Etiket arşivi: Rusya Federasyonu

Rusya – Ukrayna savaşı

Prof. Dr. Hikmet Sami TÜRK
04 Mart 2022 Cumhuriyet

24 Şubat 2022 günü Rusya Federasyonu Başkanı Vladimir Putin’in emriyle Rus askeri birliklerinin Ukrayna topraklarına girmesiyle başlayan saldırı, Ukrayna’nın NATO üyeliğini engellemek ve Rusya’nın etki alanında kalmasını sağlamak amacıyla 2014’te Kırım’ın işgalinden sonra yaptığı en büyük harekâttır. Bu harekât, Rusya’nın Ukrayna ile aralarındaki sorunları –Birleşmiş Milletler Antlaşması’nda öngörüldüğü gibi– “barışçı yollarla, adalet ve uluslararası hukuk ilkelerine uygun olarak” çözmek ilkesine (m. 1/1),

  • tüm üyelerin uluslararası ilişkilerinde… başka bir devletin toprak bütünlüğüne veya siyasal bağımsızlığına karşı… kuvvet kullanma tehdidine veya kuvvet kullanmaya başvurmaktan” kaçınmak yükümlülüğüne (m. 2/4)

aykırı olarak yürüttüğü bir savaş niteliğindedir.

İLİŞKİLER

Aslında Ukrayna ve Rusya’nın geçmişlerinde ortak, uzun bir tarih vardır. 1917 Sovyet Devrimi ile çarlık rejiminin yıkılmasından sonra 30 Aralık 1922’de Rusya ve Transkafkasya Sovyet Federe Sosyalist Cumhuriyetleri ile Ukrayna ve Beyaz Rusya Sovyet Sosyalist Cumhuriyetleri tarafından “Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği” (SSCB) adıyla yeni bir devlet kuruldu. Kısaca “Sovyetler Birliği” olarak da anılan ve 1991 yılına kadar devam eden bu devlet, son yıllarında aralarında Ukrayna da bulunan 15 sovyet sosyalist cumhuriyeti ile 20 özerk sovyet sosyalist cumhuriyetinden oluşuyordu. Sovyetler Birliği Komünist Partisi ve/veya devlet yönetiminde Andrey Vişinsky, Nikita Kruşçev ve Nikolay Podgorni gibi önemli görevlere gelmiş Ukrayna kökenli insanlar da vardır.

Ukrayna, Sovyetler Birliği’nin dağılması sürecinde 24 Ağustos 1991’de bağımsızlığını ilan etti. Aynı süreçte bağımsız bir devlet olan Rusya Federasyonu ile Ukrayna ve Beyaz Rusya’nın öncülüğünde 21 Aralık 1991’de kurulan Bağımsız Devletler Topluluğu’na  11 devlet daha katıldı.

ikinci Dünya Savaşı’ndan sonra Avrupa’daki siyasi bölünmenin yansıması olarak 14 Mayıs 1955’te SSCB’nin öncülüğünde 8 devletin katılımıyla bir savunma örgütü antlaşması olarak imzalanan Varşova Paktı, Doğu Avrupa’da SSCB’nin dağılmasını izleyen rejim değişikliklerine paralel olarak 1 Temmuz 1991’de sona erdi. SSCB’nin yerini alan Rusya Federasyonu dışındaki Varşova Paktı üyeleri, 1999-2009 yılları arasında NATO’ya alındılar. Geçen yıl Ukrayna Devlet Başkanı Vladimir Zelenski, ülkesinin NATO’ya üye olmak istediğini söyledi. Ancak Rusya Federasyonu Başkanı Putin, NATO’nun Ukrayna’yı da içine alacak şekilde genişlemesini ülkesi için yeni bir tehdit olarak değerlendirmektedir. Bu açıdan Rus askeri harekâtı, böyle bir durumun ortaya çıkmasını önlemeye yönelik bir erken müdahale niteliğindedir.

UKRAYNA’YA DESTEK

Rusya Federasyonu’nun Ukrayna topraklarında ilerlemeye devam eden askeri harekâtı, Ukrayna’nın kahramanlık örnekleri verilen cesur direnişiyle karşılaşmıştır. Henüz herhangi bir ittifak içinde yer almayan Ukrayna, toprak bütünlüğünü ve siyasal bağımsızlığını tek başına savunmak durumundadır. Savaş, Rusya ve Ukrayna arasındadır. Gerçi harekât emrini veren Putin başta olmak üzere, Rusya, bu saldırı dolayısıyla dünyanın hemen her tarafında kınanmakta, Ukrayna’yı desteklemek için Rusya’ya karşı bazı yaptırımlar uygulanmaktadır. Ancak bu yaptırımlar, daha çok, sonuçları uzun vadede ortaya çıkacak, dolayısıyla kısa vadede caydırıcı etkisi olmayan ekonomik yaptırımlar niteliğindedir. Son olarak Almanya Ukrayna’ya silah (1.000 tanksavar ve 500 Stinger füze) göndereceğini; ABD Ukrayna’ya hafif silah ve tanksavar yardımı yapacağını açıklamıştır. ABD, Ukrayna işgalinin NATO ülkelerine de sıçrayacak bir genişleme göstermesi olasılığına karşı Avrupa’ya takviye birlikleri göndermeye başlamıştır.

TEMELDEKİ SORUNUN ÇÖZÜMÜ

Buna karşılık 26 Şubat 2022 günü Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’nde Rusya’nın Ukrayna’ya saldırısını kınayan ve Ukrayna’ya karşı güç kullanmayı “derhal durdurmasını” öngören karar tasarısı, Rusya’nın vetosuyla önlendi. Bu durum, Birleşmiş Milletler Antlaşması’nın 15 üyeli Güvenlik Konseyi’nin usule ilişkin olmayan konularda dokuz üyenin olumlu oyu ile alınan kararlarında beş sürekli üye Çin, Fransa, SSCB, Birleşik Krallık ve ABD’nin olumlu oyunu arayan, dolayısıyla onlara veto hakkı tanıyan 27. maddesinin 3. fıkrası, barışın tehdidi, bozulması ve saldırı eyleminin bir sürekli üye tarafından gerçekleştirilmesi durumunda sistemin işlemediğini, işlemeyeceğini gösteren en yeni örnektir. İkinci Dünya Savaşı sonrasında yapılan bu düzenlemenin değişen koşullara göre gözden geçirilmesi gerekir.

Uzun bir sınırla komşu olan iki ülke konumundaki Rusya ve Ukrayna arasındaki uyuşmazlığın temelinde Ukrayna topraklarının ileride NATO üyesi olarak, hatta NATO üyesi olmadan Rusya’ya güneybatıdan yapılacak bir saldırıda kullanılması olasılığı konusundaki kaygıların bulunduğu anlaşılıyor. Bu kaygıların giderilmesi için Ukrayna’nın NATO üyeliğini ertelemek, hatta Ukrayna için İsviçre benzeri bir tarafsızlık statüsü üzerinde durmak gerekir. Her iki tarafın da soruna çözüm bulmak için görüşmeye hazır oldukları konusundaki açıklamaları umut vericidir.

TÜRKİYE’NİN TUTUMU

Gerek Rusya gerek Ukrayna ile siyasi planda genelde iyi ilişkileri yanında güçlü ekonomik ve ticari ilişkileri olan Türkiye, bir yandan Rusya’nın Ukrayna’ya saldırmasını uluslararası hukukun ihlali olarak nitelerken öbür yandan iki ülke arasındaki uyuşmazlığın barışçı yollardan çözümü için aralarında yapılacak görüşmelere ev sahipliği yapmaya hazır olduğunu açıklamıştır. Savaşın açtığı yaraların sarılması için her türlü insani yardımda bulunmaya da hazırdır.

Bu arada Montrö Boğazlar Sözleşmesi’nin, özellikle “Savaş zamanında, Türkiye savaşan değilse, savaş gemileri 10-18. maddelerde belirtilen koşullar içinde, Boğazlardan tam bir geçiş ve gidiş geliş serbestliğinden yararlanacaktır.

Bununla birlikte, savaşan herhangi bir devletin savaş gemilerinin boğazlardan geçmesi yasak olacaktır” cümleleriyle başlayan 19. maddesinin her ikisi de Karadeniz’de kıyısı olan iki devlet arasındaki savaş koşullarında Türkiye tarafından uygulanması kritik önemdedir.

KARARIN NEDENİ

Son olarak yine 26 Şubat 2022 günü Avrupa Konseyi’nin, Ukrayna saldırısı nedeniyle siyasi yaptırım olarak Rusya Federasyonu’nun üyeliğini askıya alan kararına ilişkin oylamada Türkiye’nin çekimser kalması, her iki ülke ile ilişkilerinde dengeyi gözeten bir politikanın uygulaması olarak görünmektedir. Ancak bu kararın alınmasına neden olayın, bağımsız bir devletin toprak bütünlüğüne ve bağımsızlığına yapılan bir saldırı olarak devam ettiğini unutmamak gerekir. Avrupa Konseyi’nin kararı, Rusya’yı durdurmaya, Ukrayna’yı işgalden vazgeçirmeye yöneliktir.

ADD Basın Açıklaması : EMPERYALİZME BEL BAĞLAMANIN ACI SONU VE ATATÜRK DEHASI

BASIN VE KAMUOYUNA

EMPERYALİZME BEL BAĞLAMANIN ACI SONU VE ATATÜRK DEHASI

Karadeniz komşularımız Rusya Federasyonu ile Ukrayna arasında beklenen savaş 24 Şubat 2022 sabahı başladı. Genel geçer savaş karşıtı açıklamalar dışında, Türkiye ve etkilenecek diğer ülkeler açısından değerlendirme yapmak gerekirse:

Kuzey komşumuz Sovyetler Birliği’nin dağıldığının 26 Aralık 1991 tarihinde Gorbaçov tarafından ilan edilmesi ile birlikte, bağımsız hale gelen cumhuriyetler, emperyalist devletlerin paylaşım alanı haline gelmiş, yükselen ekonomik krizin etkisiyle her türlü beşinci kol faaliyeti hız kazanmıştır. Yıkılan rejimin zenginliklerine el koyan oligarklar, mafyatik ilişkilerle büyük güce ulaşmışlar, bu gücü korumak ve yeni ekonomik ilişkiler geliştirmek için emperyalist devletlerle kirli ve karanlık ilişkiler kurmuşlardır.

Türkî Cumhuriyetler olarak anılan Orta Asya’daki devletler, “İslam” etkisi kullanılarak CIA destekli FETÖ’ye açılmış, bu emperyalist işbirlikçisi örgüt, bağımsızlığını kazanan cumhuriyetlerde ABD adına öğretmen maskeli ajanlarıyla yıkıcı faaliyetler yürütmüştür.

Sovyetler döneminin Doğu Avrupa’ya komşu kesimindeki cumhuriyetler ise; yaygın şekilde Soroscu “Turuncu Devrim” adı verilen Batı yanlısı protesto hareketleri üzerinden emperyalizmin etki alanına sokulmuş, bu etkiyi sürekli kılmak için ya NATO üyesi yapılmışlar ya da topraklarını ABD üslerine açmak zorunda bırakılmışlardır. Çekya, Macaristan, Polonya, Bulgaristan, Estonya, Letonya, Litvanya, Romanya ve Slovakya ile Yugoslavya’nın Batı emperyalizmi tarafından parçalanması ile ortaya çıkan Slovenya, Hırvatistan, Karadağ, Kuzey Makedonya ve Arnavutluk apar topar NATO’ya alınmışlardır.

Birer NATO (ABD) üssü haline gelen bu ülkeler dışında kalan alanlarda da, ya ABD üsleri kurulmuş ya da büyük ölçüde silah yığılmış, son olarak Yunanistan’da, özellikle Batı Trakya ve Dedeağaç’da büyük askeri yığınak ve tatbikatlar yapılmıştır. Özellikle Ukrayna’daki turuncu devrimler sonucu yönetime getirilenlerin, Rusya’nın Avrupa’ya doğalgaz akışını sağlayan nakil hatları üzerinde hak iddia etmesiyle ekonomik savaş başlamıştır.

Rusya Federasyonu’nu çevreleyen yeni NATO üslerinin varlığı, NATO’nun doğuya genişleme stratejisini sürdürmesi ve bu bağlamda Ukrayna’nın da NATO’ya alınmak istenmesi Batı tahriklerini en üst noktaya taşımış, Rusya Federasyonu’nun ciddi güvenlik endişesi duymasına yol açmış, 2014 yılında Rusya tarafından ilhak edilen Kırım’dan sonra, bu kez Ukrayna’nın Rusya sınırındaki stratejik bölgeleri Luhansk ve Donetsk -ulusların kendi yazgılarını belirleme haklarının kabul edildiği BM İkiz Sözleşmelerinin, bağlı olunan devletten ayrılmada halk oylamasının ülke genelinde yapılmasını zorunlu kıldığını umursamadan- bağımsızlıklarını ilan etmişler ve hemen Rusya ile diğer bazı ülkelerce tanınmışlardır ki, bunun uluslararası hukuka aykırı olduğu açıktır.

Hal bu iken; Bağımsız (!) Luhansk ve Donetsk Cumhuriyetleri’nin yardım istedikleri gerekçesiyle Rusya Federasyonu 24 Şubat 2022 sabahından itibaren Ukrayna’nın stratejik bölgelerini vurmaya başlamıştır.

ABD Başkanının buna yanıtı, sadece ekonomik yaptırımlar ve bankacılık sisteminin hedef alınacağı gibi komik ve işe yaramaz söylemler olurken, Rus saldırısı başlamadan önceki en ilginç gelişme ise; ABD, Japonya ve İngiltere ile NATO ve AB ülkelerinin, Rusya’ya yönelik kof tehditler dışında kıllarını kıpırdatmamaları, Ukrayna’ya askeri yardım yapmayacaklarını, Rusya ile savaşmayacaklarını açıklamaları, yani uzun süredir kışkırttıkları Zelenski yönetimindeki Ukrayna’yı yalnız bırakmaları olmuştur.

Bütün bu gelişmeler emperyalizmin; güdümüne alarak sömürdüğü alanları korumak için neler yapabileceğini, dik durmasını beceremeyen ülkeleri nasıl piyon olarak kullanıp zora düştüklerinde ortada bırakacağını, kendi toprakları tehlikeye düştüğünde tereddütsüz göze aldığı savaşı, kullandığı ülkeler için aklına bile getirmeyeceğini bir kez daha göstermiştir. Yüz yıl önce İngiliz emperyalizminin teşvikiyle Anadolu’yu işgale kalkışan Yunanistan’ın ve 1990’ da ABD’nin kışkırtmasıyla Kuveyt’i işgal eden Irak’ın başlarına gelenlerden ders alınmadığı ortadadır.

Gelinen noktada – ne yazık ki bütün uyarılara karşın onyıllardır ısrarla sürdürülen yanlış politikalar sonucu – enerji ve tarım ürünleri ithalatı yönünden bağımlı hale geldiğimiz Rusya ile yine tarım ürünleri aldığımız Ukrayna arasında yaşanan bu savaşın ülkemizi çok olumsuz etkileyeceği açıktır. Daha şimdiden Türk Lirasının en çok değer yitiren ikinci para olması bunu göstermektedir. Öte yandan; savaş halindeki her iki ülkenin de Karadeniz’e kıyısı olması ve Ukrayna’yı kışkırtan ülkelerin deniz yolu ile yardım göndermeye kalkışabilecekleri olasılığı da, Boğazlara egemen olan ülkemizi doğrudan ilgilendirmektedir.

Nitekim ortaya çıkan savaş hali, 20 Temmuz 1936’da Mustafa Kemal Atatürk’ün büyük öngörü ve diplomatik ustalıkla 10 ülkeyi (Türkiye, İngiltere, Sovyetler Birliği, Fransa, Avustralya, Japonya, Bulgaristan, Yunanistan, Yugoslavya ve Romanya) masaya oturtarak imzalattığı Montrö Boğazlar Sözleşmesi kapsamındadır ve Karadeniz’e kıyısı olmayan ülkeler bu barış denizine savaş gemisi sokamayacaklardır. Bu Sözleşme ile Büyük Atatürk 86 yıl önceden bölgede gelişebilecek büyük bir savaşı, belki de 3. Dünya Savaşını önleme başarısı göstererek dehasını bu konuda da ortaya koymuş, Montrö’yü her fırsatta küçümseyenleri mahcup etmiştir.

Keza, Atatürk’ün emperyalistleri bölgeye yaklaştırmamak için komşularımızla imzaladığı 9 Şubat 1934 tarihli -Türkiye, Yugoslavya, Yunanistan ve Romanya arasındaki- Balkan Antantı ve 8 Temmuz 1937 tarihli -Türkiye, İran, Irak ve Afganistan arasındaki- Sadabat Paktı’nın ne kadar önemli antlaşmalar olduğu da -2. Dünya Savaşından sonra- son 30 yılda yaşananlarla da kezlerce ortaya çıkmıştır. Balkan Antantı olmayınca -başta Yugoslavya- Balkanlar, Sadabat Paktı kalmayınca da Irak başta olmak üzere diğer komşularımız ateş hattında kalmışlar, büyük acılar çekmişler, bölünmüşler, emperyalizme yem olmuşlardır.

Kurtardığı vatan, kurduğu Cumhuriyet, yarattığı çağdaş ülke yanında, adeta bir kâhin gibi geleceği görerek, Dünyanın 2. Paylaşım Savaşına koştuğu günlerde imzalanmasını sağladığı bu 3 antlaşma ile ülkesini (ve bölgesini) korkunç felaketlerden koruyan, tartışmasız bütün dünyanın saygı ve hayranlık duyduğu böyle büyük bir DEVLET ADAMI ve DAHİ’ye kendi ülkesinde kimilerince AYYAŞ denebilmiş olması, ilke, devrim ve eserlerinin yok edilmeye çalışılması ne büyük talihsizlik, ne ürkütücü aymazlık, ne tarifsiz acıdır!

Ülkemizi yönetenlerin –ve tabii yönetme iddiasında olanların da- yaşananlardan ders almasını, komşularla dostluk ve barışa dayalı ilişkiler kurmanın, emperyalistlerle mesafeli, başı dik, bağımsız, Atatürkçü dış politika uygulamanın önemini kavramalarını beklemek hakkımızdır.

Atatürk’ün 1 Aralık 1921 tarihli Meclis konuşmasındaki

  • Bizi mahvetmek isteyen emperyalizme karşı, bizi yutmak isteyen kapitalizme karşı
    heyet-i milliyece mücadeleyi öngören bir mesleği takip eden insanlarız.”

sözleri hiç akıldan çıkarılmamalıdır.

  • Türkiye ne ABD, ne Rus emperyalizminin yanında olamaz, olmamalıdır.

TBMM duruma el koymalı, aktif tarafsızlık politikası uygulanmalıdır.

Ukrayna sorununun en öğretici yanlarından biri de; uluslaşmanın gerçekleştirilememesinin ve ulus devlet güvencesinin kazanılamamasının nelere mal olduğunun görülmüş olmasıdır. Bu noktada Atatürk’ün “Türkiye Cumhuriyeti’ni kuran Türkiye halkına Türk Milleti denir” özdeyişi ile ifade ettiği MİLLET tanımının ne denli yaşamsal önemde, uluslaşma ve ulus devlet olma çabasının ne kadar yerinde ve vazgeçilmez olduğu artık herkes tarafından ve mutlaka belleklere kazınmalıdır. Hiçbir gerekçe ile ulusal bütünlüğümüz, iç cephe birliğimiz zedelenmemeli, Ulusumuz’u kutuplaştırıcı politikalardan kesinlikle kaçınılmalı, uluslaşma hedefinden asla uzaklaşılmamalıdır.

Dış politikamız;

  • BOP’un ülkemizi bölme amacı açık bir emperyal proje olduğu,
  • ABD’nin Türkiye’ye “stratejik müttefik” gibi davranmadığı,
  • NATO’nun artık bir savunma örgütü olmaktan çıkıp Batı Emperyalizminin saldırı aygıtına dönüştüğü,
  • Rusya’nın da yayılmacı emelleri olan bir devlet olduğu gözetilerek oluşturulmalıdır.

Atatürk’ün “YURTTA BARIŞ DÜNYADA BARIŞ” ilkesi ancak böyle hayata geçirilebilir.

ATATÜRKÇÜ DÜŞÜNCE DERNEĞİ elbette; amasız, fakatsız, en gür sesiyle “SAVAŞA HAYIR!” diyor. Ama bununla yetinmiyor…

Filler tepişirken ezilen çimen olmamanın yolunu Atatürk’ün yüz yıl önce gösterdiğini hiç unutmamamız, başka rehber, farklı yol aramanın beyhude ve çarenin YENİDEN KEMALİST CUMHURİYET olduğunu görmemiz gerektiğini de ekliyor.

  • YAŞASIN ANTİEMPERYALİST TAM BAĞIMSIZ TÜRKİYE !

ATATÜRKÇÜ DÜŞÜNCE DERNEĞİ  GENEL MERKEZİ
EMPERYALİZME BEL BAĞLAMANIN ACI SONU VE ATATÜRK DEHASI – ADD

Montrö’nün bilinmeyen hikâyesi ve değeri

Montrö’nün bilinmeyen hikâyesi ve değeri

Image result for Süha Umar Büyükelçi

Süha Umar
Büyükelçi (E)
Cumhuriyet 17.01.2020

Montrö Sözleşmesi’nin tartışmaya açılması, Türkiye’nin İstanbul-Çanakkale Boğazları ile Marmara Denizi üzerindeki mutlak egemenliğinin tartışmaya açılmasına ve kısmen de olsa kaybedilmesine yol açabilecek bir adımdır.

  • Kanal İstanbul’un Montrö Sözleşmesi’ni tartışmaya açması ise kaçınılmazdır. 

Şu Kanal İstanbul nelere kadir! Türkiye Cumhuriyeti’nin en gizemli sayfalarından birini tarihin karanlıklarından alıp getirdi ve gündemin başköşesine oturttu. Gün geçmiyor ki yazılı ve görsel basında her meslekten, her kesimden bir “Montrö uzmanı!” konuşmasın. Eh bu kadar bilen olunca, “bir bilene soralım” demek kimin aklına gelecek? Kimsenin tekerine çomak sokmak istemem ama “bu kargaşada ben de bir çift laf edeyim” dedim. Neden mi? Montrö’nün tüm tarihçesini, üstelik bire bir Dışişleri Bakanlığı’nın telgraflarına dayanarak araştırıp, yazmış bir kişi olarak, bunun belki bir işe yarayacağını düşündüğüm için.*

Montrö herhangi bir uluslararası sözleşme değildir.

  • Montrö, Türkiye Cumhuriyeti’nin, ülkesinin askerden arındırılmış, uluslararası yönetime ve denetime bırakılmış son parçası üzerindeki mutlak egemenliğini tescil eden belgedir.

Tartışmaya açılırsa, Türkiye’nin “Türk Boğazları” olarak bilinen, İstanbul-Çanakkale Boğazları ve Marmara Denizi üzerindeki egemenliği tartışmaya açılacaktır.

En önemli dayanak

  • Montrö, Boğazlar üzerinde yüzyıllar süren ve sonuçta Osmanlı Devleti’nin ortadan kalkmasına varan tarihi bir sürecin tekrarlanmaması için en önemli dayanağımız, kozumuzdur.

Tartışmaya açılırsa, geçmişin İngiltere-Rusya çekişmesi, bu kez ABD-Rusya Federasyonu arasında yaşanacaktır. Bugünün dünyasında, bugünün Türkiye’si, bu çekişmeden Montrö ayarında bir güvence belgesi ve konumu ile çıkamaz.

  • Montrö, Türkiye’nin herhangi bir savaşta, istemeden, savaşan taraflardan birinin yanında savaşa girmesini önleyen bir sözleşmedir.

Nitekim II. Dünya Savaşı’nda bu niteliğini ve yararını kanıtlamıştır. Montrö tartışmaya açılırsa Türkiye, altından kalkamayacağı yükümlülükler üstlenmek ve günü geldiğinde istemediği bir savaşa girmek tehlikesi ile karşı karşıya kalacaktır.

Saflıktan öte olur

Montrö, Rusya’nın da güvenliğinin temel bir belgesidir.

Rusya, 1936’nın koşullarında ve o zamanın Türkiye Cumhuriyeti’nin Avrupa ve dünya siyasetindeki konumu, ağırlığı ve güvenilirliği nedeniyle, güvenliğini Türkiye’nin ihtiyarına ve kararına bırakabilmiştir.

  • Montrö tartışmaya açıldığı takdirde, bugünün dünyasında Rusya Federasyonu’nun bunu kabul edeceğini düşünmek ürkütücü bir aymazlıktır.

Bugün dünyanın en saldırgan ve “Önce ABD” diyen ülkesi, yıllardır Montrö’yü ortadan kaldırmak, en azından kendisinin de taraf olacağı yeni bir sözleşme yapılmasını sağlamak için akla gelmeyecek yollara başvurmakta, bahaneler yaratmaya, maraza çıkarmaya çalışmaktadır.

  • Montrö tartışmaya açılacak olursa, Türkiye’nin ABD’nin önünde durabileceğini düşünmek ancak masal dünyasında yaşayanlara özgü bir saflıktır.

1936’da, Montrö’ye gitmeden, sözleşme taslağı üzerinde görüşbirliğine vardığımız Rusya, konferans görüşmeleri sırasında bu tutumunu değiştirmiş ve Karadeniz’e kıyısı bulunmayan devletlerin savaş gemilerinin Boğazlardan geçmesini engellemeye; Sözleşme’ye, Boğazları Türkiye ile Rusya’nın birlikte savunmalarını sağlayacak hükümler konmasına çalışmıştır. O zaman, “önce Türkiye’nin güvenliği” diyen ve bunu sağlayacak yeni bir sözleşme taslağı sunarak, Rusya’nın önüne dikilen İngiltere’nin bugün yerini alan ABD’nin, İngiltere gibi davranacağını beklemek gerçekçi değildir.

Atatürk tartıştırmadı!

Montrö Sözleşmesi’nin imzasını takiben Rusya, Sözleşme ile alamadıklarını alabilmek, Boğazlarda diğer devletlerden daha fazla söz sahibi olabilmek için Türkiye’yi ikili bir yardımlaşma anlaşması yapmaya zorlamak istemiştir. Atatürk, İnönü ve T. Rüştü Aras** buna yanaşmamışlardır. Gerekçe olarak, Montrö varken başka anlaşmaya gerek olmadığını göstermişler ama daha da önemlisi, böyle bir ikili anlaşmanın Montrö’yü tartışmaya açacağını ve Türkiye’ye kazandıklarını kaybettireceğini değerlendirmişlerdir.

Montrö ile Boğazların ve Marmara Denizi’nin egemenliğinin mutlak biçimde Türkiye’ye bırakılmış olması, Boğazlar üzerinde asırlara dayanan iddia ve beklentilerinden bugün de vazgeçmemiş olan Rusya için de, Montrö’yü Karadeniz’e dilediği gibi çıkmasının önünde engel olarak gören ABD için de büyük rahatsızlık konusudur. Montrö tartışmaya açılacak olursa bu iki ülke önce bu rahatsızlıklarından kurtulmak isteyeceklerdir.

Yaşamsal sorun olur

İşte bu nedenlerledir ki;

  • Montreux Sözleşmesi’nin tartışmaya açılması,
    Türkiye için yaşamsal bir egemenlik ve güvenlik sorunudur.

Buna kendi elimizle yol açılması ise ulusça akıl tutulmasına uğradığımıza işaret eder.

  • Montrö’nün tartışmaya açılması, Türkiye’nin İstanbul – Çanakkale Boğazları ile Marmara Denizi üzerindeki mutlak egemenliğinin tartışmaya açılmasına ve kısmen de olsa kaybedilmesine yol açabilecek bir adımdır.
  • Kanal İstanbul’un Montrö Sözleşmesi’ni tartışmaya açması ise kaçınılmazdır. 

Bütün bunları bilmeyenlerin, öğrenmeyi de reddedenlerin, “Montrö de neymiş ya. Biz onu da düşündük. Önce bir bakmak lazım. Türkiye Montrö ile ne kazanmış ne kaybetmiş” demelerine ise şaşırmamak gerek.

*Montrö ve Savaş Öncesi Yıllar. Dışişleri Bakanlığı Siyaset Planlama Dairesi yayını. 1973. Kitabın Montrö bölümü tarafımdan yazılmıştır.

**Atatürk Cumhurbaşkanı, İnönü Başvekil, Aras Dışişleri Bakanı ve Montrö Türk Heyeti Başkanı’dır.

‘Kanal İstanbul’ ve Montrö Boğazlar Sözleşmesi I- Tarihsel durum

‘Kanal İstanbul’ ve Montrö Boğazlar Sözleşmesi I- Tarihsel durum

Prof. Dr. Rona Aybay 
Cumhuriyet
, 02.01.2020

Son günlerde yurdumuzda gündemden düşmeyen bir konu var “Kanal İstanbul Projesi” Bu “Çılgın Proje”nin hangi kaynaklardan esinlendiği ve ne ölçüde “yerli ve milli” olduğu konusunda isteyen istediği tahminde bulunabilir. Ama, bu “niyet okuma” işlerini bir yana bırakarak saptayabileceğimiz bir özellik var: Yalnızca adına bakarak, bunun Türkçe açısından hiç de “yerli ve milli” olmadığı söylenebilir. Niçin “Kanal İstanbul”? İstanbul Boğazı’na “Boğaz İstanbul” demek ya da Beyazıt Kulesi’ne “Kule Beyazıt” demek ne denli yanlış ise, açılacağı söylenen bu kanala “Kanal İstanbul” demek de öyle yanlış!

Ama, yanlışlıklar Türkçe konusundaki bu özensizlikle sınırlı değil. Binlerce değil on binlerce yıllık ekolojik dengeleri altüst edecek; bölgede yaşayan hayvan, böcek popülasyonuna ve bitki örtüsüne yok edici zararlar verecek bu “Çılgın Proje”nin hazırlanmasında da gerekli özenin gösterilmediği, yaratacağı sorunların bilimsel yönden değerlendirilmesine önem verilmediği yolunda çok ciddi kaygılar ve tepkiler var. Bu sorunlara salt değinip geçerek, konunun Montrö Boğazlar Sözleşmesi açısından önemli yönleriyle ilgili kısa kimi açıklamalar yapmak istiyorum.

Montrö Sözleşmesi’nden önceki dönem 

Boğazlarımız, tarihin hemen her döneminde gerek askeri ve stratejik, gerek ticari açılardan önemli sayılmış ve hukuksal düzenlemelere konu olmuştur. Bu düzenlemeler, yapıldıkları dönemde uluslararası ilişkilere egemen olan güçlerin çıkarlarının çatışmasına göre biçimlenmiştir. Bu düzenlemelerde, zamanın Osmanlı-Türk yönetimlerinin askersel ve ekonomik güç durumunun ve diplomatik becerisinin de rolü olmuştur.

Genel bir anlatımla şöyle denilebilir: Karadeniz’e kıyısı olan devletler, öteki devletlere oranla Boğazlardan yararlanmakta ayrıcalıklı bir statü elde etmek ve öteki devletlerin Karadeniz’e girişlerini olabildiğince engellemek istemişlerdir. Buna karşılık her dönemde dünyanın ekonomik ve askersel bakımdan güçlü devletleri ise Boğazlardan serbest geçiş hakkı istemişlerdir.

Dünyanın, kendine uzak bölgelerini de kapsayacak genişlikte ekonomik ve askeri çıkarları olan devletler; Türk Boğazlarının, kendi bayrağını taşıyan ya da kendi sermayedarlarının mülkiyetinde olan gemilere açık olmasını isterler. Tarih boyunca İngiltere ve daha sonra ABD, bu devletlerin tipik örnekleridir. 1830’lardan bu yana, ABD’nin “devlet politikası” gerek askersel, gerek ticari gemiler için, hem savaş hem barış dönemlerinde açık denizlerin serbestliğini savunmak olmuştur. ABD’nin görüşüne göre Türk Boğazları da iki açık denizi birleştiren bir su yoludur.

Buna karşılık, Karadeniz’e kıyısı olan devletler de ekonomik ve özellikle askeri çıkarları gereği; Karadeniz’e kıyısı olmayan devletlerin gemilerinin Boğazlardan geçişinin olabildiğince sınırlanmasını isterler. Bu devletlerin tipik örneği tarihin akışı içinde adı değişmiş olsa da, kısaca Rusya’dır (Çarlık Rusyası, SSCB ve günümüzün Rusya Federasyonu).

İstanbul’un fethedildiği 1453 yılından sonra Boğazlar üzerinde tam egemenlik kurmuş olan Osmanlı Devleti’nin yabancı devletler karşısında gittikçe azalan gücüne koşut olarak Boğazlar üzerindeki denetimi de azalmıştır. TBMM Hükümeti’nce “yok” sayılan 1920 Sevr Antlaşması, bu sürecin son aşamasını göstermektedir: Sevr’e göre, Türk Boğazları bütün gemilerin geçişine açık olacak; Boğazlar Bölgesi İngiliz, Fransız ve İtalyan temsilcilerden oluşan bir komisyonun denetiminde olacak; Türk tarafı ancak “danışma” niteliğinde görüş bildirebilecekti.

1923 Lozan Barış Antlaşmasının, mecazi anlamda “Türkiye Cumhuriyeti’nin Tapu Senedi” olduğu söylenir. Bu, yerinde bir benzetmedir. Çünkü Ulusal Kurtuluş Savaşımızın zaferle sonuçlanıp Türkiye’nin uluslararası topluluğun eşit bir üyesi olarak kişilik kazanması, Lozan Antlaşması’yla resmen belgelenmiş ve Cumhuriyet bu ortamda ilan olunmuştur.

Ama kimi tapularda, mülkiyet hakkını sınırlayan “şerh”ler görülür. Lozan Antlaşması’yla Boğazlar Bölgesinde, Türkiye’nin egemenliği -ilke olarak -kabul ediliyordu ama bunu belgeleyen Tapuda kimi şerhler vardı:

Boğazlar Bölgemiz askerden arındırılıyordu; Türk askeri güçleri yalnızca İstanbul ve çevresinde 12 bin kadar asker bulundurabilecekti.

Boğazlardan geçişlerle ilgili uygulamalar ve denetimler, kurulması öngörülen Uluslararası Boğazlar Komisyonu‘nun yetkisinde olacaktı. Bu Komisyon’un Başkanı Türk olacaktı ama ilke, Boğazlardan geçişlerde denetim yetkisinin komisyonda olmasıydı. Türk başkan, kararların oluşmasında ve özellikle uygulamada Türk görüşlerinin baskın olmasını sağlıyordu.
==============================
AS: Yazının 2. bölümü için tıklayın; http://ahmetsaltik.net/2020/01/03/gunumuzdeki-sorunlar/9