Etiket arşivi: Büyük Atatürk

Türkiye Psikiyatri Derneği’nden: “Hükümete Uyarı” Basın Açıklaması


Dostlar,

Türkiye Psikiyatri Derneği üyesi meslektaşlarımız aşağıda sunduğumuz,
tek sözcükle nitelenecekse “görkemli” olan bir basın açıklaması ile AKP Hükümetini çok açıkça uyardılar..

Ülkemizin aydınlık birikiminin önemli kalelerinden biri, iyi bilindiği gibi TIBBİYE‘dir.

  • Tıbbiye – Mülkiye – Harbiye;
    bu ülkenin sırtı yere getirliemez altın üçgeni ve de devrilemez sacayağıdır.

Ülkemizin 200 yılı aşan AYDINLANMA savaşımı ve birikimi, böylesine hatırı sayılır kuşaklar da yetiştirmiştir kuşku yok..

Bu bakımdan, özellikle Atatürk Cumhuriyeti‘nin 1 yüzyıla yaklaşan 90 yıllık yaşantısı ile de iyi kötü deneyimlenen demokratik hak ve özgürlükler rejiminden,
Cumhuriyetin bizi uygarlaştıran temel kazanımlarından geri dönülmesi olanaksızdır.

Tüm siyasal iktidarların ve potansiyel kadroların bu tarihsel gerçeği
“mutlak bir verili sabit” olarak içlerine sindirmeleri gerekmektedir.

Tersine çabalar boşunadır ve dayatmacılar en büyük bedelleri ödeyeceklerdir.
Tarihsel öğreti böyle kaydediyor..

  • Türkiye Cumhuriyeti, Büyük Atatürk‘ün şaşmaz öngörüsü ile
    TÜRK GENÇLİĞİNİN EMİN ELLERİNDEDİR.

Türkiye Psikiyatri Derneği üyesi meslektaşlarımızı bu tarihsel değerdeki “uyarı” ları nedeniyle gönülden kuyluyoruz.

Bu basın açıklaması ile RT Erdoğan Hükümetine, AKP’lilere ve iç -dış yandaşlarına dönük bu uyarıyı bütünüyle benimsiyoruz.

Üstad Pir Sultan‘ın gönüllere ferahlık veren ders gibi sözleriyle bağlayalım :

  • Demiri demirle dövdüler;
  • Biri sıcak diğeri soğuktu!
  • İnsanı insanla kırdılar;
  • Biri aç diğeri toktu… Pir Sultan Abdal

Kolay gelsin Türkiye!
Bu zorlukları da aşarak uygarlık yolunda ilerleyeceğiz.
Türkiye Cumhuriyeti sonsuza dek özgür ve bağımsız, başı
dik ve onurlu yaşayacak..

“Uyarı metni” aşağıda..


Sevgi ve saygı ile.
9.6.2013, Ankara

Dr. Ahmet Saltık
www.ahmetsaltik.net

==================================

Türkiye Psikiyatri Derneği’nden: “Hükümete Uyarı” Basın Açıklaması
2 Haziran 2013,  http://www.psikiyatri.org.tr/news.aspx?notice=1140

Türkiye Psikiyatri Derneği Silahlanma Koşullarını Tartışan Tasarıya Tepki Gösterdi!

6 gün önce Taksim Gezi Parkı’ndaki ağaçların alışveriş merkezi yapılması amacıyla kesilmesi ile başlayan ve tüm ülkeye yayılan protesto ve eylemler;

– insanların, devletin kendi yaşam tercihlerine müdahale edişine,
– hükümetin kendi politik inançları doğrultusunda tüm toplumun
yaşam tarzını düzenlemek çabalarına,

– ülkenin bütün ağaçlarının, derelerinin tepelerinin, hayvanlarının,
tüm doğa varlığının daha çok ‘kazanç’ uğruna yok edilişine ve

– Türkiye’nin doğusundan batısına silahlarla, insansız hava araçlarıyla, bombalarla, tomalarla, biber gazlarıyla, tazyikli sularla halka yapılan zulümlere, verdikleri bir yanıttır.

  • Demokrasilerde hükümetler yalnızca kendisini seçenlerin, destekleyenlerin değil tüm halkın, tüm Ülkenin yararını göz önünde tutmak zorundadır.
    İktidarlar, yurttaşlarının kendilerine biat etmesini talep edemez;
    tam tersine halkın istemlerini demokratik yollarla dile getirmesini
    desteklemekle yükümlüdür.

Türkiye Psikiyatri Derneği olarak ülkemizde son yıllarda yaşanan her olumsuz gelişmenin izlemcisi olmaya çalıştık.

* Bilge Köyü’ndeydik,
* Uludere’deydik,
* Reyhanlı’daydık.

Tüm travma mağdurlarının ve arkada kalanların yaralarını sarmaya,
seslerini duyurmaya çalıştık.

  • Uygulanan vahşi neoliberal politikaların insan ruhunda açtığı yaraları anlatmaya çalıştık, depresyonun giderek tüm insanları saran bir hastalık olduğunu ve bunun yaşam koşulları, çalışma koşulları, barınma koşulları ile ilişkisini ortaya koyduk.

Dereleri, köyleri, yaşam alanları yok edilen insanların yasına ortak olduk.

Ülkemizde giderek yoksulların daha yoksul, varsılların daha varsıl olmasının açtığı yaraları, adaletsiz gelir dağılımını, sosyal dışlanmayı, ayrımcılık yapılışını anlatmaya çalıştık.

  • Kadınların tecavüz sonunda oluşan fetüsleri doğurmak zorunda bırakılmasından, kaç çocuk doğuracakları gibi bedenleri konusunda en temel kararlarının yasalarla düzenlenmesine itiraz ettik.

Bu ülkenin sokaklarında her gün öldürülen kadınların öldürülme nedenlerinin erkeklerin bozuk ruh sağlığı olmadığını, ruhsal tedavilere değil kadın erkek eşitliğinin gerçek anlamda inşası için, kadınların daha çok eğitim almasını, güvenceli işlerde çalışmasını, sosyal statülerinin geliştirilmesini, kendi yaşamları konusunda kararları kendilerinin alması gerektiğini savunduk.

  • Sağlıkta dönüşüm sistemiyle hastaların ‘hasta’ olmaktan çıkarılıp ‘müşteri’ olmasına, paraları kadar sağlık hizmeti alabilmelerine karşı sesimizi yükselttik.

Barışı sağlamak adına, silahların susmasının öncelikli olduğunu ama yeterli olmadığını, birbirimizle, geçmişimizle yüzleşmeyi, ortak bir toplumsal bellek oluşturmak için çalışmak gerektiğini söyledik.

Sivil silahlanmaya karşı koymaya çalıştık.

Tüm Dünyada, her coğrafyada yüzyıllardır sosyal yaşamda alkollü içecek tüketiminin ruhsal hastalık, bağımlılık olarak kabul edilemeyeceğini söyledik. Alkol bağımlılığı gelişmesinin önlenmesine dair yapılan yasal düzenlemelerin Türkiye’deki
alkol bağımlılığı gelişme oranları ile ilişkisiz olduğu, burada da ‘orantısız şiddet’ kullanıldığını, kamusal alanlarda kendi kültürümüzde yerleştiği şekliyle kırlarda,
dere kenarlarında, pikniklerde, deniz kenarında alımının kısıtlanmasının alkol kullanım bozukluklarının gelişimi ile ilişkisiz olduğunu ve sözde toplum ruh sağlığı gözetilerek muhafazakârlığa kılıf bulunduğunu söyledik.

İnsanlık tarihi boyunca hemen her coğrafyada, her toplumda var olan eşcinselliğin
bir ruhsal hastalık olmadığının altını kezlerce çizdik. Meclis duvarlarından yükselen ve eşcinsel insanların varlığını tanımayan, hastalıklı olarak gören her sese karşı eşcinselliğin 40 yıldır uluslararası ve ulusal hekim örgütlerince heteroseksüellik gibi sağlıklı bir durum olarak kabul edildiğine ilişkin bilimsel açıklamalarda bulunduk. Eşcinsellerin, biseksüellerin, transseksüellerin ruh sağlığını bozan şeyin ayrımcılığa uğramaları olduğunu ve hükümetlerin bu ayrımcılığı azaltacak yasal düzenlemelerle sorumlu olduğunun altını çizdik. Tıpkı alkollü içeceklerin kullanımında olduğu gibi sahte, geçersiz, güncel olmayan bilimsel açıklamalarla yükselen muhafazakâr anlayışın dayatılmasını ve eşcinsellerin yok sayılmasını, en temel insani haklarını kullanmalarının kısıtlanmasını kınıyoruz.

Bugüne dek bu ülkenin psikiyatristleri olarak biz yukarıda saydığımız ruhsal yaraları tedavi etmeye, yaralananlara şifa bulmaya çalıştık;

artık hükümeti uyarıyoruz...

Tıpkı en yakınında, en sevdiği annesinden babasından gelen fiziksel şiddetin çocuğun ruh sağlığına açtığı onulmaz yaralar gibi,

  • kendi hükümetinin kendi yöneticilerinin
    kendi halkına açtığı bu savaşın yara izleri kapanmayacaktır.

Bugün ülkenin tüm kentlerinden yükselen

– insanları kör eden,
– kalp krizi geçirten,
öldüren biber gazlarının,
– insanların kemiklerini un-ufak eden basınçlı suların

yaraladığı şey yalnızaca beden değildir.

Ve ruhsal yaraların izleri, beden iyileştikten sonra kimi kez ölene dek insanları etkiler.

Biz psikiyatristler bu yaraları kapatamayacağız.

HÜKÜMETLER;

adil yönetimi vaad ettikleri yurttaşlarının istemlerini tıpkı biz psikiyatristlerin yaptığı gibi dinlemeli, dertlerini anlamaya çalışmalıdır;

kendisine yükselen itirazları biber gazları ve basınçlı sularla bastıramaz,

KENDİ YURTTAŞLARINA SALDIRAMAZ! 

2 Haziran 2013
TÜRKİYE PSİKİYATRİ DERNEĞİ

Türk Ulusu AKP ve Yandaşlarını Elbet Defedecek!


Türk Ulusu AKP ve Yandaşlarını Elbet Defedecek!

Dostlar,

Yoğun gündem ve uzun bir yolculuk yüzünden 1 Haziran 2013 günü sitemize
yeni birşeyler koyamadık.. Ama Türkiye gündemi de olağandışı bir tempo ve içerikte idi.
Gözledik, eylemsel olarak katılamadık Ankara dışında olduğumuz için..

Yeni, yepyeni birşeyler oluyor..

Birşeyler yapılıyor..

Tarihin diyalektiği budur işte.

En az bin yıllık kadim Anadolu Türk halkının kutsalları ile oynamanın ağır bedeli vardır.

Biz, bu siteden kezlerce yazdık; halkımız sabırlıdır, teenni ile davranır, hatta belki “İzmir’in işgaline” dek bekler.. Ama sonra da baltası, nacağı, orağı.. nesi varsa kuşanır ve harem-i ismetine saldıran düşmanla savaşır.. diye..

**********

Bu kaçıncı oluyor, siyasal iktidarın halkın kutsallarına saldırısı..

En son 2 tanesi apaçık ortada :

İlki                          :

Alkollü içki kullanımına getirilen kabulü ve uygulanması olanaksız sınırlamalar ve daha da uyarıcısı, Başbakan RT Erdoğan‘ın bu yasanın gerekçesini bu kez “inanca” dayaması oldu. Erdoğan, partisi AKP eliyle kendi dinsel inancını yasalaştırıyordu. Milletvekillerini -adaylarını- kendisi belirlemişti zaten. Halk da seçimlerde önüne konan listeyi oylamaktaydı. Tercihli oy hakkı olmadığı gibi, Milletvekillerini adaylarının önseçim vb. yollarla belirlenmesinde de düşüncesini soran yoktu..

Her ne hikmetse, iktidarının 11. yılındaki AKP, Türkiye’yi sözüm ona
demokratikleştireceği masallarıyla dinci – faşist bir iklime sürüklerken,
seçim yasasını demokratikleştirmek, temsilde adaleti sağlamak
hiç ama hiç aklına gelmemişti. Bu konuda TBMM’deki BDP dışında (bilinen nedenlerle) CHP ve MHP’den de anlamlı bir muhalefet gelmiyordu.

Seküler – laik düzen ve yaşama bir kez daha, bilinçli bir kademeleme ile bir saldırı daha yapılmıştı.. Zaten Başbakan’ın laik olmadığı kendi ağzından itirafları ile biliniyordu. “Ters mıknatıslanma” yapardı kişi laik olursa.. Devlet laik olabilirdi ancak Başbakan
RT Erdoğan’a göre.. Bir kez Fizikte “Ters mıknatıslanma” diye bir olgu yoktur.
Manyetik alanda tutulan metal (demir) çubuk mıknatıslanır ve uçları zıt yüklenir.
Bunun tersi yoktur. Dolayısıyla ilgili kişinin ne denli temel fizik bildiği de ortaya çıkmaktadır.

Yeterli bilimsel – politik birikimi olan herkes, zaten önce yurttaşın laik bilince ulaşacağını ve bu bilincini kurulacak toplumsal düzene de yansıtacağını, seküler bir devlet düzenini benimseyeceğini bilir. Laikliğin gökten inmediğini, Avrupa’da uzun yılların kanlı savaşları sonucu varılan kaçınılmaz – geri dönülmez bir uzlaşma olduğunu bilir.

Ayrıca toplumsal barış ve demokrasinin güvencesi ve adeta oksijeni olduğunu da bilir.
Bunun tersini de.. Herhangi bir dinsel inancın, dahası bu dinin bir yorumunun (Hanefi – Sünni mezhebinin) kurallarının (şeriatının) tüm halka dayatılmasının toplumsal barışı da demokrasiyi de dinamitleyeceğini bilir..

Bir adım daha; bu tür bir dönüşümün dayatılmasının toplumda ciddi çatışmalar olmadan başarılamayacağını da bilir.. Tüm bunları siyasal iktidar ve onun başı da elbette bilir!

  • Eğer bu olgu verili gerçek ise; AKP iktidarı ülkemizde
    bilerek ve isteyerek bir çatışmayı mı tohumlamaktadır ??

Daha önce de alkol kullanımını sınırlayan yasal düzenleme yapılmıştı bu alanda ve
Başbakan RT Erdoğan o zaman Anayasa’nın 58. maddesine sığınmıştı.
Şimdi ise açıktan meydan okumakta ve “inancın gereği” olarak yasayı dayatmaktadır. Çünkü artık elde “Yeni Anayasa Mahkemesi” vardır, 12 Eylül 2010 referandumu ile değiştirilen 26 maddeden birinin sayesinde.. Anlaşılan, iktidar partisinin “Yeni Anayasa Mahkemesi” varlığında sırtı pektir ve hiçbir çekincesi, korkusu yoktur.

Oysa en başta Anayasa’nın 24. maddesi olmak üzere pek çok Anayasa maddesi ülkenin düzenini “laik” olarak tanımlıyor ve güvenceye alıyor. Örn. 3 maddede de Cumhuriyet’in 6 temel niteliğinden biri “laiklik” ve 4. maddede de ilk 3 maddenin değiştirilemeyeceği, değiştirilmesinin bile önerilemeyeceği buyurulmakta. Madde 24/son aşağıda :

  • “Kimse, Devletin sosyal, ekonomik, siyasal veya hukuksal temel düzenini kısmen de olsa, din kurallarına dayandırma veya siyasal veya kişisel çıkar yahut nüfuz sağlama amacıyla her ne yolla olursa olsun dini veya
    din duygularını yahut dince kutsal sayılan şeyleri istismar edemez ve
    kötüye kullanamaz…” 

Kaldı ki bu partinin (AKP) laikliğe karşı eylemlerin (düşüncelerin değil!) “odağı” olduğu da Anayasa Mahkemesince karara bağlanmış ve ne tuhaftır ki,
kapatma gerekçesi sayılmadan, adli para cezası ile yetinilmiştir!

Hal böyle iken AKP adeta, açıkça meydan okuyarak son alkollü içki kullanımını neredeyse kökten yasaklayan 4. Murat Yasası‘nın gerekçesini Başbakan’ın ağzından “inancın gereği” olarak belirtmektedir. Eğer bu anlatım söz konusu yasanın genel
ya da madde gerekçelerinde de yer aldıysa, Anayasa Mahkemesi tarafından iptali kaçınılmazdır. Öte yandan, bu yasayı Anayasal yargıya taşıma olanağı olan CHP,
bu yetkisini kullanmayacağını açıklamıştır. Bu çekince yanlıştır. Başbakan RT Erdoğan’ın itirafı tek başına iptal nedeni için yeterlidir. CHP bu gerekçeyi öne çıkararak iptal başvurusu yapmalıdır.

Ya da ileride yurttaşlar bu yasa yüzüden başları derde girdiğinde, yargılanma sırasında “def’i” yoluyla itirazlarını nahkemelerde dile getirerek bu yolu denemelidirler.
Bunu davaya bakan mahkemeler de yapabilirler. Ayrıca Anayasa Mahkemesine
bireysel başvuru olanağı da var…

Tüm bunlar olurken, demokrat (!?) ve uygar (!?) Batı’nın karnından mırıldanmanın ötesine geçmediğini de kaydetmek zorundayız.. Çıplak gerçek :

“İki yüzlü Batı” değil mi??

İkincisi                          :

Taksim gezi alanına AVM + Rezidans ve kışla yapımı..

Planın bir yerlerinde eminiz cami de vardır.

Hem nalına hem de mıhına.. İlkiyle muazzam kent – imar rantları yaratarak yandaşlara peş keş çekmek ve cepleri doldurmak, AKP siyasetine finansman sağlamak;
ikincisi ile de din istismarı ile oy avcılığı yapmak..

Hesap öyle büyük ki, kentin Belediye başkanı ve valisi ortalarda yok..
Bu bir anlamda “teknik” projeyi de Başbakan RTE savunuyor, ağırlığını koymak zorunda  kalıyor.. Üstelik de TV’lerden karşıtlara göz dağı vererek..

Ne yaparsanız yapın, biz kararımızı verdik.. diyerek.

Halkın artık bu ucuz manevralara karnı tok görüldüğü gibi..

Dayatmalara ve yaşam alanına tahammül edilemez müdahelelere, kibirle ve iktidar sarhoşluğuyla aşağılanmaya da… sabrı yok artık..

******

Tablo ortada.. Bir kez daha görülüyor ki, örgütlü halk yıkılmaz, yenilmez..
İktidarlar gelip geçicidir, yıkılırlar görevden uzaklaştırılırlar, hesap sorulur..
AKP iktidarının yazgısı da başka türlü olmayacak.

TSK’yı tasfiye çabalarının, içeride Polis ordusu kurma girişimlerinin amacı artık apaçık ortadadır. Bir yandan kulağa hoş gelen tuzak gerekçelerle “teknik ve ateş gücü yüksek Ordu” denecek, öbür yandan ha bire polis alarak sayı 300 binlere dayanacak..
Bir yandan da hiç ama hiç gerekmediği halde polise ağır silahlar alınacak..
(28 Şubat 1997 sürecinde bu silahlar Polisten geri alınmıştı..)
Tüm bunları Türk halkı görmezden gelecek?!

Artık oyun ortadadır..

Ancak bereket, başoyuncu arada “müthiş” gaflar yapmaktadır..

  • Örn. “2 ayyaşın yaptığı yasa oluyor da bizimki mi olmuyor??..”

Başbakan RT Erdoğan, adeta bilinçaltını kusmuştur.

Halk, bu çok ağır, çok haksız ve tümüyle yanlış, onurunu zedeleyen benzetmeyi içine sindirememiştir. Açıktır ki, iktidarın başı, Türk Devrimi’nin en önde gelen 2 kadim önderini, Gazi Mustafa Kemal ATATÜRK‘ü ve O’nun en yakın dava arkadaşı
2. Cumhurbaşkanı İsmet İnönü‘yü adreslemektedir.

Bir yandan da “ekonomi tıkırında” masallarına karşın yoksullaştırılan milyonlar..

Geldiğimiz yer apaçık bir “sivil itaatsizliktir.”

Halkın meşru direnişidir çünkü iktidar apaçık hukuk dışına çıkmıştır ve demokrasinin olanaklarını onu yok etmek için kullanmaktadır.. Dünyada hiçbir demokrasi buna izin vermez!

Hayal edilebilir mi ki, sözde “yeni anayasa” yapılır ve RT Erdoğan “Başkan” seçilirse Türkiye’de demokrasinin son kırıntıları daha ne denli yaşatılabilir??

Sonuç olarak;

AKP iktidarının ve de  iç dış yandaşlarının akıllarını başlarına almaları zorunludur.

Halk yığınlarını örgütlemeye devam etmek ve biliçli önderlik yapmak gereklidir.

Özellikle CHP’nin, ateşin bacayı -CHP’yi de!- sarmak üzere olduğunu artık görmeli
ve halk yığınlarını mitinglerle hükümeti istifaya zorlamaldır.

AKP’nin kapatılması için Yargıtay C. Başsavcılığına başvurulmalıdır.

Alkol kullanımını neredeyse olanaksız kılan yasayı Anayasa Mahkemesi’ne taşınmalıdır.

* Bu arada, değişik tutsakevlerinde tutulan asker – sivil yutseverlerimiz
asla unutulmamalı, iktidarın gündem oyununa gelinmemelidir..

Türk halkı, BİRLEŞEREK VE DAYANIŞARAK geçmişte tarihi değiştirmiş,
7 düveli yenmiştir..

Başarı gene halkımızın, Türk Ulusu’nun olacaktır.
Büyük Atatürk, okunu hedefe şaşmaz biçimde atmıştı :

*  “Sömürgecilik ve yayılmacılık (emperyalizm) yeryüzünden yok olacak ve yerlerine uluslararasında hiçbir renk, din ve ırk ayrıcalığı gözetmeyen
yeni bir işbirliği ve uyum çağı egemen olacaktır.”

Gazi Mustafa Kemal ATATÜRK

Sevgi ve saygı ile.
Ankara, 2.6.13

Dr. Ahmet Saltık
www.ahmetsaltik.net

27 Mayıs 1960 Devrimi 53 Yaşında!



27 Mayıs 1960 Devrimi 53 Yaşında!
[1]


Dr. Ahmet SALTIK
Ankara Üniv. Tıp Fak.
ADD Bilim-Danışma Kurulu Yazmanı
www.ahmetsaltik.net

“Ulusun geleceğine yalnız ve ancak ulus egemen olacaktır.
Ulusu temsil eden ulusal irade ulus adına sınırlı ve
belirli bir zaman için manevi kişiliğini de belirten
Millet Meclisi de en sonunda ulusça yenilenmekle karşı karşıyadır.
Özde olan ulustur.
Egemenlik onun olduğu gibi, yönetim hakkı da onundur.”
(1923, Eskişehir – İzmit konuşması)

Gazi Mustafa Kemal ATATÜRK

27 Mayıs Devrimi‘nin ülkemize en büyük armağanı, öncelikle insanlarımızın Vatan / Millet cephesi diye acımasızca yapay düşman kamplara ayrılmasının durdurulmasıdır. Radyolardan saatlerce, tek başına iktidarda olan DP’nin (Demokrat Parti) kurduğu “Cephe”ye katılan yurttaşlar  sayılmıştır.

Ayrıca ekonomik olarak DP iktidarının bir enkaz bıraktığı da belgelidir. Cumhurbaşkanı İsmet İnönü, 14 Mayıs 1950 seçimini DP’nin kazanması üzerine Cumhurbaşkanlığı’nı DP Milletvekili Mahmut Celal Bayar’a devrederken bıraktığı yaklaşık ikiyüz ton altın, Hazine eliyle teslim alınmıştır. Menderes, kötü ekonomi yönetimi ile ülkemizi, hovardaca,  tarihinin en ağır ve en yüz kızartıcı akçal (mali) bunalımına sürüklemiştir.

Temmuz 1958’de dış borç taksitini ödeyemeyince, beş yüz milyon doları aşan “destek” (gerçekte yeni borç!) için Hazine’deki altın rezervleri Londra Merkez Bankası’na götürülerek rehin verilmiştir. Bu altın kolilerini, Türk Hava Kuvvetleri subayları, yüklerinin ne olduğunu bilmeden taşımışlardır.

3 hafta önce 01 Mayıs 2013 günü 88 yaşında yitirdiğimiz Em. Hv. Plt. Kr. Alb. ve eski Halkçı Parti İstanbul Milletvekili (TBMM 17. Dönem; 1983-87) Hüseyin Avni Güler‘in anlatımlarının ses kayıtları arşivimizdedir. Ayrıca ADD web sitesinde kendisi ile yapılan ve yayımlanan söyleşi.. (28.5.2012)

Bunlara ek olarak; IMF, DP’nin 500 milyon dolara yaklaşan borçlarının konsolidasyonu (bir süre ötelenerek yeniden yapılandırılması, taksitlendirilmesi) için çok yüksek oranlı devalüasyon dayatmıştır. 2.80 TL olan 1 $, 9.025 TL’ye yükseltilerek Türk parası % 322 oranında vahşice değersizleştirilmiştir! DP İktidarı bu politikaları ile her mahallede1 yandaş milyoner yaratma saçmalığı (irrasyonelliği) içinde olmuş, akıl dışı sömürgen ekonomi politikaları ile ülkemizi
uluslararası iflasa (moratoryum) sürükleyerek ulusal onurumuzu ayaklar altına düşürmüştür.

Mali faturayı gene yoksul halk kitleleri daha da yoksullaşarak ödemiştir. Gelir dağılımı iyice adaletsizleştirilmiştir. Gariban halkımız, o mahalle milyonerinin kendisi olabileceği (?) yanılsamasına düşürülmüştür. İktidar yandaşlarından mahalle milyonerleri türetilirken de yığınlar acımasızca yoksullaştırılmıştır.
Bu politikanın iktisadi mantığının savunulabilir yanı var mıdır?
Ülkeye net ve yeterli yeni kaynak girmeden “her mahallede” (iktidarın yerel örgüt başkanları!) “nedensiz varsıllaşma” (sebepsiz iktisap!) ile nasıl birer milyoner yaratılabilirdi ki ??

*****

27 Mayıs Devrimi’nin insanımıza en güzel armağanı ise 1961 Anayasasıdır

Bu Anayasa, dünya genelinde en ilerici ve demokrat anayasalardan biridir. Ülkemiz hızlı bir özgürleşme sürecine bu anayasal iklimle girmiştir. Nitekim 12 Mart 1971 gerici darbesinin gerekçelerinden biri, 12 Mart Muhtırası’na imza koyan dönemin Genelkurmay Başkanı Org. Memduh Tağmaç‘a göre,

  • “..bu anayasanın ülkemize bol gediği.. sosyal ve politik uyanışın ekonomik gelişmeyi aştığı..” yönündedir.

Oysa 1961 Anayasası Türk siyasal sistemine çok ciddi kurumlar ve araçlar kazandırmıştır :

– Anayasa Mahkemesi,
– Cumhuriyet Senatosu (Çift Meclis; 450 üyeli Millet Meclisi + 150 üyeli Senato),
– Devlet Planlama Teşkilatı (DPT),
– Yüksek Hakimler Kurulu,
– Kredi ve Yurtlar Kurumu,
– Devlet Personel Dairesi,
– Basın İlan Kurumu,
– Türk Standartları Enstitüsü (TSE),
– Milli Güvenlik Kurulu (MGK),
– Ordu Yardımlaşma Kurumu (OYAK),
– Türkiye Bilimsel ve Teknik Araştırma Kurumu (TÜBİTAK),
– İhracatı Geliştirme Etüd Merkezi
– Milli Prodüktivite Merkezi (MPM)..

Bunların dışında;

– Sosyal devlet,
– Emekçilere sendikal haklar, grev ve toplu sözleşme hakkı,
– Yargı bağımsızlığı – yargıç güvencesi,
– Sosyal güvenlik hakkı (1964’te SSK’nın Emekli Sandığı’na ek olarak kurulması..
sonra BAĞ-KUR),
– üniversite özerkliği (1750 sayılı yasa ile 1945’lerin 4936 sayılı yasası daha da ileri
taşınarak),
– Radyo ve televizyon bağımsızlığı,
– Basın – fikir işçileri yasası,
– İdarenin tüm işlem ve eylemlerine yargı denetimi yolunun açılması,
– Seçimlerin temel hükümleri ve seçmen kütükleri yasası : Barajsız, temsil adaleti
sağlayan seçim sistemi olarak Ulusal Artık – Milli Bakiye sistemi..
(TİP bu sayede 15 milletvekili kazandı 1965 seçiminde.. Başbakan Süleyman Demirel
seçim sistemini değiştirdi ve 1968 seçimlerinde öncekine yakın oranda oy alan TİP
ancak 3 vekil çıkarabildi!)
– Seçimlerde yargıç güvencesi ve gizli oy, açık sayı döküm kuralı,
– İlköğretim ve eğitim yasası,
– Ortaöğretimde bilim insanı yetiştirmek için fen liselerinin açılması,
– Sağlık hizmetlerinin sosyalleştirilmesi;
  224 sayılı yasa ile Sağlık Ocaklarının açılması.. (5 Ocak 1961)
 (Anayasa md. 49 ile sağlık hizmetlerinin Devlete ödev, yurttaşa hak olarak
tanımlanması.. Dönemin Sağlık Bakanlığı Müsteşarı ve bu yasanın mimarı
  Prof. Dr. H. Nusret Fişek’e göre bu yasa,
  “ATATÜRK’ün izinde bir Devrim yasasıdır! )

– Gelir vergisi yasası..

gibi birçok yasa çıkartılarak demokratik yaşam sosyal ve hukuk devleti ilkeleriyle bütünleştirilmiştir.

Bu adil temsile dayalı seçim sistemi sayesindedir ki; Türkiye İşçi Partisi 15 milletvekili ile TBMM’de adil temsil edilme olanağı bulmuştur (1965; Mehmet Ali Aybar, Çetin Altan vd.). Daha sonra bu seçim sistemi ile büyük partiler yararına oynanarak temsilde adalet ilkesi çiğnenmiştir. İzleyen seçimlerde TİP, öncekine yakın oy almasına karşılık ancak
3 üyeyi TBMM’ye taşıyabilmiştir (1968).

  • 1961 Anayasası; hukuk dışına çıkarak meşruluğunu yitiren bir iktidara karşı, Türk halkının meşru direnme hakkını kullanarak hükümeti görevden aldığını vurgulayarak başlamaktadır.

İlk 2 maddesini 1924 Anayasasından aynen almıştır. Cumhuriyetimizin 6 temel niteliğini
3. maddesinde saymaktadır. Bunlardan ilki “İnsan haklarına DAYALI” olmaktır. Öbür 5 nitem (sıfat) 82 Anayasasında aynen yinelenmiş, ilk özellikte ise “dayalı” yerine “saygılı” sözcüğü almıştır.

Ulusal Kahraman Yüce Atatürk‘ün en yakın dava ve silah arkadaşı, 2. Cumhurbaşkanı, çok partili yaşama barış içinde geçerek iktidarını altın tepsi içinde DP’ye sunan
İsmet İnönü‘ye yapılan birkaç fiziksel saldırıda DP’nin açık tahrikleri, çanak tutuşu ile Aziz İnönü‘nün ölümden dönmesi, kafasının taşla kırılması (Kayseri, İstanbul Topkapı ve Uşak saldırıları) adı “Demokrat” olan bir partiye yakışır mı? İnönü’nün,
TBMM’deki CHP grubu için savcı-yargıç yetkisiyle donatılmış 15 DP Milletvekilinden Tahkikat Komisyonu kurarak CHP’yi kovuşturup kapatmaya yeltenmesi nasıl açıklanabilir? İşte bardağı taşıran Nisan 1960’taki bu derin aymazlık üzerine
aziz İ. İnönü;

Artık sizi ben bile kurtaramam..
uyarısını yapmış fakat ne yazık ki gene bir işe yaramamıştır..

1932’den beri Türkçe okunan Ezan’ın, iktidar oluşu (14 Mayıs 1950) 16 Haziran 1950’de yeniden Arapçaya döndürülmesi de DP iktidarının karnesinde yazılı
ne yazık ki…

İstanbul Üniversitesi’nde, DP’nin açıkça despotlaşan politikalarını protesto eden gençlerden Turan Emeksiz’in polis kurşunu ile öldürülmesi, İstanbul Üniversitesi Rektörü, engin hukuk bilgini ak saçlı Ord. Prof. Dr. Sıddık Sami Onar’ın yerlerde sürüklenmesinin bağışlanacak yanı var mıdır?

Nihayet Menderes hükümeti, 6-7 Eylül 1955 İstanbul olaylarında Rum kökenli yurttaşlarımıza yönelik vahşi saldırı ve yağmanın da sorumlusudur ve biz tüm bunlardan, hâlâ çok utanmaktayız.

Başbakan Adnan Menderes, Maliye Bakanı Hasan Polatkan ve Dışişleri Bakanı Fatin Rüştü Zorlu’nun her şeye karşın idam edilmemesi yerinde olurdu.
MBK’da (Milli Birlik Komitesi) idamı engelleyecek çoğunluk, ne yazık ki 3 oyla kaçırılmıştır. Yassıada Mahkemesi başkanının belirttiği, yargılamanın idamla sonlanmasının iktidarca istendiği itirafı ve adil yargılama yapılmayışı,
infazın kendisi ve uygulanma biçimi bakımından da acı duyuyor, hâlâ utanıyoruz.
(Mahkeme Başkanı Salim Başol’un :
 “Sizleri buraya tıkan irade böyle istiyor.” itirafı..)

Keşke Alb. Talat Aydemir ve Bnb. Fethi Gürcan da asılmasalardı.. (1962-3)

Keşke, 12 Mart 1971 darbecileri hüneriyle (!) TBMM’de “3’e 3 intikam!” naraları ile Deniz Gezmiş, Yusuf Aslan ve Hüseyin Aslan da 1 tek kişinin canına kıymamış fidanlarımız olarak yaşamlarının baharında darağacına yollanmasalardı!
Ve de keşke 12 Eylül yönetimi 17 yaşındaki Erdal Eren’in yaşını büyüterek
idam cezasını infaz etmese idi..

Uğur Mumcu konuya ilişkin bir yazısını şöyle bağlıyor:

  • “Biz sapına kadar Kemalist ve sapına kadar 27 Mayısçıyız.
    Atatürk’ü ve 27 Mayıs Devrimi’ni savunmak, Devrimci Aydının namus borcudur. Atatürkçü ve 27 Mayısçı olmayan bir devrimciyle alışverişimiz yoktur.”

Sayın Hüseyin Avni Güler’den 2 kritik anı aktarmak isteriz :
(http://ahmetsaltik.net/wp-admin/post.php?post=14248&action=edit&message=1:, 26.5.13)

  • “..Celal Bayar ve Menderes’in milliyetçi, mukaddesatçı ve Müslüman yönetimi tarafından Lübnan’da Müslümanlara değil de Hıristiyanlara Türkiye’den 85 uçak dolusu silah ve cephane götürdüğümüzü..”
  • Gene Celal Bayar – Adnan Menderes yönetiminin, son yıllarının dış ülkelerden kredi (borç!) alınamadığı için, 1950 seçimlerinden sonra İsmet Paşa’nın hazinede biriktirdiği 128 (yüz yirmi sekiz) ton altının çoğunu dışarıya rehin vererek kredi alması meselesi… Bu olayın da Meclis’ten ve Hükümet’ten geçmiş olması gerekir; ancak o günlerin tanığı olanlar ve basında yazıldığını hatırlaması gerekenler bilgi vermediler. Gene yükümüzün ne olduğunu bilmeden Londra’ya 2 (iki) tondan fazla altın götürdüğümüzü ve uçaklar dışında gemilerle, trenle ve tırlarla 100 (yüz) ton kadar altının dış ülkelere rehin gönderildiğini biliyorum. 27 Mayıs’ta Maliye Bakanımız büyük insan Kemal Kurdaş, yaklaşık 96 (doksan altı) ton altını geri getirtti. Sayın Kurdaş, tasarruf bonoları çıkararak memur ve işçilerden alınan paralarla bu görevi başardı.

Görüldüğü gibi tarih hiçbir şeyi unutmuyor, her şey kaydediliyor. Onu çarpıtarak tek yanlı mağdur edebiyatı ile bir yerlere varma olanağı yoktur. İnsanların ülke yönetiminde kişisel hırslarını mutlaka dizginlemesi ve emeğin hukukunun (egemenlerin değil!) üstünlüğüne bağlı kalmaları beklenir.

Başta “Cemal Aga” nam Cumhurbaşkanı Cemal Gürsel olmak üzere;
27 Mayıs 1960 Devrimi’ni ve kazanımlarını Ulusumuza armağan eden
Türk Ordusu’nun genç Harbiyelilerini şükranla selamlarız.

Büyük ATATÜRK gene yolumuzu aydınlatıyor :

  • “Özgür olmayan bir ülkede ölüm ve yok olma vardır. 
    Her ilerlemenin ve kurtuluşun anası özgürlüktür.”

12 Eylül 1980 yönetiminin kaldırdığı

HÜRRİYET ve ANAYASA BAYRAMIMIZ KUTLU OLSUN!

27 Mayıs kutlu olsun

 

 

 

 

 

 

 

Sevgi ve saygı ile.
26.5.2013, Ankara

Dr. Ahmet Saltık
www.ahmetsaltik.net


[1] http://ahmetsaltik.net/wp-admin/post.php?post=14248&action=edit&message=1 adresinde yayımlanan (26.5.13) “Hüseyin Avni Güler’in Saygın Anısına :
27 Mayıs Devrimi’ne neden ve nasıl katıldım?”
başlıklı yazımıza da bakılması..

AYDINLIK Gazetesi’nin 26 Mayıs 2013 günlü sayısı..


Dostlar
,

AYDINLIK Gazetesi’nin 26 Mayıs 2013 günlü sayısı..

Siyasal iktidar Devlet Tiyatrolarını da tasfiye peşinde..

Bu kültür kurumları da ele geçirilecek, yandaşlaştırılacak..

Toplumsal muhalefetin olmadıüı bir demokrasi düşünülebilir mi?

Okulsuz Milli Eğitim gibi olmaz mı?

AKP tüm toplumu, tüm kurumlarıyla kuşatmak istiyor..

O rejimin adı demokrasi olur mu?

Yoksa “Tayyibistan” mı olur.??.

Qou vadis AKP?

Qou vadis RT Erdoğan??

Qou vadis Türkiye??

Sanatçılarımıza elbiirliği ile destek olmalıyız..

Unutulmasın; Büyük Atatürk‘ün pek önemli, saptaması ve uyarısıdır..

  • “Türkiye Cumhuriyeti’nin temeli Kültürdür..”

Sevgi ve saygı ile.
26.5.2013, Ankara

Dr. Ahmet Saltık
www.ahmetsaltik.net

TÜRKİYE’nin GIDA GÜVENLİĞİ SORUNU ve TÜİK’in BIKTIRAN AYMAZLIĞI..


TÜRKİYE’nin GIDA GÜVENLİĞİ SORUNU ve TÜİK’in BIKTIRAN AYMAZLIĞI..

Dr. Ahmet SALTIK
Halk Sağlığı (Toplum Hekimliği) Uzmanı
Ankara Üniv. Tıp Fak. Halk Sağlığı Anabilim Dalı
www.ahmetsaltik.net (11.5.13) 

TÜİK, resmi web sitesinde yer verdiği bir grafikte, birçok gıda ürününde üretim miktarı olarak yüksek düzeyde “yeterlik” sağladığımızı göstermekte. Ama TÜİK çook şaibeli.. Artık güvenilmez bir kurum ne yazık ki. Büyük ölçüde politize. Bu konuda sitemizde sayısal kanıta dayalı yazılarımız var. (Bkz. TÜİK’in Tehlikeli Hataları.. Başbakan da Yanıltılıyor.. http://ahmetsaltik.net/tuikin-tehlikeli-hatalari-basbakan-da-yaniltiliyor/)

Buğday üretimi (yıllık rekolte) yıllardır 20 milyon tona kilitlenmiş durumda..

Nüfusumuz hızla artmakta.. Son 40 yılda 2’ye katlandı.  Başbakan R.T. Erdoğan,
“en iyimser yorumla” TÜK vb. kurum ve kişilerce yanıltılıyor ve aile başına 5-6 çocuk isteyebiliyor! Bu ülke için yıkım demektir. Sadaka toplum, oy deposu, biat kültürü, demokrasicilik ve İslam faşizmi demektir. Orta – uzun erimde senaryo bu mudur yoksa? Kalabalık ve niteliksiz toplum ne işe yarar?? Üstelik “TSK’yı sayıca küçültüp teknolojisini iyileştirme” politikası güdülürken!?

  • “Her aileye 1 çocuk” dışında ulusal seçeneğimiz yoktur! 

Tarımsal alanlarda benzer oranlı artış yok. Makineleşmede de.. Sulamada da..
Üstelik sulamada hatalar (tuzlanma, özellikle seralarda vahşi gübreleme,
tarlada vahşi irrigasyon, tohuma damlatmanın bize yabancılığı.. vb.) var..

Örn. mısırda ve pamukta yetersizliğimiz net ve net dışalımcıyız.. Soyada da..

Trakya’da pirinçte, yumurtada, piliç dokularında DİOKSİN denen toksik madde var ve tekstil sanayisinin arıtılmadan toprağa verilen sanayi atıklarının ürünü.. Üstelik, çok su kullanan bu sektör, Trakya’da hem dışsatım hem de bol yüzeysel su kullanmak için konumlanmıştı. 2. avantaj bitti.. Artık 400 m’den su çekilebiliyor. Bu ciddi maliyet artışı demektir..

Bir de dehşetli davranış : Çekilen yüzeysel sulardan boşalan lakünlara atık sıvılar depolanıyor!

Önceki Çevre – Orman Bakanı Osman Pepe bu ürkünç olayı açıkladı ve isyan etti..
Ülke elden çıkıyor demektir, ülke çölleşiyor. Cennet gibi bir ülke yaşanmaz duruma getiriliyor.”

Bu İHANETTİR.. dedi. (Osman Pepe, www.hurriyet.com.tr, 06.06.04) Veee. gitti..
(457 sayfalık kapsamlı rapor hazırlattı çevre sorunları için : “Türkiye Çevre Atlası, Çevre Bakanlığı, 2004www.cedgm.gov.tr/CED/Files/cevreatlas%C4%B1/atlas_metni.pdf)

Dolayısıyla tarımsal ürünlerin niceliğinin yanı sıra bir de nitelikleri sorunu var..

Örn. Türkiye’nin “tehlikeli atık” zararsızlaştırma sığası da (kapasitesi) çok yetersiz.
Her saat yaklaşık 23 ton çok zehirli atığı doğaya veriyoruz. Bu amaçla kurulu atıkyakar (insineratör) yeteneğimiz gereksinimin yalnızca %5’i dolayında. Bu yüzdendir ki,
örn. Gebze / Dilovası’nda bebeklerin ilk kakalarında (mekonyum) ve annelerin
ilk sütlerinde (kolostrum) ağır toksik metaller var!

Örnekler TÜBİTAK’ta incelendi ve bu bölgede kanser ölümleri, benzer koşullara sahip çevre halkının 3 katı! (Bu ilçede 1996’da, Refah Partili belediye başkanının
abdest bozuyor” gerekçesi ile suları klorlamaması yüzünden kolera salgını çıkmış ve ölümler olmuştu!)

Bu evsel – endüstriyel kökenli katı – sıvı – gaz atıklar besin zinciri ile insana dönüyor.

Bacaklara_sarili_et_parcalari

Çarpıcı bir veri : 1970’ler başında 1 cc (ml) menide (ejakülat) 100 -120 milyon
canlı sperm hücresi vardı. Şimdi ise 15 – 20 milyon “normal” kabul ediliyor,
sevinçle karşılanıyor. Dolayısıyla doğa geri tepiyor, intikamını alıyor; asıl olan SÜRDÜRÜLEBİLİR YAŞAM, “Sürdürülebilir kalkınma” değil! Bu gidişle yakınlarda hiçbir doğum denetim (kontrol) yöntemine gerek kalmayabilir!?

Gümrükten sorumlu, Sivas katliamının sanıklarının avukatı Hayati Yazıcı, Mersin’de
“her nasılsa” yakalanan 23 bin ton GDO’lu pirinç için, “GDO’lu pirinç yok!”
ya da “Pirinçte GDO yok!” diyebildi hiç sıkılmadan..

İTÜ de hiç utanmadan, çözümleme (analiz) sonuçlarını değiştirdi.. Önce pirinçler GDO’lu, sonra Tarım Bakanı hazret (=sayın!) Mehdi Eker’den zılgıtı yiyince,
şecaat arzedercesine (“merdi kıpti” diyorlar galiba özne için..), utanmadan,
“yanlış sonuç” verdik.. diyebildi.

Neden bu pirinç örnekleri DSÖ ve FAO tarafından yetkilendirilmiş (akredite) uluslararası laboratuvarlarda incelenmez??

Batı’da olsa hükümet düşürecek olay.. Fiyasko, skandal nitelemeleri çook hafif kalıyor..

  • Halkın sağlığı ile oynamak : İnsanlık suçudur! 

Salamdan_cikan_butun_fare_Romanya'dan_disalim

Salam’dan çıkan fare! 
www.yasam.tr.msn.comRomanya, 20.03.09

  • Gıda gümrükleri, halk(ın) sağlığı bakımından kritik önemdedir!

Yeterli – dengeli beslenme olmazsa, toplum giderek geri zekalı olur!
Bunun ayrımına da varamaz!

Kurban Bayramlarında” (!?) hala “kurban”ı salt hayvan boğazlamak olarak algılıyor  ve borçlanarak dışalım ile sözde kurban bayramları yapmayı, Tanrı’ya rüşvet vermeyi sürdürüyoruz! (Bkz. “Kurban” gerçekte nedir? Hayvan kesmek dince zorunlu mu?? http://ahmetsaltik.net/kurban-gercekte-nedir-hayvan-kesmek-dince-zorunlu-mu/)

Dengeli – yeterli beslendiğimiz ve soru soran – eleştirel akla dayalı eğitim aldığımız için zekamız da yerinde! [1]

Gıda üretiminde miktar ölçüsünde nitelik de önemli. 

Web sitemizdeki (www.ahmetsaltik.net) aşağıdaki 2 dosyaya bakılmasını öneririz..

Türkiye’de Gıda Güvenliği ve Denetimi ?? (word dosyası)
(http://ahmetsaltik.net/turkiyede-gida-guvenligi-ve-denetimi/

Ve “GIDA GÜVENLİĞİ ve SANİTASYONU(power point)
http://ahmetsaltik.net/gida-guvenligi-ve-sanitasyonu-2/

Bu amaçla;

–        Büyük Atatürk’ün yaptığı gibi ÖRNEK TARIM – HAYVAN ÇİFTLİKLERİ KURMAK, (Üstelik, Ankara Atatürk Orman Çiftliği gibi, herkesin gözden çıkardığı bataklıklarda!)

–        YERLİ ÜRETİME DÖNMEK ve TARIM – HAYVANCILIK SEKTÖRÜNÜ ÖNCELİKLİ – KRİTİK SEKTÖR SAYMAK GEREKİR.

–        ULUSAL TARIM – HAYVANCILIK – BESLENME POLİTİKLARININ
ÜLKENİN BAĞIMSIZLIĞI İÇİN VAZGEÇİLMEZ OLDUĞUNU UNUTMAMAK GEREKİR!

*********

  • Ülkemiz çooook kötü yönetiliyor..
  • Örn. Türkiye’nin neden “özerk” bir ULUSAL GIDA – İLAÇ KURUMU yok???

Tüketicinin evde gıda güvenliği için uyulması gereken hijyen kuralları hakkında bilinçlenmesi dışında; nitelikli ve güvenilir gıda üretimi için besin zinciri üzerinde oluşturacağı baskı, öbür önemli işlevidir.

Dünya Bankası’nca yayınlanan “Ülke Ekonomik Memorandumu” Raporu’ndan :

  • “Türkiye’de sağlıkta güvenli olmayan gıdayla bağlantılı ortaya çıkan tehlikeler, yüksek ekonomik maliyete yol açmaktadır. Bu maliyet artışı, ulusal ve uluslararası
    gıda piyasalarında gıda ürünlerinin sınırlı rekabetine bağlı gelirin azalması, hastalık ve ölümler, sağlık harcamalarının hızla büyümesi kökenlidir.
    Gıda güvenliğindeki bu olumsuz durumun temelde, gıda zincirindeki hijyen uygulamaları kadar, evlerdeki koşullara da bağlı olduğu kesindir. Gıda güvenliğinin önemi konusunda ayrımındalık (farkındalık) oluşturulması, eğitim ve besin zincirinde bozulmaya karşı önlemler, gıda güvenliğinin artırılmasında en önemli ögelerdir.”
  • Türkiye gıda güvenliğinde sonuncu!
    (Cumhuriyet Tarım ve Hayvancılık Eki, 14.10.2008 Yusuf BAŞTUĞ)
  • Örn. Türkiye’nin neden FDA benzeri “özerk” bir ULUSAL GIDA – İLAÇ KURUMU yok???

10,5 yıldır yüzlerce yasa yapıldı, değiştirildi.. AB aşkına (!) 2 tane ULUSAL PROGRAM (!?) yürürlüğe sokuldu (2. ve 3. Programlar). 10 dolayında “UYUM PAKETİ”
(üstelik yapısal uyum – structural adjustment) yapıldı.. Siyasal tercih
özerk kurumlaşmalar yönünde kullanılmadı. Merkezi otorite güçlendirildi.
Üniversiteler, TÜBA ve TÜBİTAK’ın sınırlı özerkliği hemen hemen yok edildi.

  • Oysa demokrasi, özerk kurumların kolonları üzerinde yükselir.. 

Hiç unutulmasın :

  • Türkiye Dünyada bal üretiminde Çin, Arjantin, Meksika’dan sonra 4.! 
  • Anadolu coğrafyası, Dünya arı ırkının 1/5’ine, ballı bitkilerin 3/4’üne sahip!!

********************

Ne yapmalı                 ???

Hiç kimse günlük çözümler peşinde koşmasın. Öncelikle söyleyelim: Vurgunculuğu yaratan düzenin adı, emperyalizmin denetimli liberal düzeni ya da kapitalizmdir.

Ç ö z ü m  v a r :

  • Tarımda uygulanan yeni-liberal (neo-liberal) politikalardan vazgeçilmeli.
  • Endüstriyel tarım yerine, küçük ve orta ölçekli köylü tarımı öne çıkarılmalı.
  • Tohum, damızlık, kimyasal gübre ve ilaç gibi tarımsal girdileri üreten
    tarım şirketleri ile tekelci gıda şirketlerinin, çiftçiler üzerindeki baskılarına
    son verecek düzenlemeler yapılmalı.
  • Özelleştirilen ve kimileri de kapatılan Tarımsal KİT’ler yeniden açılmalı.
  • Gıda üreten, dağıtan ve satan işletmeler denetimli olmalı.
  • Yerel üret ve tüket ilkesi öne çıkarılmalı.
  • Gıda üretici kooperatiflerinin kentlerde pazarlama birimleri kurmaları
    teşvik edilmeli.
  • Kesinlikle ve kesinlikle tarım ürünleri dışalımına (ithalatına) son verilmeli.

(Prof. Dr. Mustafa Kaymakçı, Ege Üniv. Ziraat Fak. 12.4.12. www.odatv.com )

  • Türkiye, “hal mafyası” sorununa artık bir çözüm getirmelidir!

Bu yanlış, aymazlık ve sapkınlık hatta ihanet kokan politikaların hesabı elbet,
er ya da geç önünde (eninde değil!) ya da sonunda sorulur..

Sevgi ve saygı ile. 11.5.13

Bu dosya pdf olarak da okunabilir ..

TURKIYE’nin_GIDA_GUVENLIGI_SORUNU_ve_TUIK’in_Biktiran_Aymazligi


[1] Rahmetli Aziz Nesin, “Bu milletin %60’ı zeka fukarası..” demiş ve yaygın saldırı almıştı. Bunun üzerine, “Daha da fazlaymış, % 80’miş..” demek zorunda kalmıştı..

“Sessiz çığlık” Eylemlerinin Anlamı ??


“Sessiz çığlık” Eylemlerinin Anlamı ??

Dr. Ahmet Saltık
Ankara Üniv. Tıp Fak.
ADD Bilim-Danışma Kurulu Üyesi
www.ahmetsaltik.net, 05.05.2013

Bu 2 sözcük üzerinde iç düşündünüz mü? İnsanlar topluca “çığlık atacak” ama bu eylem üstelik “sessiz” olacak!? “İnsan” olanın uygar vicdanı zaten bu 2 sözcük altında ezilir..

2 masum sözcük 2 dev soru doğuruyor :

1. Türkiye insanı neden topluca “çığlık” atmak zorunda bırakılıyor?
2. Çığlık; doğasına aykırı olarak neden “sessiz” ??

Vurgulayalım ki; Ruhsal davranış bozukluklarının özneleri her zaman tekil kişiler değildir.
Kimi kez toplu (kolektif) özneler, örgütlü – örgütsüz psikopatolojik dışavurumların öznesidirler.

Baskı altında kalan, yoksullaştırılan, yaşam hak ve alanlarına örneğin Vatanlarına dönük
tehdit algılayan kitleler, kimi “sosyal tepki” davranışları sergilerler. “İnsan ve davranışı”nı öngörebilmek, öteden beri birçok bilim alanının ilgisindedir. Özellikle siyaset bilimciler yararcı (pragmatik) bağlamda seçmen kitlelerinin olası eğilimlerini bilmek isterler. Piyasada mal ve hizmet pazarlayanların da dayanılmaz “öngörü” gereksinimlidirler. Bu bakımdan özellikle Sosyal Psikoloji, Siyaset Bilimi ve İşletme Bilimleri alanında epey varsıl bir yöntem kümesi eldedir ve kamuoyu yoklamaları ile oldukça isabetli sayısal kestirimler yapılabilmektedir.

Bunlara kitlelerin algı yönetimi, mis-enformasyon, dez-enformasyon, reklam – propaganda  teknikleri.. gibi zihin denetimi (mind control) yöntemlerini de eklemek gerek. Böylece bilimin kötüye kullanılışına çok üzücü -immoral- örnekler görmüş oluyoruz..

*****

Türkiye’de 5-6 yıldır, dış güdümlü Ergenekon tertiplerine dayalı olarak açılan bir dizi “dava”da yüzlerce yurtsever insan, en temel evrensel hukuk kuralları çiğnenerek sözde yargılanmakta! Üstelik tutuklu olarak. “Balyoz” davasında, -dosya Yargıtay’da- adeta müebbet hapis yağdırıldı. Halk, tam örgütlü sayılamayacak tepkisini “SESSİZ ÇIĞLIK” eylemi ile yaklaşık 1 yıldır dışa vurmakta.

Herkesi bu yerden göğe haklı ve meşru “SESSİZ ÇIĞLIK” eylemine destek vermeye çağırıyoruz.. Zerrece duygudaş (empatik; diğerkâm; hemhal) davranabilenler de algılasın diye..

“Duysun” diyemiyoruz, çünkü eylem-feryat “sessiz” ! Görünürde kulağa dönük değil.. Peki neye dönük ? İnsanı insan yapan “akılcı vicdan”a dönük.. Dikkat buyurulsun salt “vicdan” diyemedik.. “Beşer” sayısınca vicdan türevi var çünkü..
Biz ise beşerin öznel -zavallı- vicdanına” değil, insanı insan yapan
nesnel (nesnelleşmiş olması gereken!) “akılcı, uygar vicdan”a duyurmak istiyoruz –bir tür zoraki-“sessiz çığlıklarımızı”..

Duymasanız da algılıyor musunuz ??

Her Cumartesi saat 13:00 – 14:00 arası; Ankara, İstanbul, İzmir, Bursa, Antalya, Kocaeli’de..

– ANKARA – SAKARYA CADDESİ TAŞ ANKARA HEYKELİ önünde,

– İZMİR – ALSANCAK KIBRIS ŞEHİTLERİ CADDESİ SEVİNÇ PASTANESİ önünde,
– KOCAELİ – DEĞİRMENDERE ÇINARLIK MEYDANI’nda,
– BURSA – ŞEHREKÜSTÜ MEYDANI’nda ve
– ANTALYA – KAPALI YOL, BÜYÜK HAVUZ YANI’ndayız.. diyorlar..

“Vardiya Bizde” diye nöbeti tutsak askerlerimizden devralan aileleri ve onlarla bütünleşerek dayanışan tüm yurtseverlerle omuz omuza.. Her Cumartesi..
Karda kışta, yakıcı güneşte..

Sessizce haykırmayı -aşkolsun ki- başarabilen yüreklerle..
Tutsaklar özgür bırakılana dek..

*****
Gözünü sevdiğimin Türkiye’si..

Devr-i AKP“de, Ülkemizi bölme amacıyla terörü araç olarak kullanan emperyalizmin ;
taşeron örgütünün silahlı ve katil militanlarına elini kolunu sallaya sallaya başka ülkelere
(gerçekte Barzanistan’ın Kandil üssüne!) gitme (yığınak yapma!) olanağını tülü planlarla tanıyacaksın:

Öte yandan bu bölücü emperyal plana geçit vermeyecek yurtseverleri
yıllarca kodeste tutacaksın..

  • Devletin kurumlarının adının başından “T.C.” yi kaldıracaksın!?
  • “Akiller” in zoraki toplantılarına yurttaşın Türk Bayrağı ile girmesini yasaklayacaksın!?

Meşru direniş hakkını kullanan halka da en ağır lafları söyleyeceksin..
“Akil” sakillerin, halk İstiklal Marşı’nı söylerken ayağa bile kalkmayacak..
Devletin ve Milletin manevi değerlerine en açık ve en ağır hakaret değil midir bunlar???

Dahası, halkı apaçık isyana tahrik etmek değil midir?

Yasalarımızda bu eylemin karşılığı bir yaptırım yok mudur?
Örn. Türk Ceza Yasası’nın 302. maddesi ne günedir?
Cumhuriyet’in Savcıları nerelerdedir??

Bu zulüm artık sürdürülemez kerteye gelmiştir.

Bir “Toplum Hekimliği (Halk Sağlığı) Uzmanı” öğretim üyesi hekim olarak
profesyonel yetki ve sorumlulukla kaydetmek zorundayız ki;

  • Türk Toplumu ağır bir “Sosyal şizofreni” ye sürüklenmektedir!

Bu gidişin, kurgulayıcılarınca, özellikle yabancı danışmanlarca öngörülmediğini sanmak saflıktır.

Ancak, “sosyal şizofrenik” davranışlar sergileyen bir toplumun yönetiminin ciddi sorun doğuracağı ve kurgulayıcılara da ağır faturalar ödetebileceği akıldan çıkarılmamalıdır.

  • Demokrasi – insan hakları şampiyonu AB ve
    Atlantik ötesi “stratejik müttefik” niçin yitiktir?
  • Elbette içişlerimize karışmasınlar ama, bunca da 3 maymun olunabilir mi??

Kanımızca bu 2 eylem, Siyasal iktidarın maskesini bütünüyle düşürmüştür :

  • Devletin kurumlarının adının başından “T.C.” yi kaldıracaksın!?
  • “Akiller” in zoraki toplantılarına yurttaşın Türk Bayrağı ile girmesini yasaklayacaksın!?

Siyasal iktidar artık eğik düzlemdedir ve düşüşü durdurma olanağı kalmamıştır.

Bu yüzden olağanüstü gergin, hırçın hatta saldırgandır.

Siyasal iktidar, bu “gergin” psikoloji ile 1 Mayıs’ta (2013) tarihe geçecek kapsam, ağırlık ve nitelikte insanlık suçu işlemiştir. Kendi halkına ölçüsüz ve hukuksuz zulüm uygulamıştır.

SESSİZ ÇIĞLIK, bir bakıma tarihsel – sosyolojik bir politik alarmdır..

Anlayana..

Ancak hiç kuşku duyulmasın, SEVR gibi, binlerce yıllık anayurdunun da işgal edilerek
harem-i ismetine tecavüz edildiğini gören, böylesine ağır bir örselenmeyi (travmayı) deneyimleyen bu Halk; 1920’lerin en ağır, çökkün koşullarında bile önderini çıkarmış ve tarihte örneği görülmemiş biçimde emperyalizmin 7 düvelini (Müttefikleri!) sıcak savaşla kovmuştur.

Bir kez daha kesinlikle başaracaktır;

Türkiye Cumhuriyeti’miz, sonsuza dek bağımsız, onurlu, başı dik yaşayacak ve mazlum uluslara öncü ve örnek olmayı sürdürecektir! Türkiye aydınları, Ulusumuza gerekli öncülüğü üstlenmiştir. Emperyalistler ve işbirlikçileri bir kez daha yenilecek ve
Büyük Atatürk’ün tam doğru tanımıyla, hiç kimseyi dışarıda bırakmayan
kapsayıcı sosyolojik ve reel-politik tanımıyla

  • Türkiye Cumhuriyeti’ni kuran Türkiye halkına Türk Milleti denir.”

barışçı – birleştirici, asla ırkçı olmayan ve emperyalizme karşı temel güvence olan ULUS DEVLETİ ile yoluna devam edecektir.

Tarihin diyalektiği, -üstelik deterministik olarak- bu yöndedir..

Sevgi ve saygı ile.
5.5.2013, Ankara

Dr. Ahmet Saltık
www.ahmetsaltik.net

23 Nisan 1920’nin Yiğitlerine Selam Olsun!

23 Nisan 1920’nin Yiğitlerine Selam Olsun!

Dostlar,

23 Nisan 1920, Büyük Atatürk‘ün öncülüğünde Ankara’da ilk Millet Meclisi’nin
açılış günüdür.

Ülke inanılmaz zorluklar içindedir.

Fiilen işgal altındadır (30 Ekim 1918 Mondros ateşkesi sonrası..)

İstanbul’da Meclis-i Mebusan dağıtılmış, kimi vekiler Malta’ya sürülmüş
kimisi tutuklanmıştır.

  • 6. Mehmet Vahdettin ve Damat Ferit işgalcilerle işbirliği içinde vatan haini olmuştur.

23 Nisan 1920‘de 115 temsilci ile Ankara’da İttihat ve Terakki‘nin binasında ilk BMM toplanır. Bir bölümü Mustafa Kemal Paşa’nın Sivas Kongresi sonrası
Heyet-i Temsiliye Reisi olarak Anadolu genelinden çağrı yaptığı temsilciler bir bölümü de Meclis-i Mebusan’dan kaçarak gelebilenlerdir.. (Kara Vasıf ve ark.)

Geceleri, kadın çarşafları içinde, saman arabalarının arkalarında, ölüm tehdidi ile
yüz yüze.. Çünkü her yer emperyalistlerin sıcak işgalinde..

Para yok, pul yok..

Yurtseverler toplanır ama elde avuçta hiçbir şey yoktur..

Öğrenilmiş çaresizlik sendroöu (Pes sendromu!) içinde geri dönmek isterler.

Büyük önder Mustafa Kemal Paşa kürsüye çıkar ve şu konuşmayı yapar :

ATATÜRK’ün 23 Nisan 1920 Yemini 

  • “..Asker Mustafa Kemal mavzerini eline alır, fişeklerini göğsüne dizer, bir eline de bayrağını alır, bu şekilde Elmadağı’na çıkar, orada tek kurşunum kalana dek vatanımı savunurum. Kurşunlarım bitince de bu aciz bedenimi bayrağıma sarar, düşman kurşunları ile yaralanır, temiz kanımı kutsal bayrağıma içire içire
    tek başıma can veririm. 
    Ben buna and içtim! ”

Tarihin kırılma anlarıdır ve gerçek önderler böyle anlarda inisiyatif alarak tarihin akışını değiştirirler. Mustafa Kemal Paşa’nın davranışı ve söylemi de bu niteliktedir.

Nitekim kendi söylemiyle;

  • “23 Nisan, Türkiye ulusal  tarihinin başlangıcı ve yeni bir dönüm noktasıdır. Bütün bir düşmanlık cihanına karşı ayağa kalkan Türkiye halkının,
    Türkiye Büyük Millet Meclisi’ni meydana getirmek hususunda gösterdiği harikayı ifade eder.”
     
    (1922, Atatürk’ün S.V.D., syf. 96)

Bu konuda sitemize birkaç dosya yer alacak..

  • 23 Nisan 1920’nin harman yürekli yiğitlerini, başta büyük önder
    Mustafa Kemal Paşa olmak üzere içten şükran ve derin saygı ile yerlere dek eğilerek selamlıyoruz..

Bir de, inanılmaz güzellikte yakın plan (makro) çiçek – doğa çekimleri ile 23 Nisan’da doğaya ve bahara merhaba diyelim.. İyi morale ve gevşemeye de gereksinim var..
Çekimleri yapanlara ve paylaşanlara teşekkür ediyoruz..
İzlemek için lütfen aşağıdaki erişkeyi (linki) tıklar mısınız??

Nefis makro çiçek çekimleri

Sevgi ve saygı ile.
23.4.13, Ankara

Dr. Ahmet SALTIK
www.ahmetsaltik.net

Köy Enstitüleri : Anadolu Rönesansı’nın Yıldönümleri


Dostlar,

17 Nisan 1940.. Köy Enstitüleri’nin açılışı.. 73 yıl geçti..

27 Ocak 1954.. Köy Enstitüleri’nin kapatılışı.. 59 yıl geçti..

Tüm engellemelere karşın “Yeni Kuşak Köy Enstitülüler” yetişti! 

Örgütlendiler ve Derneklerini kurdular.
Başında, değerli meslektaşım Dr. Alper AKÇAM var..
http://www.ykked.org.tr/ web sitesi etkin ve çok öğretici..

AYDINLANMA IŞIĞI SÖNMEYECEK… ilkesiyle çalışmaktalar..

Bu gün İzmir’de bir etkinlikleri var.. Aydınlanma Onur Ödülü’nü,
bilge insan DOĞAN HIZLAN’a sunacaklar..

Bir de panel var elbette, güne not düşecekler..
İzmirli dostlar kendilerini çok şanslı saymalı bu oturum nedeniyle..

Bu görkemli kurumların benzerlerini, günün koşullarına göre yeniden yaratmak
ve işlev kazandırmak gerek.

Çünkü halkın eğitimi sorunu aşılamadı. Devrimi koruyup – kollayacak kuşaklar yeterince üretilemedi.

Büyük Atatürk,

  • “Cumhuriyet fikren, ilmen ve bedenen güçlü ve yüksek düzeyli koruyucular ister..” uyarısında bulunmuştu.

Atatürk Devrimi = Anadolu Rönesansı denklemi çok net ve kesindir.

Köy Enstitüleri bu denklemin anahtarı idi; mutlaka kaldığı yerden devam etmeliyiz.

Prof. Dr. John DEWEY, Büyük Atatürk‘ün ABD’den davet ettiği ve görüşlerinden yararlamdığı bir eğitmbilimci idi. Bakın ne diyor Köy Enstitüleri için :

  • “Hayalimdeki eğitim kurumları ‘
    Köy Enstitüleri olarak’ Türkiye’de kurulmuştur.”

imeceye_cagri

Bir kez daha BOZ URBALILARA selam olsun!

Sevgi ve saygı ile.
17.4.13, Ankara

Dr. Ahmet SALTIK
www.ahmetsaltik.net

===========================================

EKONOMİ POLİTİK
Cumhuriyet 27.4.11

Prof. Erinç Yeldan

portresi

Anadolu Rönesansı’nın Yıldönümleri

Geçen hafta Anadolu devriminin en önemli köşe taşlarından birisinin,
23 Nisan Egemenlik Bayramı’nın yıldönümünü kutladık.
Bu ay içinde genç Cumhuriyetin en önemli kazanımlarından bir diğeri ise
17 Nisan 1940 tarihinde kurulmuş olan Köy Enstitüleri idi.

  • Köy Enstitüleri projesi, okuma yazma oranı %5’i bile bulmayan
    Anadolu gerçeğinin kendi tarihini yaratma mücadelesidir.”
     desek yanlış olmaz.

Tümüyle Türkiye’ye özgü olan bu eğitim projesini 28 Aralık 1938 tarihinde
Milli Eğitim Bakanı olan Hasan Âli Yücel ile dönemin İköğretim Genel Müdürü
İsmail Hakkı Tonguç bizzat yönetmişti.

Köy Enstitüleri, geleneksel “derse ve kitaba dayalı eğitim” yerine, yaşamın pratiği içinde, “iş için, iş içinde eğitim” ilkesi eğitim anlayışıyla kurulmuştu.
Dahası, her Köy Enstitüsünde öğrenciler kendi okullarını ve üretim atölyelerini kendileri inşa ediyor; kendi öğretmenlerini yetiştiriyordu. Öğretmenleri ise gerek öğrencilere, gerekse köylülere pratik tarımsal üretim tekniklerini, okuma yazmayı ve temel bilgileri öğretiyordu.

1940-46 arasında Köy Enstitülerinde on beş bin dönüm tarla tarıma elverişli hale getirilmiş ve kapatıldığı 1954 yılına dek 1.308 kadın ve 15.943 erkek toplam
17.251 köy öğretmeni yetiştirilmişti.

Ancak, Köy Enstitüleri, yalnızca okuma yazma, temel bilgiler ve pratik üretim eğitimi ile değil, aynı zamanda sanat, edebiyat ve müzik eğitimi alanlarında da öncü kurumlar olarak tanınmaktaydı. Öğrenciler, geleneksel saz, keman ve mandolin gibi müzik aletlerini öğrenmekte ve oluşturdukları bandolarda 17 Nisan ve 29 Ekim şenlikleri başta olmak üzere konserler vermekteydi. Hasan Âli Yücel, Milli Eğitim Bakanlığı döneminde çok sayıda dünya edebiyat klasiğini Türkçeye tercüme ettirmişti.

Köy Enstitüleri, öğrencileri her yıl 25 tane (ayda 2 tane!) klasik romanı okumakla yükümlüydü.

Köy Enstitüleri, kanımızca Anadolu gençlerinin birer yurttaş olarak gelişimine
4 alanda öncülük etmiştir:

İlki, Köy Enstitülerinde eğitim gören gençler konuşmayı ve kendilerini ifade etmeyi öğrenmişlerdir. Bu konuda çok sık anlatılan bir öyküye göre, İsmail H. Tonguç bir enstitü ziyaretinde öğrencilere sorduğu sorulara yanıt alamaz. Genç öğrenciler utançlarından Tonguç’un yüzüne bile bakamazlar. Bunun üzerine Tonguç
şu yorumda bulunur:

“Anadolu köylüsü 600 yıldır susturuldu. Bundan böyle bu öğrencilerimize yalnızca matematik ve fen ilimlerini değil, aynı zamanda konuşmayı da öğretmeliyiz”.

Köy Enstitüsü öğrencilerinin ikinci kazanımı haklarını arama kararlılıklarıdır.

Alev Coşkun’un bize aktardıklarına göre, öğrenciler, öğretmenleri ve yöneticileri ile birlikte her cumartesi günü toplanmakta; karşılıklı olarak yakınmalarını bildirmekte ve açık eleştiri ve özeleştiri ortamında demokratik hak arama bilinci geliştirmekteydiler.(*)

1940’ların baskıcı ortamında verilen bu demokrasi sınavı, gerici, karşıdevrimci çevreler tarafından “komünistlik öğretiliyor” propagandası yayılarak engellenmek istenmiş ve bu mücadele, Enstitülerin kapatıldığı 1954 yılına dek sürmüştür.

Köy Enstitülerinin üçüncü kazanımı laik ve çağdaş eğitim anlayışını Anadolu insanına tanıtmasıdır. Bilimsel kuşkuculuk, öğretileni sorgulamak, sanat, edebiyat ve müziğe yakın ilgi Köy Enstitülerinin ana eğitim felsefesini oluşturmaktaydı.
Ama daha da önemlisi, (dördüncü olarak) Köy Enstitülerinde kız ve erkek öğrenciler bir arada karma eğitim yapıyor ve birlikte okuyor, birlikte çalışıyor ve
birlikte üretiyordu.

Kadın erkek eşitliği ve yurttaşlık bilincinin temellerinin atıldığı Köy Enstitüleri,
kısa zamanda büyük toprak sahiplerinin, ağaların ve Cumhuriyet Türkiye’sinin karşıdevrimcilerinin ortak düşmanı haline geldi.

“Komünizm tehdidi”, “Din elden gidiyor”, “Halkımız din eğitimi alabilecek imam ararken gençlerimiz komünistlik öğreniyor.” türünden gerici propagandalar, Türkiye’nin NATO üyeliği ve Marshall yardımı aracılığıyla Amerikan emperyalizminin güdümüne girdiği yıllarda Köy Enstitüleri büyük bir karşı saldırıyla karşılaştı.

Nitekim köy ağaları bir yandan kırsal kesimde kendi egemenliklerinin sonu olabilecek Köy Enstitüsü eğitim sistemine karşı çıkarken bir yandan da

ABD; Türkiye’ye sağladığı mali destek karşılığında

– “beş yıllık kalkınma planları” ve 

– Köy Enstitüleri”leri gibi “Sovyet sistemine benzer uygulamaların” 

kaldırılmasını talep etmekteydi.

Karşıdevrimci muhalefetin saldırılarının yükselmesiyle birlikte 1947’de Köy Enstitülerinin müfredatları değiştirildi ve sonunda da 1954 yılında Milli Eğitim Bakanı Reşat Şemsettin Sirer tarafından kapatıldı. İsmet İnönü“CHP oy yitiriyor kaygısıyla” bu gelişmelere sessiz kaldı.

Köy Enstitülerinin tarihçesi, özellikle genç okurlarımız için geçmişte kalmış,
nostaljik bir proje olarak görünebilir. Oysa bu proje çok sayıda akademik araştırmaya konu olmuş, tüm dünya eğitim yazınında büyük ilgi uyandırmış bir ulusal yurttaşlık projesinin atıldığı çok önemli bir adımdır.

  • Köy Enstitüleri; Anadolu İhtilali’nin ve yarım bıraktırılmış
    Anadolu Rönesansı’nın 
    son derece önemli bir mihenk taşıdır.

 

Nice 17 Nisan’lara…

_________________________

(*) Alev Coşkun, “Hasan Âli Yücel, Aydınlanma Devrimcisi”,
Cumhuriyet Kitapları, Nisan 2007.

HİPERTANSİYON, DAMAR SERTLİĞİ…. ve KORUNMA


Dostlar
,

Bu sitede hem günlük yaşama ilişkin sosyal – politik yazılara ve dosyalara da
yer veriyoruz AYDIN sorumluluğumuz gereği;

Hem de sağlıkla ilgili yazılarımız oluyor, profesyonel sorumluluğumuz gereği..

Bu kez hipertansiyon, damar sertliği ve ciddi komplikasyonlarından söz etmek istiyoruz.

Yaklaşık 5 sayfalık bir metin oluştu.

Bu yıl, Dünya Sağlık Örgütü (DSÖ) de yıl boyunca işlenecek temayı
YÜKSEK KAN BASINCI (yüksek tansiyon; HİPERTANSİYON) olarak belirledi.

Dünya Sağlık Örgütü, 7 Nisan 1947’de kuruldu. Türkiye de bu Örgüte üye.
Üyelik statüsü, DSÖ Anayasasını (Ana Sözleşmesini) ulusal parlamentoda bir “yasa” olarak benimsemekle olanaklı ve Türkiye de bu işlemi 5062 sayılı yasa ile o yıl yapmıştı.

DSÖ Genel Başkanı Dr. Margaret Chan, bu yılki geleneksel basın açıklaması temasını HİPERTANSİYONA ayırdı. Bu metni İngilizce olarak 7 Nisan 2013 günü web sitemize koyduk (http://ahmetsaltik.net/world-health-day-message-on-blood-pressure/).

İlk fırsatta Türkçesini de vereceğimizi belirtmiştik. Şimdi sunduğumuz 5 sayfalık kapsamlı yazı, bir bakıma o sözümüzün gereği..

İyi okumalar ve sağlıklı yaşamlar dileğiyle..

Büyük Atatürk‘ün aşağıdaki uyarısını hiç akıldan çıkarmadan :

Vahşi SAĞLIKTA ÖZELLEŞTİRME politikaları

SAĞLIKTA DÖNÜŞÜM diye halka yutturmaya çalışarak değil..

ATATURK_Devletin_en_birinci_gorevi_saglik

Sevgi ve saygı ile.
12.4.13, Ankara

Dr. Ahmet SALTIK
www.ahmetsaltik.net

==============================

Atherosklerosis / Arteriosklerozis / Damar Sertliği ve Korunma

Prof. Dr. Ahmet SALTIK
Ankara Üniversitesi Tıp Fakültesi
Halk Sağlığı Anabilim Dalı
www.ahmetsaltik.net
profsaltik@gmail.com, 12.4.13, Ankara

Bu yazı, günümüzün önemli sağlık sorunlarından biri olan damar sertliği hastalığı hakkında genel bilgiler sunmak ve korunma yöntemlerini aktarmak için kaleme alınmıştır. Önce genel bilgiler, ardından korunma yöntemleri özet olarak işlenecektir.

İsterseniz önce bir tanım yapalım.. Tıpta arteriosklerozis, halk dilinde damar sertliği denilen bu hastalık şöyle tanımlanır :

Arteroisklerosis :  Arter adı verilen atar damarların duvarlarında kalınlaşma, sertleşme ve esnekliğin ortadan kalkmasıdır. En sık görülen şekli, atardamarların iç duvarlarında kolesterol gibi yağların bazen de kalsiyumun depolanması ile olur.

Böylece atardamarlar daralır ve içindeki kan akımı azalır, yavaşlar. Bu durum 3 sonuca yol açabilir :

  1. Tromboz denilen kan akımının yavaşlamasına bağlı kan pıhtılaşması ve damar tıkanıklığı,
  2. Kalp hastalığı (özellikle koroner arter hastalığı ve pompa yetmezliği)
  3. Beyin kanaması veya beyin damar tıkanıklığına bağlı inme (stroke, felç, ölüm)

Arterioskleroz’un yaygın bir biçimi, atheroskleroz diye bilinir. Atherosklerozis, kolesterol içeren ve atherom plağı denilen lipitlerin yani kan yağlarının, büyük ve orta boy atardamarların (arter) en iç tabakasında (intima yüzeyinde) birikimi ile oluşur.

Athero (ma) + sklerosis (sertleşme) terimlerinin birleşmesiyle türetilmiştir. Bu süreç ise, Athero (ma) + genesis sözcüklerinin birleşmesiyle oluşan atherogenezis adıyla anılır.

Cerrahi yolla yapılan sağaltım (tedavi, endarterektomi) bazen etkilidir fakat bu hastalığın özgül (spesifik) bir sağaltımı yoktur. En etkili yol korunma olarak gözükmektedir.

Düşük kolesterollü bir diyet ve hastalığa zemin hazırlayabilecek risk etmenlerinden sakınmak genellikle önerilmektedir. Kaçınılması gereken zemin hazırlayıcı bu etmenler şunlardır :

¨Hipertansiyon (yüksek kan basıncı)          ¨Sigara içimi (tütün kullanımı)

¨Diyabet (şeker hastalığı)                            ¨Şişmanlık (obesite)

*************** 

Damar Sertliği Önemli midir ?

Evet, hem de oldukça önemlidir (Yüksek DALY yükü)..
Çok önemli oluşu başlıca 3 nedene dayalıdır :

1. Çok görülmektedir   2. Çok öldürmektedir   3. Çok engelli (özürlü) kılmaktadır.

Hastalık çok görülmekle kalmamaktadır. Gerçekten de hemen hemen tüm dünyada
1. ölüm nedeni kalp ve damar hastalıklarıdır (AÇLIK ölümleri gerçekte 1/5 ile ilk sırada!). İzleyen sıralarda ise kanserle birlikte beyin damar hastalıkları, beyin kanaması, beyin damar tıkanıklıkları gelmektedir. Geri kalmış ülkelerde bulaşıcı hastalıklar da
ön sıralardadır.

Bu hastalık ayrıca yüksek oranda engelliliğe de yolaçmaktadır. Damar sertliği yüzünden bir bölüm yaşamsal organlar yeterince kan alamayınca, onların işlevleri de bozulmaktadır. Bu organlar başlıca 4 temel organdır :

1. Kalp           2. Beyin          3. Böbrekler         4. Gözler

Atardamarların iç duvarlarında oluşan yağ birikimi, çok önemli fakat istenmeyen bir sonuç olarak da kan basıncı yükselmesine yani Hipertansiyon’a neden olmaktadır. Yüksek kan basıncı, daralan atardamarlar, yavaşlayan kan akımı ve yetersiz doku ve organ kanlanması sonucunda, yukarıda sıralanan yaşamsal organlar zamanla dönüşümsüz biçimde zarar görür.

Kalp kası, erişkin bir insanda ortalama olarak günde 100 bin kez kasılarak her kezinde küçük bir çay bardağı oylumunda (hacmında) kanı (yakl. 75 cc/ml) tüm bedene pompalar. Bu oylum (hacım) dakikada 5 litre, saatte 300 litre, 1 günde ise 7 tonu aşkındır! Kan damarlarının daralması hem artan kan basıncı nedeniyle kalbin pompa yükünü artırarak onu zorlar ve zamanla yorar; hem de kalp kasını besleyen (kanlandıran) koroner damarlarda daralma, artmış pompa yükü işine karşın yeter kanlanmayı sağlayamaz. Atardamarların daralması ve duvarlarının sertleşerek esnekliklerini yitirmeleri, kan basıncının yükselmesi yani hipertansiyon demektir
(P= v x r).

Kalp kasını (miyokard) besleyen koroner damarlar denilen atardamarların da damar sertliğinden paylarını almasıyla; hem pompa yükü artan hem de buna karşın yeterince kanlanamayan kalp kası hızla yetmezlik durumuna düşer. Buna kalp yetmezliği denmektedir (miyokard pompa yetmezliği).

Kalp enfarktüsü (AMI) denilen ani koroner damar tıkanmaları, çağımızın en önemli hastalıklarından biridir. Bu enfarktüsler yüksek oranda ölüm ve engelliliğe yol açmaktadırlar. Enfarktüs geçiren insanların çalışma güçleri önemli derecede düşmektedir (yüksek DALY yükü).

  • Unutulmasın; Yaşam 2 kalp vurusu arasındaki süredir..
    3. “Vuru”nun gelmeyişi ölümdür!

Beyin için de benzer şeyler söylenebilir. Beyin damarlarının damar sertliğinden paylarını almalarıyla beyin dokusunun işlevleri bozulur. Bu damarlarda ani kanamalar ve tıkanmalar olabilir ki; sonuçları çok ciddidir. Ölüm ya da değişen derecelerde felçler..
Bu yolla ülkemiz ve dünya ekonomisine çok büyük akçal (mali) yükler yüklenmektedir. Eğitilmiş insanların, toplumlarına, kendilerinden beklenen yararı sağlamadan hastalanarak erkenden çalışma güçlerini yitirmeleri ya da ölmeleri hem insancıl bakımdan, hem de ekonomik bakımdan razı olunamayacak, olunmaması gereken, ülkeyi geri bırakan, kaldırılamaz bir bedeldir… (Salt Sağlık Ekonomisi açısından..)

Böbrekler de, damar sertliğinden kaynaklanabilecek yetersiz kan dolaşımından ve yüksek kan basıncından çok etkilenen yaşamsal organlardır. Zamanla böbrek yetmezliği gelişmekte ve bu insanlar yapay böbrek makinelerine -hemodiyalize- bağlanmakta, böbrek aktarımı (nakli) adayı olmaktadır. Her ikisi de çok ağır ve pahalı tablolardır; yaşam niteliğini ağır düzeyde bozmaktadırlar.

Gözler... gözün gören tabakası olarak adlandırılan retina da yetersiz kan dolaşımına çok duyarlıdır. Damar sertliğine bağlı yetersiz retina kanlanması, yüksek kan basıncı retinayı hızla zedeler ve göz dibinde kanamalarla görme yitiğine yani körlüğe yol açar. Bu sonuç da açıktır ki, son derece ağırdır ve körlük nedenleri arasında yüksek kan basıncının payı oldukça yüksektir.

Görülüyor ki, damar sertliği çok ciddi sonuçlara yol açabilen bir hastalıktır. Ek olarak bacak damarlarındaki zedelenmeden de söz etmek gerekir.. Bacak damarlarında oluşan damar sertliği de benzer düzeneklerle (mekanizmalarla), bedenimizi gezdirip dolaştıran bu vefalı organlarımızı zora sokar. Öyle ki, zamanla ilerleyerek 2 adım bile yürüyemeyecek derecede tıkanmalara yol açabilir. Durduğu yerde bile dayanılmaz ağrılara yol açabilir! Çevrede görülen bacak kesilmelerinin önemli bir bölümünün nedeni damar sertliği ve sigaradır.. (Buerger hastalığı..)

Özetle                             :

Yaşamın tadını kaçıran, yaşama zevki ve coşkusunu ortadan kaldıran, yaşamı kısaltan ve sıklıkla da ölümlere hem de erken ölümlere yol açan bir hastalıktır damar sertliği..

**********************

Damar Sertlği’nden Nasıl Korunalım ?? 

Öncelikle korunmanın olanaklı olduğunu bilmek gerekir..

Önemli bir korunma yolu yeterli ve dengeli beslenmedir.. Şişmanlık (obesite) damar sertliğine zemin hazırlayan en önemli nedenlerdendir.. O halde yaş ve boyumuza uygun tartı sınırları içinde kalmaya özen göstermeliyiz (Beden Kitle İndeksi 18-25 arasında tutulmalı).. Yağlı, hamur işi, tuzlu, şekerli gıdalar ve yetersiz beden hareketleri şişmanlamanın başlıca nedenleridir. Şişmanlıktan büyük bir dikkatle kaçınmalıyız.. Gereksiz yağ dokusu, pek çok kanser türü için de risk artırıcıdır.

Tuz sınırlaması başlıbaşına önemlidir. Erişkinlerde günlük 5-6 g tuz tüketimi yeterlidir. Ülkemizde bu rakamın 3 katına dek çıktığına ilişkin veriler vardır ve ürkütücüdür. İngiltere’de neredeyse 20 yıldır sofralara tuzluk getirilmemektedir. Yemekler dengeli tuz içermektedir. “Tuzluk kullanımı” öğrenilmiş bir kültürel davranıştır; fizyolojk bir gereksinme türevi değildir; dolayısıyla bırakılmalıdır.

Şeker sınırlaması için de benzer gerçeklikler doğrudur. Değişen yaşam biçimiyle, şeker tüketimimiz muazzam düzeyde artmıştır. Doğal olmayan şeker türleri de ek sorun kaynağıdır. Fazla kalori alımı hem şişmanlık – hipertansiyon nedenidir hem de diyabet! İnsülin rezervleri hızla tüketilmekte ve / veya insülin direnci gelişmektedir organizmada. Glisemik indeksi yüksek besinler sorun kaynağıdır.

Uygun egzersiz yapmalıyız.. Yürüyüş, yüzme, bisiklet, sabahları evde kültür-fizik, asansör kullanmama .. önerilen davranışlardır.

Doymuş yağ asitlerinden varsıl (zengin) olan kuyruk yağı, tereyağı, içyağı, hurma yağı, hindistan cevizi yağı olanak ölçüsünde az tüketilmelidir. Buna karşın, kolesterol içermeyen ve içlerinde doymamış yağ asitleri bulunan mısırözü yağı, soya fasulyesi yağı, pamuk çekirdeği yağı, susam yağı, zeytin yağı ve ayçiçek yağı gibi bitkisel yağlar, damar sertliğinin en önemli nedenlerinden olan yüksek kolesterolden kaçınmak için seçilmesi gereken yağlardır.

Et ve et ürünleri olarak yağsız dana ve sığır eti, az yağlı sucuk, salam, sosis ve diyet sucuğu tüketilmesine çalışılmalıdır. Daha doğrusu 4 ayaklı hayvan etleri yerine 2 ayaklı ya da kanatlı hayvan etleri yani kümes hayvanları (tavuk, piliç, hindi gibi) ve balık önerilmektedir. Özellikle uskumru, ringa balığı ve som balığı kolesterol düşürmek için düzenlenen diyetlerde önerilmektedir.

Bol meyve sebze tüketimi hem şişmanlıktan, hem yüksek kolesterolden, hem bağırsak tembelliği (kabızlık) ve bağırsak kanserinden… koruyucu olarak önem taşımaktadır.

Şeker hastalığı ve hipertansiyon, damar sertliği için oldukça önemli 2 risk etmenidir.
Bu 2 hastalıktan da kaçınmak, yukarıda sayılan önlemlere uyarak, bir yere dek olanaklıdır.

Yumurta sarısı kolesterol bakımından oldukça zengindir.. Akı ise tersinedir.

Yemek pişirmede yağda kızartma yerine fırın, ızgaralar ve daha iyisi nemli ısıda basınçlı tencerede pişirme (düdüklü tencere, buharlı tencereler) yeğlenmelidir. 

Sigara içimi de (tütün kullanımı) damar sertliği için başlıbaşına ciddi bir risk etmenidir. Bundan da kaçınmak gerekmektedir. Özellikle kapalı alanlarda pasif  içicilikten insanlarımızı korumalıyız. Uygar toplumlarda kapalı alanlarda sigara içimi artık unutulmuştur; tütün kullanımı hızla azalmaktadır.

Stres, damar sertliği için doğrudan ve dolaylı olarak risk etmeni oluşturmaktadır..

Bütün bu koruyucu önlemler yeter mi ??

Önemli oranda evet… Bununla birlikte, özellikle 30’lu yaşların sonlarına doğru
belli aralıklarla denetim muayenelerinden geçmek gerekir (check up)..

Bu yolla erken tanı konması olanağı artmaktadır. Erken tanı konan damar sertliği hastalığının istenmeyen birçok sonuçlarından (komplikasyonlarından) korunma şanso vardır. Ayrıca, damar sertliğine yol açabilecek yukarıdan beri incelediğimiz, bu hastalığa zemin hazırlayan etmenlerin varlığının da erken tanıyla anlaşılması ile korunma sağlanacaktır. Örn. diyabetin, hipertansiyonun erken tanısı bir yığın ciddi olumsuz gelişmenin (komplikasyonun) önlenmesi anlamına gelir.

Damar sertliği bir kez oluştuktan sonra hemen hemen hiç geri döndürülememektedir. İnsan doğduğunda lastik bir su hortumu gibi esnek ve yumuşak olan atardamarların, zamanla adeta pişmemiş makarna gibi sert ve kırılgan olmaları ve daralmaları, önemli düzeyde sakınabileceğimiz bir durumdur. Otopsi çalışmaları, athero-sklerozis biçiminde yani kolesterol plaklarının atardamarların iç duvarlarında birikmesiyle olan damar sertliğinin daha 2 yaşlarında başladığını göstermektedir!

O halde düzenli ve uygun bir diyete daha bebek iken başlamak gerekmektedir.

Damak tadı eğitimi de böylelikle, yaşamın çok erken yıllarına çekilmiş olacaktır ve önemsenmelidir. Bu dönemde şeker, tuz ve yağ bakımından dengeli gidilmesi; bebekte bu yönde bir damak tadı kodlanmasını sağlayacaktır. Bebeğe, yaşam boyu sürdüreceği olumlu davranış kazandırılacaktır. Ayrıca, “tombul” bebek ciddi bir sağlık sakıncasıdır. Deri altında, organlarda, atar damarların iç duvarlarında biriken yağ dokusu metabolik olarak aktiftir ve toksik radikaller üretmektedir. Bu kimyasallar yaşam süresini kısaltıcı olmsuz etkilidir. Gereksiz fazla kilolar, yağ depolayan hücrelerin oylumunu da büyütmekte ve bu eğilim kalıcı olabilmektedir. Dolayısıyla bebeklerin (ilk 6 ay salt anne sütü!) ve sonrasında uygun beslenmeleri yaşamsal önem taşımaktadır.

Bugün için elde etkin sağaltım (tedavi) yöntemleri olduğu söylenemez. İlaç ve cerrahi sağaltımın etkisi çoğu kez sınırlıdır. Üstelik bu sağaltımlar pahalıdır. İlaç sağaltımı ayrıca uzun sürelidir; bazen yaşam boyu sürmesini gerektirir..

Bu bakımdan damar sertliğinden kaçınmanın en etkili yolu ondan korunmaktır. Kalıtsal (Genetik) olumsuzlukların yükü, büyük ölçüde, yaşam biçimi değişiklikleriyle dengelenebilmektedir.

Dr. Elliot Joslin, “Genes load the gun but lifestyle pulls the trigger.” demektedir :

  • Genler silahı doldurabilir ama tetiği çeken yaşam biçimidir. 

Unutmayalım, bir İngiliz atasözünde de vurgulandığı gibi,

  • Korunma her zaman için sağaltımdan üstündür... 

Bir de METABOLİK SENDROM’a değinmek uygun olacaktır. Hipertaniyon + Diyabet + Yüksek kolesterol (+ göbek çevresinin büyümesi) birlikte olduğunda  METABOLİK SENDROM tanısı konur. Bu tabloda yaşam riskleri, söz konusu 4 ögenin ayrı ayrı risklerinin aritmetik toplamından çok daha büyüktür (sinerjistik etki); yığışımlı (kümülatif) bir risk büyümesi söz konusudur. Ülkemizde bu sendrom, kentlerde 20+ yaş toplumda 1/3 oranına varmaktadır (METSAR Projesi, 47 kent, 2005)!

Sağlığımız en büyük hazinemizdir.. Onu korumak için çaba göstermeye gerçekten değer.. 46 yıl saltanat sürerek 4 kıtada at koşturan Osmanlı Padişahı Kanuni Sultan Süleyman 64 yıllık yaşamında sağlığını hiç aklına getirmemiştir. 1564’te Zigetvar Seferi sırasında Avusturya’da çadırında sancılandığında, dayanılmaz apandisit ızdırabının etkisiyle şu ünlü sözler ağzından dökülmüştür :

            Halk içinde muteber bir nesne yok devlet gibi;
            Olmaya devlet cihanda bir nefes sıhhat gibi..

Şanlı Kanuni, bu dizeleriyle halkın gözünde en geçerli olanın saltanat/devlet olduğunu bildiğini; ancak tek bir sağlıklı nefesten daha büyük saltanat olamayacağını çarpıcı bir biçimde -ama çok geç!- dile getirmektedir. Ne var ki, sağlık yitirildikten sonra kolay kazanılabilen bir olgu değildir. Ellerimizin avuçlarımızın arasından bir peri  gibi uçup yitmektedir. Nitekim o şiddetli sancı da büyük padişahın sonu olmuştur. Tek bir sağlıklı nefes uğruna saltanatı terk etme ‘rüşveti’ (!) de kendisini kurtarmaya yetmemiştir.

Ayrıca sağlık hizmetlerinin çok pahalı olduğu, tıbbi teknoloji ve ilaç – serum – aşı vb. girdilerin dışalım (ithal) kaynaklı oluşu, ulusal kaynakların dar ve sosyal güvenliğin sınırlı kaldığı ülkemizde, sağlıklı olmak varken hastalanmaya da pek hakkımız yok galiba.. 2012 sonunda SGK (Sosyal Güvenlik Kurumu), salt sağlık hizmetlerinde 20 milyar TL açık verdi ve genel bütçeden desteklendi.. Bu bakımdan, Devlete ve yurttaşa düşen görevler var :

Anayasa md. 56          :

Herkes sağlıklı ve dengeli bir çevrede yaşama hakkına sahiptir. Çevreyi geliştirmek, çevre sağlığını korumak ve çevre kirlenmesini önlemek Devletin ve vatandaşların (ortak) ödevidir…  [En başta halkın sürekli SAĞLIK EĞİTİMİ!]

Kamu kurumları spor – yürüyüş alanları ve salonları, bisiklet parkları, yüzme havuzları.. yapmalıdır.

  • Okul öncesinden üniversite bitene dek tüm öğrencilere OKUL SÜTÜ verilmesi sağlanmalıdır. 
  • Her-ke-se sürekli, nitelikli, kamusal nitelikli koruyucu sağlık hizmeti sunumu, stratejik bir ulusal politika olmalıdır. 

Dünya Sağlık Örgütü (DSÖ) kuruluşunun 66. yılında (1947), 7 Nisan günü, Genel Başkanı Dr. Margaret Chan’ın kaleminden geleneksel basın açıklamasını yaptı. Bu yılki tema YÜKSEK KAN BASINCI (Hipertansiyon). Sorunun çok yaygınlaştığı ve en ciddi sağlık sorunu durumuna geldiği vurgulanmakta açıklamada. Hipertansiyona ilişkin olarak bir toplumsal farkındalık ve seferberlik yaratılması önemle vurgulanmakta ve insanların kan basınçlarını bilmeleri, belli aralıklarla mutlaka ölçtürmeleri gereği işlenmekte. Öngörülen sınır üstünde değerler varsa; hastalıkla barışık kalmak, başetmek ve uzun erimde (vadede) ağır komplikasyonlarından sakınmak için neler yapılması gerektiği açıklanmakta ve alınabilecek pek çok etkili korunma önlemi olduğu aktarılmakta.. 

Gerçekten de; sağlıklı olmak – kalmak varken, gerekli en üst özeni göstermeksizin hastalanmak bir israf, lüks ve topluma karşı sorumluğunu yerine getirmemek değil mi ?

**********

Bu dosyayı pdf olarak okumak için lütfen aşağıdaki erişkeyi (linki) tıklayınız..

Atherosklerosis_Arteriosklerozis_Damar_Sertligi_ve_Korunma

Silivri zindanı önünden tarihsel görüntüler, 8 Nisan 2013


Dostlar,

8 Nisan 2013 günü, Silviri zulümhanesinde yıllardır tutsak alınan,
5-6 yıldır hükümsüz tutuklu “yargılanan” (?!) yurtseverlere destek için oradaydık..

13 Aralık 2012’de de.. Zaman zaman sitemizde bu konulara yer verdik..

Şimdi söze çok yer bırakmayacak biçimde fotoğraflar sunacağız..

İlk fotoğraf aşağıdaki gibi :

  • Örgütlü halkı yenecek hiçbir güç yoktur!..

Orgutlu_halki_yenecek_hicbir_guc_yoktur

Silivri 1

Silivri 3

Silivri 4

Silivri 5

Ve Jandarmanın değil, çevik kuvvetin gaz bombaları yağmaya başlıyor..

O soğukta ve yağmur altında basınçlı su eşliğinde elbette..

Halkı yıldıracaklar güya!?

Yürekli katılımcılar gaz bombalarının üzerine basıyor ve çamurlaşmış toprağa gömerek boğuyor..

Polisler hiç hazır değiller bu beklenmeyen çoook akıllı refleksle savunmaya!

Silivri 6

Silivri 7

Veeee yüzlerce metrelik 2-3 sıra kademeli, ihale ürünü barikatlar “halkın” ayakları altında..

Silivri 8

  •  Hedef tam bağımsız Türkiye!

Yani emperyalizmin isteminin tam tersi!

Silivri 9

  • F tipi; Devletin polis gücünü ülkenin halkının üstüne düşmanca sürüyor..

Bu tutum ne getirir?? Ayrışma, çatışma giderek iç savaş ve bölünme değil mi??

Bunun farkındalar mı sahnedeki taşeron aktörler??
Aldıkları -dış- talimatın sonucunu düşünebiliyorlar mı??

Silivri 10

İçişleri Bakanı Muammer Güler lütuf buyurarak açıklıyorlar :

Toma’lar şebeke suyu püskürtüyor..

Daha önce söylentiler çıktı.. kirli su ve kum içeriyor .. diye..
Tam bir dehşet ve insanlık suçu! Şecaat arzederken  sirkatin söyleme örneği..

Kolluk orantısız güç kullanıyor, hukuk dışına çıkıyor.. Amaç açık gözdağı, sindirme!

Silivri 11

Geri çekilme emri alana dek,

  • Halkın emperyalizmin pençesinden kurtarmaya çabaladığı TSK’nın,

İçişleri Bakanlığı emrindeki kolu Jandarma ordusu da basınçlı suyla
“kurtarıcısını” sulamayı sürdürüyor.. Ne hazin bir ironi..

Bir de, Silivri zulümhanesi Jandarma bölgesi. Hangi yasal yetkiyle
Jandarma geri çekildi ve polis öne sürüldü? Üstelik EMASYA Protokolü,
AKP’nin korkusuyla (asker fobisiyle gerçekte!) kaldırılmışken..
Aman asker bulaşmasın..
Polis emir kulumuz nasılsa..

Silivri 12

Aziiiiz halkımız direniyor..

Barikatlar ayaklar altında.. Çoook sayıda insan o soğukta sırılsıklam ve de
gazdan etkilenmiş durumda.. Ama insanlar daha da bilenmiş olarak görevde..

Amaç zindanı basmak değil..
Bu gidişle oraya da gidebilir.. Bastil örneği 1789 tipik..
Halkın meşru direniş hakkı bağlamında literatürde kabul görüyor..

Yurtsever tutsaklara destek ve mahkemeden (Özel yetkili diyorlar!) adalet istemek..
Çünkü mahkeme hükmüne, “Türk milleti adına..” diye başlayacak..

Vee direnen halk kazandı..

Son söz, ilk sözün aynısı :

Orgutlu_halki_yenecek_hicbir_guc_yoktur

Türkiye’nin sağduyuya ve dinginliğe çok gereksinimi var..

Gerilimin tırman(dırıl)ması çok tehlikelidir ve bedeli yüksektir.

Ülkemiz bu tabloyu hak etmemektedir.

En büyük görevlerden biri, AKP’nin yurtsever yöneticileri ve özellikle de milletvekilleridir.
Susan dilsiz şeytandır.

Artık her-kes ülke barışı ve birliğinden – bütünlüğünden yana aktif taraf olmalıdır.

Türkiye bu deli çemberini de kıracak ve yoluna devam edecek..

Büyük ATATÜRK böyle yazdı, öngördü :

– Benim ölümlü bedenim elbet bir gün toprak olacaktır ama

TÜRKİYE CUMHURİYETİ SONSUZA DEK YAŞAYACAKTIR !

Sevgi ve saygı ile.
11.4.13, Ankara

Dr. Ahmet SALTIK
www.ahmetsaltik.net