gelinceye dek düşmemiştir.

  • Türkiye, Soğuk Savaş dönemindeki hassasiyetle Montrö rejimini sürdürmek zorundadır.
  • Bu bir seçenek değildir, beka sorunudur.
  • Montrö Boğazlar Sözleşmesi’nin ortadan kalkması, Karadeniz’de büyük karmaşa yaratır.

Bugünün küresel konjonktüründe, silahlı çatışma seviyesine çıkabilecek tırmanma koşulları doğurur. Değil kendi içimizde Montrö Boğazlar Sözleşmesi karşıtı söylemler, uluslararası ilişkilerimizde sözleşmeyi zora sokabilecek gelişmelere, emrivakilere karşı da dengeli politikalar sürdürülmelidir.

  • Montrö’yü tartışmak, ortadan kaldırmak emperyalizme hizmet etmektir.
  • Montrö’nün ortadan kalkmasının yaratacağı sonuçlar, KKTC’den, Mavi Vatan’dan vazgeçmekle veya güneyimizde kukla Kürt devletinin kurulmasına izin vermekle eşdeğerdir.

JEOPOLİTİK İNTİHAR

Kanal İstanbul, Montrö Boğazlar Sözleşmesi’ni en azından tartışmaya açacak fırsatlar sunmuştur. Tarihimizin en büyük yerli ve uluslararası rant projesi olan Kanal İstanbul’a, içinde bulunduğumuz jeopolitik, ekonomik, finansal, toplumsal konjonktüre rağmen ısrarla, inatla devam edilmesi her yönüyle risklidir, tehlikelidir. Ulusal çıkarlarımıza aykırıdır.

Yüksek bürokrasinin iddia ettiği gibi İstanbul Boğazı’nda artan tanker ve tehlikeli yük trafiğine güvenli seçenek sunmaz. Tersine, Süveyş Kanalı’nda yaşandığı gibi çok daha büyük tehlikeler yaratır. Unutulmamalıdır ki Süveyş’te petrol tanker trafiği SUMED boru hattı nedeniyle son derece azdır. Kanal İstanbul’un yapılma gerekçesi ise petrol taşımacılığıdır. Nedense iktidarın aklına SUMED benzeri Samsun-Ceyhan boru hattı projesi gelmemiştir. Çünkü bu projenin rantı yoktur.

Kanal İstanbul’un gerekçe örneklerinden olan 1979’daki Romen Independenta kazası da gerçekçi değildir. Zira bu gemi, çektiği su ve yaratacağı squat (çökme) etkisiyle, kanal hazır olsa da kanalı kullanamazdı. Ayrıca Ever Given konteynır gemisinde yaşandığı üzere, dar bir kanalın ne şekilde olursa olsun, ister kaza ister kasten meydana gelen olaylar sonucunda kapanması, büyük ekolojik ve ekonomik zararlara neden olabilecek süreci tetikler. Süveyş’te dip kumdu.

O nedenle gemi, yumuşak bir şekilde karaya oturdu. Kanal İstanbul’da beton. Burada geminin parçalanması olasılıklara dahildir. Diğer yandan Kanal İstanbul gibi dar, beton bir kanalda oluşacak makine ve dümen arızaları ile seyir tehlikelerine müdahale etmek, İstanbul Boğazı’na nazaran çok daha zor ve seçenekleri az bir süreçtir.

2020’de İstanbul Boğazı’nda onlarca makine ve dümen arızası yaşanmış, ancak manevra alanı genişliği ve Boğazlar Tüzüğü ile uygulanan etkin önlemler sayesinde kazaya dönüşmemişlerdir.

Kanal İstanbul’da yaşanacak her makine ve dümen arızası, ciddi kaza ile sonuçlanacak şartları oluşturacaktır. Zira alan dar ve akıntılıdır, manevra için seçeneksizdir.

MONTRÖ’YÜ TARTIŞMAK TÜRKİYE’YE KAYBETTİRİR

İşin lojistik ve ekonomik yönü de muğlaktır. Yüksek bürokrasinin Bakan düzeyinde iddia ettiği gibi kanal Orta Koridor’a büyük katkı sağlamayacaktır. Zira Orta Koridor, tren yoludur. Gemi ulaştırması tren yoluyla kıyaslanamaz. Ever Given üzerinde 18 bin 500 konteynır vardı. Orta Koridor’u kullanacak tren katarında azami 100 kadar konteynır olacaktır.

  • Kanal İstanbul’un tarihimizde örneği görülmemiş boyutlarda belirli devletlere, yerel zümrelere rant geliri getirisi dışında, hiçbir gerçekçi, akla yakın gerekçesi yoktur.

Böylesine akıl ve bilim dışı bir projeyle, iç politika kaygılarıyla Türkiye’nin jeopolitik geleceğini, bekasını ilgilendiren vazgeçilemez çıkarlarımızın olduğu Karadeniz, Türk Boğazları ve Montrö Boğazlar Sözleşmesi tehlikeye atılıyor. Girit, Dedeağaç, Güney Kıbrıs, Akdeniz, Romanya ve Bulgaristan’da her geçen gün emperyalist çevreleme artarken kendi elimizle yeni bir cephe açıyoruz.

  1. yüzyılda Türk jeopolitiğinin ağırlık merkezi Mavi Vatan’dır. Mavi Vatan, tek kutuplu dünya düzeninden çok kutuplu düzene, Atlantik çağından Asya çağına geçiş döneminin yaşandığı bugünkü küresel süreçte; Doğu Akdeniz, Ege, Karadeniz ve Boğazlar üzerinde Türkiye’nin jeopolitik kontrolünü güçlendiren doktrinin adıdır. Deniz yetki alanlarımızda jeopolitik hâkimiyeti savunur. Kanal İstanbul gibi, Montrö Boğazlar Sözleşmesi’ne zarar verecek girişimlere karşıdır.

    Kanal İstanbul, Mavi Vatan’ın karşısındadır.

    Kanal İstanbul ve Mavi Vatan aynı cephede değildir.

İslamın ruhban sınıfı

Örsan K. Öymen
Örsan K. Öymen
Cumhuriyet

05 Nisan 2021

İslamın ruhban sınıfı

İncil Hıristiyanlık dininin, Kuran da İslam dininin temelini ve özünü oluşturduğuna göre, Hıristiyanlıkta da İslamda da bir ruhban sınıfı yoktur. Ancak fiili uygulamada her iki din de kendi ruhban sınıfını yaratmıştır. Hıristiyanların çoğunlukta olduğu coğrafyada papa, patrik, kardinal, başpiskopos, piskopos, papaz, Müslümanların çoğunlukta olduğu coğrafyada da halife, şeyhülislam, ulema, imam, cemaat ve tarikat lideri, dinden türetilen ruhban sınıfını oluşturmaktadır.

Öte yanda, İncil’de ve Kuran’da mezhep ayrımı da yoktur. Hıristiyanlıkta Ortodoksluk, Katoliklik, Protestanlık gibi mezhepler İncil’den sonra, İslamda da Sünnilik, Şiilik, Alevilik gibi mezhepler Kuran’dan sonra ortaya çıkmıştır. İncil’de ve Kuran’da bu tür dinsel ayrımlar ve bölünmeler yoktur.

***

Mezhepsel ayrımlar da ruhban sınıflarının oluşması da bu dinlerin özüne ve temeline aykırı olduğu gibi, dünyada din adına ortaya çıkan çatışmaların, anlaşmazlıkların ve savaşların en büyük nedenlerinden birisidir. Dini kendi yorumuyla tekeli altına alan ruhban sınıfı, tarih boyunca, kendi din anlayışını ve mezhebini başkalarına dayatmaya çalışmıştır.

Bu sorun batı Avrupa’da 18. yüzyıldan itibaren laiklik ilkesinin yaygınlaşmasıyla birlikte çözüldü. Laiklik ilkesi ruhban sınıfının yetkilerini kısıtladı, insanların dindar olup olmamasını, dindar olacaklarsa, dini nasıl yorumlayıp uygulayacaklarını, bireylerin kendisine bıraktı. Laiklik ilkesiyle birlikte, dinin devlet, siyaset, hukuk ve eğitim alanlarına müdahale etmesi engellendi. Bu nedenle laiklikten en fazla rahatsızlık duyan kesim her zaman ruhban sınıfı olmuştur. Çünkü laiklik, ruhban sınıfının apoletlerini sökmüştür ve onun yetkilerini sınırlandırmıştır. Bilim, felsefe, sanat, demokrasi ve uygarlık yolunda ilerlemek ancak böyle olanaklı hale gelmiştir.
***
Türkiye’de laiklik ilkesi, Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucusu Mustafa Kemal Atatürk sayesinde yürürlüğe girmiştir ve bir anayasa maddesi haline gelmiştir. O zamandan beri, ruhban sınıfı ve onlarla birlikte hareket eden köktendinci siyasetçiler, laiklik ilkesini ortadan kaldırmak için büyük bir çaba sarf etmektedir. Çünkü laiklik ilkesiyle birlikte ruhban sınıfı, bir yandan yetkilerini, bir yandan da halkı din üzerinden kandırmak ve aldatmak olanağını kaybetmiştir.

Türkiye Cumhuriyeti’nde, bir aile devleti olan Devlet-i Aliyye-i Osmaniyye’de var olan halifelik ve şeyhülislamlık makamları yoktur. Ancak kendisini halife ve şeyhülislam sanan siyasetçiler ve bürokratlar vardır. Ayrıca dini tarikatlar ve cemaatler de halen, ülkeyi bir kanser tümörü gibi yok edip tüketmektedirFethullah Gülen cemaati bunun sadece bir örneğidir. Atatürk’e, cumhuriyete, demokrasiye, laikliğe ve anayasaya düşman olan bu vatan hainleri, AKP iktidarında, ülkenin her tarafını kuşatmıştır.
***
Türkiye Cumhuriyeti’nin varlığının en büyük güvencelerinden birisi olan Türk Silahlı Kuvvetleri bile bu vatan hainleri tarafından kısmen işgal edilmiştir. Laiklik ruhban sınıfının apoletlerini sökerken bazı askerler ve komutanlar, apoletlerini ruhban sınıfına teslim etmiştir!

  • Türk Silahlı Kuvvetleri, gaflet, dalalet ve hıyanet içinde olan bu odaklara gerekli tepkiyi vermediği, önlem almadığı ve kendisini korumadığı sürece, Türk milletinin değil, ruhban sınıfının silahlı kuvvetleri olacaktır.

Kurtuluş Savaşı’nın lideri, Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucusu ve Aydınlanma devrimlerinin öncüsü olan Atatürk’e düşman olan herkes, Türkiye’nin de düşmanıdır!

“Deniz Aslanları” ndan  BİR BİLDİRİ DAHA

“Deniz Aslanları” ndan
BİR BİLDİRİ DAHA

(AS: Bizim katkımız yazının altındadır..)

1976-1984 yılları arasında Deniz Lisesi ve Deniz Harp Okulu’nda eğitim almış “Deniz Aslanları” da bir bildiriyle tartışmaya katıldı.

Bildiri de, “Cumhuriyet ve Liyakat Nişanları’ndaki Türkiye Cumhuriyeti (T.C.) ifadesi ve Atatürk kabartmasının çıkartılması ve çeşitli tarikat ve cemaat faaliyetlerine alenen ve resmi üniforma ile katılma cüreti gösteren Silahlı Kuvvetler personelinin görüntüleri de kaygı verici gelişmelerdir” denildi.

Yapılan açıklama şöyle                    :

Atatürk’ten miras aldığımız ilke ve devrimlerin, Atatürkçü Düşünce Sisteminin özümsenmesi ve yaşam tarzı haline getirilmesine engel olabilecek, Türkiye Cumhuriyeti’nin temel niteliklerini askerin yüreğinden atmaya, TSK’ya irticai ve bölücü görüşleri benimsemiş kişilerin alınmasına yol açabilecek son askeri yönetmelik/yönerge düzenlemelerinin; TSK’nın birlik ve beraberliğine ve Türkiye Cumhuriyeti’nin değiştirilemez temel niteliklerine (demokratik, laik ve sosyal hukuk devleti niteliği) bağlılığına zarar verebilecek özellikte olduğunu görmekten büyük kaygı duymaktayız.

Ayrıca Devlet, Cumhuriyet ve Liyakat Nişanları’ndaki Türkiye Cumhuriyeti (T.C.) ifadesi ve Atatürk kabartmasının çıkartılması ve çeşitli tarikat ve cemaat faaliyetlerine alenen ve resmi üniforma ile katılma cüreti gösteren Silahlı Kuvvetler personelinin görüntüleri de kaygı verici gelişmelerdir.

Harp Okulları ve Astsubay Meslek Yüksek Okullarına giriş koşullarıyla ilgili yönetmelikte “irticai ve bölücü görüşleri benimsememiş veya bu faaliyetlere karışmamış olmak” şartının kaldırılmasının, Atatürk ilke ve devrimlerinin, Atatürkçü Düşünce Sisteminin, Cumhuriyetin temel niteliklerine bağlılığın ve savunuculuğunun yapılmasının Harp Okullarına alınacak üniversite mezunlarıyla ve astsubaylarla ilgili eğitim yönergelerinden çıkarılmasının, T.C. ve Atatürk’ün nişanlardan çıkartılmasının Türk Ulusunun bağrındaki Atatürk ve Türk Ordusu sevgisini, Cumhuriyet ve devrimleri yıpratacak nitelikte olduğunu düşünüyoruz.

  • Ey Millet, iyi biliniz ki Türkiye Cumhuriyeti şeyhler, dervişler, müritler, mensuplar memleketi olamaz. En doğru, en gerçek tarikat medeniyet tarikatıdır

diyen Mustafa Kemal Atatürk’ün ilke ve devrimleri, çağdaş uygarlık düzeyinin üzerine çıkılmasını hedef alan, bu hedefe ulaşmak için akıl ve bilimin yol göstericiliğini benimseyen dinamik ve demokratik bir dünya görüşüdür.

  • Geri döndürülemeyecek bir güçle kendi yatağında akan Atatürkçü Düşünce Sisteminin durdurulması mümkün değildir.

Atatürk’ün gösterdiği yolda çağdaş eğitim almış bizlerin Atatürk ilke ve devrimlerine bağlılığı tamdır.

Anayasamızın ilk 3 maddesinde yer alan Devletin yönetim biçimi, Cumhuriyetin nitelikleri, Devletin bütünlüğü, resmi dili, bayrağı, milli marşı ve başkentine dair hükümlere sadakatle bağlıyız. TSK’ya ilişkin yönetmelik ve yönergelerde, Devlet, Cumhuriyet ve Liyakat nişanlarında yapılan bu düzenleme faaliyetlerinin uygun olmadığını düşünüyor ve itiraz ediyoruz.

  • Anayasamızın Başlangıç kısmında hiçbir faaliyetin Atatürk milliyetçiliği, ilke ve inkılapları ve medeniyetçiliğinin karşısında korunma göremeyeceği açıkça yazmaktadır.

Bu nedenle, bu düzenleme faaliyetlerinin yanlış olduğunun görülmesini ve korunma görmeden düzeltilmesini talep ediyoruz. Bu düzenlemelerin sorumluluğunu sadece siyasilere yüklemek de doğru değildir. Bu yanlışları bugünden görmek ve uyarmak her Türk vatandaşının görevidir.

Demokrasiye aşık olan Türk evlatları olarak son sözümüz;

“ATATÜRK’ten, Türkiye Cumhuriyeti’nden ve Cumhuriyet’in niteliklerinden vazgeçilmez”dir.

Kamuoyuna saygı ile duyurulur.

1976-1984 yılları arasında
Deniz Lisesi ve Deniz Harp Okulu’nda
eğitim almış Deniz Aslanları

Alaettin SEVİM                     Ali YÜCEYİĞİT
Atilla İhsan GÜLER             Aydın OKTAYKAN
Aykut Uğur TUNCA              Bayram Serdar ARDUÇ
Bülent TARIM                       Cem KAÇAR
Cengiz KESOĞLU                Cengiz TOKER
Cüneyt KOŞU                       Doğan ÇIRAKOĞLU
Eren Güneş KAYAN              Ergun YOLSEVER
Ertuğrul PEKER                  Fatih KAYAKUZGUN
Gürkan PEKESİN                Hadi BAŞMAN
Hakan KARA                        Hür AKTAŞ
Hüseyin HANÇER                İbrahim ÜNÜBOL
İsmet EREN                          Kemal EGEMEN
Kenan ÇELİK                       Levent ÇAM
Levent KURTOĞLU             Levent KUTLAY
Maruf BABAOĞLU              Mert YANIK
Mesut ÖZEL                         Muhittin ÜNER
Nizam KAHRAMAN             Orhun KURAN
Ömer Lütfi ÖZCAN              Ömer Lütfi YILMAZ
Selçuk GÖKER                     Semih BAŞMAN
Süleyman BAYRAMOĞLU   Turgut İPEK
Ümit ARTAR                         Ümit METİN
Vecihi KAYIBOĞLU             Yalçın TAŞPINAR
Yavuz Vural ATİLLA             Zafer ÇALIŞKAN”

SOSYAL MEDYANIN GÜNDEMİ

Sosyal medyanın gündemini de Emekli Amirallerin açıklaması oluşturdu.
Bir kısım sosyal medya kullanıcısı,
#AmirallerimizOnurumuzdur derken bir kısmı ise
#HodriMeydan
 hastag’i açtı…
=============================================
Dostlar,

Bu açıklamayı biz de bütünüyle paylaşıyoruz..
102 emekli amiralin kamuoyuna açıklaması gibi..
(102 emekli Amiral’den Yüce Türk Milletine – Prof. Dr. Ahmet SALTIK)
126 emekli büyükelçinin basın açıklaması gibi..
(126 emekli Büyükelçimizin KAMUOYUNA DUYURUSU – Prof. Dr. Ahmet SALTIK)

Bu metinleri web sitemizde yayınladık.

Hukuk dışı hiçbir yön göremediğimiz gibi; tersine, Anayasa’dan kaynaklanan Cumhuriyete sahip çıkma hak, yetki ve sorumluluğumuzun gereğini yerine getirdiğimizi düşünüyoruz.

Anayasanın, metne dahil olan BAŞLANGIÇ bölümünün son tümcesi aynen aşağıdadır :

“TÜRK MİLLETİ TARAFINDAN, demokrasiye aşık Türk evlatlarının vatan ve millet sevgisine emanet ve tevdi olunur.”

Dolayısıyla bu açıklama Anayasanın yüklediği bir yurttaşlık görevinin kaçınılmaz gereğidir.

Sevgi ve saygı ile. 04 Nisan 2021, Ankara

Prof. Dr. Ahmet SALTIK MD, MSc, BSc
Ankara Üniv. Tıp Fak. Halk Sağlığı Anabilim Dalı (E)
Sağlık Hukuku Uzmanı, Siyaset Bilimi – Kamu Yönetimi (Mülkiye)
www.ahmetsaltik.net         profsaltik@gmail.com
facebook.com/profsaltik     twitter  @profsaltik 

Anayasa ve laiklik

Anayasa ve laiklik

Örsan K. ÖymenÖrsan K. Öymen
Cumhuriyet, 22 Şubat 2021
Cumhurbaşkanı” ve AKP Genel Başkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın “yeni ve sivil bir anayasa” yapacaklarını açıklamasıyla birlikte, AKP’liler, yeni anayasanın “1921 anayasasının ruhunu taşıyacağına” dair söylemler geliştirmeye başladılar. Çünkü amaçları, demokratik laik cumhuriyeti yıkmak, onun yerine teokratik monarşik bir düzen kurmaktır!

Her şeyden önce “1921 Anayasası”, Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin anayasası değildir. Çünkü Türkiye Cumhuriyeti 1921 yılında henüz kurulmamıştı. Kurulmayan bir cumhuriyetin ve devletin anayasası olmaz. “1921 Anayasası” olarak adlandırılan ilkeler, Kurtuluş Savaşı yıllarında, savaş sürecindeki yönetim işlerini düzenlemek amacıyla geliştirilmiştir. Bu ilkeler cumhuriyetin temel kuruluş ilkeleri değildir. “1921 Anayasası’nda” egemenliğin halka devredilmesi ifade edilmiştir, ancak halkın nasıl egemen olacağı somut ve ayrıntılı olarak ortaya konulmamıştır.

  • Sözde “yeni ve sivil” bir anayasa önerirken “1921 Anayasası”nı dayanak noktası yapmak, demokratik, laik hukuk devletinin yıkılması çağrısından başka bir şey değildir!

***
Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucusu Mustafa Kemal Atatürk, 1921 yılından sonra, Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin onayıyla, birçok devrim ve anayasa değişikliği gerçekleştirmiştir. Cumhuriyetin temel kuruluş ilkeleri, söz konusu devrimlerle ve anayasa değişiklikleriyle, 1921 yılından sonra biçimlenmiştir. Öğretim Birliği yasasıyla medreselerin kapatılması, tüm vatandaşların laik ve bilimsel eğitim sisteminden yararlanmalarının sağlanması; halifeliğin ve saltanatın kaldırılması; Medeni Yasa ile kadın ve erkek arasında eşitliğin sağlanması; üniversite reformuyla yeni üniversitelerin ve fakültelerin kurulması; kadınlara seçme ve seçilme hakkının tanınması; “devletin dini İslamdır” ifadesinin anayasadan çıkarılması ve laiklik ilkesinin bir anayasa maddesi haline gelmesi, 1921 yılından sonraki gelişmelerdir.

AKP’nin “1921 Anayasası”na sarılmasının nedeni budur. Çünkü AKP, 1921 yılından sonra cumhuriyetin elde ettiği kazanımları ortadan kaldırmayı amaçlamaktadır. Anayasa Mahkemesi’nin, AKP’nin laiklik karşıtı odakların merkezi haline geldiğine dair kararı, tarih ve olgular tarafından doğrulanmıştır.
***
Laik bir ülkede, devletin dini olmaz
, vatandaşların, kendi özgür iradeleriyle yapacakları seçime göre dini olur veya dini olmaz. Vatandaş, hangi dini veya mezhebi seçeceğine veya dindar mı dinsiz mi olacağına kendisi karar verir. Devlet vatandaşa, belli bir dini ve söz konusu dinle ilgili belli bir mezhepsel yorumu dayatamaz.

Bunun dayatıldığı bir ülke bölünmeye ve parçalanmaya mahkûmdur. Bir ülkenin birliği ve bütünlüğü, dini, mezhebi, dünya görüşü, etnik kimliği ne olursa olsun, tüm vatandaşların demokratik, laik, sosyal bir hukuk devleti etrafında birleşmeleriyle olanaklıdır. Dinci, mezhepçi, etnik kimlikçi bir bakış açısından, sadece çatışma, parçalanma, bölünme çıkar.

  • Laiklik karşıtlığı aynı zamanda bir ulusal güvenlik sorunudur ve emperyalizme hizmet eder.

Atatürk bu nedenle de 1928’de “devletin dini İslamdır” ifadesini anayasadan çıkarmıştır ve 1937’de laiklik ilkesini anayasa maddesi haline getirmiştir.

Laiklik bir uzlaşma modelidir.

  • Laiklik, bir yandan, dinin, siyasete, devlet işlerine, hukuka, eğitime müdahale etmemesini sağlar,
  • bir yandan da vatandaşların dini inanç ve ibadet özgürlüklerini ve farklı dünya görüşlerini güvence altına alır.

Laiklik demokrasinin önkoşullarından birisidir.

  • Laikliğin olmadığı yerde demokrasi değil, teokrasi olur.

Demokrasi halk egemenliğine dayalı bir düzendir. Teokrasi, “Tanrı”nın, “Allah”ın ve dinin egemenliğine dayalı bir düzendir. Halk, asgari müşterek bir kavramdır, somut bir gerçeklik ve olgudur. “Tanrı” ve “Allah” ise tartışma konusu olan soyut, kişisel, öznel, göreli, metafizik bir kavramdır.

Anayasanın ilk dört maddesini tartışmayız, kalanını tartışırız” söylemi de ilk dört maddenin içini boşaltmak amacını taşıyan bir tuzaktır. Anayasanın “kalan” kısmında, ilk dört maddenin açılımı olan birçok madde bulunmaktadır.

Gaflet, dalalet ve hıyanet içinde olanlara halk gereken dersi mutlaka verecektir!

Arkanı dön ve çık

Arkanı dön ve çık

Zafer ArapkirliZafer Arapkirli
Cumhuriyet, 19 Şubat 2021

Facebook’ta paylaş    E-posta

Başarı ve başarısızlık üzerine, tarih boyunca belki yüz binlerce özlü söz edilmiştir. Her dilde, kim bilir ne güzel karşılıkları vardır. Benim de “başarısızlığa” dair en sevdiğim sözlerden biri şöyledir:

“Başarısızlıktan ders almamak, en büyük başarısızlıktır…”

Kime ait olduğunu hatırlayamadığım bu söz, aslında despot zihniyeti, “Her şeyi ben bilirim ve asla hata yapmam” diyen zihniyeti en iyi açıklayan sözlerden biridir. Bu “ekol”ün temsilcisi insanların başlıca özellikleri şöyledir:

– Her türlü önemli fikri ben üretirim.
– Her türlü önemli fikri ben uygularım.
– Ben asla hata yapmam.
– Bana “hatalısın” diyebilecek insan anasından doğmamıştır.
– “Hatalısın” deme cüretini gösterecek olanı da “anasından doğduğuna pişman ederim.”

Bu gereksiz büyük ego sahiplerine hatasını göstermeye çalışmak her defasında ağır bir suç(!) sayılabileceği gibi kendi kendilerini şişirilmiş ve sanal egosantrik dünyalarında başarısızlıklarını adeta bir sanal değer birimi gibi “büyük başarılara ve zaferlere tahvil ederek” yollarına devam ederler.

En küçük başarıyı “kendim, şahsım ve ben üçlüsü(!)” gerçekleştirmiştir.

Ama en ağır yenilgi ve başarısızlıklardan, ya “çevreleri” ya da “muhalifleri ve muarızları” sorumludur.

Bu da asla öğrenmemeyi ve asla ders almamayı beraberinde getirir.

Sıradan bir bireyseniz, yani kendi halinde kendi dünyasında ve kendi işiyle gücüyle meşgul bir “fani” iseniz, başarısızlıklarınız sadece kendinize ve belki de küçük yakın çeperinize zarar verebilir. Belki de vermez. Çünkü neticede çok büyük boyutlu zararlardan söz etmiyoruz. Minik maddi ya da manevi zararlar ve hayal kırıklıklarından söz edebiliriz.

Ancak eğer birden fazla insanı ya da bir kurum ya da geniş bir topluluğu hatta bir ülkeyi yöneten biriyseniz, orada artık “kişisel” değil, devasa boyutta kitlesel, kurumsal ve tabii milli zararlar söz konusudur. Üstelik de bu zarar her defasında (misal) finansal ve ekonomik zararlar olmayabilir. Hatta, belki ülke yönetiminden söz ediyorsak (tarihte sayısız örnekleri görüldüğü üzere) toprak kayıpları bile olabilir.

Bunlar da tarihsel bağlam içinde bakıldığında, artısı ile eksisi ile belki “tartışılabilir ve kabul edilebilir” şeylerdir. Başarısızlık sonucu yitirilen şeylerin değeri “göreceli” değerlendirmelere tabi tutulur. Paraydı, imtiyazdı, topraktı… Bunlar baktığınız yere göre farklı değerlendirilebilecek kayıplardır.

Bugün gider, yarın gelir. Bugün yitirilir, yarın kazanılır.

Mesela, tarihin en büyük imparatorluklarından birini kuranların torunları, tarihi bir yıkımın enkazından ve küllerinden, daha mütevazı bir boyutta yepyeni ama “çelik gibi” bir yeni ülke inşa edip, yedi düveli şaşırtıp, en az “ecdadı” kadar saygın ve parmak ısırtacak bir devlet kurabilirler.

Cumhuriyetimizi ve bekamızı borçlu olduğumuz yüce önderimiz Mustafa Kemal ATATÜRK, bunu başarmıştır mesela.

Ama başarısızlıkların en kötüsü ve tartışmayı hak edeni, kuşkusuz insan hayatının yitirildiği durumlardır.

İşte orası “zurnanın ciyak ciyak bağırdığı ve kulakları sağır edeceği” yerdir.

Orada duracaksınız.

Eğer sizin o “Vazgeçilmez, tartışılmaz, eleştirilmez, eleştirilmesi ima bile edilemez” nitelikteki kararlarınız (ve tabii hesap hatalarınız) sonucunda canlar yitirdiysek, üstelik bunu kim bilir kaçıncı kez tekrarlıyorsanız, orada adama “dur bakalım” derler.

Kim der? Herkes. Sadece canı yitenlerin birinci derecede yakınları değil, herkes.

Bugüne kadar hayatlarını sizin yanlış kararlarınız nedeni ile yitirmiş ve bundan sonra yitirmesi muhtemel herkes. Sadece muharebe alanlarını değil. Aldığınız finansal kararlar sonucunda yaşamı kararanlar da dahil bu söylediğime.

Yani, bütün toplum.

O yüzden, bir haftayı aşkın bir süredir bir yandan yas tutup bir yandan da tartıştığımız Gara Operasyonu, bu yazdıklarımın tipik bir örneğidir.

“Dediğim dedik çaldığım düdük düzeni”nin sonucu olan bu vahim başarısızlık, hesap verilmesi gereken, faturası ödenmesi gereken ve

  • Yeter artık, istenmiyorsun artık, arkanı dön ve çık” çıkışını hak eden bir tarihi başarısızlıktır.

Bir de üstüne üstlük bu başarısızlığın altında imzası olan kişi, kurum ve odaklar, kendilerine bu başarısızlığı hatırlatanlara dönüp de tam tersine faturayı onlara kesmeye çalışıyorlarsa, bir de eleştirenlere hakaret üstüne hakaret yağdırıyorlarsa iyice ve daha yüksek sesle “Yeter artık!..” denmeyi hak etmektedirler.

“En büyük başarısızlık başaramamak değil, ders almasını bilmemektir.”

Ve bu son olayda, ileriye dönük de “ders alma umudu olmayan” insanlardan ve özelde tek bir insandan söz ediyoruz.

Yeter artık!..

Muharrem İnce olayı  

Muharrem İnce olayı  

Örsan K. Öymen

Örsan K. Öymen
Cumhuriyet
, 15 Şubat 2021

İktidarda olan AKP’nin oylarının düştüğü bir ortamda, CHP’nin bölünmesi kabul edilebilir bir durum değildir. İnce, her ne kadar, “Cumhur İttifakı”nın içinde yer almayacağını söylese de ve bu nedenle “Millet İttifakı”nı bölmeyeceğini iddia etse de siyasetin organik gerçekliğinde, bu tür ayrılmaların bölünmelere neden olacağı açıktır.

Ayrıca İnce’nin, CHP’den ayrılırken sarf ettiği sözler, “Millet İttifakı”na şimdiden zarar vermiştir. Bu durumda kendisinin başlattığı hareketin, “Millet İttifakı”na bir zarar vermeyeceği ve bölünmelere yol açmayacağı iddiası da herhangi bir temelden yoksundur.
***
İnce, “Millet İttifakı”nın en güçlü ve öncü partisi CHP hakkında ağır suçlamalarda bulunarak ayrılmıştır ve şu ifadeleri kullanmıştır:

  • Atatürkün emaneti kalmamıştır, ortada bir tabela vardır sadece. ABD’den demokrasi dilenenlerle, Atatürk’e kefere diyenleri yönetici yapanlarla yolumu ayırıyorum. ‘Mustafa Kemal’ deyip ‘Mustafa Kemal Atatürk’ diyemeyenlerle yolumu ayırıyorum. ‘Ben askeri değilim, yoldaşıyım’ diyenlerle yolumu ayırıyorum. Grup başkanvekilliği seçimini bile kaldırıp atamayla getiren bu yönetimle yolumu ayırıyorum. CHP aday yapmayınca başka partiden aday olup bugün CHP’yi yönetenlerle yolumu ayırıyorum. Elli yıl CHP’ye küfredip bugün sahte CHP’li olanlarla yolumu ayırıyorum. Geçmişte CHP aleyhinde miting düzenleyip bugün CHP’ye yönetici olanlarla yolumu ayırıyorum. FETÖ’cüleri, Sorosçuları koruyanlarla yolumu ayırıyorum.

Eğer İnce, CHP yönetiminde olup CHP yönetimi ile yollarını ayırsaydı, bu iddiaların doğru olup olmadığı tartışması bir yana, söylediklerinin bir anlamı olabilirdi. Oysa İnce CHP’den ayrılmıştır, CHP’den istifa etmiştir, partinin yönetim kademesindeki bir görevden istifa etmemiştir!

İnce, CHP’den istifa ettiğine göre, bu iddiaların CHP’nin kurumsal kimliğini ve tüm CHP’lileri hedef aldığı gibi bir izlenim doğmaktadır. İnce, aynı konuşmada, partinin tabanı ile yönetimi arasında bir uçurum oluştuğunu vurgulamış olsa da bir genelleme yapmıştır, partiyi ve tüm yöneticileri kapsayan bir suçlamada bulunmuştur.
***
İnce’nin parti içi demokrasi konusundaki tespitleri doğru olsa da bazı iddiaları ciddi tartışma konusudur. Atatürk’ün emanetinin kalmadığı ve ortada sadece bir tabelanın olduğu iddiası neye dayanmaktadır? CHP’nin milyonlarca üyesi ve seçmeni ile birlikte, il, ilçe ve genel merkez yönetimlerinde, Atatürk’ün ilkelerine sahip çıkan kimse kalmamış mıdır? ABD’den kim demokrasi dilenmiştir? Atatürk’e “kefere” dediği iddia edilen kişi hâlâ CHP yönetiminde midir? “Mustafa Kemal’in askerleriyiz” diyenler de Atatürk soyadını atladıkları için, Atatürk’ün ilkelerini reddetmiş mi oluyorlar? Atatürk’ün hem askeri, hem yoldaşı olmak olanaklı değil midir? CHP’de FETÖ’cüleri ve Sorosçuları koruyanlar kimlerdir? CHP yönetiminde FETÖ’cüleri ve Sorosçuları koruyanlar varsa, İnce bu kişilerin adlarını neden vermemektedir?
***

  • İnce’nin bu orantısız davranışlarının AKP’ye yarar sağladığı açıktır.

CHP’de parti içi demokrasinin yeterli olmadığı, yönetim ve taban arasında kopuklukların olduğu, sayıları çok fazla olmasa da bazı yöneticilerin sahte CHP’li olduğu doğrudur. Ancak bu sorunlar da CHP içinde kalarak ve mücadele vererek çözülebilir. CHP’den istifa ederek ve kaçarak değil!

İşin gerçeği İnce, CHP tarafından cumhurbaşkanı adayı yapılmayacağını anlayınca, cumhurbaşkanı adayı olmak hırsıyla, CHP’den istifa etmiştir. Oysa yapılması gereken şey, seçilme olasılığı en yüksek olan CHP’li bir kişinin cumhurbaşkanı adayı olmasına destek vermektir.

Yapılan tüm araştırmalara göre, İnce de CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu da o kişilerden birisi değildir. Bu sorunu çözmek de CHP üyelerine ve seçmenine düşmektedir.