Etiket arşivi: aydınlanma

Dicle Üniversitesinin Kadın Rektörünün 2 Yüzü


Dicle Üniversitesinin Kadın Rektörünün 2 Yüzü 

Dostlar,

Diyarbakır Dicle Üniversitesi’nin kadın rektörü, meslektaşımız
Prof. Dr. Ayşegül Jale Saraç‘ın 2 yüzünün öyküsünü aşağıda haziiiiin hazin izliyoruz..

Tarihe not düşüyoruz.. Bereket dün, 10 Nisan Laiklik gününde yapılmadı bu hamle.. Üniversite Genel Sekteri bir başka Profesör de “takdimi” üstlenmişti..
Şimdiye dek erteleme bile kadın rektörün sorumlu bir özverisi idi..

Maaaşallah, maaşalllahh..

Bizce Jale hanım kara çarşaf giymeli, öncü olmalı.. İlk olarak YÖK başkanı,
belki daha sonra Milli Eğitim Bakanı olur, önü iyice açılır gider taa doruğa dek..

CHP Genel Başkanı Sn. Kemal Kılıçdaroğlu dostumuz da herhalde bir muhasebe yapar tam da burada..

Bir yandan bir maşanın fiziksel saldırısına uğradığı için gönülden şifa diler ve
geçmiş olsun derken; saldıranı ve özellikle saldırtanları nefretle kınarken, bu olayda bütünüyle kendisinin yanındayken.. öbür yandan da TÜRKİYE’de TÜRBAN SORUNU YOK – LAİKLİK TEHLİKEDE DEĞİL.. söylemiyle ülkemizin
nerelere sürüklendiğini değerlendirmesini dileriz.

Hala yapılabilecek kaldı ise??

Belki konu son zamanlarda “ümit veren” (?!) Anayasa Mahkemesi’ne bir kez daha taşınabilirse??? İyi polis – kötü polis senaryosunu da aklımızdan atamazken..

Bu “moda” da geçer elbet..
İnsanlığın bebeklik – emekleme çağı hala sürüyor..
Değişim – dönüşüm.. AYDINLANMA çok ama çok yavaş ve oldukça sancılı oluyor..

Mustafa Kemal ATATÜRK’ün AYDINLANMA DEVRİMİ’ni sürdürme zamanıdır..

Sn. Prof. Dr. Ali Ercan hocamızın kısa irdelemesi ve fotoğraflar aşağıda..

Sevgi ve saygı ile.
11 Nisan 2014, Ankara

Dr. Ahmet Saltık
www.ahmetsaltik.net

===================================

Değerli arkadaşlar,

Aşağıdaki kamera şakası bana Türkiye’deki “iki yüzlü” görünümleri hatırlattı.
Ayşegül Jale Saraç AKP’den 2007’de Diyarbakır’dan milletvekili olamayınca,
teselli olarak 2008’de Diyarbakır Dicle Üniversitesi Rektörlüğüne atanmıştı.
Rektör seçiminde %15 oyla 3. sırada olan Saraç, 2. kez, 2016’ya dek yine Rektör…

Hayırlara vesile olur inşallah. æ

Dicle_Universitesi_Rektoru_Aysegul_Sarac_turbanli_11.4.14

Dicle Üniversitesi Rektörü
Prof. Dr. med. Ayşegül Jale Saraç (1959) 
‘hidayete’ erdikten sonraki….
 
Dicle_Universitesi_Rektoru_Aysegul_Sarac_turbansiz_11.4.14
ve …Milletvekili adayı olmadan ve Rektör seçilmeden önceki yüzü

 

‘Millî İrade’ Bilinci…


Dostlar
,

Sayın Kazancı, Hukukçu ve Edebiyat öğretmeni ve 7. onyılına yaklaşan derin tarihsel (kronolojik) birikiminin değerli yansımlarını “arada” Cumhuriyet‘te bizlerle paylaşarak mutluluk veriyor, eğitiyor bizleri. Teşekkür borçluyuz elbette.. Aşağıdaki makalesi de
çok öğreticidir, sıra dışıdır. Hoşgörüleriyle (bundan eminiz), –elbette anlama dokunmadan– yer yer Türkçeleştirmeler ve noktalamalar yapma-düzeltme durumu doğdu.. ADD’de kendilerinin Genel Başkan, bizim de Gn. Bşk. Yrd. ve zaman zaman Gn. Bşk. Vekili olarak çalışma dönemlerimizin (2004-6) keyfini hala sürdürüyoruz.
Sn. Kazancı dostumuz, içten önermelerimizi olgunlukla değerlendirerek yazılarını sürdürecek elbette; bundan da çok eminiz.

Kendilerine teşekkür ederek sevgi ve saygı ile selamlıyoruz.

Sevgi ve saygı ile.
3 Nisan 2014, Ankara

Dr. Ahmet Saltık
www.ahmetsaltik.net

===========================================

‘Millî İrade’ Bilinci…

Ertugrul_Kazanci_portresi

 

 

 

 

Av. Ertuğrul KAZANCI 
Eğitimci – Hukukçu
Cumhuriyet, 2 Nisan 2014

  • Bu ülkede emperyalizme tutsaklık uğruna mı demokrasiye geçildi?
    ‘Her mahallede bir milyoner yaratmak’, tarikat ve cemaatlere can vermek amacıyla mı yola çıkıldı? Yolsuzluklar, faili meçhuller ve dış politika kaosları adına mı perdelenmiş uğraşlar sergilendi? Demokratik karakterli bir ideoloji olan Atatürkçülüğün doğasına uygun kültür neden oluşturulamadı?
    Böylesine bir demokrasi, ulusalcılık zemininde ilerici, toplumcu ve bağımsız ‘millî irade’ yarışmalarına tanıklık edebilirdi. Ama olmadı. ‘Hurafe ve safsatalarla’  iradelere set çekildi.

Yerel seçim sonuçları (AS: 30 Mart 2014); nice şaibe savlarıyla yüklü, yıpranmış, çelişki ve başarı-sızlıkları ortaya serilmiş olan bir siyasal iktidarı yerinde tuttu.
Gözleri perdelenmiş ve zihinleri koşullanmış birtakım kitleler şaşılacak kayıtsızlıkla bildiklerini okudular. Bu gelişmenin bir başlangıcı vardır. Buna elbette bakılmalıdır.

Tarihte halkın; kişilik, dirlik ve esenliğini bilinçle geliştirmeyi amaç edinen devrimlerin, geniş kitlelere kendisini kabul ettirmesi daima zor olmuştur. Yüzyılların karanlığına bırakılmış saplantılarla iç içe girmiş halkların aydınlatılması için, çetin Aydınlanma uğraşları verilmiştir.

Türkiye’de Cumhuriyet ve devrim ilkelerinin; teokratik, bağnaz ve
hanedan egemenliğine dayalı zeminle yer değiştirmesi hızlı ve keskin bir süreçtir. Kemalist ivme, evrensel yankılı ve etkin derinlikli devrimlerin alınyazısı olan;
“halka karşın ama halk için” gerçeğini de doğal olarak yaşamıştır.

İrdeleme                 :

Siyasal bilimci Maurice Duverger, “tek parti, tek şef” nitelikli partilerin uluslararası boyutta değerlendirmesini yaparken, Atatürk ve İnönü devirlerindeki CHP için:

Totaliter yapıdan uzak, iç muhalefete açık, durmaksızın çok partili sisteme geçmek isteyen özgün ve esnek bir yapı göstermektedir.” der.

Hatta Duverger; “Demokrasiye geçişin zorunlu ertelemelere uğramasının ‘utangaçlığı’ tek parti CHP’de yaşanmıştır.” biçiminde sözlerini sürdürür.

1925’te İngiliz kışkırtmalı Şark isyanına” bulaşan “Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası veya 1930‘daki (AS: kanlı!) “Menemen” olayının ortam bulmasında
açık rol sahibi “Serbest Fırka“ çevresindeki eylemler ortadayken, demokrasi içinde değil miydik? 2. Dünya Paylaşım Savaşı’nın 6 yıl süren ve 52 milyon insanın canını alan kan ve ateşle dolu çatışması anımsanmalıdır. Türkiye’yi bir barış adası olarak koruyan İnönü yönetiminin, demokrasi için bu dönemde gösterdiği çabalar belleklerden yitirilmiş midir?

– Cumhuriyet rejimi kökleşmeden,
– Kemalist devrim pekişmeden,
– Köy Enstitüleri işlevini tamamlamadan,
– Toprak reformu gerçekleşmeden,
– Gerici-faşist kıpırdanmalar gereğince önlenmeden..

çok particiliğe geçilmiştir. Çünkü Cumhuriyet, demokratik devrimci tutumu
vazgeçilmez bir ivedilik (acillik) saymıştır.

Türkiye’deki demokrasi adımlarında “dış etmenlerin zorlamasından” çok
konu açılmıştır. Ama kesin gerçek, Atatürk ve İnönü’nün demokrasiye öncülük eden istekli tutumlarıdır.

50.000 Cezayirliyi bir günde öldüren Fransız yönetimi veya 1946’dan bu yana en
az 50 ülkede iç kargaşa ve darbe ortamı yaratan ABD, nasıl bir insancıl demokrasi anlayışında olmuşlardır? Kenyalı yurtseverleri kurşuna dizdikten sonra Hindistan-Pakistan ve Kıbrıs’ta Türk – Rum kavgaları çıkaran İngiltere, hangi yetkinlikle
demokratik önermeler sürme hakkına sahip görülmüştür? Ama Fransa, ABD ve İngiltere, faşist İtalya, Japonya, İspanya ve Portekiz rejimlerinin şefleri Franco ve
Salazar ile NATO’da birlikte olurlarken demokrasi koşullarını aramamışlardır?

Taçlı monarşilerin ve Sevr’cilerin kendilerine özgü demokrasileri mi Türkiye’yi zorlamıştır? Bunların hiçbiri 1925, 1930 ve 1945’ler deki demokratik yönelişlerin
akıl verici adresleri değildir.

1950’de toprak ağalarından oluşan DP iktidarını işbaşına getiren yoksul kitleler,
bu kez 2014’te yine kendi yoksul yaşamlarına karşıt bir gücü, yerel çoğunluklu iktidar yapmışlardır. İktidar kadrolarına ilişkin yargılamalar gerektiren gerçekler dikkate alınmamıştır. Gerilimden medet uman totaliter, demokrasi karşıtı ve güven vermeyen bir anlayışa nedense destek çıkılmıştır. Bu desteğin akıl ve mantıkla ilişkisini bulmak güçtür.

Öbür yandan sürekli; “ sağlaşıp, sığlaşarak” topluma bir türlü ciddi sosyal, ekonomik ve ekinsel (kültürel) tasarımlar (projeler) sunamayan, devrim ögelerinin örselenmesini seyreden sözde toplumcular da eleştirilmelidir. 1937’de Anayasal kimlik kazanan “Altıok” ilkelerininı koruyamayanların, 1946’lardan günümüze doğru gelen
toplumsal sorumlulukları oldukça büyüktür.

Cumhuriyetin devrimci özünü savunan düşünce ve eylemler, çok partili süreçte kendilerine gerekli konumları bulamadılar. “Halka mal olmamış devrimler vardır” diyen tutucularla (AS: Başbakan A. Menderes!), “Altıok’un bazıları kırpılmalıdır” diyen
liberal dönekler arasında nice ilkeler öğütüldü.

    Sonuç                 :

Halktan yana ilerici ve toplumcu düzen kurulabilseydi işte o zaman demokrasi,
bilinçli bir “milli iradeye(AS: Ulusal istence) dayalı olurdu. Yoksa aldatılmış,
kültürel donanımdan yoksun bırakılmış ve sulandırılmış bağımlı yığınların eksikliklerle dolu oy yansımaları, bir “ideal” istenç değildir.

İktidarın çeteleşmesi ve kurtuluşun yolu


Dostlar,

Sayın Merdan Yanardağ’ın YURT Gezetesi genel yayın yönetmeni olarak bu gazetede yazdığı başyazılar, gerekse SOKAK TV’deki yorumları tam anlamıyla 4 – 4’lük!
Tam bir yetkinlik ve derinlikle üstelik yüreklilik ve yurtseverlikle kalema alınmakta.

Aşağıdaki yazısında TSK’ya dönük eleştirilerini daha kısa ve daha diplomatik olarak
biz de sitemizde yazmış (
AKP’nin SURİYE İLE SAVAŞ ÇIKARMA OYUNLARI;
http://ahmetsaltik.net/2014/03/29/akpnin-suriye-ile-savas-cikarma-oyunlari/, 29.3.14)
ve 29 Mart 2014 günü 79. Ankara SESSİZ ÇIĞLIK eyleminde konuşmamızda da
dile getirmiştik..

Evet, TSK çok ama çok özenli omak zorunda.
Mustafa Kemal Paşa’nın ocağı, Peygamber Ocağı TSK, 2200 yıla varan
kadim geçmişiyle “önemli” hatalar yapma lüksüne hiç mi hiç sahip değil.
12 Mart, 12 Eylül kamburları ve ek olarak Ergenekon – Balyoz ve öbür kumpas davalardaki kabul edilemeyecek sinik tutumlarının kamburu gözler önünde ve belleklerde çok taze iken..

Türkiye’nin politik yönetimi, ülkemizi, uluslararası hukuk deyimiyle “Haydut Devlet” tanımına sürüklemektedir ne yazık ki.

TSK bu süreçte nerede duracaktır?

Eleştirileri kategorik olarak ve “in toto” (toptan!) reddetmek, yanıt yetiştirmek..
TSK’ya ne kazandırır ve de acı gerçekleri zerrece değiştirir mi?

TSK’nın önünde, bir bölüm personeli ve geniş halk yığınları olmak üzere,
değinilen nedenlerle “oluşan” güven bunalımını onarmak başlıca gündem – tasa olmak gerekirken…

Sevgi ve saygı ile.
31 Mart 2014, Ankara

Dr. Ahmet Saltık
www.ahmetsaltik.net

=========================================

İktidarın çeteleşmesi ve kurtuluşun yolu

portresi_olgun

 

 

Merdan Yanardağ
merdan.yanardag@yurtgazetesi.com.tr

YURT Gazetesi, 30 Mart 2014

Bir Suriye savaş uçağının, geçen hafta sınır ihlali yaptığı gerekçesiyle Türkiye tarafından vurularak düşürülmesi üzerine, 25 Mart 2014 tarihli Yurt Gazetesi’nde yazdığım yazıya, Genelkurmay Başkanlığı, Türk Silahlı Kuvvetleri (TSK) adına yaptığı bir açıklama ile yanıt verdi. Ancak TSK’nın bu resmi açıklaması, gerçekte benim eleştirilerimi doğrulamaktan başka bir anlam taşımıyordu. Genelkurmay açıklamasında özetle, benim yazıma yanıt vermeye çalışırken, önceki gün ortaya çıkan ve yalanlanmayan yeni ses kayıtları, eleştirilerimin hafif kaldığını ortaya koydu.
Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu’nun makamında yapılan bir toplantının kayıtlarından oluşan bu ses bandı, devletin adeta bir çete tarafından ele geçirildiğini gösteriyordu.

Türkiye’nin 5. sınıf bir provokasyonla Suriye ile savaşa sokularak,
Türkiye’nin bir olağanüstü hal (AS: OHAL) rejimine sürüklenmek istendiği anlaşılıyordu. Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu, Bakanlık Müsteşarı Feridun Sinirlioğlu, MİT Müsteşarı Hakan Fidan ve Genelkurmay İkinci Başkanı Orgeneral Yaşar Güler arasındaki konuşmada;

  • Suriye’ye 4 kişi gönderilerek oradan Türkiye’ye 8 füze atttırma yoluyla
    bu ülke ile savaş çıkarılabileceği konuşuluyor.

Deyim uygunsa bu konuda neredeyse “geyik” yapılıyor.

Bu tabloda en vahim olanı ise, TSK komuta kademesini elinde tutan kadronun da
bu “halk ve cumhuriyet düşmanı” siyasal ekibin bir parçasına dönüşmeye başladığını dramatik biçimde ortaya çıkarıyor.

Bu ülkenin çocuklarının yaşamları üzerinden kumar oynanıyor.

Bölgeyi kan gölüne çevirecek bir tertibin nasıl kurulacağı konuşuluyor ve
böylece hem iç hukuk hem de uluslararası hukuk çiğneniyor. Suç işleniyor.

Ben de adı geçen yazımda tam da bu konuyu, TSK’nın iktidar partisinin iç politik gereksinimlerinin bir aracı durumuna gelmesinin yaratacağı sonuçları gündeme getirdim. Ancak, bu kışkırtma (provokasyon) hazırlığı yalnızca benim tezlerimi doğrulamakla kalmadı, deyim uygunsa her şeyin üstüne bir de tüy dikti.

İsterseniz önce adı geçen yazımdan bir bölümü özetleyerek buraya alıp,
ne söylemiştim onu anımsayalım:

Cumhuriyetin ordusu !..

  • “TSK, Suriye’de Esad’a karşı El Kaide’ye destek veren Erdoğan Hükümeti’nin yanlış ve gerici politikalarına alet olmamalı. Suriye jetini düşürmek bu oyuna alet olmaktır. Erdoğan’ın bu tür komploları TSK’nin zaten yıpranmış olan saygınlığını (itibarını) daha da zedeler.“

AKP Hükümeti ve Başbakan Erdoğan kirli bir oyun oynuyor.

İktidar meşruiyetini yitiren, Türkiye’yi eskisi gibi yönetemeyen Erdoğan Hükümeti, sindirdiği ve teslim aldığı Türk Silahlı Kuvvetleri’ni, kendi siyasal geleceğini kurtarmak için bir araç olarak kullanıyor.

“Hızla yalnızlaşan, daha açık bir ifadeyle içeride ve dışarıda kendisini destekleyen güçlerde büyük bir daralmayla karşı karşıya kalan AKP, bir çıkış arıyor.
Bu nedenle AKP Hükümeti, Türkiye’yi karanlık operasyonlarla bir “olağanüstü hal rejimi” yönetimine doğru sürüklemeyi planlıyor.

“İşte AKP’yi bu yönetme krizi ve tecrit durumundan çıkaracak gelişmelerden biri de ülkeyi Ortadoğu’da sürükleyebileceği bir macera olacaktır. Daha somut bir anlatımla, düşük yoğunluklu olsa da Suriye ile girişilecek bir savaş, AKP’ye hem bir olağanüstü hal ilan etme olanağı sağlayacak hem de bu gerekçeye ve hukuka yaslanarak cumhurbaşkanlığı ve genel seçimleri erteleme olanağı sunacak.

“Bu kirli senaryonun yaşama geçirilebilmesi için Erdoğan’ın elindeki tek araç
Türk Silahlı Kuvvetleri’dir. Yani komutanlarını ve en parlak personelinin bir bölümünü sahte kanıtlar ve darbe suçlamalarıyla tutukladığı, dolayısıyla saygınlığını
beş paralık ettiği TSK, Erdoğan’ın elindeki tek araçtır.

“Görüldüğü kadarıyla TSK’nın verili (mevcut) komuta kademesi AKP Hükümeti ve Erdoğan’ın bu kirli planının bir parçası durumuna geliyor. Suriye’de dinci gericilere ve emperyalist saldırganlığa karşı, deyim uygunsa bir ‘nefsi müdafaa’ savaşı veren Esad kuvvetlerine karşı TSK’nın haksız bir operasyon düzenleyerek bir uçağı düşürmesinin başka bir anlamı bulunmuyor.

“Suriye uçağını düşüren TSK, gerçekte kendi değerlerine, geleneklerine ve bağlı olduğu Cumhuriyetin ilkelerine aykırı hareket ediyor. Siyasal İslamcı teröristlere karşı savaşan Baas rejimine karşı pratikte dinci gericilerle aynı çizgiye savruluyor.

Suriye’de kirli savaşın bir parçası olmak TSK’ya onur kazandırmayacaktır.

“TSK’nın 12 Mart 1971 ve 12 Eylül 1980 gibi Amerikancı, gerici ve faşist darbelerle sicili zaten yeterince kirliydi. Suriye’de içine sürükleneceği bir haksız savaş,
daha da bozacaktır. Onu Ortadoğu’nun kıytırık bir hurma cumhuriyeti ordusuna çevirecektir.

“Erdoğan’ın bölgede El Kaide’ye ve Esad’a karşı savaşan her türlü cihadçı güce
destek veren politikalarına alet olmak TSK’nın işi değildir.

“TSK ya Cumhuriyet’in ve Ulusun Ordusu olacaktır ya da AKP’nin ve dinci gericiliğin silahlı gücü…”

Yukarıya geniş bir özetini aldığım bu yazıya 26 Mart 2014 tarihli Genelkurmay Başkanlığı açıklamasıyla verilen yanıtta ise, “TSK’nın siyasete çekilmek istendiği” belirtilerek bu girişime izin verilmeyeceği vurgulanıyor. Açıklamada ayrıca, TSK’nın
ilan edilen “angajman kuralları” nın gereğini yaptığı ve Suriye uçağını düşürmekten “mutluluk duymadığı” da özellikle belirtiliyor.

Öncelikle şunun altını çizelim :
TSK eğer angajman kuralları ve sınır ihlalleri konusunda bu denli duyarlı ise,
ayda ortalama 3-4 Yunanistan uçağını düşürmesi gerekiyordu. Yüksek hız yeteneğine sahip bir jetin bir ülke sınırını birkaç dakika süreyle 1-1,5 kilometre geçmesi sınır ihlali diye değerlendirilemez. Dinci militanlara karşı kendi sınırlarında meşru bir operasyon yapan Suriye uçağını uyarmak yeterliydi. Kaldı ki, uçak Suriye topraklarında düşürüldü.

Şimdi sormak gerekiyor : Genelkurmay 2. Başkanı Yaşar Güler’in de dahil olduğu “provokasyon toplantısı” ile uluslararası hukuk çiğnenerek düşürülen bu uçak arasında bir ilişki var mı?

Ayrıca altını çizelim : TSK doğrudan mevcut siyasal iktidar tarafından siyasetin içine çekilmiş durumda, hem de kirli bir siyasetin. ..

Öte yandan dünyanın bütün orduları gibi TSK da dar anlamda “partici” olmasa bile
son çözümlemede siyasal bir kurumdur. Öyle de olmak zorundadır.

BİR KEZ DAHA ‘YARATICI YIKICILIK’ ÜZERİNE

Türkiye’de herhangi bir iktidar değişikliği, on yıllara yayılan, tarihin akışını ve toplumun genetiğini deforme eden bozulmayı ortadan kaldıramaz.

Köklü bir dönüşümü yapacak, toplumu yeniden tarihin aktığı yatağa taşıyacak
bir iktidar değişikliğine gerek var.

Eski rejime, zihniyet dünyasına, ortaçağ değerlerine ait olan bütün kurumları ve değerleri bir kez daha ve bu kez köklü biçimde yıkmadan yeni bir gelecek kurmak olanaksızdır. Gereksinimimiz olan şey; felsefi bir atılım, yenilenme ve yıkıcılıktır.

Yalnızca özgürlükçü, eşitlikçi ve toplumcu değil;
temiz, aydınlık ve modern bir gelecek kurmak, insan aklını ve onurunu
yeniden iade etmek için bile bütün karşı devrim kurumlarını yıkmak,
başta dinci yobazlık olmak üzere her türden gericiliği tasfiye etmek gereklidir.

Dolayısıyla, bugünlerde çokça sözü edilen “uzlaşma” kavramının, içinde taşıdığı
bütün iyi niyete karşın bir anlamı bulunmuyor.

Vergi kaçırmadan çıkarılacak bir tarihsel ara bilanço olmadan,
insanlığın bütün ilerici birikimine karşı savaşan gericilikle kesin bir hesaplaşmaya gitmeden ve bu defteri kapatmadan, Türkiye’nin huzura kavuşması olanaklı değil.

Başka bir anlatımla Osmanlı-Türk modernleşmesi ve Aydınlanma atılımıyla gericiliğin giriştiği yüz yıllık tarihsel hesaplaşma tamamlanmadan Türkiye’nin 21. yüzyılda
yoluna devam etmesi çok zor.

İkiyüzlü bir toplum ve ülkenin daha çok ayakta kalması neredeyse olanaksız.

İşte bu büyük tarihsel eylemin ve insan etkinliğinin adı yaratıcı yıkıcılıktır.

Türkiye ya bu hesaplaşmayı yaşayacak ya da ufalanacak…
Ya dinci bir karanlığın içine gömülerek içine kapanacak ya da yeni bir tarihsel atılım yapacak. Ya acı çekerek kıytırık bir Ortadoğu hurma cumhuriyetine dönüşecek
ya da yaratıcı bir yıkıcılıkla yeni ve aydınlık bir gelecek kuracak.

İşte Türkiye böyle bir tarihsel koridorun içinden geçiyor.
Tarih bizi yeni bir yaratıcı yıkıcılığa çağırıyor.

(http://www.yurtgazetesi.com.tr/iktidarin-cetelesmesi-ve-kurtulusun-yolu-makale,7617.html)

Günümüzde Atatürkçülük Nerede?


Günümüzde Atatürkçülük Nerede?

portresijpg


Prof. Dr. Kemal ARI

“-En büyük Türk, Atatürk”

 

 

Şakşakçı, yağdanlık; her türlü ortama kendini uydurmakta pek hünerli kesim konuşuyor:

“Artık Kemalizm bitti!”

Niçin diye sormaya gerek bile yok.
-“Çünkü Kemalizm, çağın gereklerine karşılık veremiyor.

O;

1. Ulusalcı,
2. Devrimci,
3. Laik,
4. Halkçı,
5. Cumhuriyetçi ve
6. Devletçi… (6 Ok ilkesi)

Bu değerlerden bugünümüze dek ne kalmışsa, kalana bile dayanamıyor;
Atatürk gibi “dahi” bir kimlik ve kişiliğin karşısına olmadık kişileri çıkarıyorlar.
Bir tür tarihten rövanş alma… Bir şeyleri içselleştirememe ve kanıksayamama… Dünyayı doğru okuyamama…

Örneğin, çok etkili ve yetkin bir kişilik tutup, ulusçuluk kavramından “ırkçılığı” anlayabiliyor ve çağdaş dünyanın bir önceki evresi olan feodal ilişkiler düzenini ve ümmetçi siyaseti, çoğulcu demokrasinin bir parçası gibi allayıp, şekerleyip önünüze koyabiliyor…

Ulusçuluktan ırkçılığı,
Cumhuriyetçilikten vesayetçiliği;
Halkçılıktan yozlaşmayı anlayan ve konuları böyle algılayan bir kafanın çağdaş bir kafa olduğu söylenebilir mi?

Ya tutup, “demokrasi, demokrasi, ille de demokrasi; Kemalist vesayetçi düzen
sona erdi
, yerlerde debeleniyor; çağın gerisinde kaldı derken”; gidip demokrasiyi
Said-i Nursi’nin nur ayetlerinde, Ortadoğu’nun haremlerin içinde kaybolmuş
Vahabi kültüründe arayan ve Osmanlı Devleti’ne de bakarak, ondan kendine bir kimlik
ve edinim bulmaya çalışan kafaya ne demeli?

İnsanın bu tür tarihe şaşı bakanları görünce, şunu diyesi geliyor:

A “şaşıbakanım”, senin tarihte çok değer verdiğin, sanki bir Altın Çağmış gibi bugüne taşımaya çalıştığın o düzenin temsilcisi olan sultanların kendi bulundukları zaman diliminde oynadıkları rol, senin savunduğun değerler dünyasıyla hiç uyuşmaz. Öyle ya! Neredeyse Roma’yı yeniden ihya etmeyi düşünen; bunun için Otranto Seferi’ne bile çıkmayı göze almış; dönemin katı taassuplarını kırarak, çok dil öğrenmiş, felsefeye merak salmış… dince günah sayılmasına karşın tablosunu yaptırmış bir
Fatih Sultan Mehmet
; o dönemde O’nun düzenine karşı başkaldırmış gerici zümre varken, nasıl senin tarihsel çizgini ve eksenini temsil eder? O, kendi döneminin koşullarına göre, yaşadığı çağın yerleşik kalıplarını kırmaya çalışan bir anlayışa sahipti…

Ve örneğin, bugün yecelttiğiniz ve göklere çıkardığınız Sultan II. Abdülhamit bile, sizin sandığınız ölçüde şeriatçı bir kimlik ve kişilik değildi. Neyi, kime karşı savunuyorsunuz? O’nun, dönemin koşulları içinde İngilizler’e karşı bir siyaset olarak kurguladığı “İslamcı” politikaya bakarak, Sultan’ı taassup içinde bir kimlik ve kişilik mi sandınız? Dince neredeyse dünyanın en büyük tefekkür sahibi kişisi olarak nitelendirdiğiniz,

Said-i Nursi’yi “Delidir” diyerek tımarhaneye attıran
Sultan II. Abdülhamit değil mi?

Bu zıtlıklar bir yana; Atatürk’ün getirdiği değerler dünyasına baktığımız zaman;
geçmişin eleştirisi yerine, günümüze bakıp, o değerler dünyasından bugünün
geri kalmış toplumları olarak ve elbette kendi gerikalmışlık düzeyimizin içinde değerlendirerek, Atatürk’ü ve O’nun aydınlanma ideolojisini nereye koyabiliriz,
bunu düşünmeye değmez mi?

Atatürkçülük’ü tabu biçimine getirmeye çalışanlar olduğu söylenir sık sık… Doğrudur. Belli dönemlerde, O’nu kalıp haline getirerek, tarihin dar bir alanına hapsedip bırakmaya çalışanlar hep bu ülkede olmuştur. Ancak, şunu söyleyelim:

  • Her şeyi bir yana bırakın: Atatürkçülük; akla, bilime, evrensel ve çağdaş değerlere, Türk Kültürü’nü içselleştirmeye, yurtseverlik duygularına yönelmiş ve ezilen uluslara antiemperyalist duruşuyla örnek olmuş
    bir harekettir.

  • Ben size hiçbir katı dogma bırakmıyorum
    İki şey emanet ediyorum; biri akıl, öteki de bilim!” 

diyen büyük Gazi’yle derdi olanın, akılcılıkla, bilimle, çağdaşlıkla, çağdaş ve evrensel değerlerle ve Türk kültürünün en aşağı yedi bin yıllık geçmişiyle bir derdi vardır.

Türkiye dünyanın en güzel ülkelerinden biridir ve her Türk, O’nu yurtseverce duygularla sever… O’nu başının üzerinde yükseltir. Bütün yurttaşlarını, hiçbir etnik, dinsel ve mezhepsel ayrıma bakmaksızın; yasalar, kamu düzeni ve toplumsal yaşam içinde
eşit görür. Bunun güvencesi, bütün dinsel inanışlara ve inançsızlığa eşit uzaklıkta olan çağdaş hukuksal ilkelerdir.

Devlet; din üzerinden siyasal bir yapılanmaya yönelmez.

O yurttaşını ya da bu yuttaşını; ırkı, dini, cinsi, bağlı bulunduğu boy, aşiret kimliğine bakmadan eşit görür…

Bu yaklaşımlarla derdi olan var mı?

Varsa bilin ki; o yalnız Atatürkçülük’ün değil, evrensel değerlerin de karşısındadır.
Çünkü Atatürkçülük, geri kalmış ve akıl devrimini kaçırmış olan Türkler’in
bu değerlerle buluşmasını sağlayan büyük bir devrimci dönüşüm hareketidir.

O nedenle, günümüzde Atatürkçülük; Rönesans ve Reform Hareketlerini yaşayamayarak; bırakın bu değerler düzenini, Sanayi ve giderek de Bilişim devrimini bile gerçekleştirmiş güçlü devletlerin karşısında, ezilen geri kalmış ulusların kendilerini onlara karşı savunmasını ilkesel olarak içselleştirmiş bir karşı duruş hareketinin adıdır.

Ancak bu karşı duruşu, yalnız yayılmacı duygulara karşı askeri ve siyasal düzende engellemekle yetinmez… Geri kalan ulusların geri kalmışlığını, onların tarihsel süreçte Aydınlanma değerlerini; bu değerler sistemi üzerine binmiş olan Sanayi Devrimi’ni
ve bunun arkası sıra gelen bütün modernleşme çabalarını kaçırmalarına bağlar.
Onları bulundukları noktadan alıp;

– kuldan birey, sonra da yurttaş yaratmayı;
– tebayı ulusa çevirmeyi;
– tanrısal bir öze dayanan kişi egemenliğini ulus egemenliğine dönüştürmeyi amaçlar…

  • Gerçek demokratik cumhuriyetin ancak ulus devlette,
    ulus haline gelmiş yurttaşlar topluluğu tarafından yaratılacağını bilir…

Pekala, günümüzde Atatürkçülük nerede?
O’nun geldiği düzey ve içinde bulunduğu koşullar nelerdir?

Derhal yanıtlayalım:

  • Günümüzde Atatürk, yalnız ve yalnız, milletin temiz vicdanındadır.
    O, her an her yerde belirebilir:

Türkiye Türktür, Türk kalacak! Yaşasın Türkiye, Yaşasın Atatürk,
Yaşasın Atatürkçülük” diye atılan naralardadır Atatürk…

Toplumun nefes alışında, ayak seslerinde; gece uyurken rüyalarındadır.
Artık O’nu koruyacak hiçbir yasaya, kurala gerek yoktur. Kim ne kadar vuruyorsa Atatürk’e ve Onun değerlerine; her vuruşta dipdiri yerden fışkıran diri bir filizdir Atatürk, vicdanlarda açan…

O’nun yeşerdiği bahçe o denli bakir, temiz ve coşkuludur ki;
bir vurana, bin yerden seslenir:

“En büyük Türk, Atatürk” diye…

Bugün; hem kabile ya da aşiret düzenini savunup, hem de çoğulcu demokrasinin
bir gereği olarak bu yapıyı olumlu görenler var ya!

Nasıl ki; “Köre gözlük” diyoruz, onlara da tarihe şaşı bakmalarını engellemek için
ayrı bir gözlük vermek gerekiyor.

Eğriyi doğru, doğruyu da eğri olarak görmemeyi başarırlarsa,
emin olun her şey daha yerli yerine oturur…

Şimdi birileri ve o birilerinin oluşturduğu topluluklar yeni savruluşlar yaşıyorlar…
Heyecanla, bulundukları yerden haykırıyorlar:

Yeni Osmanlılık….
– Osmanlı Düzeni…
Gerçek demokrasiyi yaratacak olan şeriat!

Kör, doğruya eğri baktıktan sonra; demokrasinin şeriatla olabileceğini savunan
bir kişi, Atatürkçü olsa ne olur, olmasa ne olur…
Hani derler ya; kumaş çok eskimiş, dikiş tutmaz…
En iyisi, “Koyver” gitsin…
Su akar, yolunu bulur nasılsa…

Kemal Arı 
27.11.2013, İzmir

ATATÜRK NEDEN BÜYÜKTÜR ??


Dostlar,

Değerli dostumuz 9 Eylül Üniversitesi’nden Tarih uzmanı Sn. Prof. Dr. Kemal Arı‘nın müthiş bir irdelemesini paylaşalım..

Çok ilginç ve çekici bir anlatım ile yakın insanlık tarihinin özetlemesi ve içine
Atatürk devriminin somut edimleri ile ustalıkla yerleştirilerek ilişkilendirilmesi..

Mustafa Kemal Paşa‘yı ve görlemli tarihsel eylemini anlamamış, anlayamamış olanların da okuduklarında aydınlanacakları ağırbaşlı ve kapsamlı bir makale..

Sn. Prof. Arı’yı emeği için kutluyor, paylaşımı için de teşekkür ediyoruz..
(Metne Atatürk fotoğrafını biz ekledik..)

Sevgi ve saygı ile.
22.9.13, Ankara

Dr. Ahmet Saltık
www.ahmetsaltik.net

===========================================

ATATÜRK NEDEN BÜYÜKTÜR ??

portresijpg


Prof. Dr. Kemal ARI

“Ulusunun Yönünü Aydınlığa Çeviren Türk”

Hemen bir çelişkili durumu ortaya koyalım:

 

1930’lar dünyasındayız.
Avrupa’da, eski yüzyılla karşılaştırıldığında büyük kırılmalar yaşanıyor. 1. Dünya Savaşı, milyonlarca insanın ölümüyle sonuçlanmış, ancak pek çok sorunu çözememiş. Kimi imparatorluklar yıkılıp gitmiş; bunların yerine ulusal / milli ya da etnik kimliği öne çıkan devletler kurulmaya başlamış. Rusya da ancak bir rejim değişikliği ile varlığını başka bir boyuta evirmiş… Sözüm ona proleterya denilen işçi sınıfı kendi devrimini yapmış; ancak, içerde büyük sorunlar yetmiyormuş gibi dünkü bağlaşıklarına karşı
çetin bir savaşın içine girmiş.

Avrupa’ya az daha yakından bakalım:

Bu yaşlı kıta, sanki 18. Yüzyıl’ın Aydınlanma değerlerini yaşamamış, örneğin bir Thomass More’u, Jean Jaques Rousseau’yu, Volter’i, Montesquieu’yu kendi bağrından çıkarmamış gibi; kökleri çok daha eskiye uzanan, ancak 19. Yüzyıl’daki Sanayi Devrimi ile daha da palazlanan ırkçı, faşist ve antidemokratik yönetimlerin pençesine düşüvermiş. Seçimle iktidara gelen ünlü diktatörler; coşkulu söylevleriyle uluslarına büyük düşlere ulaşma sözü veriyorlar. Gobineau ve O’nun gibi ırkçı/şoven ideologların düşünceleri merkezi Avrupa’yı; özellikle de Almanya ve İtalya’yı, hatta İngiltere, Fransa gibi ülkeleri bile etkisi altına almış… Pek çok ülke, kendi ırkının peşine düşmüş… Her yanda kemik ve kan ölçümleri yapılıyor; ırklar, dört ayrı renge ayrılmış; her birinin, bir ötekine üstünlüğü üzerine hamaset dolu söylevler veriliyor, kitaplar yazılıyor. Bir yüz yıl önce, insanın yaşama hakkının kutsal bir hak olduğunu savunan düşünürlerin, onca aydınlanmacı değerin yerini insanın içini ürperten yeni değerler dizgesi almaya başlamış. Geçmişteki bütün bu birikim buharlaşıp uçmuş gibi; kendi toplumlarına ırklarının en üstün ırk olduğunu ve başka ırkları egemenlikleri altına almanın bir doğal hak olduğunu savunan sapık ve hastalıklı görüşler ortaya para pul eder olmuş… Almanya’da Hitler, İtalya’da Mussolini; İspanya’da Franko eş zamanlı olarak iş başına gelmişler. Artık “Aydınlanma” dünyasının değerleri yerle bir olmuş durumda. Ve örneğin Almanya’da, gerçekte bir Fransız olan Gobineau’nun düşünceleri, değişik Alman ırkçı yazarlar tarafından coşkulu söylemlere dönüştürülüyor ve Nazi gençlik kolları tarafından Nazizim” kutsanıyor

Sovyetler Birliği’ne gelince                      :

Rusya’nın 1917 Bolşevik Devrimi’nden sonra yıkılmasıyla birlikte; Sovyetler Birliği adı altında toplanan komünist ideolojinin temsilcisi olan yeni güç; parayı ve kapitali kutsayan kapitalizmin karşısına dikilmiş, emeği kutsuyor. Ancak bunu yaparken eşitlik üzerinden giderek özgürlüklere ulaşma derdinde. Bu nedenle bireysel mülkiyet kavramına koyu bir düşmanlık besliyor. Üretim araçlarını devletin tekeline alarak yeni bir ideolojiyi insanlığın kurtuluşu olarak gösteriyor. Ancak bunu yaparken, kendi sınırları içinde azıcık direnç gösteren kitlelere karşı, özellikle Stalin döneminde korkunç yüzünü göstermekten geri kalmıyor.

Ortadoğu ise sanki geçmişin parlak uygarlıklarının izlerini belleğinden silip atmış gibi… Önce Mutezile Hareketi ile başlayan akılcılığın önü kısa bir süre sonra tıkanmış;
kimi önemli bilim insanları yetiştirmekle birlikte; aklı ve bilimi temel alan bütüncül bir kültür zeminini oluşturamamış. Kimi uyanış, parlayış dönemlerinin ardından, özellikle de İbn’i Rüşt gibi bir dehadan sonra; felsefeyi, doğal olarak da düşünceyi kapı dışarı eden katı yorumların pençesinde, aklı ve bilimsel düşünceyi katı duvarlar arkasına süpürüvermiş. Ve zaten bir daha da dikiş tutmamış. Kendi ulusal benliğine
hiç kavuşamamış; ulusal bilinç oluşumuna o coğrafyada egemen olan kabileler, boylar, aşiret düzeni bir türlü izin vermemiş…

20. Yüzyıl’a gelince; doğal olarak enerji kaynakları önem kazanmış. Kolay mı?
Sanayi Devrimi gibi dev bir dönüşüme imza atmış, bir yüzyıl önce insanlık…
Şimdi sanayisini kuran güçlü ülkeler, enerji kaynaklarına ulaşmak için, kendi güçlerine ve sinsi politik girişimlerine dayanarak, almışlar ellerine cetvelleri; kendileriyle o bölgelerde işbirliği içine girmiş olan güçlü kabilele önderlerine “Orası senin, burası senin” diye paylaştırmışlar. Ancak şakşakçılığın, ihanetin, çıkar dürtülerinin sonu olmadığı için; “Senin ya da onun; sonuçta hiç fark etmez, size ait olanlar zaten bizim” dercesine,
dev bir ahtapot gibi kollarını bölgeye uzatmış, kanını – iliğini emiyor… Bu nedenle de ulusal uyanışlara, bilinçlenmelere, birey haklarının gelişmesine ve bireyin;

“Ben de insan olarak değerliyim; kulluğu yalnızca Tanrı’ya yaparım; bana ne şeyhten, emirden” demesine, bu bilince ulaşmasına dayanamıyor… Nerede bir kıpırdanış varsa, kirli elleriyle Arap bedenlerine kırbaçları acımasızca indiriyor…

Kara Afrika ise ayrı dert. Durumu öyle ya da böyle, Arap dünyasından çok daha kötü… Ataları, Avrupa’nın ve Amerika’nın zenginleşmesine bedenleriyle oluk oluk katkılar sunan bu kara talihli ve kara derili insanların; Gobineau’cu zihniyetin bir yansıması olarak, insan bile sayılamayacağı savları dillerde dolaşıyor.

Böyle bir tiyatro sahnesinde, gelelim Türkiye’nin görüntüsüne:

Türkiye denilen ve sanki dünyanın merkezi gibi alımlı bir görüntüye sahip olan üç kıtanın, değişik kültürlerin, dinlerin ve büyük tarihsel göçlerin tam kesişme noktası üzerinde bulunan Türkiye’de Türkler önce bir bağımsızlık ve özgürlük savaşı vermişler. Bu savaş, Türk ulusal varlığını ortadan kaldırmak isteyen batı emperyalizmine karşı; neredeyse kendi ulusal benliğini yitirmiş olan Türkler’in ulusal kimlikte öbek öbek toplanmaları sonucu ortaya çıkan ulusal istenç, egemenlik; birlik ve bütünlük duygusuna bağlı olarak verilmiş ve kazanılmış… Böylece emperyalizmin karizması fena halde çizilmişEzilen uluslar, Türkler’in bağımsızlık hareketlerinden oldukça umutlanıp,
bu savaşımı kendilerinin de verip veremeyeceklerini tartmaya başlamışlar.

Ancak Türkler durmamış: Bağımsızlık hareketlerini giderek büyük bir devrime dönüştürmeyi başarmışlar. Bu devrimin önderi Gazi Mustafa Kemal Atatürk
ancak ve ancak ulusunun köklü tarihinden, uygarlık özelliklerinden ve özgürlüğe olan tutkusundan güç alarak; bu büyük devrimin ve dönüşümün mimarı olarak,
ulusunu yeni bir ereğe yöneltmiş:

Batı takltçiliği

Tam bağımsızlık ilkesine sıkı sıkıya bağlı; kendi öz benliğini araştırıp bulan ve bulduğu bu değerleri kendi kimliğinin güçlenmesi için kullanan;

ulusal,
laik,
halkçı,
devletçi ve
devrimci bir Türkiye olarak, Çağdaş Uygarlık Düzeyi’nin üzerine çıkmak…”

Yineleyelim:

  • Tam bağımsız, çağdaş uygarlık düzeyinin üzerine çıkmış bir Türkiye… 

Örneğin Cumhuriyet’in 10. Yıl Kutlamalarında yaptığı ünlü konuşmasında;

  • “Türklüğün unutulmuş medeni vasfı, atinin (geleceğin) nurlu ufkunda yeni bir güneş gibi doğacaktır.” 

derken, sanki yüreği göğüs kafesini parçalayıp fırlayacak kadar coşkulu ve inançlı…

Şimdi bu aşamada, sanki tiyatro sahnesindeki roller, iyice belli olmuş gibi…
Bir kez batı dünyası Aydınlanma Dönemi’ni yaşamış… Ancak o aydınlık, ırkçı, şoven; vahşi kapitalist ve yayılmacı duygular, eğilimler ve yönelişlerle yavaş yavaş kararıyor.
Tıpkı bir tiyatro sahnesinde, ışıklı bir ortamın üzerine koyu bir gölgenin yavaş yavaş gelmesi gibi…

Aynı zaman diliminde Türkiye’ye bakıldığı zaman görülen ne?
Aydınlanma’yı yaşayamamış bir toplumda Gazi Mustafa Kemal Atatürk
önce bir cumhuriyetin kuruluşuna öncülük etmiş… Bunun için ulusça emperyalizme karşı verilen tam bağımsızlık savaşından sonra, “Asıl savaş şimdi başlıyor!” diyerek toplumsal, siyasal, ekonomik, kültürel ve pek çok alanda büyük devrimci sıçrayışlar gerçekleştirilmiş… Derken, bir tarım imparatorluğu düzeyinin üzerine çıkamamış
Türk toplumsal yapısını, Aydınlanma kültürü ve değerleriyle kucaklaştırmak için
yoğun bir çaba içine girmiş…

  • Bireye kul, topluma teb’a olmadığı anımsatılıyor; 

verilen çağdaş eğitimle, birey olmanın onuru, kişiliğin erdemi ve ulus olmanın bilinci aşılanıyor… Yani Aydınlanmayı yaşayamamış, bu yönden bir birikimi olmayan bir coğrafyada Atatürk, o coğrafyanın yüzyıllardır karanlıklar içinde uzayıp giden yolunu, Aydınlanma değerlerine doğru yöneltmiş…

İlki için bakınca ne denli “hazin”, ancak Türkiye için bakıldığında ne denli “coşkun” bir durum değil mi?
Duruma bak:
Aydınlanmayı yaşayan toplumlar karanlığa teslim oluyor; karanlıklar içinden gelen Türkiye, ışık dolu bir Aydınlığa doğru yüzünü dönmüş; atılan devrimci adımlarla
çağdaş dünyanın gerektirdiği kazanımları elde etme çabası içinde…
Hangi adımları sayalım ki?

– Köhne bir düzenin yıkılmasından sonra; ulus ve birey kimliğinin güçlendirilişi…
Bunun için derebeyi düzenine karşı verilen ve giderek toprak reformunu
bile ufkuna oturtacak denli temellere inen zorlu bir uyanış…

– Derken kültür aydınlanmasını sağlamak için zorunlu, birleşik ve laik eğitim;

– Aklı ve bilimi rehber olarak gören bir anlayış;

– Giderek yeni yazının kabul edilişi; dil ve tarih alanlarında atılan dev adımlar;
Halkevleri, Halkevleri’nin çıkardığı Ülkü, Fikirler, Çorumlu, Ün, Gediz gibi dergiler… Çeviri bürolarının kuruluşu; eğitim alanında yapılan büyük devrime koşut olarak, dünyanın klasikleşmiş ünlü yapıtlarının Türkçe’ye çevrilişi ve hatta, eşeklere sarılmış tahta bavullar içine istiflenmiş kitapların; tarlasında, bağında, bahçesinde çalışan köylülere kadar ulaştırılışı… Bu insanların Sokrates’in diyaloglarıyla tanışması, Molier’i okuyuşu; derken her bir köye sonradan, karanlığı aydınlatan birer fener gibi, sanki kutsal bir elin serpiştirdiği Köy Enstitülü öğretmenlerin gittikleri köylerde, Aydınlanma Devrimini içselleştirmiş kültür savaşları…

Türkçe’nin sözlüğünü ve gramerini oluşturma çabaları; toplanan tarih ve dil kongreleri; canlandırılan folklor; kültüre verilen yeni ve derin anlam; üniversite reformu; derken
Nazi kıyımından dolayı Almanya’dan kaçan bilim adamlarının Türk üniversitelerinde görev alışları, yurt dışına her biri kendi toplumlarına aydınlığı taşıyacak Promethe’ler gibi ortaya çıkacak olan öğrenciler… Hepsi kendi alanlarında bir kor ateşi gibi,
ülkelerine dönüşleri ve toplumsal, sayısal ve doğa bilimlerinin temellerinin atılışı… Hukuk Devrimi, kadınlara verilen yüksek değer ve batıda pek çok ülkede bile başlamamış siyasal hakların verilişi…

Ne geliyor gözlerimizin önüne?

Sanki Türkiye’nin o canım coğrafyasına öğretmenler, halkevleri; yeni kurulan
bilim merkezleri ve devrim ocaklarıyla birlikte göz göz ateş böcekleri dağılmış;
karanlık her bir ışık dalgasıyla yırtılıyor, yerini yavaş yavaş aydınlığa ve ışığa bırakıyor;
kasvet dağılıyor; ümitsizliğin yerini ümit ve geleceğe inanç alıyor.
Gittikçe karanlığa boğulan; zifiri gecelerin ortasında, akıl almaz cinayetlere kendini hazırlayan Avrupaya karşı; karanlıkların içinden sıyrılan, üzerindeki karanlık gölgeleri dağıtan, devrimin ateşiyle yurdun en ıssız köşesine kadar, kendi varlığını ve etkilerini duyumsatan bir Türkiye…

Ne muhteşem bir görüntü, ne görkemli bir yürüyüş ve ne büyük bir yeniden diriliş!

  • “Mustafa Kemal Atatürk niçin büyüktür?”
sorusunu ne zaman sorarsak soralım kendimize; bunun karşılığı olarak birçok yanıt bulabiliriz. Ancak O’nu büyüklerin büyüğü yapan yönü; Aydınlanmayı yaşayamamış toplumunun kucağına, o aydınlık değerleri getirip koymasıdır. Aydınlanmayı yaşamış toplumlar faşist ve dikta rejimler altında gittikçe tutsaklığın, yıkılışın, insani değerlerden sıyrılışın, gözlerini kan bürümüşlüğün elinde kıvranırken, ulusunu çağdaşlığa ve
çağdaş uygarlık düzeyinin üzerine götürmek için büyük ve dev adımlar atışıdır…

Bu büyük dönüşümün adına biz “Türk Aydınlanması” diyoruz.
İşte Atatürk, kendi geri kalmış ulusunu, Aydınlanma değerleriyle buluşturup; aklı ve bilimi ona rehber kıldığı ve onu çağdaş uygarlık düzeyine çıkarmak için
her alanda büyük devrimci atılımlar yaptığı için büyüklerin büyüğü bir Aydınlanmacıdır…

O, karanlıklar içinde bunalmış Türkler’i ışığa ve ateşe kavuşuran Promethesi’dir.

Bunlara bakarak, Atatürk’ün niçin “büyük” olduğunu hala kavrayamayanlar var mı bilemem!

Varsa, lütfen yeniden o büyük devrimsel dönüşümü okusunlar, bilgilensinler,
sonra da bir empati (duygudaşlık) yapıp duyumsamaya çalışsınlar. Emin olun,
bunu yapmayı başardıklarında; bir adım sonra içselleştirecek ve günümüzde şu Ortadoğu’nun durumuna bakıp;
İyi ki bu büyük ulus, Atatürk gibi bir dehayı yarattığı için”
dualarını ondan esirgemeyeceklerdir.

Prof. Dr. Kemal Arı, 20.09.2013

AKP Milletvekillerine

Dostlar,

Sayın Prof. Dr. Coşkun Özdemir, 85 yaşına yakın Urfa kökenli bir tıp profesörüdür.
Son yıllarda kendisini Kas Hastalıklarına vermiştir ve Yeşilköy’de mütevazi bir binada gönüllü olarak bu ciddi hastalıkla boğuşanlara nitelikli emeğini sunmaktadır. (Bu bina İstanbul Büyükşehir Belediyesince kezlerce ellerinden alınmak istenmiştir!?)

Sayın Özdemir aydın ve Atatürkçü kişiliği ile bilinir. Bizim de İstanbul Tıp Fakültesi’ndeki öğrencilik yıllarımızda (1973-77) Nöroloji hocamız olmuştu. Daha sonra pek çok toplumsal sorunda yan yana olmak onurunu yaşadık, “dava arkadaşı” olduk.. Örn. Silivri çadırlarını, kurulduğu yıl 8 Ekim’de birlikte ziyaret edenlerdendik.

Coşkun hoca, öbür tüm yetileri (meziyetleri) bir yana, 2 temel özelliği ile geniş bir çevrede saygı görür :

1. İnsanseverliği (Hümanist oluşu)

2. Bilimsel yetkinliği – bilimsel kişiliği..

Batı ülkelerinde saygın bilim insanları günlük politikaya girmek istemezler.
Ama çaresiz kalıp ayağa kalktıklarında, birkaç söz ettiklerinde de ülke gündemini sarsarlar, olay olur ve söyledikleri karşılık bulur.

Ülkemizde ise, özellikle son 10,5 yıldır devr-i AKP’de bilim insanlarının da bir değeri yok! Tek ölçüt “yandaş” olmak!

Bu davranış, bir ülkenin gelenekleri ve geleceği bakımından yıkımdır!
Coşkun hoca, Cumhuriyet gazetesinde sıklıkla kısa kısa görüş ve uyarılarını sunar..

Bu kez AKP Millevekillerine bir açık mektup yazdı..

Biçem (tarz, üslup) olarak bir sorunu yoktu bu açık mektubun ama içeriği bize göre ağırdı.. Sitemize koymak istemedik..

Fakat son 10 günün ürkünç gelişmeleri karşısında bu uyarı bile hafif kaldı.

Biz de çaresizlik içinde soruyoruz :

Kuzum siz AKP’li vekiller; neyden anlarsınız; sizi ne durdurur??

* Ülkede iç savaş mı çıkmalı, ülke bölünmeli mi?
* Sıcak savaşa mı girmeliyiz?
* Ağır bir ekonomik bunalımla ülke ekonomisi çökmeli mi?
* Hangisi? Hangisi ??

Sevgi ve saygı ile.
Datça, 7.9.13

Dr. Ahmet Saltık
www.ahmetsaltik.net

===============================================

AKP Milletvekillerine

İçinizde Atatürk’ü, O’nun devrimlerini, laikliği, Aydınlanmayı, gerçek demokrasiyi anlayanlar vardır kuşkusuz. Onlar da sessiz kaldılar. Yürekleri insanı, insanlığı, adaleti savunmaya yetmiyor. Dünyanın aydınlık yüzünden gelen protestoları da mı göremiyorsunuz sayın milletvekilleri?..

portresi

 

Prof. Dr. Coşkun ÖZDEMİR

 

 

Büyük, çok büyük bir düş kırıklığısınız sayın milletvekilleri. Haksız ve hukuksuz bir şekilde idam edilen Adnan Menderes’e yeni bir haksızlık yaparak O’nu bugünkü başbakanımız ile kıyaslamak istemem, yalnızca benzer yanları ve davranışları olduğunu söylemekle yetineceğim.
Ama Menderes’in yıllar içinde üstünlüğüne, vazgeçilmezliğine inanarak halkın desteğini arkasında gördükçe, ölçüsüz ve antidemokratik politikaları birbirini izledikçe O’nu uyaranlar eksik olmamış ve bunu yararsız bulanlar birer birer DP’yi terk etmişler. Yeterince etkili olabilselerdi 27 Mayıs olmayacaktı. “Kendime sabık başbakan dedirtmem” diyen Menderes’in iki bakanla birlikte idamı gibi vahim bir olayı yaşamayacaktık.

Sizler, Erdoğan, Menderes’le kıyaslanmayacak yerlere vardığı halde sanırım hiçbir zaman, uyarılarda bulunmak sağduyusunu, basiretini gösteremediniz.

“Dindar ve kindar gençler yetiştireceğiz” dedi. Görmezden geldiniz.

“Ne ördünüz, bir şey ördüğünüz filan yok” diye Cumhuriyetin
tüm başarılarını alaya aldı. Aldırmadınız.

Masum dilekler ileri süren vatandaşa “Ananı al git” diye seslendi, umursamadınız.

“Yargıya talimat verdik” dedi, boş verdiniz.

Alkol yasakları uygulayıp “Kafa kıyak dolaşan bir nesil istemiyoruz.
İki ayyaşın çıkardığı yasa mı dinimizin emirleri mi geçerli olacak?” dedi,
tüm bu totaliter tavırlar umurunuzda olmadı.

Yandaş profesörler örtünmeyen kadınları fahişe ilan etti, itiraz etmediniz.

TÜBA (Türkiye Bilimler Akademisi) darmadağın edildi, size vız geldi.

3. köprü ve ona verilen isim için, milyonlarca ağaç için, seçim barajı için hiçbir varlık gösteremediniz, yalnızca tabi oldunuz.

Yüzlerce yurtsever yıllardır hapislerde yatıyor, çocukları, eşleri ile birlikte büyük bir dram yaşanıyor. Bu bile vicdanlarınızda bir huzursuzluk yaratmadı. Hayretle, ibretle, esefle anıyorum.

Gücüne ve üstünlüğüne, onsuz yapamayacağınıza öylesine inandınız ki, ne yaparsa yapsın O’nu onaylamak ve alkışlamak zorunda hissettiniz kendinizi.

Herhalde o yiğit yurtsever Türk gençleri için kullandığı çapulcular, marjinaller tanımlamalarını da alkışlayacaksınız.
Erdoğan’ın vicdansızca teşvik ettiği bugünkü polis vahşetini de alkışlamaktan geri durmayacaksınız.

Büyük bir yanılgı içindesiniz. Son günlerin olayları bu yanılgıyı algılamanız için yararlı olabilir mi acaba diye düşündük. Bir tekiniz de çıkıp

“Ne yapıyorsun?
– Bu ülke çağ dışına sürükleniyor, cepheleşiyor, bölünüyor, parçalanıyor, – Halka, gençliğe zulüm yapılıyor. 5 ölü, yüzlerce yaralı, onlarca gözünü kaybeden var,
– Nasıl olur da polisimiz destan yazdı dersin, zafer kazandı dersin” diyemediniz.

İçinizde Atatürk’ü, onun devrimlerini, laikliği, Aydınlanma’yı, gerçek demokrasiyi anlayanlar vardır kuşkusuz. Onlar da sessiz kaldılar. Yürekleri insanı, insanlığı, adaleti savunmaya yetmiyor.

Dünyanın aydınlık yüzünden gelen protestoları da mı göremiyorsunuz sayın milletvekilleri?..

Sadece yazıklar olsun diyorum!..
(
Cumhuriyet 28.08.2013)

Diyanet’in fetvalarını hazırlayan kafa


Dostlar
,

Rahmetli Prof. Dr. İlhan Arsel, Hukuk profesörüydü.. Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi’nde uzun yıllar öğretim üyeliği yaptı ve Anayasa Hukuku dersleri verdi. AYDINLANMA bağlamında çok değerli kitaplar yazdı (Listesi aşağıda.. 7.2.2010’da, 89 yaşında ABD’de yaşamını yitirdi.).

  • Aydınlanmadan murat aklın inançtan bilimin de dinden özgürleşmesi idi.

Yobazlar Prof. Arsel hocanın yazdıklarına yanıt veremediler ama O’nu bu ülkede yaşayamayaz duruma getirdiler. Hoca, yaşamını can güvenliği nedeniyle ABD’de sürdürmek zorunda kaldı. 7 Şubat 2010 pazar günü, Florida‘da yaşamını yitirdi.

Prof. Arsel, “DİYANET HURAFE ÜRETİYOR” diyordu.

DİB‘da (Diyanet İşleri Başkanlığı) değişen bir şey yok.. Tersine daha da militan bir anlayış egemen. Devasa boyutlara varan kadroları, 8 bakanlığın ödeneğine denk
ve TÜBİTAK‘ın birkaç katı bütçesi, muazzam varlıkları yöneten vakıflarıyla DİB Türkiye’de adeta bir sektör.. Son başkan da (Prof. Ali Görmez) “sahaya inmekten” (?!) söz etmekte ne demekse..

Diyanet İşleri Başkanlığı Din İşleri Yüksek Kurulu üyesi Prof. Karslı’nın makalesi de aynı yolda.. Karslı’nın, Diyanet’in yayın organında yayımlanan “Tesettür Emri ve Kadın” başlıklı yasısı aşağıda..

Hala, Nur 31‘in anlamını çarpıtarak Kuran’ın kadının örtünmesini buyurduğunu söylemeyi sürdürüyorlar..

Bizim bu makalede anlatılan öykü ile ilgili çok ama çok yalın bir sorumuz var :

  • Tanrı’nın huzurundan kovulan Şeytan her nasılsa Cennet’te kalmaya devam etmektedir ve Adem Baba ile Havva Ana’yı Cennet’te suç işlemek için ayartabilmektedir öyle mi? Cennet, suç işlenebilen bir yerdir; Şeytan tarafından ayartılarak suç işleyen ise ilk peygamberdir öyle mi?

İslam dinine bu vb. akıl ve mantık dışı hurafeleri üreten ve yayanlardan başka düşmana gerek var mı?

Bu yüzden değil midir ki; Dünya nüfusunun ancak % 16 kadarı (6 kişiden 1’i) Müslümandır ve bu oran Ateistlerin oranına hemen hemen denktir. Hıristiyanlar ise Müslümanların 2 katı oranındadır.. Son din İslamiyet, İsa’nın dininin yandaşlarını ikna edememiş ve aşamamıştır. İslam dünyasında hızlı nüfus artışına karşın Müslümanların oranı Dünya nüfusunda giderek düşmektedir..

Bu gidiş nedendir? İnsanları dinden – imandan çıkaran, İslamiyetten uzaklaştıranlar hoca kılıklı birileri midir? Bu eylemin karşılığı nedir? Gerçek Müslümanlar hiç bu ciddi sorunlar üzerinde düşünmezler mi??

Sevgi ve saygı ile.
Tekirdağ, 28.8.13

Dr. Ahmet Saltık
www.ahmetsaltik.net

=====================================

İşte Diyanet’in fetvalarını hazırlayan kafa

Diyanet İşleri Başkanlığı Din İşleri Yüksek Kurulu üyesi Prof. Karslı’dan inciler…
Diyanet'in_hurafeleri

Diyanet İşleri Başkanlığı’nın dinel konularda en yüksek karar ve danışma organı olan Din İşleri Yüksek Kurulu’nun üyesi Prof. Dr. Halil İbrahim Karslı,
Kuran’ın kadınlara örtünmeyi emrettiğini belirterek “Çünkü kadının bedeni bir süstür. Dolayısıyla değerlidir ve korunması gerekir” dedi. Kadınların bedensel çekiciliklerini toplumsal yaşama karşı değil, eşlerine karşı sergilemeleri gerektiğini de ifade eden Karslı, Adem ve Havva’ya değinirken, “Cennette şeytan, insanın elbiselerini soymakta ve mahrem yerlerini açığa vurmayı başarmaktadır. Kıyamete kadar şeytan insanı bu konuda rahat bırakmayacak ve beden mahremiyetine hürmetsizlik göstermesi için elinden geleni ardına koymayacaktır” diye ekledi.

Karslı’nın, Diyanet’in yayın organında yayımlanan “Tesettür Emri ve Kadın” başlıklı makalesinde yer alan yorumlarından bazıları şöyle:

* Şeytan, huzuru ilahiden kovulduktan sonra ilk girişimini Adem babamız ve Havva anamıza karşı yaptı. Bu sırada onlar cennette bulunuyorlardı. Vesvese ile üzerlerine vardı. Amacı, yasak ağaçtan onlara yedirmek, elbiselerini soyup edep yerlerini kendilerine göstermekti. Onları ayartmak için elinden geleni ihmal de etmedi. Neticede amacına ulaştı. (Araf7/20-22)

* Görüldüğü gibi daha ilk karşılaşmada, cennette şeytan, insanın elbiselerini soymakta ve mahrem yerlerini açığa vurmayı başarmaktadır. İlk yaratılış sahnesinde Rabbimiz bir başkasını değil de bu konuyu bizlere hatırlatmıştır. Elbette ki bu, ilahi bir hikmet sebebiyledir. O da, herhalde şudur: Kıyamete kadar şeytan insanı bu konuda rahat bırakmayacak ve beden mahremiyetine hürmetsizlik göstermesi için elinden geleni ardına koymayacaktır.

* Aydınlanma süreci insanın dini değerlerden kopması, kendi kendisini kutsaması sonucunu doğurdu. Her alanda özgürlük, insana verilendeğerin bir yansıması olarak görüldü. Dolayısıyla örtünme, kadının örgütlüğünün önünde bir engel kabul edildi. Geleneksel uygulamalarıterk ettiği ölçüde insanın özgürleşeceği düşünüldü. Belki de insanlıktarihinde ilk defa müstehcenlik bu denli sosyal bir görünüm kazandı vedünyanın hâkim kültürü haline geldi. Bütün bunlar, kadının bedeniüzerinden yapıldı. Onun kişiliği değil, dişiliği öne çıkarıldı.

İslami değerler sistemi, iffetli fert, iffetli toplumu hedefler. Bu sebeple beden mahremiyetini korumaya büyük önem verir. Kadının da erkeğin de kendini sergilemesini ve teşhir etmesini onaylamaz. Cinsel sapmalara giden yolları kapatır. Cinsler arası ilişkilerde birtakım kurallar koyar. Mesela bakışların haramdan korunması ve tesettüre riayet edilmesi bunlardan bazılarıdır.

* Kuran, Nur suresi 31. ayette kadınlara kendi doğal güzelliklerini ve takılarını namahremlere göstermemeleri uyarısını yapar. Çünkü her iki cins birbirine karşı birer cazibe merkezidir. Bu, fıtratın bir gereğidir. Bu anlamda erkeğin nazarında kadının konumu ayette ziynet/süs olarak nitelendirilir. Ancak Kuran, bunun açığa vurulmamasını, aksine yine ziynet olarak isimlendirilen elbiseye büründürülmesini emreder. Çünkü kadının bedeni bir süstür. Dolayısıyla değerlidir ve korunması gerekir.

* İlahi uyarılar, kadının doğasının bastırılması anlamında yorumlanmamalıdır. Aksine Kuran, burada bir yönlendirme yapmakta ve onun bedensel çekiciliğini ortaya koyma arzusunu toplumsal hayatta değil, eşine karşı sergilemesini hedeflemektedir. (Cumhuriyet, 27 Ağustos 2013)

*******************************************
Prof. İlhan Arsel’in yayınlanmış kitapları    : 

  1. Şeriatçıyla Mücadelenin El Kitabı (2008, Kaynak Yayınları)
  2. Şeriat’ın Getirdiği Hoşgörüsüzlük (2008, Kaynak Yayınları)
  3. Kuran’daki Tanrı: Muhammedin Tanrı anlayışı (2007, Kaynak Yayınları)
  4. Şeriat ve Eşitsizlik ( 2006, Kaynak Yayınları)
  5. Cahilliye ( 2005, Kaynak Yayınları)
  6. Şeriat İnsan ve Akıl ( 2005, Kaynak Yayınları)
  7. Diyanet’e Cevap ( 1996, Kaynak Yayınları)
  8. Turan Dursun‘a Mektuplar (1996, Kaynak Yayınları)
  9. Müslümanlık Sınavı (2002, Kaynak Yayınları)
  10. İslam’a Göre Diğer Dinler (2002, Kaynak Yayınları)
  11. Muhammed’e Göre Muhammed (2000, Kaynak Yayınları)
  12. Kur’an’ın Eleştirisi 1-2-3 (1999, Kaynak Yayınları)
  13. Kur’an’daki Kitaplılar (1999, Kaynak Yayınları)
  14. Tevrat ve Incil’in Eleştirisi (1999, Kaynak Yayınları)
  15. Şeriat ve Kölelik (1999, Kaynak Yayınları)
  16. Şeriat’tan Kıssalar I (1996, Kaynak Yayınları)
  17. Şeriat’tan Kıssalar II (1997, Kaynak Yayınları)
  18. Aydın ve Aydın (1997, Kaynak Yayınları)
  19. Toplumsal Geriliklerimizin Sorumluları Din Adamları (1996, Kaynak Yayınları)
  20. Şeriat ve Kadın (1987, Kaynak Yayınları İstanbul, 1. baskı)
  21. Arap Milliyetçiliği ve Türkler (1973 1. Basım, Ankara Üniversitesi
    Hukuk Fakültesi yayını)
  22. Biz Profesörler (1997, Kaynak Yayınları)
  23. Şeriat Devletinden Laik Cumhuriyet’e (1975 ,1. Bs. Ankara Üniversitesi
    Hukuk Fakültesi yayını)
  24. Teokratik Devlet Anlayışından Demokratik Devlet Anlayışına
    (1975, AÜ İlahiyat Fakültesi Yayınları)

SORUN İSLAM DEĞİL; İSLAMIN BULUNDUĞU COĞRAFYANIN ACINASI HALİ !

Dostlar,

9 Eylül Üniversitesi tarih bölümünden Sayın Prof. Dr. Kemal Arı‘nın son derece öngörülü bir yazısı..

İslam Bilimden uzaklaştı, sefillik başladı, emperyalizme alet edildi..

Lütfen okur musunuz??

Teşekkürler Sayın Arı..

Sevgi ve saygı ile.
19.8.2013, Ankara

Dr. Ahmet Saltık
www.ahmetsaltik.net

=============================================

SORUN İSLAM DEĞİL; İSLAMIN BULUNDUĞU COĞRAFYANIN ACINASI HALİ !

portresijpg


Prof. Dr. Kemal ARI

Herkes, Mısır olaylarına kilitlendi kaldı…

Mısır’da demokrasi varmış da, mış mış da, sonra gene mış mış mış…
Kimse işin özüne değinmek istemiyor.
Hepimizin katıldığı ortak nokta şu:

Mısır’da öldürülen binlerce kişinin acısını yüreklerimizde yaşıyor ve bunu gerçekleştirenleri şiddetle lanetliyoruz.

İnsan yaşamı kutsaldır; ve

    en temel hak, yaşama hakkıdır

. Askeri darbe zihniyeti ise hep, altını çizerek söylüyorum; emperyalizmin aleti olmaktan öte anlam taşımaz.
Konu bu değil zaten:
Konu, Mısır’ın bulunduğu kültür coğrafyasının;

    güya bilim olarak topluma yutturulan nakilcilik

ten sıyrılamaması, aklın önünü tıkamasıdır.

İmam Gazali ile birlikte artık aklın devre dışı kaldığını (A. Saltık : Gazali 13. yy’da İslam’da İÇTİHAT KAPISINI kapadı.. yeni açılımlar olanksızlaştı, dondu!), oysa aynı zaman diliminde Avrupa’da Rönesans’ın başladığını ve İslam dünyasındaki geriye gidişin tersine, aklın yükselişi, bilimin önemini kavrayış gibi süreçlerin yaşandığına vurgu yapmıştım.

Sonra ne oldu?

Aklın önü tıkanırsa; akılla yapılacak bilim yerine; hep eskiyi aktarma yöntemi bilim diye yutturulursa ne olur?

Açık söyleyelim; o toplum tarihin belli bir dönemine çakılır ve kalır… Akılsız bir insan, nasıl ki başkaları tarafından istissmar edilir; her yandan itilip kakılırsa; bu tür toplumlar da emperyalizmin aleti olmaktan öte yol alamaz. Özgürlükler gelişmez. Akıl işlemez. Hep itaat kültürü ve eskiye özlem duygusu ile toplum diktatör yönetimlerin istismarı altında kıvranır durur.

İşte İslam dünyasının sorunu budur…

Fehmi Koru, kendince entel dantel açıklamalarda bulunmuş.

Ancak bunların hiçbirine değinmemiş…

Pekala; İslam coğrafyası, bu temel yanlışı aşmak için çaba göstermiş, hatta buna cesaret edip yol alabilmiş mi?

Hayır…

12. asırdaki o söyleme çakılıp kalmıştır.

Hala akıl devre dışıdır; geçmişten aktarılan bilgilerle toplum düzenlenmeye çalışılır… Bu nedenle; Sudan, Sudi Arabistan, Bahreyn, Birleşik Arap Emirlikleri; Katar ve pek çok öteki Arap ülkesinde kadının ve hatta sıradan insanların hiçbir kıymet-i harbiyesi yoktur.

Can alıcı soru şu:

Sorun İslam olabilir mi?

Kesinlikle hayır!

İslamiyet, akıl dinidir. Bilimi kutsar. Bilim, Çin’de de olsa onu oradan gidip almayı önerir.

Sorun şurada:

İslamiyet onca bilime, öğrenmeye, akla vurgu yaptığı halde, niçin İslam coğrafyası dünyanın en geri coğrafyalarından biridir?

Çünkü; sözünü ettiğim tarihten sonra, bilim diye algılanan şey; düşünceyi soyutlayıp, bilimi önemsemeyen; yalnızca geçmişteki birikimleri aktarmakla yetinen bir algıdır da ondan…

Çünkü aklın kapısı kapatılmıştır.

Bunu nereden biliyoruz?

Gündelik yaşamınıza bakın. Türkiye gibi, İslam coğrafyasının en ileri ülkesinde bile, bir konu hakkında bir yorum yapmak istediğiniz zaman; her an azarlanmanız söz konusu olabilir:

“Sen sus bakayım! Büyüklerden iyi mi bileceksin? Sus, senin bildiğini koca koca alimler bilmeyecek mi? Bak, şu tarihte bu kitap bunu yazmış; şu müçtehid, şu yorumu getirmiş. Sana mı kaldı bunlara kafa yormak? Sen otur, ibadetini yap; Allah’a sığın ve O’ndan yardım iste….”

Bunların içinde yeri ve ortamına göre doğrular da olabilir; bunu tartışacak değilim. Ancak, işte bu kültür, İmam-ı Gazali’nin içtihat kapısını kapatan kültürün günümüze izdüşümleridir. Toplumları güçleri karşısında esir ve zebun etmek isteyen katı diktatörlükler ve onların sömürgeci efendileri için, düşünmeyen, aklını kullanmayan; temel haklarını bile kullanmaktan uzak; ancak birilerinin işaretiyle hareket edeilen kalabalıklar, arayıp da bulamayacakları şeydir…

* Dolayısıyla, İslam’ın, yeniden gerçek İslamla buluşması; akıl ve bilimle kucaklaşması,
din diye dayatılan dogmalardan derhal uzaklaşması gerekiyor.

Bu buluşma sağlanabildiğinde, İslam dünyası yeniden yükseliş dönemine geçebilir.
Sorun İslamiyetin kendisi değil, onun temel değerlerini akıl almaz safsatalar olarak, topluma satma yarışında olan din bezirganlarıdır.

O halde çare?

Açıklaması kolay, ancak uygulaması son derece zor bir şey:

Aydınlanma
Yani İslam dünyasının bir aydınlanma dönemine girmesi

Aklı ve bilimi yeniden kutsama
Bireysel anlamda gerçekten özgürleşme… Özgür beyinler yaratma…
İtaatçi ve hep başkalarının irşadıyla hareket eden bireyler yerine; düşünen, araştıran, sorgulayan ve kendi bedeninin, ruhunun ve vicdanının özgür olması gerektiğini kanıksamış kuşaklar yetiştirmek…

Zor mu bunu yapmak?
Çok, çok zor; çok…
Ancak bu kesin olarak başarılmalıdır.

İslam coğrafyası ya bunu başaracak ya da emperyalizmin oyuncağı, diktatörlerin de yağlı lokması olmayı sürdürecek; daha nice kanlar yoksul ve günahsız kitlelerin bedenlerinden sızacaktır.

Buna izin verilemez…

———-
Bazılarının vicdanı işin içinde Araplar ya da Kürtler olunca harekete geçiyor!
Yıllardır

    Karabağ’da – Kerkük’te – Doğu Türkistan’da Türkler katledilirken neredeydiniz!

Türker Ertürk : PARADİGMA


PARADİGMA

portresi_papyonlu

Türker ERTÜRK

E. Amiral

 

5 Temmuz 2013 tarihli “ Darısı başımıza “ başlıklı yazım nedeniyle din motifli ama İslam’ın ilahi mesajından zerre kadar nasibini almamış yandaş ve tetikçi medya,
beni darbe duasına çıkmakla suçlamış.

Yabancı kökenli bir kelime olan paradigmayı sözlükler değerler ve anlayışlar dizisi olarak açıklıyor. Daha basit bir ifade ile paradigma, insanların, grupların ve milletlerin olaylara ve konulara bakış açısıdır denebilir.

Beni darbe duasına çıkmakla suçlayanların hangi paradigma ile Mursi’nin devrilmesi olayına baktıklarını bilmiyorum ama benim bakış açımın arkasını dolduran değerler manzumesinin içinde aydınlanma, akıl ve bilim, insan hak ve özgürlükleri ve demokrasi var.

Evet, Mursi’nin devrilmesine alkış tuttum çünkü kendisi ve içinden geldiği
Müslüman Kardeşler demokrat değildi. Onlar demokrasiyi kendilerini istedikleri
durağa kadar götürebilecek bir araç olarak görmekteydiler. Ve terörle içli dışlıydılar.

Mursi, 59 milyon seçmenin bulunduğu Mısır’da ilk turda toplam seçmenin onda birinin ve katılanların ise dörtte birinin oyunu aldı. İkici turda ise toplam seçmenin dörtte birinin, katılanların yarısının oyunu alarak seçildi. Sandık sandık dedikleri budur.
Ayrıca demokrasi sandıktan ibaret değildir. Seçimler öncesinde dinsel istismar yapıldığı, para ve avanta dağıtıldığı herkesin malumudur.

CIA ile iç içe çalıştılar

Başkalarını emperyalizmle işbirlikçilik yapmakla suçlayacak en son örgüttür Ortadoğu’da Müslüman Kardeşler. İngiliz istihbaratı ile ilişkileri 1940’lara, CIA ile ilişkileri de 1950’li yıllara kadar uzanır. Müslüman Kardeşler 1954-1970 arasında Mısır Devlet Başkanı Cemal Abdül Nasır’ı devirmek için CIA ile iç içe çalıştılar. Mursi iktidara gelince emperyalizmin ve İsrail’in çıkarlarını tehdit edecek ne yaptı merak konusudur!
Bir yıl önce iktidara gelirken de arkalarında ABD desteği vardı!

Ya iktidar iken ne yaptı? Mısır’ı tamamen ele geçirmeye çalıştı ve yandaşlarını
kilit noktalara yerleştirdi. Devleti İslamileştirdi, muhalefetin sesini hiç dikkate almadı ve toplumu kamplaştırdıMısır’ın % 10’nu oluşturan Hıristiyanları görmezlikten geldi onlardan bir tane bakan bile atamadı.

  • Ama kızların 9 yaşında evlenmelerinin ve ölen eşle cinsel ilişkiye girebilmenin önünü çıkardığı yasalarla açtı.

Yeni bir anayasa yapıldı, alelacele referanduma gidildi ve onaylatıldı.
Bu Anayasa’da devletin dini İslam ve yasamanın temel kaynağı İslam hukuku dendi.

  • Laiklik yoksa demokrasi yoktur

Öncelikle şunu kabul etmeliyiz ki, laikliğin olmadığı bir yerde demokrasiden bahsetmek kesinlikle imkansızdır. Laiklik ise bireyi, toplumu ve devleti dinin vesayetine karşı korur. Burada hedef alınan ve sorun olarak görünen din değildir. Dini arkasına alarak birey, toplum ve devlet üzerinde tahakküm kurmak isteyenlerdir. Dünyanın
en kötü, en vahşi ve en merhametsiz diktatörlükleri ve faşizmi dini, dolayısıyla Allah’ı arkasına alanlar tarafından kurulmuştur. Dünya tarihi bunun sayısız örnekleri ile doludur.

Bu sözlerimin üzerine bazı okurlarımdan şöyle bir itiraz gelebilir : Örneğin İngiltere ve İsveç gibi ülkeler resmi olarak laik değildir ama pekala dünyanın en iyi demokrasilerini işletebilmektedirler. Bu doğrudur çünkü bu ülkelerde geniş kitleler aydınlanma konusunda kat ettikleri mesafe nedeniyle din artık vesayet için bir enstrüman olabilme özelliğini kaybetmiştir. Fakat ağırlıklı nüfusu Müslüman olan ülkelerin bu lüksü yoktur.

  • Laiklik ilkesinin anayasalarında yer alması ve titizlikle uygulanması gerekir.

Türkiye Cumhuriyeti’ni kuranlar bu nedenle laiklik konusuna titizlik göstermişlerdir.

Demokrasinin olmaz ise olmazını uygulamayan veya aşındıran bir iktidar
demokrat olamaz, amacı kötüdür ve demokrasi söylemleri asla inandırıcı değildir.

İşte ben bu bakış açım nedeniyle Mursi’nin Mısır’da 25 milyon insanın aktif olarak katıldığı bir halk hareketi ile yıkılmasına alkış tuttum. Darısı başımıza dedim,
çünkü Erdoğan ve AKP iktidarının da beş aşağı beş yukarı aynı kafada olduklarını bildiğimden ve uygulamalarını bugüne kadar yakından gözlemlediğimden.
Erdoğan’ın Mursi’ye bütün dünyaya rağmen niçin hala sahip çıktığını
sanırım şimdi daha iyi anlaşılır. Gerçekte Erdoğan kendine sahip çıkıyor.

  • Esas darbe Mısır’da değil Türkiye’de!
  • Esas darbe Mısır’da değil Türkiye’de 11 yıllık AKP icraatıyla Cumhuriyetimize karşı yapılmaktadır.

Dünyanın neresine, hangi ülkesine giderseniz gidiniz, bir iktidar sandıktan çıktım diye
o ülkenin kurucu ideolojisini değiştirmeye kalkması darbedir. Bu ABD’de, Fransa’da, İtalya’da ve Avusturya’da da böyledir. Fransa’da hiçbir iktidar 1789 Fransız Devrimi öncesine özenemez. Avusturya’da hiçbir iktidar geçmişte onlara şanlı bir tarih yaşatan Habsburg hanedanı seviciliğine soyunamaz.

  • Demokrasi kendini korumak zorundadır.

“ Egemenlik kayıtsız şartsız milletindir “ sözü, egemenliğin kaynağının
Tanrısal olmadığının, millete ait olduğunun veciz ifadesidir.
Yoksa sandıktan çıkarsan her istediğini yapabilirsin anlamına gelmez.

Davutoğlu Mursi’nin devrilmesine darbe demeyenlere ve Mısır’da yeni yönetimin
keyfi tutuklamalarına kızmış. İnsanda biraz utanma duygusu olması ve aynada kendine bakması lazım. Gerçekten keyfi tutuklama, hukuksuzluk, adaletsizlik ve darbe arıyorsa lütfen ülkemize baksın.

Saygılar sunarım. (16.7.13)

Uluç Gürkan : KEMALİST DEVRİM


Dostlar,

Seçkin siyaset adamı, gazeteci – yazar, Uğur Mumcu ekolünden Sayın Uluç Gürkan‘dan, son derece doyurucu bir “KEMALİST DEVRİM” yorumu sunmaktayız.

Kendisine teşekkür borçluyuz. Sayın Büyükelçi Şükrü Elekdağ’ın konuya ilişkin
“Türkiye’nin Misyonu” başlıklı yazısının da birlikte okunması bizce yararlı olacaktır (S.Elekdag@milliyet.com.tr, 20.04.1998). 

Sevgi ve saygı ile.
10.7.13, Ankara

Dr. Ahmet SALTIK
www.ahmetsaltik.net

======================================

Kemalist Devrim…

Uluc_Gurkan

 
ULUÇ GÜRKAN

 

 

Yarı yolda bıraktırılmış ve yolundan saptırılmış Kemalist Devrim,
günümüz şartlarında yeniden başlatılmalı ve bütün sonuçlarıyla gerçekleştirilmelidir.

Kemalizm; bir ulusal kurtuluş ve aydınlanma devrimidir.

Ulusal egemenliğe dayanan tam bağımsız Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluş felsefesidir.

Kemalizmin amacı, çağdaş uygarlık düzeyine ulaşmış, laik ve demokratik Türkiye’yi
sosyal bir hukuk devleti olarak en kısa sürede kurmaktır.

Kemalizmin, kimi dogmatik ideolojiler gibi kutsal bir kitabı yoktur. Ancak “6 ok” adı verilen vazgeçilmez ilkeleri vardır. Bu ilkeler, birbirini tamamlayan bir Aydınlanma doğrultusudur.

Cumhuriyetçilik ilkesi, halkçılık ve laiklik ilkeleriyle birlikte demokrasiyi oluşturmaktadır.

Laiklik ilkesi, devletçilik dışındaki diğer ilkelerin ön koşuludur.

– Demokrasinin önkoşuludur; çünkü laiklik olmadan özgürlük olmaz.

– Milliyetçiliğin ön koşuludur; çünkü laiklik yoksa temel yapı ulus değil, ümmettir.

– Halkçılığın ön koşuludur; çünkü laikliğin olmadığı yerde halkın istekleri değil
dinci seçkinlerin tercihleri önceliklidir.

– Devrimciliğin ön koşuludur; çünkü laikliği kabul etmemiş bilimin ve çağın gereklerinin gerisinde kalmış kurumları değiştirmenin, geliştirmenin tartışması dahi yapılamaz.

  • Kemalizmin ilkeleri donmuş düşünce kalıpları, dogmalar değildir.
  • Aklın ve bilimin ışığında sürekli gelişen bir doğrultu tutarlılığıdır. Günümüzde; 

 

Laiklik: Din ve devlet işlerinin birbirinden ayrılmasından ibaret değildir. Bunun ötesinde, bir toplumda yönetenlerin, kuralları koyanların, yasaları yapanların yönetme yetkisini,
kural koyma, yasama yetkisini din dışı bir kaynaktan almaları demektir.
Dolayısıyla, bireyin eşitlik ve özgürlüğünün güvencesidir.

Cumhuriyetçilik: Dine dayalı düşünce ve yönetim kalıplarının yerini
güçler ayrılığı temelinde çağdaş demokratik kurumsallaşmanın almasıdır.

Milliyetçilik: “Türkiye Cumhuriyetini kuran Türkiye halkına Türk ulusu” diyen,
bütün yurdu üzerinde yaşayan insanını etnik köken, dini inanç ayrını yapmaksızın
bir arada yaşama iradesiyle kucaklamaktır.

Halkçılık: Ezen ve ezilenlerin olmadığı hakça bir düzen yönelimidir.

Devletçilik: Kamu yararının bireysel çıkarın önüne geçtiği,
dayanışma ve sosyal adalet yapılanmasıdır.

Devrimcilik: Yeniliklere, gelişmeye sürekli açık kalmak, açık anlatımıyla zamanın ruhunu yakalamaktır.

21. Yüzyılın Barış Projesi

  • Kemalist Devrim, 21. Yüzyılın barış projesidir.

* Türkiye kendisini Atatürk’ün açtığı yolda laik ve demokratik bir ülke olarak tanımlarsa, insanlık dünyanın geleceği için umutlu olabilir.

Buna karşın, Türkiye kendisini Yeni Dünya Düzeni’nde egemen güçlerin biçtiği rol kapsamında ılımlı İslam devleti olarak tanımlar, Kemalist düzeni daha İslami yapılarla değiştirmeye zorlarsa, insanlık dünyanın geleceğinden umutlu olmamalıdır.

Türkiye önemlidir, çünkü Türkiye 90 yıl önce Kemal Atatürk’ün önderliğinde
halkının çoğunluğu Müslüman bir ülkenin çoğulcu ve katılımcı demokrasiyi uygulayıp yaşatabileceği iddiasıyla bir atılım yapmıştır.

Batı dünyasında, çoğulcu demokrasi ve sanayi toplumunun sadece Hıristiyan kültür ve değer yargıları ortamında gelişip boy atabileceği hususunda sarsılmaz bir inanç vardır.

Ünlü sosyal bilimci Max Weber de “Protestan Ahlakın İlkeleri ve Kapitalizmin Özü” adlı eseriyle bu bu görüşe akademik bir temel kazandırmıştır. Türkiye, İslam dinini, laik devlet yapısı ve çoğulcu demokrasiyle bağdaştıran bir sistemin dünyadaki tek uygulayıcısı olarak bu görüşü çürütebilme imkânına sahiptir.

İslam coğrafyası için gerçekten demokrasi isteniyorsa, model Atatürk’ün laik ve demokratik cumhuriyet düzenidir. Bunu gerçekleştirmek Türkiye’nin tarihsel misyonudur.
Bakın çevremize… Ortadoğu adını verdiğimiz bu coğrafyada, doğumuzda güneyimizde, aynı tarihi, aynı kültürü, aynı inancı paylaştığımız komşularımız vardır. Ama aralarında bir tek Türkiye, demokrasiden söz edebilmektedir. Bir tek Türkiye, demokrasi uygulamasının eksikliklerini, yetersizliklerini tartışabilmektedir.. Yaşadığımız coğrafyada demokrasisini ilerletebilmek umudunu taşıyan tek ülke Türkiye’dir…

Bir tek Türkiye’de kadın eşit yurttaş seviyesindedir.

Bir tek Türkiye’de çağdaş sanat, bütün engelleme çabalarına karşın ayaktadır.

Tesadüf müdür bu? Hayır; tesadüf değildir… Türkiye’nin bu farklılığı bizi Atatürk’e, Atatürk’ün 23 Nisan 1920 günü başlattığı demokratikleşme sürecine, aydınlanma atılımına götürmektedir.

  • Atatürk’ün gerçekleştirdiği bu olay, sadece Türkiye için değil,
    bütün dünya için yaşamsal önemi olan bir devrimdir.

1789 Fransız Devrimi’nin halklarının çoğunluğu Hıristiyan olan Batılı ülkelerin demokratikleşmesi için anlamı neyse, 1923 Türk Devrimi’nin İslam coğrafyasında demokratikleşme etkisi de eş anlamlı olmalıdır.

Atatürk, günümüz dünyasında uygarlıklar çatışmasını barışa yönlendirecek gerçek anahtardır. İslam dünyasına demokrasi ihracı için, Amerikan savaş gücüne endeksli Büyük Ortadoğu Projesi’nin yerini barış içerikli 1923 Türk Devrim Modeli’nin alması
aklın ve gelecek umudunun gereğidir.

  • Yarı yolda bıraktırılmış ve yolundan saptırılmış Kemalist Devrim,
    günümüz şartlarında yeniden başlatılmalı
    ve bütün sonuçlarıyla gerçekleştirilmelidir.

(10 Temmuz 2013)