Etiket arşivi: Karacaoğlan

Arap emperyalizmi ve Türkiye’nin Araplaşması

Örsan K. Öymen
Örsan K. Öymen
16 Mayıs 2022, Cumhuriyet

 

Geçmişte Sümer, Hitit, Urartu, Asur, Yunan, Roma ve Bizans uygarlıklarına ev sahipliği yapan Anadolu coğrafyası, Orta Asya’dan Anadolu’ya göç eden Türklerin Şamanizmi terk edip, Arabistan’da 7. yüzyılda ortaya çıkan İslam dinini benimsemek zorunda kalmasından dolayı, Selçuklu ve Osmanlı imparatorlukları döneminde, Arap kültürünün etkisi altına girmeye başladı.

Araplar 7. yüzyılda önce, bölgenin en köklü uygarlıklarından birisi olan Pers uygarlığını asimile ettiler, Pers kültürünü din üzerinden Araplaştırdılar, Perslere yönelik saldırılar ve işgaller gerçekleştirerek İran-Pers topraklarındaki Zerdüşt dinini ve kültürünü ortadan kaldırdılar, Persleri İslam dinini benimsemeye zorladılar. Daha sonra, hem Araplar hem de Persler, Orta Asya’dan batıya doğru göç eden ve Şaman olan Türkleri, İslam dinini kabul etmeye zorladılar.

Ancak Anadolu’daki Arap etkisi, Selçuklu ve Osmanlı döneminde bile belirli sınırlar içinde kaldı, Anadolu’nun daha önceden var olan yerel ve yerleşik kültürleri de Orta Asya’dan Anadolu’ya göç eden Türklerin kültürü de belli bir ölçüde varlığını korumayı başardı. Anadolu’da yaşayan nüfusun, çok küçük bir azınlık dışında, hiçbir zaman Arap olmaması, halkın anadilinin Arapça olmaması, din üzerinden aktarılan Arap kültürünün etkisini belli bir ölçüde sınırladı.

Türkiye Cumhuriyeti’nin Mustafa Kemal Atatürk tarafından kurulmasıyla birlikte bu etki, laikliğin benimsenmesiyle, Türkçe dilinin Arapçanın ve Farsçanın etkisinden kurtarılmasıyla, Avrupa’daki siyasi, kültürel, bilimsel, felsefi, sanatsal gelişmelere de kapıların açılmasıyla, asgari düzeye düştü.

Atatürk önce Avrupa’daki işgalci ve emperyalist güç odaklarına karşı cephede mücadele verdi, arkasından da Aydınlanma Devrimleriyle, Arapların 7. yüzyıldan itibaren (AS: başlayarak) din ve dincilik üzerinden gerçekleştirdikleri kültür emperyalizmine karşı mücadele verdi.
***
Cumhuriyet döneminde Arap kültür emperyalizmi, ABD’nin de desteğiyle, 1950 yılından itibaren (AS: bu yana), Anadolu topraklarında yeniden devreye sokuldu.

İmam hatip okulları, Kuran kursları, ilahiyat fakülteleri, imam, müftü, din insanı ve din uzmanı yetiştirmek yerine, laiklik karşıtı hareketlerin odak noktası haline getirildi, dinin yerini dincilik aldı. Aynı dönemde tarikatlar ve cemaatler yeniden yaygınlaştı.

İslam dini, Anadolu’da yaşamış olan Yunus Emre, Mevlana, Hacı Bektaşi Veli, Pir Sultan Abdal, Şeyh Bedrettin, Karacaoğlan, Köroğlu, Dadaloğlu gibi yazarların ve ozanların yorumları üzerinden değil, hadislerin ve Arap din insanlarının yorumları üzerinden anlatıldı, gençlerin beyinleri onlarca yıl boyunca, günümüze dek yıkandı. Osmanlı döneminde halifenin, şeyhülislamın ve ulemanın Anadolu’ya ve halka zorla dayattığı din anlayışı yeniden canlandırıldı.

Bu sözde eğitim kurumları ve merkezler onlarca yıl, Suudi Arabistan’ın kültür ataşelikleri işlevini gördüler.

Türkiye’nin aydınlanma devrimleriyle her alanda gelişmiş, güçlü ve bağımsız bir devlet olmasını hiçbir zaman istemeyen, Türkiye’yi cehalete sürükleyerek bir uydu ve sömürge devlet olmaya zorlayan ABD ve Avrupa emperyalizmi, bu hareketleri her zaman, doğrudan veya dolaylı olarak destekledi.
***
İslamcı siyasetin temsilcisi olan AKP’nin iktidarında, Anadolu kültürünün Arap kültürünün asimilasyonuna uğraması en yüksek seviyeye çıktı. Siyaset, ekonomi, ulaşım, iletişim, turizm, emlak ve arazi yatırımı, kültür, dış politika gibi alanlarda, demokrasi ve aydınlanma yolunda bir arpa boyu yol kat edememiş olan ve çoğu ABD tarafından desteklenen Arap ülkeleriyle işbirliklerine öncelik tanındı.

  • Türkiye AKP iktidarında, Arap ülkelerinin arka bahçesi haline dönüştürüldü.

Son yıllarda, yine emperyalist devletlerin çıkardığı iç savaşların bir sonucu olarak, milyonlarca yasadışı Arap sığınmacının Türkiye’de barınmasının sağlanması, vatandaşlığın bile satılık bir hale gelmesi, Anadolu’nun Araplaştırılması stratejisinin son aşamasıdır.

  • Türkiye, demografik yapısı tersyüz edilerek monarşiye ve teokrasiye mahkûm edilmektedir.

BİR CUMHURİYET VALİSİ ve EŞİNİN KÖY ÇEŞMESİ ÖYKÜSÜ…

BİR CUMHURİYET VALİSİ ve EŞİNİN
KÖY ÇEŞMESİ ÖYKÜSÜ…

 

Konuk yazar : Mustafa AYDINLI
24 Nisan 2018, Çorlu

TARİHE, KÜLTÜRE ve ÖRNEK CUMHURİYET VALİ’NİN HATIRASINA VEFA BU MU?

(AS: Bizim katkımız yazının altındadır..)

Ulusal kurtuluş savaşımız bitmiş, Cumhuriyet kurulmuş fakat peşinden hemen yeni bir savaş başlamıştı. Bu elbette, koskoca bir imparatorluğun küllerinden doğan genç Cumhuriyetin ekonomi, eğitim, kültür ve çağdaşlaşma savaşımıydı. Avrupa’nın Hasta Adamı Osmanlı, son dönemde girdiği tüm savaşları yitirmiş Düyun-u Umumiye nedeniyle maliye felç olmuş. Ülkenin yeniden inşası için, hemen İzmir İktisat Kongresi toplanıyor. Bugün kimilerinin beğenmediği Lozan’la Ülkenin ekonomik anlamda yüreğini ağzına getiren kapitülasyonlar kaldırılıyordu. Ancak ülkeyi paylaşmaya aday İtilaf Devletleri Osmanlı’nın borcu saydıkları 161 milyon altın lira istiyorlardı. Lozan’da yoğun mücadeleler sonucu bu borç ancak 107 milyon altın liraya düşürülebildi. Ödeme 99 yıllık zamana yayılmasına karşın Türkiye, Cumhuriyetin özverisi sayesinde Cumhuriyetle başlayarak (1923) 1954 yılına dek bu borcun tümünü 31 yılda ödeyerek sıfırlamıştır.

Tüm bu olumsuzlukların yanında bir de dünya çapında 1929 ekonomik bunalımı başgösterdi. Genç Cumhuriyet bu çetin koşullarla boğuşurken bir yandan da ekonomik kalkınma atılımları yapıyor, örneğin 1925’te temeli atılan Alpullu Şeker Fabrikasını 1926’da hizmete açıyor. Ülkeyi demir ağlarla örüyordu. İşte bu zorlu koşullara karşı çağdaşlaşmayı gerçekleştiren Devrimin ve mucize gibi gerçeğin adına Kemalizm diyoruz. Koşullar böyleyken asıl konumuz, Türk köylüsü ne durumudaydı? Hayvancılık, tarım, yaşam biçimi ne durumdaydı?

1930’ların başından söz ediyoruz. O dönem köylere okul yapabilmenin düşü bile kurulamıyor. Önce aş, iş, yiyecek ekmek ve içecek su gibi yaşamak için temel gereksinimin karşılanabilmesi doğal olarak her şeyden önce geliyor.  Bu nedenle aş, iş ve içecek su olmadan kimsenin okul yapmayı düşünecek durumu yoktu. Hatta 1930’lu, 40’lı, 50’li yıllarda Türk Aydınlarının en temel tartışma konusu köylere önce okul mu yapılsın yol mu yapılsın idi. Kimileri, okul olmadan akılcı düşünemeyen insan yolu ne yapacak; kimileri de yol yoksa okula nereden gideceksin diyordu. Sorun, bitmek tükenmek bilmez tartışma konusuydu.

Oysa köylerde ne okul, ne doğru dürüst yol, ne de pek çok köyde içecek temiz su vardı. Kaynakların çoğunluğu askeri amaçlara ayrıldığı için, nüfusun çoğunluğunun köylerde yaşamasına karşın köylere ayırabilecek kaynak yoktu. Okul, yol, su, sağlık, beslenme, halkın kendi olanaklarıyla ve ilkel koşullarda sağlanıyordu. Hayvanların yavşak, kene, sülük kanını emerken; insanlar ilkel sağlık koşullarında bitle, pireyle, tahtakurusu, sivrisinekle boğuşur durumdaydı. Doğru dürüst sabun, deterjan üretimi yoktu, insanlar yaktıkları meşe küllerini topluyor deterjan olarak kullanıyordu. Çamaşırlar meşe külü ile kaynatılarak yıkanıyordu. Killi toprağı sabun niyetine kullanıp, ellerini killi toprakla yıkıyorlardı. O günün roman ve öyküleri bu yaşam dramlarını konu edinmişti. Günümüz gençliğine masal gibi gelebilir. İşte yazımıza konu olan Çorum Dedesli Ovası Köyleri o günkü koşullarda ülkenin öbür köylerinden farklı değildi. Ülkenin öbür bölgelerindeki köyler de bu yaşam düzeyinin bir tık altında veya üstündeydi.

Dedesli Ovası köylerinin bir bölümünde temiz içme suyu yoktu. Gerçekte her köyün, hayvanları sulamak, temizlik ve bir ölçüde bağ-bahçe için suyu olmasına karşın, tadı acı olduğundan, içmek ve yemek pişirmek için kullanılamıyordu. Elbette yaşamın 1. gereksinimi olan su, çok uzak bölgelerden dağlardan büyük eziyetler sonucu hayvanlarla taşıma yolu ile getiriliyordu.

Evci çeşmesi, ilk suyun çıkış kaynağının Evci’nin Deresi olması nedeniyle, Evci Çeşmesi adını alan çeşme, yoğun olarak gelen geçenlerin özellikle çerçicilik (gezgin satıcılık) yapanların konaklama yeri olması nedeniyle Çerçi Çeşmesi olarak da anılmaktadır. İskilip yolunun 1990’dan sonra 50 m öteye yer değiştirmesi nedeniyle suyun yeri de 50 m ötede yeni yol üzerine alınmıştır. Ancak 50 yılı aşkın Dedesli ovası köylerinin toplamda 7 köyün, arada sular kesildiğinde 10 köye dek su gereksinimini gideren bu emektar çeşme, şimdilerde viran durumdadır.

Bölgeyi besleyecek bu suyun debisi en çok 3 parmak kalınlığındaydı. Söz konusu su, Arpalık köyünün arazisinin bittiği batı kesimi ile Dut köyünün güney, Kertme köyünün kuzeyde arazilerinin kesiştiği noktadaki Gök Kaya’nın bulunduğu yerdir. Buradan çıkan su Evci deresini sulayarak geçtiği için buraya Evci’nin Suyu denir. İçimi son derece yumuşak ve tatlı bir sudur. Ülkenin bütün suları sıralamaya konsa kesinlikle ilk sıralarda yer alacak niteliktedir. Çıkış kaynağı son derece doğal ve temiz, hiçbir yabancı atık karışma riski yok, tümüyle doğal. İçince bağımlılık yapacak derecede lezzetli. Çay ve yemekte kullanınca kattığı lezzet hemen ayırt edilebiliyor. Biz merak edip bir kış günü 15 yıl önce, sudan örnek alarak kimyasal tahlil yaptırdık. Mevsimin kış olması nedeniyle kısmen kar ve yağmur sularının etkisi olabilir. Ancak sonuç şöyleydi: Gıda Mühendisi M. Fatih GÖK’ün yaptığı tahlile göre Nitrat; Yok, Amonyak; Yok, Sertlik; 18 Fr SD.. Sonuç; Normal..

Bir gün Çorum Valisi rahmetli Cemal BARDAKÇI’nın, İskilip’ten Çorum’a dönerken denk geldiği bir rastlantı, Dedesli Ovası Köylerinin yaşam biçimini değiştiriyor. Şöyle ki: Dut Köyü kavşağında birkaç kağnının taş yüklü ilerlediğini görüyor. Vali Bey yolda durarak kağnı ile taş götüren köylüye soruyor:

-Kolay gelsin ne yapıyorsunuz?
-Çeşme yapacağız taş götürüyoruz beyim.
-Suyun kaynağı neresi, çeşmeyi nereye yapacaksınız?
-Suyun kaynağı, o karşıda gördüğün gök kayanın dibidir, beyim. Çeşmeyi de Dut Köyü’nün alt başına yapacağız. Yaklaşık 40 kağnı taş çektik, 10 kağnı taş daha çekeceğiz efendim.
-Suyu kendi haline bıraksanız nereye akar, ayrıca aşağıdaki öbür köyler içme suyunu nereden alıyorlar?
-Suyu kendine bırakırsak, Kertme köyünün arazisinden geçip Babaoğlu’nun arazisinden akıp bir ölçüde Hacıbey köyü, Dereköyü, Ferhatlı köyünü geçip Kızılırmak’a dökülür. Ama bu su oraya gidene dek toprak emer, ulaşamaz efendim.
-Öbür köyler sizin oraya çeşme yapmanıza rıza gösterecekler mi?
-Gösterseler de, göstermeseler de yapmaya başladık efendim çeşmeyi.

Vali Bey Uzun uzun suyun kaynağını, debisini, öbür köylere uzaklığını inceledikten sonra; Değerli Dut köylü kardeşlerim; siz pek çok köyün yararlandığı suyu alır tek kendi köyünüze götürürseniz, öbür köylerle aranızda anlaşmazlık çıkar. Huzursuzluk olur, hem de adil olmaz. Biraz önce söylediğin suyun doğal akış yönündeki tüm köylerin bu su, kadim hakkıdır. Bugünkü çeşmenin yapılı olduğu yeri işaret ederek, haftaya suyu olmayan tüm köylülerle burada bir toplantı yapacağım, durumu muhtarlara bildireceğim, herkes oraya gelsin, herkesi dinleyeceğim. Siz şimdilik çeşme yapımını durdurun.. dedi ve Vali Bey yoluna devam etti.

Haftaya Vali Bey’in işaret ettiği yerde yaklaşık 150 kişilik muhtarlar, köylüler, kadın-kız toplanmıştı. Bir süre sonra Vali Bey geldi. Toplanan kalabalığa suyun önemini ve gereksinimi olan köyleri saydıktan sonra, tüm köylerin tam olmasa da ortası sayılabilecek şu anki yeri işaret ederek, çeşmeyi buraya yapmanın uygun olacağını söyledi. Vali Beyin bu söylemine kimsenin itirazı olmadı. İş çeşmenin yapımına gelmişti. Vali Bey Hacıbey köyü muhatarı Satılmış’a (Töremiş) dönerek, “Muhtar, bana 10 kağnı bulabilir misin, Dut köyünün altına yıkılan taşları buraya taşıyacağız.” dedi.  Muhtar yutkundu, “Efendim bizim köyde toplam 10 kağnı yoktur ki..” dedi. ‘’Hem taşı getirsek de taa Gök Kaya’nın dibinden Evci Deresi’nin suyunu buralara nasıl getirelim. Hiç kimsede öyle bir güç, kuvvet yoktur” deyince; topluluğun arkalarında elinde uzunca bir değnekle dikilen, kutmu kumaştan üç etek giymiş, başı vişne çürüğü renginde çemberli, biraz uzun boylu, esmerce, 45-50 yaşlarında bir kadın, kalabalığı yararak en öne geçti. Bir eliyle değneğini yere vururken öbür elini de ders veren bir hoca gibi, yer yer muhtara aradad da Vali Beye Dönerek;

-“Vali Beyim, Satılmış Ağa, Hacıbey köyünün kağnısı yetmezse Babaoğlu var, Dereköy, Eskiören, Ferhatlı köyünde kağnısı olanlar ne güne duruyor? Ben gerekirse 10 değil, 20 kağnı bulurum. Değneğimin ucuna basarak köy köy dolaşırım. Bu sudan salt Hacıbey köyü yararlanmayacak.” dedi. Herkes susmuş bu orta yaşlı nine konuşuyordu. O tam bir çarıklı erkan-ı harpti. O zamanın kağnısı olan ev, bugünün traktörü olan ev anlamına geliyordu. Vali beyin yüzüne bir ışık geldi. Bu esmer kadının özgüveni karşısında gülümsedi ve sevindi.

-Sağ ol nine, işte bu denli hemşerilerim. Önce bir işi yapacağım demek gerek. Gördüğünüz ninemiz gibi.  Senin adın nedir? Hangi köydensin nine?

-Hacıbey köyündenim, adım Güllü, köyde Güllü Kahya derler. (Bir yıl sonra soyadı yasası çıkınca, soyadı 1934’te Güllü Şanan olacaktı..)

-Vali Bey, “Bu iş tamamdır hemşerilerim, suyun Gök Kaya’nın altından çıkarılıp, Evci Deresinden geçip buraya dek getirilmesi başka bir konu. O konuyla ben ilgileneceğim.” dedi ve  Çorum’a döndü.

Vali Bey sözünü tuttu, Gökkaya’nın orada yoğun bir etkinlik vardı. Suyun gözesi iyice açıldı, tam olarak su alacak derinliğe inildi, yaklaşık 500 m Evci deresindne aşağı kanallar kazıldı. Buraya, en ve boyu 5’er m olacak bir oda büyüklüğünde mahzen yapıldı. Üzerine de kazan yazıldı. Su önce burada depolanacaktı. Buraya dek kanalların kazılması, künklerin döşenmesi suyun getirilmesini Vali tümüyle kendi cebinden yaptı. Devletin kasasından bir kuruş harcamadı. Ama kazanın yapımıyla birlikte Valinin de parası bitmişti. Asıl hedeflenen taşların taşındığı yere neredeyse daha bin m yol vardı. Ayrıca oraya da aynı büyüklükte bir depo daha yapılacaktı. Vali Bey Köylülere,

“Şimdilik suyu buradan alın..” dedi. En azından artık her köy, uzak da olsa susuz kalmayacaktı, bir ölçüde de olsa ilkel koşulları yenmişlerdi. Ancak bir ay sonra Valinin eşi rahmetli Nuriye Hanım bu manzarayı görüyor ve çok etkileniyor. Boynundaki gerdanlığını ve kolundaki bileziklerini çıkarıp Valinin masasına koyuyor. Bunca köy susuzluktan zor durumdayken “Gerdanlığın, bileziğin ne önemi var?!” diyor. Suyun hedeflenen noktaya getirilmesini istiyor. Vali de hanımefendiyi kırmıyor, suyu hedeflenen noktaya ulaştırıyor. Çeşmenin üstüne kırmızı mozaikle “Nuriye – Cemal, 25/04/1933” yazdırıyor. Valinin inceliğine ve kadına saygısına bakın ki, ben valiyim deyip kendi adını üste, hanımefendininkini alta yazmıyor.

Romalılar zamanında iki bin çeşmenin olmasıyla övünürlermiş. Latin ozan Ovid, çeşmeler üzerine şiirler yazmıştır. Her Roma çeşmesinde bir öykü kayıtlıymış ve çeşme başında bu öyküler kısaca yazılırmış. Çeşmeler üzerine o denli çok atasözü, şiir ve manilerimiz var ki; araştırma yapsak değil kitaplar ansiklopedilere sığdıramayız. İyi de böylesi varsıl bir kültüre, biz ne zaman ve nasıl günümüzdeki ölçüde duyarsızlaştık? Tarihimize, kültürümüze, vefa duygularına bu denli yabancılaştık? İsterseniz kimilerini aktaralım, okurken ve dinlerken içiniz acımazsa.. Bir atasözümüz;

Bir gün su içeceğin çeşmeye çamur sıçratma..” diyor.

Hepimizin bildiği bir türkü sözleri; Çay senin çeşme benim/ Üstüme düşme benim/ Seninle dalga geçtim/ Sevdiğim başka benim.” Yine bir başka halk türküsü; “Çeşmenin başı güzel/ Dibinin taşı güzel/ Öyle bir yar sevmişim/ Kirpiği kaşı güzel” Başka bir halk türküsü; “Pınarın başında üç kız yan yana/ İçlerinden biri gel dedi bana/ Varolsun seni doğuran ana” Ya şu halk türküsüne ne demeli? “Kız pınar başında yatmış uyumuş/ Ela gözlerini uyku bürümüş” Duygu tellerimizi titretecek bir Başkası; “Pınar başı ben olayım vay vay/ Bulanırsam bulanayım vay vay/ Verin benim sevdiğimi vay vay/ Dilenirsem dileneyim vay vay” 

Öte yandan, ‘Pınar başından bulanır canım oy’ türküsünü, Türkülerin Babası Musa Eroğlu’ndan dinleyip de yeniden dinleme gereği duymuyorsak ya da duygu dağarcığımızın kapıları açılmıyorsa; duygu pınarlarımız kurumuş ve Türk Halk Kültüründen hiç nasip almamışız demektir. 

’’Pınar başından bulanır (Canım oy) / İner ovayı dolanır (Canım oy) / Sende çok haller bulunur (Canım oy)  / Dağlar duman olur/ Çayır çimen olur/
Ben yari görmesem / Halim yaman olur yar yar
Halk kültürünün köşe taşı, duygu seli Karacaoğlan’ın dilinde pınarlar bir başka söylenir. Bir başka dile gelir. Çeşmeler, pınarlar söz konusu olur da Karacaoğlan’ı anmadan nasıl geçeriz? O, aşık olduğu Türkmen güzellerine türkülerinin, çoğunu çeşmeleri konu alarak söylemiştir. 

‘’Akça kızlar göç eyledi yurdundan/ Koç yiğitler deli oldu derdinden/ Gün öğle sonu da Belen ardından/ Saydım altı güzel indi pınara/ Üçü uzun boylu, kaşların süzer/ Üçü orta boylu, zülfünü düzer/ Sandım akça ceren bir çölde gezer/ San kınalı keklik indi pınara/ Karac’oğlan bunu böyle söyledi/ İndi aşkın deryasını boyladı/ Kızlar gitti diye pınar ağladı/ Acıştı yüreğim yandı pınara

İşte Dedesli Ovası köyleri, rahmetli idealist Cumhuriyet Valisi Cemal Bardakçı’yı ve eli öpülesi rahmetli eşi Nuriye Hanımefendiyi rahmetle, şükranla ve minnetle anarlar. Her fırsatta insancıl yüce tutumlarını yad ederler.  Bir vefa örneği sergilerler. Yalnızca yerel halk mı? Oradan gelip geçen, arabasını durdurup su içen herkesin “Hizmeti geçenlerin geçmişlerinin canına değsin” demeden gittiğini duymadım. Oradan su götürüldüğü zamanlar, onlarca insan olurdu çeşmenin başında, uzun sıralar oluşurdu, sabah gelen ancak öğleye iki seneğini veya fıçısını doldurup eşeğine veya atına yükleyip giderdi. Yalnızca insanlar mı; çeşmenin ayağında biriken sulardan hayvanlar ve kurt – kuş öbür canlılar da yararlanırdı. Köylere su gelene dek elli yılı aşkın bu bölgeyi bu su besledi. Bu nedenle 25 Nisan 1933, varolan köylerin suya kavuştuğu tarihtir, çok önemlidir. Nil Mısırlılar için ne denli kutsal ve yaşamsal ise, bu çeşme de yöre köyleri için o denli kutsal ve yaşamsal idi. Gerçi dünyanın her yerindeki ırmaklar kutsaldır ve hepsinin bir öyküsü, anısı vardır. Kiminde aşk anlatılır, kiminde yaşam, kiminde tarih. Her akan su çevresine yaşam verir. Küçük bir derenin bile çevresinde yaşam vardır. Büyük küçük canlılar yaşam bulur.  Ağaçlar vardır, yeşiller suyolu boyunca dizilirler. Su, yaşamın eşitidir. Bir de upuzun ırmakları düşünelim ve öyküsü çok olanı, gizemli olanı, tarihi olan nehirleri düşünelim. Dönemin rahmetli Çorum Valisi Cemal Bardakçı ve merhum eşi Nuriye hanımın örnek toplumsal hizmetini ve değerini anlatmaya sözcükler yetersiz kalır.

Elli yılı aşkın süredir binlerce insana yaşam veren bu çeşmenin şimdiki yıkkın (viran) durumu içler acısıdır. Görenlerin, buralarda anısı olanların içini kanatmaktadır. Açıktan tarihe, kültüre, Vali Cemal Bardakçı ve eşi gibi yardımsever insanların saygın anısına duyarsızlıktır. Eminiz ki; tarih ve kültür bilinci olan, bir toplum olsaydık, bu çeşme korumaya alınır, bakımı yapılır, yanına da çeşmenin öyküsü yazılarak gelecek kuşaklara, bu halk bunca zorluğu aşarak buralara geldi, bu Cumhuriyet, halkını böylesine seven, kişisel ziynet eşyasını bozdurarak köylülerin çeşmesi için harcayacak denli değerli bürokratlar yetiştirdi, diye yazardık. Hem acıyor hem üzülüyoruz; ne tarihin, ne kültürün, ne de vefa gösterilmesi gereken insanların değerini biliyoruz.. Ne de örnek alıyoruz!

Umuyor ve diliyoruz ki; en azından bundan sonra söz konusu çeşmeye gereken ilgi gösterilir, onarılıp eski durumuna getirilir.. Böylelikle, kişisel altınlarını bozdurup bu çeşmeyi köylüler için yaptıranlar ölçüsünde tarihe, kültüre, vefa duygularına karşı saygılı davranmış olacağımızı düşünüyoruz ve ilgisi olan herkesin katkısını bekliyoruz.
================================================
Dostlar,

Yazı uzun, biz sözlerimizi kısa tutacağız : Cumhuriyetin aydınlık ve özverili öğretmenlerinden değerli dostumuz Sn. Mustafa AYDINLI‘ya, bu çok düşündürücü ve öğretici yakın tarih irdelemesi ve yerinde çağrısı için teşekkür ediyoruz. Sayın Aydınlı’nın yazılarına, şiirlerine.. daha önce de sitemizde epey yer vermiştik..

1933’te dönemin Çorum Valisi merhum Cemal Bardakçı ve merhum eşi Nuriye hanımın örnek toplumsal hizmetini, özverisini biz de engin bir şükran ve saygı ile karşılıyoruz. İşte Cumhuriyetimizin başlangıcında böylesine “değerleri” olan kadrolar görevdeydi.

  • Cumhuriyetin Çorum valisi köylüye su getirmek için kendi cebindeki parayı tüketince sıra eşine geliyor, merhum Nuriye hanım da kara gün güvencesi boynundaki sınırlı ziynetini bu amaçla bağışlıyordu. 

Günümüzde içine düştüğümüz yozlaşmaya bakar mısınız! Siyaset, bürokrasi… küpünü doldurmak için sıradan bir araç olarak görülüyor ve kıyasıya kavga bu uğurda veriliyor.. Böyle bir toplum ilerleyebilir mi? Uygar dünyada varlığını sürdürüp insanlık birikimine katkıda bulunabilir ve “değer” katabilir mi??

Eğitim sistemini baştan sona gözden geçirmek ve Cumhuriyetin başlangıç dönemini son derece büyük dikkatle inceleyerek günümüze güncel ve ivedi çözümler üretmek zorundayız.

  • Eğitimi zorla dincileştirerek ancak o topluma ve tarihe – insanlığa ihanet edilmiş oluyor.

    Sevgi ve saygı ile. 24 Nisan 2018, Ankara 

    Dr. Ahmet SALTIK
    AÜTF Halk Sağlığı AbD, Mülkiyeliler Birliği Üyesi
    www.ahmetsaltik.net        profsaltik@gmail.com

     

“OSMANLICA’ İNADININ ALTINDA NE VAR?”

Dostlar,

ADD BDK eski üyelerinden Sayın E. Alb. Cemil Denk‘in
“OSMANLICA’ İNADININ ALTINDA NE VAR?” başlıklı yazısını paylaşmak istiyoruz.

Dostumuz Sn. Denk, çarpıcı örneklerle hem Osmanlıcılık yapanlara ders veriyor,
hem de yaşamsal önemdeki Haziran 2015 genel seçiminde iktidarın değiştirilebilmesi için yurtseverleri göreve çağırıyor.

Sevgi ve saygı ile,
04.01.2015 

Dr. Ahmet Saltık
ww.ahmetsaltik.net

***

‘OSMANLICA’ İNADININ ALTINDA NE VAR?

Cemil Denk*

Birileri çıkmış; “Dedelerimizin mezar taşını okuyamıyoruz.” diyor.
“O mezar taşları bu ülkenin mührüdür. Mezar taşlarını okumayı bilmeyen bir nesil tarihini bilmez!”

“Osmanlıcanın liselere zorunlu ders olarak konulmasının” şart olduğunu söyleyip,
“isteseler de istemezlerse de öğrenilecektir.” diye dayatıyor.

Konu ilgimi çekti araştırdım: İngilizler de mezar taşlarını okuyamıyorlar; nasıl mı görelim;

William Shakespeare 1564-1616 arasında yaşamış, İngilizce’nin dünyaca kabul edilen,
en büyük şairi ve tiyatro oyunları yazarıdır. Shakespeare’in mezar taşındaki yazıları da günümüz İngilizleri okuyup anlayamıyorlar. Çünkü mezar taşındaki yazılar Latince!
Hem o günkü İngilizce bugünkü İngilizce’ye de pek benzemiyor. Buna karşınn, bugün dek
hiçbir İngiliz Kralı – Kraliçesi ya da Başbakanı çıkıp da;

“Çocuklarımız Shakespeare’in mezar taşında yazılan yazıları okuyup anlayamıyorlar;
bunu asla kabul edemeyiz! Bundan böyle İngiltere’deki tüm okullarda, Latince zorunlu ders olacaktır!” dememiştir…

İngiltere’den bir örnek daha vereyim:

“İngiliz Kralı Yurtsuz John, 1215’te baronlarla bir sözleşme imzaladı. Tarihe geçen bu sözleşme
“Magna Carta Libertatum” yani, “Büyük Özgürlük Sözleşmesi” olarak bilinir.
Bu sözleşme de o zamanki İngilizce ile yazılmamış, LATİNCE yazılmıştır.
Çünkü o dönemde halkın dili İngilizcedir ama İngiliz Saray dili Latincedir.
Günümüz İngilizleri, MAGNA CARTA’yı yazıldığı dilde anlayamıyorlar,
ama kimse “Latince zorunlu ders olarak okutulacaktır!” dememiştir…

Displaying

***

İnternet’te araştırdığımızda; Osmanlı’nın da O güne dek kurulmuş 14 Türk devletindeki
mezar taşlarını okuyamadıklarını görüyoruz. Çünkü Türk tarihi Osmanlı ile başlamamaktadır. Türk tarihi en az 5 bin yıllık bir tarihtir ve çeşitli Türk kavimleri tarih boyunca
ÇEŞİTLİ ALFABELER kullanmışlardır. Örneğin, Müslümanlığı kabul etmek zorunda kalmalarından önce Kök-Türk alfabesini kullanıyorlardı. Arap alfabesinin kullanıldığı
Osmanlı döneminde hiçbir Padişah kalkıp da “çocuklarımız, dedelerinin mezar taşlarını okuyamıyor” diyerek; eski Türk devletlerinden birinin dilini veya alfabesini öğretmek
yoluna gitmemiştir.

Aslında, Osmanlıca özgün bir dil de değildir; yaklaşık %40 Arapça, %40 Farsça,
%10 Balkan dilleri ve %10 Türkçe sözcüklerin karışımından oluşturulmuş,
Arap harfleriyle yazılan, çoğu saraylının bile anlamakta zorlandığı uyduruk (yapay) bir dildir.

Önceki Başbakan, –Atatürk dönemindeki dil ve alfabe devrimini kastederek
yeni bir şey daha söyledi;

“Bir sabah kalktık ki, okuma-yazma bilmeyen bir halka dönüşmüşüz!”

Bunu hep söyleyegeldiler Devrim karşıtları. Onlara şunu (kezlerce) anımsatmak gerekir :

Cumhuriyet kurulduğu zaman yaklaşık 40 bin köy vardı, bunların 38 bininde okul yoktu. Erkeklerin %6 kadarı, kadınların ise ancak %0,4’ü okuma-yazma biliyordu.
Okuma-yazma bilmeyen o %94, bugün okunamadığı söylenen o mezar taşlarını
o gün de okuyamıyorlardı.
 Çünkü o mezar taşlarını okuma-yazmayı bilmeyen halk,
saray dili Osmanlıcayı da bilmiyordu, Ararp alfabesini de bilmiyordu..

Halkın konuştuğu dil; Yunus Emre, Pir Sultan, Karacaoğlan, Dadaloğlu gibi
halk ozanlarının kullandığı sade, temiz bir dildi.

***

Bu konuda, Bekir Coşkun’u okuyalım :

“… Osmanlı “ecdat” falan değil… Zaten Türkleri saraya sokmadılar…
Sadrazamlar devşirme…
Vezirler devşirme…
Hanım Sultanlar devşirme…
Cariyeler, devşirme…
Ordu devşirme…
Sadece;
“EMİR-İ AHUR” TÜRK…
Yani, AHIRLARA BAKAN…
Kısacası; Türkiye Cumhuriyeti, TÜRK DEVLETİ’DİR, Osmanlı değil!
Bak Türk Milleti Cumhurbaşkanı yaptı SENİ…
Yoksa “AHIRLARA BAKAN olacaktın olsa, olsa!…”
***

Eski Başbakan’ın “Osmanlıca mutlaka öğretilmeli” dayatmasıyla gündemi saptırmasının
altında yatan nedenler bence;

1. 17-25 Aralık yolsuzluk olaylarını unutturmak,
2. Bebek katili Apo’ya verilen söz gereği, Kürtçe eğitim ve öğretimin önünü açmak ve
3. Hayallerindeki “ANADOLU FEDERE İSLAM DEVLETİ” kurulduğunda,

Türkçeyi tümden kaldırıp, Arapça (alfabe ve dilinde) eğitim ve öğretimin altyapısını hazırlamaktır…

Böyle giderse;

Bir yanda Osmanlıca-Arapça, bir yanda Kürtçenin çeşitli lehçeleri, öbür yanda
Pontus Rumcası, 20 yıl sonra Türkiye’de kimse birbirini anlayamaz duruma gelecektir…
Halk CEHALET bataklığına yeniden itilecektir. Bölünmek, parçalanmak işte böyle gerçekleştirilir!

Emperyalizmin hizmetindeki gerici ve bölücülerin; gerçek amaçları budur ve
adım-adım hedeflerine yürümektedirler.

SON SÖZ

Son bir ricam var.
Dostlarımızı karalamaktan, yaralamaktan vazgeçelim, birbirimizi bitirmeyelim.
Seçimlerde sandığa gitmeyen, Yurttaş olarak oyunu (fikrini) kullanmayan
10 milyon dolayındaki insanımızı ve de “YETMEZ AMA EVET” çileri ikna edelim.
Muhalefet parti(ler)mize üye kazandıralım, Çünkü AİDİYET çok önemlidir.
Kişileri motive eder, SORUMLULUK ve ÖVÜNME duygusu verir.

Muhalefet, önceki Başbakan RTE’nın “Esas oğlan” olduğu Demokrasi oyununda “Figüran” olmaya devam etmemelidir.

“Figüran” olmayalım !

Saygılarımla…

*) Cemil DENK, E. Albay
Din-Laiklik konusunda Araştırıcı-yazar
0532 217 88 11
e-mail: denk.cemil@gmail.com