Etiket arşivi: Mustafa Kemal Atatürk

GENÇLİĞİN BAYRAMINDA ATATÜRK’Ü ANARKEN

Ahmet Nişancı
Eğitimci – Yazar

DOĞRU BAKIŞ

19 Mayıs 2022

  • Mustafa Kemal Atatürk,
    bu Ulusun kurtuluşunun ve yeniden kuruluşunun yaratıcısıdır.

19 Mayıs 2022.. Bu gün düşman çizmeleri altında, yokluklar içindeki yurdumuzu kurtarmak ve TÜRK DEVLETİNİ YENİDEN KURMAK, “VAR ETMEK” için Yüce Tanrının Türk Milletine armağanı, gelmiş geçmiş dünya liderleri içinde TEK YENİLGİ GÖRMEYEN LİDERİ GAZİ MUSTAFA KEMAL PAŞA’nın Kurtuluşu yönetmek üzere Samsun’a ayak basışının 103. yılıdır.

Büyük Uluslar, kendisine hizmet eden büyük ve değerli insanlarını asla unutmazlar. Türk Milletinin vefalı insanları olarak yokluklar içine düşmüş bir kuşaktan yeni ve bağımsız bir ulus yaratan Ata’mızı, manevi kişiliğiyle sonsuza dek anmak ve yaşatmak değerbilir Türk Halkı için bir şeref ve onur görevidir. Bu nedenle her 19 Mayıs’ta ve Cumhuriyete giden yolları döşeyen önemli günlerde; 23 Nisanlarda, 30 Ağustoslarda, 29 Ekimlerde Türk Milleti olarak O’nu büyük bir coşku ve sevgi ile bağrımıza basar, kutlarız ve 10 Kasımlarda saygı ve minnet ile anarız.

O Büyük Adam, Mustafa Kemal Atatürk Türk Milletinin başına gelmiş büyük bir şanstır; kurtarıcı ve Devlet Kurucusu olarak yüksek dehâsıyla savaş alanlarının yenilmez komutanı, politikacı olarak bütün dünyanın takdir ettiği bir barış adamı, yurtseverliğin büyük örneğidir.

Yüce Türk Milleti’nin Gençliği ve yediden yetmişe bütün Ulus bireyleri Atatürk’ün varlığının anlamını ve büyüklüğünü kavramış olarak Kutsal Türk Bayrağını alarak O’nu anmak için bu gün meydanları doldurarak ATATÜRK’Ü ANMA GENÇLİK VE SPOR BAYRAMI’nı kutlarken, akın akın Anıtkabir’e akacak ve huzurunda her zaman olduğu gibi bir kez daha saygısını gösterecektir.

Bu arada hiç kuşjusuz Atatürk’e olan borçlarının büyüklüğünü kavrayamayanlar kendilerinin Bağımsız Türk Ulusunun ve özgür bir ülkede Müslüman olarak yaşayabilmelerinin hazırlayıcısı olan Yüce Atatürk’ü unutturmaya çalışacaklar, nefretlerini kusmaya ve yurdumuzun bağımsızlığından ve Cumhuriyet’in nimetlerinden nasıl yararlandıklarının ayrımına varmak istemeyerek rahatsız olmayı, yani hainliklerini sürdürmeyi her zaman olduğu gibi ara vermeden sürdüreceklerdir.

Bu hainler, şu gerçekleri anlayıp bir türlü içlerine sindiremediler :

  1. Eğer Kurtuluş Savaşı başarıya ulaşamasaydı bu hainler bugün hangi ulusun egemenliği altında, tutsaklık altında yaşayacaklarını hiç mi düşünmezler? Düşünseler bile bir türlü Büyük Atatürk’ü kabul etmezler, yadsımacılıklarıyla (inkarcılıklarıyla) her fırsatta yandaşlarını O’ndan uzaklaştırmaya, O’nu yok saydırmaya akıl almaz kurnazlıklarıyla devam ederler.
  2. Bugün gerçek anlamda İslâm inancıyla yüklü olan Müslüman din kardeşlerimiz inançlarını özgürce yaşayabilmelerini Atatürk’ün başardığı Kurtuluş Savaşına borçlu olduklarını bilirler. Hainler bunu bilmez mi? Elbette onlar da bilir. Ama İslâm Dinini kendi kişisel çıkarları için kullanmak ve kendilerine göre bir iktidar yönetimi kurmak isteyenler için bağımsızlık, özgürlük ve demokrasi büyük bir engel oluşturmaktadır!!! Bu nedenle Atatürk Cumhuriyetini yok etmek ve yerine kendi teokratik otokrasi oluşturmak ve kul, köle bir topluluk (millet / devlet değil) kurmak isterler.
  3. Ulema İslâm’ın koşulunu beş (5) olarak veriyor: Kelime-i şahadet getirmek, namaz kılmak, oruç tutmak, fitre-zekât vermek, hacca gitmek.

Varsayalım ki bir Müslüman bu 5 koşulu hakkıyla yerine getiriyor; ama haram yemekten vazgeçmiyor, başkasının haklarına saygı göstermiyor, her türlü haksızlığın içinde olmayı sürdürüyor, yalan söylüyor, iftiralarla karalamalarına ara vermiyor, insanları aldatmak… için kırk takla atıyorsa, bu insanı yine de İslâm’a uygun kişi olarak kabul edecek miyiz? Tanrının huzuruna bu kişi(ler), hangi yüzle “Ben Müslümanım!” diye çıkacak??!!

Zekât vermeye bir örnek: Müslüman insan, varlığının her yıl 1/40’ını zekât olarak vermek zorundadır, değil mi?  40 evi olan bir kişi her yıl 1 evini zekât olarak veriyor mu? Vermiyor. Kırk bin lirası olan bin lirasını, kırk milyonu olan bir milyonunu zekât olarak veriyor mu? Vermiyor. “Ben veriyorum.” diyebilen bir zengini tanıyanınız var mı? Yok!

Yoksullar sıkıntı çekerken zenginlere daha çok hak tanıyan yönetimleri nasıl açıklayacağız?

  1. Bugün secdeden başını kaldırmayarak insanları Allah adına dinle kandırmaya çalışan, Kur’an’daki gerçek Müslümanlıkla ilgisi olmayanlar gittikleri camilerin Atatürk sayesinde ayakta kaldığını bilmiyorlar mı?

Atatürk’ü Anma, Gençlik ve Spor Bayramı kutlamaları içinde bu örnekler, yanlış yolda yürüyenleri uyarmanın bir vatandaşlık görevi olduğu düşünülerek verildi.

Ülkemizin vefalı evlatları bütün hainliklere karşı gerekli dersleri vermeyi sürdürecek ve tüm ulusal günlerde ve 10 Kasımlarda akın akın Anıtkabir’e akarak Yüce Atatürk’ü unutmayacağını ve unutturmayacağını haykıracak ve haykırmaya sonsuza dek devam edecektir.

Atatürk, önder kişiliğiyle yüzlerce yıl sonra da Ulusumuzun ve ulusların tarihinde bir güneş gibi parlak geçmişiyle, yapıtlarıyla var olacaktır.

Bu gün Atatürk’ü anlamayanlara anlatmak ve gelecek kuşaklar için Atatürk’ün kazandırdıklarını korumak ve kendinden sonrakilere emanet edecek biçimde saklamak ve benimsetmek görevimizdir.

 NEDEN ATATÜRK’Ü SEVMEK, ANMAK, ANLATMAK HER TÜRK İÇİN BİR GÖREVDİR?

  1. Ulusların özgür ve bağımsız yaşaması ve yaşatılması için insanlığın bugün varmak istediği hedef, çok anlaşılır açıklıkla Atatürk İlkelerinin içindedir.
  2. Cumhuriyet eğer demokrasinin en ileri aşamasında yaşatılıyorsa cumhuriyettir; sahte, göstermelik cumhuriyet ve demokrasi Atatürk düşüncesi ve yaşamıyla bağdaşmaz.
  3. Kadın, erkeğini bütünleyendir. Erkekle eşitlenemeyen kadınlık Atatürk düşüncesinde yer alamaz.
  4. Uygarlık (Medeniyet), hak ve hukukun üstünlüğü içeriğinde değer kazanır; bu üstünlük değerini taşımayan bir hukuk ve yönetim anlayışı Atatürk düşüncesiyle uyuşamaz ve insanlık dışıdır.
  5. Her insanın laik ve vaz geçilemez öğrenim hakkı vardır. Ülkemizde bunun gerçekleştirilmesindeki emeği ve düşüncesiyle Atatürk, bütün dünyaya örnek olmuştur.
  6. İnsan uygar bir varlık olarak yaşamalıdır. Uygarlığın en önemli göstergelerinden biri de insanların giysilerinde (kılık kıyafetinde) ve aile yaşamında özenli olmasıdır. İlkel ya da ortaçağ yaşam düzenini ve kafa yapısını modernleştiremeyenler, değiştiremeyenler Atatürk düşüncesinden ve insansal değerlerden uzak kalanlardır.
  • Ulusumuzun Atatürk’ü Anma, Gençlik ve Spor Bayramı kutlu olsun!

Ne mutlu Türküm diyene! “Türk olan değil, Türküm diyebilenler mutlu olacaktır!”

Türklüğün Büyük Atası Atatürk; ruhun neşeli, sevinçli ve mutlu olsun!

Vatan sana minnettardır.

Arap emperyalizmi ve Türkiye’nin Araplaşması

Örsan K. Öymen
Örsan K. Öymen
16 Mayıs 2022, Cumhuriyet

 

Geçmişte Sümer, Hitit, Urartu, Asur, Yunan, Roma ve Bizans uygarlıklarına ev sahipliği yapan Anadolu coğrafyası, Orta Asya’dan Anadolu’ya göç eden Türklerin Şamanizmi terk edip, Arabistan’da 7. yüzyılda ortaya çıkan İslam dinini benimsemek zorunda kalmasından dolayı, Selçuklu ve Osmanlı imparatorlukları döneminde, Arap kültürünün etkisi altına girmeye başladı.

Araplar 7. yüzyılda önce, bölgenin en köklü uygarlıklarından birisi olan Pers uygarlığını asimile ettiler, Pers kültürünü din üzerinden Araplaştırdılar, Perslere yönelik saldırılar ve işgaller gerçekleştirerek İran-Pers topraklarındaki Zerdüşt dinini ve kültürünü ortadan kaldırdılar, Persleri İslam dinini benimsemeye zorladılar. Daha sonra, hem Araplar hem de Persler, Orta Asya’dan batıya doğru göç eden ve Şaman olan Türkleri, İslam dinini kabul etmeye zorladılar.

Ancak Anadolu’daki Arap etkisi, Selçuklu ve Osmanlı döneminde bile belirli sınırlar içinde kaldı, Anadolu’nun daha önceden var olan yerel ve yerleşik kültürleri de Orta Asya’dan Anadolu’ya göç eden Türklerin kültürü de belli bir ölçüde varlığını korumayı başardı. Anadolu’da yaşayan nüfusun, çok küçük bir azınlık dışında, hiçbir zaman Arap olmaması, halkın anadilinin Arapça olmaması, din üzerinden aktarılan Arap kültürünün etkisini belli bir ölçüde sınırladı.

Türkiye Cumhuriyeti’nin Mustafa Kemal Atatürk tarafından kurulmasıyla birlikte bu etki, laikliğin benimsenmesiyle, Türkçe dilinin Arapçanın ve Farsçanın etkisinden kurtarılmasıyla, Avrupa’daki siyasi, kültürel, bilimsel, felsefi, sanatsal gelişmelere de kapıların açılmasıyla, asgari düzeye düştü.

Atatürk önce Avrupa’daki işgalci ve emperyalist güç odaklarına karşı cephede mücadele verdi, arkasından da Aydınlanma Devrimleriyle, Arapların 7. yüzyıldan itibaren (AS: başlayarak) din ve dincilik üzerinden gerçekleştirdikleri kültür emperyalizmine karşı mücadele verdi.
***
Cumhuriyet döneminde Arap kültür emperyalizmi, ABD’nin de desteğiyle, 1950 yılından itibaren (AS: bu yana), Anadolu topraklarında yeniden devreye sokuldu.

İmam hatip okulları, Kuran kursları, ilahiyat fakülteleri, imam, müftü, din insanı ve din uzmanı yetiştirmek yerine, laiklik karşıtı hareketlerin odak noktası haline getirildi, dinin yerini dincilik aldı. Aynı dönemde tarikatlar ve cemaatler yeniden yaygınlaştı.

İslam dini, Anadolu’da yaşamış olan Yunus Emre, Mevlana, Hacı Bektaşi Veli, Pir Sultan Abdal, Şeyh Bedrettin, Karacaoğlan, Köroğlu, Dadaloğlu gibi yazarların ve ozanların yorumları üzerinden değil, hadislerin ve Arap din insanlarının yorumları üzerinden anlatıldı, gençlerin beyinleri onlarca yıl boyunca, günümüze dek yıkandı. Osmanlı döneminde halifenin, şeyhülislamın ve ulemanın Anadolu’ya ve halka zorla dayattığı din anlayışı yeniden canlandırıldı.

Bu sözde eğitim kurumları ve merkezler onlarca yıl, Suudi Arabistan’ın kültür ataşelikleri işlevini gördüler.

Türkiye’nin aydınlanma devrimleriyle her alanda gelişmiş, güçlü ve bağımsız bir devlet olmasını hiçbir zaman istemeyen, Türkiye’yi cehalete sürükleyerek bir uydu ve sömürge devlet olmaya zorlayan ABD ve Avrupa emperyalizmi, bu hareketleri her zaman, doğrudan veya dolaylı olarak destekledi.
***
İslamcı siyasetin temsilcisi olan AKP’nin iktidarında, Anadolu kültürünün Arap kültürünün asimilasyonuna uğraması en yüksek seviyeye çıktı. Siyaset, ekonomi, ulaşım, iletişim, turizm, emlak ve arazi yatırımı, kültür, dış politika gibi alanlarda, demokrasi ve aydınlanma yolunda bir arpa boyu yol kat edememiş olan ve çoğu ABD tarafından desteklenen Arap ülkeleriyle işbirliklerine öncelik tanındı.

  • Türkiye AKP iktidarında, Arap ülkelerinin arka bahçesi haline dönüştürüldü.

Son yıllarda, yine emperyalist devletlerin çıkardığı iç savaşların bir sonucu olarak, milyonlarca yasadışı Arap sığınmacının Türkiye’de barınmasının sağlanması, vatandaşlığın bile satılık bir hale gelmesi, Anadolu’nun Araplaştırılması stratejisinin son aşamasıdır.

  • Türkiye, demografik yapısı tersyüz edilerek monarşiye ve teokrasiye mahkûm edilmektedir.

Deniz Olunmalı…

authorZAFER ARAPKİRLİ

Şiirin küresel ustası Nâzım Hikmet’in, kuşkusuz kendisini tanımadan yazdığı dizelerde ne de güzel anlatılmıştır, “Deniz Olmak”

“Bulut mu olsam,
gemi mi yoksa?
Balık mı olsam,
yosun mu yoksa?
Ne o, ne, ne o.
Deniz olunmalı, oğlum,
bulutuyla, gemisiyle, balığıyla, yosunuyla…”

Bu ülke topraklarında yaşayan herkese ve hattâ ezilen – sömürülen – bağımsızlık – devrim – kurtuluş mücadelesi veren tüm coğrafyalara örnek olan simge isim Deniz Gezmiş yoldaşımızın mücadelesini görse, duysa, tanık olsa, belki de ona ithaf ederdi şiirini.

Belki de şöyle derdi: “Yüreğiyle, vicdanıyla, devrim aşkıyla, cesaretiyle
Deniz olunmalı, oğlum.”

Kısacık ama onurlu yaşamları ve mücadeleleri ile bir döneme damga vuran yiğitlerimizi, faşist diktatörlüğün darağacında katlettiği üç fidanımızı, Deniz Gezmiş, Yusuf Aslan ve Hüseyin İnan’ı saygı ile andığımız bu günde, onları kendilerinden sonraki ve hatta bizden sonraki kuşaklara tarif etmek için bundan daHa güzel 2 kelime kullanılamazdı:

“Deniz olunmalı…”

Antiemperyalist meşaleyi yakan Mustafa Kemal Atatürk’ün bu toprakları düşman çizmesinden kurtarmak için verdiği mücadelenin üzerine Marksist – Leninist öğretiyi rehber alarak “Sosyalist Devrim”i eklemeyi bir “tamamlayıcı ödev” belleyen o genç ve yiğit insanlar kuşağının anıları önünde, eğilmemek mümkün mü?

Mahir Çayan’ların, Hüseyin Cevahir’lerin, Ulaş Bardakçı’ların, İbrahim Kaypakkaya’ ların “Ucunda kurşuna dizilmek, işkence tezgahlarında doğranmak, darağaçlarında sallanmak bulunan bir kavgayı, sıradan bir gencin yaşamına tercih etme yüceliği” karşısında parmak ısırmamak büyük bir haksızlık olmaz mı?

Kendilerinden sonraki kuşağa, benim de mensubu olduğum 78 kuşağına yol gösterici bu ışıl ışıl yanan mücadele geleneğine bakıp da, Can Yücel Usta’nın şu dizelerini hatırlamamak ağır bir ihmal sayılmaz mı?

“En uzun koşuysa elbet Türkiye’de devrim
O, onun en güzel yüz metresini koştu.
En sekmez lüverin namlusundan fırlayarak…
En hızlısıydı hepimizin.
En önce o göğüsledi ipi…
Acıyorsam sana anam avradım olsun
Ama aşk olsun sana çocuk, aşk olsun.”

Anaların babaların asla tercih etmeyecekleri, ama Deniz, Yusuf ve Hüseyin’in örneklerinde olduğu gibi, dünya döndükçe de kuşkusuz “gurur duyacakları” ölümlerdir Üç Fidan’ın sonsuzluğa yürüyüşleri.

  • Cellatların ve onların sahiplerinin suratlarına kavganın tüm ateşini üfleyerek…

1972’nin bir puslu Mayıs sabahında darağacında boşuna sallanmadıklarını bilseler, belki daha da yüksek sesle haykırarak koşarlardı ölüme.

“Yaşasın Tam Bağımsız Türkiye
Yaşasın Marksizm – Leninizmin yüce ideolojisi
Yaşasın Türk ve Kürt halklarının bağımsızlık mücadelesi
Kahrolsun emperyalizm!
Yaşasın işçiler, köylüler”
diye seslenişi, 1980 faşist darbesine giden yolda ve sonrasında kim bilir kaç bin devrimcinin yolunu aydınlatmış, kim bilir daha da sonrasında verilen tüm hak ve özgürlük mücadelelerinde, ülkenin dört bir yanında ışıldayan 2013’ün Şanlı Gezi Direnişi’ne bile Taksim Meydanı’ndan tutulan bir projektör olmuştur.

Aslında onların mücadelesi, bugün bile devam eden “Emperyalist 6’ncı Filo’ya secde edenler ile 6’ncı Filo’yu denize dönmek üzere Dolmabahçe’ye koşar adım gidenler”in kavgasıdır.

Aslında onların mücadelesi, bugün sürmekte olan “Emek sömürüsünü kendine hak görenler ile emeğin ve alın terinin hakkını kuruşuna kadar almak için sınıf bilincini ayağa kaldırmaya çalışanların” kavgasıdır.

Aslında onların mücadelesi, “Bu ülkenin taşına toprağına, ağacına, suyuna, deresine denizine sahip çıkanlar ile talan etmeye çalışanların” kavgasıdır.

Ve “Denizler”, o kavganın ilham kaynağı, o kavganın “Bayrak isimleri” olduğu için yüreklerimize kazınmış kahramanlardır.

Evet, Bertolt Brecht «Galileo»da şu diyaloğu yazmıştı haklı olarak:

“- Kahramanı olmayan bir toplum ne kadar talihsizdir.
– Hayır Andrea. Asıl talihsiz olan, kahramanlara ihtiyacı olan bir toplumdur…”

Geri dönüp 1947 – 1972 arasındaki 25 yıla bir “Abidevi” öykü sığdıran Deniz Gezmiş’e ve yoldaşlarına baktığımızda.

“Talihli bir toplum” saymak istiyorum kendimizi.

Anıları, sonsuza dek yaşayacak.

6 Mayıs 1972’de katledildiler, ama azimleri ve mücadeleleri bugün bile taptaze.

Kısacası, oğlum: Deniz olunmalı…

DİNBAZ YA DA DİNCİ SİYASAL REJİMLER ÜZERİNE NOTLAR

Prof. Dr. Halil Çivi / İMZA...Prof. Dr. Halil Çivi
İnönü Üniv. İİBF Eski Dekanı

Vatandaş soruyor:
– “Dinbazlık ya da dincilik ne demektir?
– İslam ülkelerindeki siyasal iktidarlar neden olağan olarak hiç değişmiyor?
– Müslüman toplumlar göreceli olarak neden hep geri kalmışlar?”

Bu durum kitaplar dolusu açıklamalar gerektirir. Ancak ben yine de kısaca anlatmaya çalışayım.

Dindarı bilmeden dinbazı ya da dinciyi tanımlama olanağı yoktur. Dindar, samimi (içten) inançlı, güzel ahlaklı, düzgün karakterli, haramdan, zinadan, talandan, yalandan… uzak yani takva sahibi kişidir. Dindarın hilesi, hurdası, fitnesi… yoktur. Dindar, her zaman ve her koşulda dürüst ve güzel ahlak sahibidir.

Dinbaz ya da dinci ise dinle oynayan demektir. Dinden geçinendir. Nasıl ateşle gösteri yapana ateşbaz, iple gösteri yapana cambaz denirse, dinde iki yüzlü olana, kendi çıkarı için dini ve dine dayalı kutsalları kullanana da dinbaz denir. Dindar samimidir (içtendir), dinbaz ikiyüzlüdür. Dindarın tutum ve davranışları içtendir. Halbuki dinbazın tüm hal ve hareketleri kendisine çıkar sağlamak için beyin yıkamaya ve kandırmya yöneliktir. Dinbaz dinsel ibadetleri ve yardımları gösteri ya da reklam aracı yapmayı sever. Dindar ise gösterişten ve reklamdan uzak durur…

Dinbazın üzerindeki din yaftası kiralık elbise gibidir. İşi bitince çıkarılır. Dindarın insancıl, ahlaksal ve düzgün karakteri ise yaşam boyudur. Eğer bu karakter olumsuz yönde değişmeye başlarsa, dindarlık dinbazlığa dönüşecek demektir.

Genelde, çok azı dışında, hanedanlık ya da saltanata dayanan İslam ülkelerindeki siyasal iktidarların halkları ile olan tutum ve davranışları çoğu kez ikiyüzlüdür. Bu tür yönetimler, Allah ve din adına, cahil ve yoksul çoğunluktan hep sonsuz sabır, geri dönülemez itaat ve bitip tükenmez kanaat isteyerek onları dünya işlerinden ve dünya malına sahip olmaktan caydırmaya çalışırlar. Kendileri ise sınırsız servet, sarsılmaz siyasal güç elde ederek dünyaya egemen olma peşindedir. Halklarını ise bu servet ve saltanat gücünü Allah ve din gereği yaptıklarına inandırmaya çalışırlar. Kısacası dinbaz ya da dinci iktidarlar hipokrattır; yani ikiyüzlüdür.

Peki dinbaz ya da dinci siyasi iktidarlar bu ekonomik ve siyasal gücü nasıl devşirir ve nasıl sürdürürler? İktidarlarca bu ekonomik ve siyasal gücü elde tutma ve sürdürebilmenin başlıca ana nedenleri şunlardır :

1- Aklı ve bilimi öncelemeyen, tümüyle dogmatik değerlere dayalı, çoğu söylence ve boşinanlara (hurafelere) bezenmiş, eleştiriye kapalı, yüzyıllar boyu hep aynı şeyleri yineleyen bir eğitim sistemi. Böyle bir eğitim sistemi :

a. Toplumu akılcı düşünmekten, bilim ve teknoloji üretmekten… zihniyet (anlayış) devriminden geri bırakır. Çünkü cahiller sürüsüne çobanlık yapmak, cahil toplumları yönetmek daha kolaydır.
b. Akılcı ve bilimsel eğitimden uzak kalınınca da, ülke bilim ve teknoloji üretmekten yoksun kalır. Üretim, mal, hizmet ve toplumsal refah (gönenç) artmaz. Sonuç olarak ülke ve toplum bu geri kalmışlık çemberini kıramaz .

2- Hepsi olmasa bile, bu tür ülkelerde siyasal iktidarların güdümünde olmaya ve onlarla kendi çıkarları karşılığı işbirliği ve çıkar paylaşımı yapmaya hazır geniş ve yaygın bir ulema tipinin varlığı söz konusudur. Bu tip iktidar yandaşı ulema erkânı sürekli olarak toplumu siyasal iktidarlara sadakata (bağlılığa), sabra ve iktidara (ulu’l emre) itaata yönlendirir. Geniş halk kitleleri ise bu tip çıkarcı ulemalarca öğrenilmiş çaresizlik sendromu ile yaşamayı sürdürürler.

3- Antidemokratik, otoriter ya da totaliter ülkelerde, toplumu korkutmak ve sindirmek amacıyla, koç başı olarak kullanılabilen geniş ve güçlü bir güvenlık ordusu (polis, jandarma, asker, özel güvenlik..  güçleri) ve yine siyasal iktidarların güdümüne girmiş yargı kurumları vardır. Bu tür güçler ve kurumların görevleri varolan siyasal iktidarları kendi halklarından her ne pahasına olursa olsun korumaktır.

4. Totaliter ve otoriter rejimlerdeki güdümlü medya kuruluşlarının genel politikaları ve bu medyalarda, istisnalar hariç (ayrıklar dışında), görev yapan sözde aydınların tutum, davranış ve söylemleri ise, siyasilerin yanlış ve kusurlarını görmezden gelmektir. Doğru yaptıklarını ise abartıp sürekli yineleyerek otoriter ve totaliter iktidarların değirmenlerine su taşımaktır. Gerçekleri halktan ya da kamuoyundan saklamaktır.

Kıssadan Hisse                 :

Yüce Önderimiz Mustafa Kemal Atatürk, yukarıda kısaca açıklanan ve gerçek dindarlıkla yakından ve uzaktan ilgisi olmayan bu çağdışı fasit siyaset çemberini kırmaya çalıştı. Hanedan ya da kişi iktidarını ortadan kaldırdı. TBMM’ni kurarak halkını kendi ekonomik, hukuksal, toplumsal (sosyal) ve kültürel (ekinsel) düzeninin belirleyicisi ve sahibi yaptı.

  • Demokratik laik ve sosyal bir hukuk devleti kurdu.

Buyruklar ve fermanlar yerini evrensel hukuk kurallarına bırakmaya başladı. Devlet, vatan ve ülke hanedan ya da kişilerin malı olmaktan çıktı; topyekun ulusun malı oldu… Temel amaç ve hedefler olarak bize, hepimize düşen önemli görev; başta siyaset anlayışımız olmak üzere, halkımızı, ülkemizi, devletimizi, ekonomimizi, sosyo-kültürel yapımızı, demokrasimizi, hukukumuzu, sanatımızı … çağdaş uygarlık düzeyine ulaştırmaktır.

Başka türlü, emperyalist ülkelerin vesayetinden kurtulma olanağı yoktur.

Çağdaş bir zihniyetin en önemli temel girdisi ise aklı, bilimi ve özgür düşünceyi önceleyen, Öğretim Birliğine (Tevhid-i Tedrisat) dayalı demokratik, laik ve bilimsel eğitimdir.

Eğitim sistemi çağdaşlaşmadan zihniyet çağdaşlaşmaz.

Son söz : AKIL, BİLİM VE UYGARLIK YOLUNUN GERİ VİTESİ YOKTUR VE OLMAMALIDIR!

Hatay’ın önemi

Emre KongarEMRE KONGAR

ekongar@cumhuriyet.com.tr Son Yazısı / Tüm Yazıları

Cumhuriyet, 29 Mart 2022

 

ABD’nin Irak’a ve Suriye’ye müdahalesinden sonra Türkiye’nin güney sınırlarında Akdeniz’e ulaşmak için kurulmak istenen kara koridoru ve Rusya-ABD rekabeti dolayısıyla, Hatay’ın, Doğu Akdeniz bölgesindeki stratejik önemi çok daha yaşamsal bir nitelik kazandı. Zaten ABD’nin Ortadoğu’ya müdahalesinden de önce, bazı Suriye haritalarında Hatay’ın Suriye sınırları içinde gösterildiği herkesin belleklerindeki taze yerini korumaktadır.

Esad’ın, Suriye’ye müdahale etmemesi için Türkiye’yi uyarırken, bu müdahalenin Türkiye’nin sınır güvenliği ve terörle mücadelesi konularında sorunlar yaratacağı biçiminde tehditkâr bir ifade kullanması, daha o zaman, Hatay’ın içinde bulunduğu kritik jeostratejiyi işaret ediyordu.

Hatay, ülkemizdeki dört din mensuplarının refah ve mutluluk içinde birlikte yaşadıkları “Barış simgesi” bir kentimizdir.

Ayrıca Mustafa Kemal Atatürk’ün ölümcül hastalığına rağmen Türkiye’ye katılmasını sağladığı bir ilimizdir.

Ve şu anda ekonomik ve siyasal açıdan önemli tehlikelerle, moda deyimle bir “Beka sorunuyla” karşı karşıyadır.

Türkiye’nin yanlış kararlarla taraf olduğu Suriye savaşında ödediği en önemli bedellerden biri olan ve sayıları 6 milyon kadar olduğu tahmin edilen “Suriyeli sığınmacılar”, bu kentimizde yarattıkları toplumsal, ekonomik, kültürel ve siyasal meselelerle Hatay’ı ülke için bir “Milli Güvenlik Sorunu” haline getirmiştir.

Bir tıp doktoru olan Hatay Belediye Başkanı Doç. Dr. Lütfü Savaş’ın dikkat çektiği sorunlar, Hatay’ın içinde bulunduğu tehlikeleri önlemek için iktidarın müdahale etmesi gerektiğini vurgulamaktadır. (Bu konuda ayrıntılı bilgiler için benim kişisel internet sitem kongar.org’da yayımladığım dünkü “Güncel” yazıma bakılabilir.)
***
2022’ye ertelenen Hatay Expo 21 Fuarı’nın 31 Mart’ta açılışı dolayısıyla, Alev Coşkun’un 22 Temmuz 2019’da yayımlanan Atatürk ve Hatay adlı yazısında vurguladığı bazı tarihsel gerçekleri anımsatmak istedim.
***
Lozan’da Hatay milli sınırlarımızın dışında kalmıştı. Suriye ile Türkiye arasında yapılan sınır tespiti çalışmaları uzatılıyordu. Burada önemli bir noktaya işaret etmeliyiz ki, Lozan Konferansı sürerken Atatürk’ün direktifleriyle 30 Mayıs 1923’te Antakya-İskenderun Havalisi Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti kuruldu.
***
Atatürk’ün Kırk asırlık Türk yurdu düşman elinde kalamaz söylemi Hatay konusundaki düşüncesini belirtiyordu. Atatürk, 1 Kasım 1936’da TBMM açış konuşmasında “…milletimizi gece gündüz meşgul eden başlıca büyük mesele, gerçek sahibi öz Türk olan İskenderun, Antakya çevresinin geleceğidir. Bunun üzerinde ciddiyet ve kesinlikle duruyoruz” demişti.
***
Atatürk Fransız büyükelçisine, Hatay benim şahsi davamdır. Şakaya gelmeyeceğini bilmelisiniz dedi. Fransızlar, Hatay için silah gücünün kullanılacağını anlamaya başladılar.
***
19 Mayıs 1938’de Ankara’daki törenden hemen sonra trenle Adana’ya hareket etti. Hastalığını umursamıyordu. Çukurova bölgesinde beş gün süren bir yorucu gezide hasta olmasına rağmen askeri birlikleri denetledi. Adana ve Mersin’de düzenlenen geçit törenlerini ayakta izledi. Epeyce yorulduğunu hissedince askeri geçidin sonuna doğru “Marş marş ile geçsinler” diye emir verdi. O günlerde burnunda sürekli kanama görülüyordu. Amacı, bütün dünyaya ayakta olduğunu ve Hatay davasından ödün vermeyeceğini göstermekti.
***
Bu arada da Fransa’yla yapılan bir anlaşma gereğince, Kurmay Albay Şükrü Kanatlı kumandasındaki birliklerimiz Hatay’a girdi. 13 Ağustos’ta seçimler yapıldı ve Hatay Cumhuriyeti kuruldu. 2 Eylül 1938’de Hatay Cumhurbaşkanlığı’na Tayfur Sökmen seçildi. Atatürk ölmeden önce bu gelişmeleri görmek ve duyumsamak mutluluğuna erişti.
***
Hatay Cumhuriyeti 9 ay sonra, 30 Haziran 1939 tarihinde Türkiye’ye katılma kararı aldı. Hatay Devleti sınırları Türkiye-Suriye sınırı olarak kabul edildi. 23 Temmuz 1939’da Hatay, Türkiye Devleti’ne dahil oldu ve Hatay Vilayeti kuruldu. Anayurdun bölünmez, vazgeçilmez bir parçası olan Hatay, anayurtla bütünleşti. Hataylılar yaşamının son günlerine kadar Hatay için çalışan Atatürk’ü hiçbir zaman unutmazlar.
***
Erdoğan/AKP iktidarı bir an önce, CHP’li belediyelere karşı yürüttüğü düşmanca politikayı bir yana bırakmalı ve Hatay’ın değerli ve başarılı Belediye Başkanı Doç. Dr. Lütfü Savaş ile işbirliği ve eşgüdüm içinde, bu kentimizin başta güvenlik olmak üzere, ekonomik, toplumsal, demografik ve siyasal sorunlarını çözmek için ülkenin bütün kaynaklarını seferber etmelidir.

ADD Basın Açıklaması : EMPERYALİZME BEL BAĞLAMANIN ACI SONU VE ATATÜRK DEHASI

BASIN VE KAMUOYUNA

EMPERYALİZME BEL BAĞLAMANIN ACI SONU VE ATATÜRK DEHASI

Karadeniz komşularımız Rusya Federasyonu ile Ukrayna arasında beklenen savaş 24 Şubat 2022 sabahı başladı. Genel geçer savaş karşıtı açıklamalar dışında, Türkiye ve etkilenecek diğer ülkeler açısından değerlendirme yapmak gerekirse:

Kuzey komşumuz Sovyetler Birliği’nin dağıldığının 26 Aralık 1991 tarihinde Gorbaçov tarafından ilan edilmesi ile birlikte, bağımsız hale gelen cumhuriyetler, emperyalist devletlerin paylaşım alanı haline gelmiş, yükselen ekonomik krizin etkisiyle her türlü beşinci kol faaliyeti hız kazanmıştır. Yıkılan rejimin zenginliklerine el koyan oligarklar, mafyatik ilişkilerle büyük güce ulaşmışlar, bu gücü korumak ve yeni ekonomik ilişkiler geliştirmek için emperyalist devletlerle kirli ve karanlık ilişkiler kurmuşlardır.

Türkî Cumhuriyetler olarak anılan Orta Asya’daki devletler, “İslam” etkisi kullanılarak CIA destekli FETÖ’ye açılmış, bu emperyalist işbirlikçisi örgüt, bağımsızlığını kazanan cumhuriyetlerde ABD adına öğretmen maskeli ajanlarıyla yıkıcı faaliyetler yürütmüştür.

Sovyetler döneminin Doğu Avrupa’ya komşu kesimindeki cumhuriyetler ise; yaygın şekilde Soroscu “Turuncu Devrim” adı verilen Batı yanlısı protesto hareketleri üzerinden emperyalizmin etki alanına sokulmuş, bu etkiyi sürekli kılmak için ya NATO üyesi yapılmışlar ya da topraklarını ABD üslerine açmak zorunda bırakılmışlardır. Çekya, Macaristan, Polonya, Bulgaristan, Estonya, Letonya, Litvanya, Romanya ve Slovakya ile Yugoslavya’nın Batı emperyalizmi tarafından parçalanması ile ortaya çıkan Slovenya, Hırvatistan, Karadağ, Kuzey Makedonya ve Arnavutluk apar topar NATO’ya alınmışlardır.

Birer NATO (ABD) üssü haline gelen bu ülkeler dışında kalan alanlarda da, ya ABD üsleri kurulmuş ya da büyük ölçüde silah yığılmış, son olarak Yunanistan’da, özellikle Batı Trakya ve Dedeağaç’da büyük askeri yığınak ve tatbikatlar yapılmıştır. Özellikle Ukrayna’daki turuncu devrimler sonucu yönetime getirilenlerin, Rusya’nın Avrupa’ya doğalgaz akışını sağlayan nakil hatları üzerinde hak iddia etmesiyle ekonomik savaş başlamıştır.

Rusya Federasyonu’nu çevreleyen yeni NATO üslerinin varlığı, NATO’nun doğuya genişleme stratejisini sürdürmesi ve bu bağlamda Ukrayna’nın da NATO’ya alınmak istenmesi Batı tahriklerini en üst noktaya taşımış, Rusya Federasyonu’nun ciddi güvenlik endişesi duymasına yol açmış, 2014 yılında Rusya tarafından ilhak edilen Kırım’dan sonra, bu kez Ukrayna’nın Rusya sınırındaki stratejik bölgeleri Luhansk ve Donetsk -ulusların kendi yazgılarını belirleme haklarının kabul edildiği BM İkiz Sözleşmelerinin, bağlı olunan devletten ayrılmada halk oylamasının ülke genelinde yapılmasını zorunlu kıldığını umursamadan- bağımsızlıklarını ilan etmişler ve hemen Rusya ile diğer bazı ülkelerce tanınmışlardır ki, bunun uluslararası hukuka aykırı olduğu açıktır.

Hal bu iken; Bağımsız (!) Luhansk ve Donetsk Cumhuriyetleri’nin yardım istedikleri gerekçesiyle Rusya Federasyonu 24 Şubat 2022 sabahından itibaren Ukrayna’nın stratejik bölgelerini vurmaya başlamıştır.

ABD Başkanının buna yanıtı, sadece ekonomik yaptırımlar ve bankacılık sisteminin hedef alınacağı gibi komik ve işe yaramaz söylemler olurken, Rus saldırısı başlamadan önceki en ilginç gelişme ise; ABD, Japonya ve İngiltere ile NATO ve AB ülkelerinin, Rusya’ya yönelik kof tehditler dışında kıllarını kıpırdatmamaları, Ukrayna’ya askeri yardım yapmayacaklarını, Rusya ile savaşmayacaklarını açıklamaları, yani uzun süredir kışkırttıkları Zelenski yönetimindeki Ukrayna’yı yalnız bırakmaları olmuştur.

Bütün bu gelişmeler emperyalizmin; güdümüne alarak sömürdüğü alanları korumak için neler yapabileceğini, dik durmasını beceremeyen ülkeleri nasıl piyon olarak kullanıp zora düştüklerinde ortada bırakacağını, kendi toprakları tehlikeye düştüğünde tereddütsüz göze aldığı savaşı, kullandığı ülkeler için aklına bile getirmeyeceğini bir kez daha göstermiştir. Yüz yıl önce İngiliz emperyalizminin teşvikiyle Anadolu’yu işgale kalkışan Yunanistan’ın ve 1990’ da ABD’nin kışkırtmasıyla Kuveyt’i işgal eden Irak’ın başlarına gelenlerden ders alınmadığı ortadadır.

Gelinen noktada – ne yazık ki bütün uyarılara karşın onyıllardır ısrarla sürdürülen yanlış politikalar sonucu – enerji ve tarım ürünleri ithalatı yönünden bağımlı hale geldiğimiz Rusya ile yine tarım ürünleri aldığımız Ukrayna arasında yaşanan bu savaşın ülkemizi çok olumsuz etkileyeceği açıktır. Daha şimdiden Türk Lirasının en çok değer yitiren ikinci para olması bunu göstermektedir. Öte yandan; savaş halindeki her iki ülkenin de Karadeniz’e kıyısı olması ve Ukrayna’yı kışkırtan ülkelerin deniz yolu ile yardım göndermeye kalkışabilecekleri olasılığı da, Boğazlara egemen olan ülkemizi doğrudan ilgilendirmektedir.

Nitekim ortaya çıkan savaş hali, 20 Temmuz 1936’da Mustafa Kemal Atatürk’ün büyük öngörü ve diplomatik ustalıkla 10 ülkeyi (Türkiye, İngiltere, Sovyetler Birliği, Fransa, Avustralya, Japonya, Bulgaristan, Yunanistan, Yugoslavya ve Romanya) masaya oturtarak imzalattığı Montrö Boğazlar Sözleşmesi kapsamındadır ve Karadeniz’e kıyısı olmayan ülkeler bu barış denizine savaş gemisi sokamayacaklardır. Bu Sözleşme ile Büyük Atatürk 86 yıl önceden bölgede gelişebilecek büyük bir savaşı, belki de 3. Dünya Savaşını önleme başarısı göstererek dehasını bu konuda da ortaya koymuş, Montrö’yü her fırsatta küçümseyenleri mahcup etmiştir.

Keza, Atatürk’ün emperyalistleri bölgeye yaklaştırmamak için komşularımızla imzaladığı 9 Şubat 1934 tarihli -Türkiye, Yugoslavya, Yunanistan ve Romanya arasındaki- Balkan Antantı ve 8 Temmuz 1937 tarihli -Türkiye, İran, Irak ve Afganistan arasındaki- Sadabat Paktı’nın ne kadar önemli antlaşmalar olduğu da -2. Dünya Savaşından sonra- son 30 yılda yaşananlarla da kezlerce ortaya çıkmıştır. Balkan Antantı olmayınca -başta Yugoslavya- Balkanlar, Sadabat Paktı kalmayınca da Irak başta olmak üzere diğer komşularımız ateş hattında kalmışlar, büyük acılar çekmişler, bölünmüşler, emperyalizme yem olmuşlardır.

Kurtardığı vatan, kurduğu Cumhuriyet, yarattığı çağdaş ülke yanında, adeta bir kâhin gibi geleceği görerek, Dünyanın 2. Paylaşım Savaşına koştuğu günlerde imzalanmasını sağladığı bu 3 antlaşma ile ülkesini (ve bölgesini) korkunç felaketlerden koruyan, tartışmasız bütün dünyanın saygı ve hayranlık duyduğu böyle büyük bir DEVLET ADAMI ve DAHİ’ye kendi ülkesinde kimilerince AYYAŞ denebilmiş olması, ilke, devrim ve eserlerinin yok edilmeye çalışılması ne büyük talihsizlik, ne ürkütücü aymazlık, ne tarifsiz acıdır!

Ülkemizi yönetenlerin –ve tabii yönetme iddiasında olanların da- yaşananlardan ders almasını, komşularla dostluk ve barışa dayalı ilişkiler kurmanın, emperyalistlerle mesafeli, başı dik, bağımsız, Atatürkçü dış politika uygulamanın önemini kavramalarını beklemek hakkımızdır.

Atatürk’ün 1 Aralık 1921 tarihli Meclis konuşmasındaki

  • Bizi mahvetmek isteyen emperyalizme karşı, bizi yutmak isteyen kapitalizme karşı
    heyet-i milliyece mücadeleyi öngören bir mesleği takip eden insanlarız.”

sözleri hiç akıldan çıkarılmamalıdır.

  • Türkiye ne ABD, ne Rus emperyalizminin yanında olamaz, olmamalıdır.

TBMM duruma el koymalı, aktif tarafsızlık politikası uygulanmalıdır.

Ukrayna sorununun en öğretici yanlarından biri de; uluslaşmanın gerçekleştirilememesinin ve ulus devlet güvencesinin kazanılamamasının nelere mal olduğunun görülmüş olmasıdır. Bu noktada Atatürk’ün “Türkiye Cumhuriyeti’ni kuran Türkiye halkına Türk Milleti denir” özdeyişi ile ifade ettiği MİLLET tanımının ne denli yaşamsal önemde, uluslaşma ve ulus devlet olma çabasının ne kadar yerinde ve vazgeçilmez olduğu artık herkes tarafından ve mutlaka belleklere kazınmalıdır. Hiçbir gerekçe ile ulusal bütünlüğümüz, iç cephe birliğimiz zedelenmemeli, Ulusumuz’u kutuplaştırıcı politikalardan kesinlikle kaçınılmalı, uluslaşma hedefinden asla uzaklaşılmamalıdır.

Dış politikamız;

  • BOP’un ülkemizi bölme amacı açık bir emperyal proje olduğu,
  • ABD’nin Türkiye’ye “stratejik müttefik” gibi davranmadığı,
  • NATO’nun artık bir savunma örgütü olmaktan çıkıp Batı Emperyalizminin saldırı aygıtına dönüştüğü,
  • Rusya’nın da yayılmacı emelleri olan bir devlet olduğu gözetilerek oluşturulmalıdır.

Atatürk’ün “YURTTA BARIŞ DÜNYADA BARIŞ” ilkesi ancak böyle hayata geçirilebilir.

ATATÜRKÇÜ DÜŞÜNCE DERNEĞİ elbette; amasız, fakatsız, en gür sesiyle “SAVAŞA HAYIR!” diyor. Ama bununla yetinmiyor…

Filler tepişirken ezilen çimen olmamanın yolunu Atatürk’ün yüz yıl önce gösterdiğini hiç unutmamamız, başka rehber, farklı yol aramanın beyhude ve çarenin YENİDEN KEMALİST CUMHURİYET olduğunu görmemiz gerektiğini de ekliyor.

  • YAŞASIN ANTİEMPERYALİST TAM BAĞIMSIZ TÜRKİYE !

ATATÜRKÇÜ DÜŞÜNCE DERNEĞİ  GENEL MERKEZİ
EMPERYALİZME BEL BAĞLAMANIN ACI SONU VE ATATÜRK DEHASI – ADD

CEHALET DAİMA BATAKLIKTIR

Prof. Dr. Halil Çivi / İMZA...Prof. Dr. Halil Çivi
İnönü Üniv. İİBF Eski Dekanı

CEHALET DAİMA BATAKLIKTIR

Cehalet; tüm cahil bireylerin, ailelerin, halkların, kurumların, toplumların ve ülkelerin ortak acısı, kötülük ve az gelişmişlik nedeni, kaynağı ya da bataklığıdır.

Mutlaka ve mutlaka ve ivedilikle çağdaş, akılcı ve bilimsel eğitimle doğru tedavi edilmelidir.

Cehalet bataklığı kurutulmazsa toplumlar ve ülkeler şer ve kötülük odaklarına karşı hep savunmasız kalırlar.

Toplumsal aydınlanma, bireysel aydınlanma ile başlar.

Bireyler aydınlanmadan aileler, kurumlar, toplumlar ve ülkeler aydınlanmaz.

Cehalet, bireyleri, toplumları ve ülkeleri sürekli olarak iç ve dış sömürüye açık duruma getirir.

Hace Bektaş Veli diyor ki:

  • Bilimden gidilmeyen yolun sonu karanlıktır.

MUSTAFA KEMAL ATATÜRK diyor ki:

  • Dünyada en gerçek yol gösterici (pusula, kılavuz, rehber) bilimdir.

Kıssadan hisse                                       :

  • Bireyler ve toplumlar, a’dan z’ye yaşamın her alanında acilen cehalet bataklığından kurtulmalı, kurtarılmalıdır.
  • Çünkü doğru bilgi ve doğru bilinç olmadan doğru düşünce ve doğru fikir oluşmaz.
  • Başta inanç alanı olmak üzere, doğru fikir oluşmadan da doğru karar ve doğru eylem gerçekleşemez.
  • İnançların da nakille (duyarak, işiterek ve hep başkalarının sözlerine inanarak) değil akılla, okuyup araştırıp üzerinde iyice düşünerek öğrenilmesi ve öğretilmesi gerekir.
  • Çünkü aklı olmayanın dini de olmaz.
  • Allah aklını kullanmayanların üzerine pislik yağdırır (Tövbe Suresi ayet 100).

Her zaman , her konuda ve her yerde, ödünsüz olarak akla ve bilime dayanan çağdaş eğitim ekmek ve su kadar temel ve zorunlu bir gereksinimdir.

PARALEL YAPILANMA VE NASS

portresiLütfü Kırayoğlu
Elektrik Müh. (İTÜ)
ADD Gn. Bşk. Başdanışmanı

Paralel yapılanma ya da son yıllarda konuşulan adıyla PDY (Paralel Devlet Yapılanması) bin yılı aşkın süredir bir olgu olarak devletlerin içinde olagelmiştir. Ancak çokça da dillendirilmemiştir. PDY Suriye’de üslenen terör örgütü PYD ile karıştırılsa da özellikle 15 Temmuz 2016’da yaşanan Amerikancı, FETÖ’cü darbe girişimi sonrası daha çok dilimize girmiştir.

Ortaçağ Avrupa’sında kiliseler üzerinden örgütlenen Tapınak Şövalyelerinin etkinliğinin günümüze dek geldiği söyleniyor. Ancak tarihte bilinen en dehşet verici paralel örgütlenmenin Hasan Sabbah tarafından kurulan ve Alamut Fedaileri olarak da bilinen Haşhaşiler (gerçekte bu örgütün Suriye koluna bu ad verilmiştir) olduğu bir gerçektir. Örgüt o denli dehşet saçmıştır ki, bugün terörizm adı “assassins” (katiller) de Haşhaşiler kökünden gelmedir.

Devletler içinde paralel yapılanma düşünce halinde her zaman vardır. Düşünce örgütsel olarak ete kemiğe bürünüp beklemeye geçer. Ancak devlet düzeninin zaafa uğrayıp güçsüzleştiği dönemlerde ortaya çıkıp kendini gösterir. Bilinenin tersine paralel yapılar salt silahlı, insan öldüren terör örgütleri olarak karşımıza çıkmıyor. Ekonomik yapılar, silah, insan ve uyuşturucu kaçakçılığı, beyaz kadın ticareti, organ nakli ticareti, dinsel yapılar vb… İster terör, ister öbür alanlardaki paralel yapılanmaların tutunabilmesi, arkasında güçlü bir dış bağlantı gerektiriyor ki günümüzde bu bağlantıya emperyalizm adını veriyoruz. Terör biçiminde ortaya çıkan paralel yapılanmaların mutlaka çok etkin bir ekonomik bağlantısı vardır. Ancak paralel yapılanmalar içinde en tehlikeli ve yıkıcı olanı, hiç dikkat çekmeyen, devlet içinde saygın konumda olan, akçalı (mali) gücü ile herkesi susturan ya da satın alabilen ekonomik paralel yapılardır. Osmanlı devleti de işte böyle yıkılıp gitmiştir.

Osmanlı devleti içinde de farklı paralel yapılar hep olmuş, devlet güçsüzleştikçe bu yapıların örgüt ağı genişlemiş, devlet adamlarına, vezirlere, sadrazamlara hatta saraya dek uzanmıştır. Galata bankerleri, Cenevizliler, Venedikliler, Yahudi tefeciler, giderek genişlemiş, bozulan ekonomi ile birlikte yozlaşan Yeniçeri ocağını vurucu güç olarak kullanabilmişler, sonunda Osmanlı devleti İngiliz, Fransız, Alman, Rus çıkarları ve onların devlet içine yerleştirdikleri paralel yapıların elinde çökmüştür.

Mustafa Kemal Atatürk önderliğindeki Ulusal Kurtuluş Savaşı yalnızca silahlı işgalcilere karşı değil; bu paralel yapıların oluşturduğu iç isyancılara, Saray destekli Kuvay-ı İnzibatiye birliklerine karşı da mücadele ile zafer kazanmıştır. Sonuçta Cumhuriyet kurulmuş ancak paralel yapılar devlet içinde varlığını koruma mücadelesini sürdürmüşlerdir. Bu da ortada yıkılan çürümüş bir düzen ve kendi düzenini oturtmaya çalışan çağdaş bir devlet arasındaki doğal bir mücadeledir.

Cumhuriyetin kurulduğu andaki yapıya ilişkin kimi örnekler vermek gerekirse:

Bir yanda Cumhurbaşkanı ve TBMM, öbür yanda Padişah unvanı elinden alınmış, Halife sanını taşıyan Osmanlı Sultanı, bir yanda yeni yasalar, buna uygun kurulan mahkemeler, yargıçlar, öte yanda şeriat hükümleri ve kadılar, modern eğitim yapan sayıca az okullar yanında medreseler, tekkeler, çağdaş sağlık sistemini kurmaya çalışan hekimler yanında üfürükçüler, devletin temsilcileri valiler, kaymakamlar, belediye başkanları karşısında ağalar, şeyhler, tarikat şefleri…

Devrimci Cumhuriyet bu zorlukların üstesinden geldikçe bu yapılar örgütsel olarak çözüldü. Kimisi çökertildi, kimileri kabuğuna çekilerek ortaya yeniden çıkmak için uygun zamanı kolladı. En az örgütlü olanı bile düşünsel düzlemde çekirdek olarak kaldı. Kozasının içinde kelebek olup kozadan çıkacağı günlerin umuduyla bekledi. 1950’de (14 Mayıs) Demokrat Parti iktidarı bu yapılar için bir işaret fişeğiydi. Pilavoğlu’nun Ticani tarikatı, evlerden yaygınlaşarak gelişen Nur ayinleri, hızla çoğaltılan İmam Hatip Okulları, dağ başlarında gözden ırak kurulan yatılı Kuran kursları hep paralel yapıların ete kemiğe bürünmüş biçimleriydi. Bir işgal durumuna karşı oluşturulan direnme örgütleri olan Sivil Savunma Teşkilatlarının NATO bünyesine girmemiz sonrasında Gladyo üslerine dönüşmesi, Komünizmle Mücadele Dernekleri aracılığıyla bugün bilinen adıyla FETÖ örgütünün temelinin atılması hep paralel yapıların ete kemiğe bürünerek örgütlenmesi sonucundadır. Bu yapılar öylesine güçlenmiştir ki; günün birinde artık devlet içinde belirli noktaları tutmakla yetinmemişler, iktidarın bütününü istemişler ve 15 Temmuz 2016’da darbe –ABD destekli– girişiminde bulunmuşlardır.

Paralel yapıların özellikle dış destekli olarak devlet içinde örgütlenmesi, bu yapıların kendi hedeflerine uygundur. Ancak bu yapıların, devleti yönetme iddiasındakilerce kendi elleriyle devletin içine yerleştirilmesi, örgütlenmelerinin önünün açılması bir yana; her türlü desteğin verilmesi devletin intiharı anlamındadır. Zamanın başbakanının “Ne istediniz de vermedik?” sözü bu durumun acı itirafıdır. 3 Kasım 2002 seçimlerini kazanan AKP, bir tarikatlar koalisyonu halindeydi. Mecliste çoğunluğu almışlardı (%34 oyla %65 çoğunluk!) ancak devlet yönetme deneyimleri ve kadroları yoktu. İmam Hatip Okulu ve İlahiyat Fakültesi mezunu olanları doğal kadroları olarak görüyorlardı. Ancak bunların içinde bile Haşhaşiler gibi örgütlenmiş ayrı bir yapı vardı. FETÖ, AKP’ye işte bu hazır kadroları verdi ve devlete ortak oldu. 28 Şubat (1997) döneminde yapılan MGK toplantılarında bir askeri birlikte kendi komutanından değil, çok daha alt rütbede hatta sivil biri olan cemaat imamından buyruk (emir) alan subay örnekleri veriliyor ancak bunlar dikkate alınmıyordu. Çıplak gerçek darbe girişimi sırasında darbenin merkez üssü Mürted Hava Üssünde Adil Öksüz adlı kişinin yüksek rütbeli subaylara buyruk verdiği görüntülerde ortaya çıktı.

Paralel yapılardan biri görece çökertilmiş olsa bile, benzeri örgütlenmeler varlığını sürdürüyor. İşin en kötü yanı, paralel yapılanmaları ortaya çıkaracak ortam ve bunları hoş karşılayan yöneticilerin aymazlığı. Yukarıda söylediğimiz gibi en kötü durum da, devleti yönetme iddiasındakilerin bizzat paralel yapıların önünü açmasıdır ki bir kez daha yineleyelim; bu DEVLETİN İNTİHARIDIR…

Şimdilerde yaşadığımız ekonomik bunalım, bir ölçüde emperyalist merkezlerin ülkemizde kurduğu Dolar saltanatının ama gerçekte iktidarın hatalı politikalarının bir sonucudur. Bu da uluslararası sermaye güçlerinin devlet içine yerleştirdiği paralel unsurlarla sağlanmaktadır. Kuru kuruya “dış güçler” edebiyatı ile ekonomik bağımsızlık mücadelesi yürütülemez. Hele hele bu yapılarla mücadele adı altında devlet içinde on yıllardır örgütlenmiş geriye dönüş özlemcilerinin temsilcisi paralel yapıların önünü açmakla bu mücadele hiç yürütülemez. Devletin en tepesinde bulunanların “Nass” sözleriyle Anayasanın 2 nci, 24 üncü ve 174 üncü maddelerini açıkça çiğneyerek konuşmaları yalnızca konuşma ile kalmamış bu düşünceye bağlı bir paralel örgütlenmenin devlet içinde varlığını da ortaya çıkarmıştır. Bu durum, devlet içinde bir paralel ekonomik yapıyı sahneye sürmektir ki açıkça suç oluşturmaktadır. Yıllardır halkımızın kutsal duygularını sömürmek için söylenen “faiziz bankacılık” palavralarına aslında bu iktidarın kendi yandaşları da inanmamaktadır. Bankalardaki mevduatların %65’i döviz mevduatı olup bu mevduatların en yoğun olduğu yerler, iktidar partisinin en çok oy aldığı illerdir. Son kararlarla siyasal iktidar “Nass” önlemlerinin de yetersiz olduğunu görmüş, ABD Dolarını Türk Lirasına kefil göstermiştir.

Yeniden ekonomik düzlemdeki paralel yapılanmaya dönersek; Türk lirasını güçlendirmek için mevduatlarda Türk Lirasına dönenlere bir devlet bankasınca verilen “icazet” belgesinin Arap harfleriyle, dualarla başlıyor olması, bu belgenin altında imzası bulunan Z. Katılım Bankası Danışma Komitesi üyelerinin eğitimleri ve görevleri, paralel yapıların şimdi nerelere uzandığını gösteriyor.

Bir kez daha vurgulayalım:

  • Paralel yapıların en tehlikelisi ve ekonomik olanlardır, hedefleri DEVLET YIKMAKTIR.

 

Cemaat ve tarikat

Örsan K. Öymen
Örsan K. Öymen
Cumhuriyet, 17 Ocak 2022

 

Elazığ’da Enes Kara adlı bir tıp fakültesi öğrencisinin, ailesinin zorlamasıyla bir cemaat ve tarikat yurduna yerleştirilmesinden ve burada gördüğü baskılardan dolayı intihar etmesi, Türkiye’deki cemaatlerin ve tarikatların yeniden tartışılmasına neden oldu.

Bu tartışmada öncelikle şunun bilinmesi gerekir ki, İslam dininin temeli Kuran’dır.

  • Kuran’da cemaat ve tarikat örgütlenmesini ve belli kişilerin dini örgütlenme konusunda ayrıcalıklı bir konuma sahip olmasını teşvik eden hiçbir ayet yoktur.

Kuran’a göre sadece tek bir Müslüman cemaati vardır ve onun da öncüsü tek kişidir, o da Muhammed’dir.

Cemaat, tarikat, tekke, zaviye, halifelik, şeyhülislamlık gibi Müslümanların içindeki ruhban sınıfının temelini oluşturan şeyler sonradan uydurulmuştur. Bunların İslam dininin özüyle uzaktan yakından ilgisi yoktur.

  • Din içindeki bu ayrıştırıcı unsurlar, belli güç odaklarının iktidar mücadelelerini sürdürmesi için icat edilmiş araçlardır.
  • Bunları dinin bir parçası olarak sunmak yalancılıktır, sahtekârlıktır.

***
Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucusu Mustafa Kemal Atatürk;

  • Türkiye’nin şeyhler, dervişler, müritler, mensuplar ülkesi olmayacağını,
    en gerçek yolun uygarlık yolu olduğunu vurgulamıştır.

Bu çerçevede laiklik karşıtı hareketlerin odağı haline gelen tarikatlar, tekkeler, zaviyeler ve bunların etrafında örgütlenen cemaatler, Türkiye Büyük Millet Meclisi tarafından 1925 yılında 677 sayılı yasayla kapatılmıştır.

  • Söz konusu tarikatlar, tekkeler, zaviyeler, cemaatler günümüzde de yasadışıdır.

Ancak bu örgütler yasadışı oldukları halde, dernek ve vakıf adı altında fiilen varlıklarını sürdürmektedirler. İçişleri Bakanlığı’nın verilerine göre Türkiye’deki derneklerin %14.9’u “dini hizmet” alanında faaliyet göstermektedir. Bu bağlamda toplam 18 bin 200 dernek bulunmaktadır.

Eğitim-araştırma alanında faaliyet gösteren derneklerin oranı % 5, kültür-sanat alanında faaliyet gösteren derneklerin oranı %4.8, düşünce alanında faaliyet gösteren derneklerin oranı %0.8’dir!

Dinci örgütlenme, Türkiye’nin sivil toplum ve demokratik kitle örgütlenmesini de kuşatmıştır.

Atatürk, dini hizmetlerin verilmesi için Diyanet İşleri Başkanlığı’nı kurmuştur. Ancak bu kurum laiklik karşıtı tarikatlar ve cemaatler tarafından işgal edildiği gibi, Diyanet İşleri Başkanlığı’nın yetkileri ve otoritesi, dernekler ve vakıflar üzerinden zaafa uğratılmıştır, “dini hizmet” için alternatif (AS: sewçenek) alanlar açılmıştır.

Laiklik karşıtı dinci örgütlenmeyi, sivil toplum ve demokratik kitle örgütlenmesi olarak sunmak, sivil toplum ve demokratik kitle örgütlenmesinin ne olduğunu bilmemek anlamına gelir. 

Bu aynı zamanda demokrasinin ne olduğunu bilmemek,
laikliğin olmadığı bir ülkede demokrasinin değil,
teokrasinin var olacağını bilmemek anlamına gelir.

***
CHP üst yönetiminin, bu konuda edilgen davranması, kabul edilebilir bir durum değildir.

Devletin öncülüğünde, cemaat ve tarikat örgütlenmesinin bir parçası olmayan yeni yurtları açmak, cemaat ve tarikat yurtlarını da denetlemek, Türkiye’deki cemaat ve tarikat örgütlenmesinin laiklik konusunda yol açtığı zararı ortadan kaldırmaz.

CHP Grup Başkanvekili Özgür Özel’in, Diyanet İşleri Başkanlığı bünyesinde okul öncesi dini eğitim verilmesini ortaçağ zihniyetine benzetmesine yönelik tepkiler konusunda kendi milletvekiline sahip çıkmayan, Kabataş Lisesi’nde Atatürk’ün resminin delik deşik edilmesi konusunda üç maymunu oynayan CHP üst yönetimi, Enes Kara’nın intiharıyla bağlantılı olarak gündeme gelen cemaat ve tarikat örgütlenmesi konusunda da iyi bir sınav vermemiştir.

Bunlar, CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu’nun ve O’nu yönlendiren oligarşik bir grubun, hem anayasanın hem de CHP Parti Programı’nın temel ilkelerinden birisi olan laikliği, bu konudaki tek yetkili organ olan Kurultay’ın onayı olmadan, fiilen rafa kaldırmış olmalarının bir sonucudur.

Öte yandan, Kılıçdaroğlu’nun, Cumhurbaşkanlığı seçimiyle ilgili süreci CHP tabanından, üyelerinden ve delegelerinden kaçırmak amacıyla, bu yılın temmuz ayında yapılması gereken Kurultay’ı bir yıl ertelemesi de yeni dayatmaların habercisidir.

ÇAĞIMIZDA SİYASAL AÇIDAN MUTLAKİYETÇİ, OTORİTER VE TOTALİTER REJİMLER ÜZERINE KISA SOSYOLOJİK NOTLAR

Prof. Dr. Halil Çivi / İMZA...Prof. Dr. Halil Çivi
İnönü Üniv. İİBF Eski Dekanı

Mutlakiyetçilik ya da Mutlakiyet Rejimi Nedir?

Mutlakiyetcilik, rakipsiz, tartışmasız ve sınırsız güç kullanan mutlak monarşilerin yönetme biçimine verilen addır. Bu tür yönetimlerde egemenlik hakkı ve iktidar gücü salt kral, padişah, sultan, han… vb. monarklara (AS: Tek adam, ek güç) aiittir. Monarkın siyasal açıdan yetkileri sınırsız; buyrukları ya da fermanları kesindir. Örneğin Klasik dönemdeki Osmanlı yönetimi tam bir mutlakiyetçilik gösterir. Monark isterse kardeşini, oğlunu… bile öldürebilir.

Mutlakiyetçi siyasi yönetimlerin temelinde, o yönetim altında yaşayan her türlü etnik, azınlık, dinsel ve feodal kümelerin siyasetten dışlanması söz konudur. Sultan ya da kralın egemenliğindeki halkların tümüne siyaset yasağı vardır. Yani mutlakiyetçi rejimlerde halk siyasetten tümden dışlanır(1). Bu tür rejimlerde siyasetle uğraşmak isyandır. Monarka yani kral ya da sultana karşı gelmek olarak algılanır. Cezası da idamdır.

Geleneksel ve tarihsel olarak, mutlakiyetçi yönetim gücünün temelinde “İLAHİ ADALET ÖĞRETİSİ” vardır. Bu doktrin (öğreti) çoğu zaman monarkın güdümündeki ruhban – ulema sınıflarınca halka, Tanrı otoritesinin (yetkesinin) dünyadaki ete kemiğe bürünmüş biçimi olarak yansıtılır. Monarka karşı gelmek, Tanrıya ve kutsal kitaplara karşı gelmek gibi algılanır ya da halka öyle öğretimiştir. Ancak kutsal metinlerde, monarklar için böyle bir hakkın olup olmadığı öğretide (doktrinde) tartışmalıdır. Ama tarihsel ve ideolojik olarak halk buna inandırılmıştır.

Otorite ve Otoriter Rejimler

Otorite (yetke) genel olarak özünde 3 ana kaynaktan beslenir :

1- Tarihsel alışkanļıklar, töreler, feodal (derebeyi, ağa, şeyh…) geleneklerden kaynaklanan otorite.
2- Karizmatik kişiliği güçlendıren siyasal, askeri ve kültürel (ekinsel) başarılardan beslenen otorite.
3- Meşruluğunu, makamını ve yetkilerini anayasal hukuk düzeninden alan ve hukuk düzeni dışına taşmayan otorite.

Kimi toplumlarda bu 3 otorite kaynağı iç içe geçebilir. Ancak tarih göstermiştir ki; toplumsal güvenlik, adalet, huzur sağlama gereksiniminin sınırını aşan otorite daima tiranlığa tırmanma eğilimine girer.

En geniş anlamı ile otorite bir güç kullanma biçimidir. Bir kişinin, öbür kişilerin ya da halk kitlelerinin davranışlarını meşru olarak kendi istediği yönde etkileme ve yõnlendirme biçimi olarak da tanımlanabilir. Ancak bu etkileme ve yönlendirmelerin mutlaka meşru yolla olması gerekir. Meşruluğun kaynağı da halk iradesi yani dürüst ve meşru seçimlerle iktidar olma ve kurulu anayasal düzen sınırları içinde kalmakla olanaklı olur.

Eğer yetke (otorite) kullananın halkı etkileme ve yönlendirme biçimi basķı, korkutma, tehdit, şiddet… vb. ahlak ve hukuk dışı biçimler almaya başlarsa, otorite kaynağı meşruluğuğunu yitirmiş olacaktır.

Otoriter (yetkeci) rejimlerin mutlak monarşilerden çok önemli bir farkı vardır. O fark da siyasete bakış açıları ile ilgilidir. Mutlakiyetçi rejimler halka siyaseti yasakladıkları halde, otoriter rejimler kitleleri peşlerinden sürükleyebilmek için siyaseti halk ve devlet yaşamının her alanına ve her katmanına yaymak isterler. İnanç, din, mezhep, sağlık, aile, üreme, ırk, etnik farklılıklar, ideoloji, kültür, eğitim, ordu, güvenlik, çalışma, bürokrasi, hukuk, yargı… siyaset içinde değerlendirilir. Her konuda tektipleştirme esastır. Tek ırk, tek din, tek mezhep, tek ideoloji… vb.

Otoriter rejimlerde, siyaset alanı genişledikçe, toplumun her katmanını denetleyebilmek için otoriterleşme dozu da artar. Güvenlik güçlerine ve yargıya daha çok görev düşmeye başlar. Bu nedenle Yasama, Yürütme ve Yargı erklerinin ayrılığı ve özerkliği otoriter rejimlerin özüne ters düşer. Öyleyse yasama ve yargı gücünün de Yürütmenin denetimine geçmesi istenir. Böylece otoriter rejim giderek totaliter bir yapıya bürünmeye başlar.

Peki Totalitarizmin Belirtileri Nelerdir?

Siyasal iktidarların toplumu topyekun (AS: bütünüyle) denetleyebilmek, aykırı sesleri, karşı fikirleri ve muhalefeti susturabilmek ve istenilen kıvama getirebilmek için tarihsel (A. Hitler, B. Mussolini, J. Stalin…) olarak şu 3 seçeneği kullandıkları görülmüştür(2). Bu 3 araç genellikle birlikte yani eş anlı olarak uygulanmaktadır.

1- Muhalifleri ve aykırı sesleri devletin yargı güvencesinden yoksun bırakmak. Güvenlik ve yargı güçlerini bir siyasal silah olarak kullanmak. Böylece muhalefet üzerindeki baskı ve korku kültürünü yaygınlaştırmak.

2- Muhalefet liderlerini, aykırı görüş belirten aydınları, otoriter ya da totaliterliğe karşı olan sivil toplum kuruluşlarının… yöneticilerini toplum gözünde değersizleştirmek. Onları, din, vatan ve bayrak düşmanı, anarşist, terörist, düşmanla işbirlikçi, bölücü, hatta yabancı ülke ajanları olarak suçlamak ve toplumu buna inandırmaya çalışmak. Çünkü toplumun gözünde hain ve kötü olarak yaftalanırlarsa, her türlü idari (yönetsel) ve adli cezaları da çoktan hak etmiş olurlar… çevrelerinde destekçileri kalmaz.

3- İnsanların özgür birey olma özelliklerini yok etmek. Her bireyi birer kişilik öznesi olmaktan soyutlayıp otoritenin sadık nesnelerine dönüştürmek. Özgü iradeyi (istenci) yok etmek. Bireysel düşünme ve karar vermeyi ortadan kaldırmak, yani halkı SÜRÜLEŞTİRMEK.

Son söz                                               :

  • Yaşasın hukukun üstünlüğü, yaşasın adalet!
  • Yaşasın gerçek ve çoğulcu demokrasi!
  • Yaşasın güçler ayrılığı, yaşasın yargı bağımsızlığı ve yargıç güvencesi!
  • Yaşasın yurttaşların eşitliğini ve özgürlüğünü güvenceye alan çağdaş ve laik hukuk devleti.
  • Yaşasın özgür aklın ve çağdaş bilimin yolu.
  • Yaşasın Mustafa Kemal Atatürk!

Başlıca kaynaklar
1. Andrew Heywood, Siyaset Teorisine Giriş, Çev. Hızır Murat Köse, Küre Yayınları, 2. Bas. Istanbul, 2012, ss. 158-200.
2. Catherine Mills, Biyoiktidar, Çev. Mert Karbay, Notabene Yayınları, İstanbul 2021, ss 97-98.