Etiket arşivi: atatürk

SEVR – LOZAN – AB (Yeni SEVR) ?…


Dostlar,

10 Ağustos 1920’de Osmanlı devletince (Son Padişah Vahdettin!)
bağıtlanan (imzalanan)
Sevr Antlaşması’nın 93. yılındayız.

Toplumun doğru tarih bilinci edinmesi, uluslaşmada ortak tarih ögesini besler.

Sayın Prof. Ünsal Yavuz, Devrim Tarihi uzmanıdır.
Değerli ve öğretici derlemesini aşağıda sunuyoruz.
Kendisine teşekkür ederiz.

Bizim de bu gün (10.8.13) sitemize koyduğumuz Sevr Antlaşması konulu yazımız var.. Ayrıca Conk Bayırı savunmalarının ve Mustafa Kemal Paşa‘nın
ciddi olarak yaralandığı gün.  Bu konuda da bir yazımızı size sunduk bu gün..

  • Tarihten ders alalım ki, yinelemesin.
  • “Tarih tekerrürden ibarettir” söylemi bir tuzak retoriktir ve
    aptallaştırma ereklidir.

Ders alınırsa tarih yinelemez, yeni yeni yaşanan olayları yazar.

En azından yakın tarihlerini bilmeyen toplumlar,
bir Parkinson hastasından çok farklı değillerdir, zavallıdırlar.

Okuyalım, dünü anlayalım, günümüze bağlayalım ve geleceği öngörelim..
Fikir sahibi olmak için önce doğru – güvenilir – güncel bilgi sahibi olalım.

Sevgi ve saygı ile.
Elazığ, 10.8.13

Dr. Ahmet Saltık
www.ahmetsaltik.net

=======================================

SEVR – LOZAN – AB (Yeni SEVR) ?…

portresi_genc
Prof. Dr. Ünsal YAVUZ
ADD Bilim Danışma ve Yazı Kurulu Üyesi

 

M. K. Atatürk Söylev’inde Lozan Antlaşması

“…Bu antlaşma, Türk ulusuna karşı yüzyıllardan beri hazırlanmış ve
Sevr Antlaşması ile tamamlandığı sanılmış büyük bir yok etme girişiminin yıkılışını bildirir bir belgedir. Osmanlı tarihinde benzeri görülmemiş bir siyasal utku yapıtıdır!..”
 şeklinde değerlendiriyor.

Tarih bilimi hiç kuşkusuz üzerinde düşünülecek ve dersler çıkaracak sınırsız örneklere sahip engin bir çalışma alanını oluşturmaktadır.

DOĞU SORUNU…

Osmanlıların Rumeli’ye geçip Avrupa içlerinde ilerlemeleri ve yaptıkları fetihlerle idari düzenlerini buralarda kurarak yerleşmeleri sonunda da Viyana önlerine gelmeleriyle birlikte siyasi platformlarda konuşulmaya başlayan bu siyasi terim; barbar Türkleri önce çıkıp geldikleri Anadolu’ya sonra da Orta Asya bozkırlarına püskürtmeyi ifade etmektedir. II. Viyana kuşatmasından sonra bu projelerini adım adım gerçekleştiren batılı devletler, Sanayi Devrimi’nin getirdiği sonuçların yanı sıra Osmanlı Devleti’nin içinde bulunduğu olumsuz koşullardan yararlanmışlar; bir yandan sanayi ürünlerini geniş Osmanlı topraklarına sokup pazarları ellerine geçirirken diğer yandan gereksinim duydukları hammadde kaynaklarını elde ettikleri siyasi, ekonomik ve ticari ayrıcalıklarla ülkelerine taşımışlar, işleyip satmışlar ve biriken sermayelerini de ele güne el avuç açarak sıcak para arayan Osmanlı yönetiminin emrine vermişlerdir.

Sonuç; yirmi yilda (1854-1874) on altı borçlanma, Osmanlı Devleti’nin iflasının ilanı olan 1875 Tebliği… ancak, batılı alacaklı devletlerin bunu kabul etmeyip 1881’de yayınlanan Muharrem Kararnamesi ile Düyun-u Umumiye’yi (Genel Borçlar İdaresi) kurarak, devletin tüm vergi gelirlerine, toprak altı ve üstü kaynaklarına el koymaları… Sonuç, devletin maliye ve ekonomisinin yabancı denetimine girmesi. Batılıların bu sanayi, sermaye ve kültür yayılmacılığını siyasi açıdan tamamlayan sonuncu aşama ise I. Dünya Savaşı ile gelmiş ve savaştan yengi ile çıkan devletler Mondros Bırakışması (30 Ekim 1918) ile ivedi çözüm bekleyen sorunların üstesinden geldikten sonra I. Dünya Savaşı yıllarında aralarında yaptıkları Gizli Paylaşım Antlaşmaları doğrultusunda Ocak-Mayıs 1919 tarihleri arasında Paris’te gerçekleştirdikleri Barış Görüşmeleri ile nüfuz bölgelerini saptayarak ülke topraklarını işgal etmeye başlamışlar ve 10 Ağustos 1920 tarihli Sevr Antlaşması ile de projelendirerek akıllarınca Doğu Sorunu’na son noktayı koymuşlardır ..

SEVR ANTLAŞMASI’NDA NELER İSTENİYORDU?…

Osmanlı Sadrazamı Tevfik Paşa’nın göz yaşlarını tutamayarak (!) imzaladığı, İstanbul’da Saltanat Şurası’nın onadığı ancak, Ankara hükümetinin ise suratlarına yırtıp attığı bu belgede batılılar neler istiyorlardı?

Burada Batılıların o günkü istekleri ve bu günkü oyunları arasında köprü kurmamıza yardımcı olacağı düşüncesiyle yalnızca aralarında benzerlikler olan sorunları masaya yatırmak istiyoruz. Bunlar da sınırlar, azınlıklar ve mali- ekonomik konular ile ilgili olan sorunlardır.

Sınırlar konusu   : Batılılar Giresun’dan Doğu Anadolu’ya uzanan Bitlis ve Van Gölü’nün güneyinden geçen hattın sınırladığı bölgede bağımsız bir Ermenistan devletinin yanı sıra Fırat’ın doğusunda Ermenistan, Irak ve Suriye arasında kalan topraklarda özerk bir Kürdistan devleti planlamışlar ve bunun onayını Wilson’a bırakmışlardı .Burada , önemli olan nokta ; eğer bir yıl sonra bu bölge halkı
Milletler Cemiyeti‘ne başvurarak bir devlet kurmak isterler ve de Cemiyet bunu kabul ederse Türkiye bu bölgedeki bütün haklarından vazgeçmesi ile ilgili idi .

Azınlıklar konusu : Sevr’in 36,72 ve 141. maddelerinde yer alan, yerlerinden (Tehcir Yasası ile) ayrılmış olan halkın eski yerlerine dönmesi, mallarının onarılması ve hükümetçe ödenmesinin Milletler Cemiyeti’nce görevlendirilmiş bir yargıç eliyle denetiminin sağlanmasının yanı sıra azınlıkların Millet Meclisi’nde sayıları oranında temsil edilebilmelerini için seçim yasasında gerekli değişikliklerin yapılarak iki yıl içinde İtilaf devletlerine sunulması , ayrıca Patrikhanenin ve benzeri kurumların haklarının artırılması ve pekiştirilmesinin yanı sıra yönettikleri okul ve öksüzler yurtlarında, hükümetin denetleme haklarının kaldırılması istenmekte idi .

Ekonomik ve Mali Kapitülasyonlar konusu : Sevr’in 231,232,233. maddeleri ile savaştan önce İtilaf Devletleri’ne tanınan ekonomik nitelikli ayrıcalıkların yine tanınmasına devam edilirken bundan yararlanmamış olan devletlere de ( Yunanistan, Ermenistan vb.) yaygınlaştırılması öngörülüyordu . Mali konularda ise; İtilaf Devletleri salt Türkiye’ye yardımcı olmak amacıyla (!) içlerinde bir Türk’ünde bulunacağı bir Komisyon kuruyorlardı. Bu Komisyon Türkiye’nin gelirlerini artırıcı bütün önlemleri(!) alacak, Meclis’e sunulacak bütçe önerilerini öncelikli olarak onaylayacak; ve üyelerini saptadığı Türk Maliye Teftiş Kurulu aracılığı ile mali yasa ve tüzükleri denetleyecek; Düyun-u Umumiye borçlarına karşı tutulan gelirlerin dışındaki tüm gelirler bu komisyonun emrine verilecek, Düyun-u Umumiye ise, Osmanlı Bankası aracılığı ile ülkenin para işlerini düzenleyecekti ?!…

LOZAN ‘DA NE OLDU ?…

Soy, din ve dil azınlıkları yaratarak, ülke ve ulus bütünlüğünü bölme mali ve ekonomik ayrıcalıkların yanı sıra eğitim, kültür, ibadet özgürlüğü gibi istemlerle her türlü bağımsızlık ve egemenlik haklarımıza yönelik suikastlarla üzerimize gelen bu saldırganlara, Sevr belgesi yırtılıp suratlarına çarpıldıktan sonra  ulusal boyutta onurlu bir bağımsızlık savaşı ve onu tamamlayan Mudanya Bırakışması ve Lozan Antlaşması ile uluslararası diplomasi arenalarında Türkiye Cumhuriyeti Devleti ve Türk Ulusu varlığı gerçeği yadsınamaz bir şekilde kabul ettirildi.

Ancak, batılılar ne bu üst üste aldıkları yenilgileri ne Atatürk’ü ne de O’nun önderliğindeki devrim ile kendi düzeylerini tutturan, çağdaşlık ve uygarlık ölçütleri etrafında yönetsel, kurumsal ve toplumsal yapılanmasını gerçekleştiren, sanayileşerek kürede saygın yerini alan tam bağımsız Türkiye Cumhuriyeti Devleti gerçeğini hiçbir zaman içine sindiremedi, sindiremiyor ve sindiremeyecek…

Yakın zamanda İnternet ortamına düşen Rockfeller ve Rotschild’in birlikte yaptığı ve Banu Avar ile Murdoch’un tanık olduğu açıklamalardan aktardığımız ufak bir alıntı batılı çevrelerin bu düşüncelerinin somut kanıtını oluşturmaktadır.

Rotschild şunları söylüyor                       :

  • “…Bizim için Osmanlı İmparatorluğu’nu yıkmak çok zor olmadı. Çünkü padişahlar genellikle Türk kadınları yerine, fethettikleri ülkelerden köle olarak getirdikleri başka din ve ırklara mensup kadınlarla evleniyorlardı. Tabii Hürrem Sultan gibi bu kadınlar zamanla ülke yönetiminde söz sahibi oldular ve kendileri gibi yabancı kökenli adamlarıyla bizim istediğimiz gibi, ülkeyi yıkıma götüren bir şekilde yönetmeye başladılar. Padişahlar ise devlet yönetiminin emin ellerde olduğu düşüncesiyle zevk ve sefaya dalmışlardı. Bu da Osmanlı’nın çöküş devrini başlattı. Hazine plansız harcamalarla tüketildi. Savaş sonunda hedefimize ulaşmamıza az kalmıştı; ama Atatürk adında bir lider ortaya çıkarak planlarımızı
    bir süreliğine ertelememize neden oldu
    …”

AB veya YENİ SEVR…

Şimdi Avrupa Birliği Parlamentosu’nun gözlerden uzak tutulmaya çalışılan
ve ülkemizde soy, din, dil ayrıcalıkları yaratarak devletimizin ülke ve ulusuyla bölünemez bütünlüğüne yönelik kararlarına kısaca göz gezdirelim :

22.12.1993 tarihli karar : Türk Devleti’nin bütünlüğü, yalnızca Kürtlerin kendi dillerini kullanma ve öğrenme hakkıyla ve gelenek ve göreneklerinin varlığını sürdürmesiyle fakat aynı zamanda uygun düzeylerde idari özerklikle de uyumlu olabilmelidir.

18.1.1996 tarihli karar : Kürt vatandaşlarının Türkiye içinde bir tür kültürel özerklik elde etmeleri için, barışçıl yollardan çaba gösterme hakları tanınır .

10.6.1996 tarihli karar : Avrupa Parlamentosu, Türk yetkililerden Türkiye’de bulunan tüm Kürtlerin haklarını tanımasını ister .

19.9.1996 tarihli karar : Avrupa Parlamentosu, Türkiye’nin Kuzey Irak’ta bir güvenlik bölgesi yaratma niyetini mümkün olan en sert terimlerle reddeder ve bu girişimi, ciddi bir uluslar arası hukuk ihlali olarak değerlendirir. Türkiye’yi bu plandan vazgeçmeye ikna etmesi için AB Konseyi’ne çağrıda bulunur.

17.9.1998 tarihli karar : Avrupa Parlamentosu, Türkiye’nin Kuzey Irak işgalini lanetler ve PKK terörizmiyle baş etme ihtiyacının milletlerarası sınırların ihlal edilmesini haklı kılmadığını düşünür .

8.11.2000 tarihli rapordan : Avrupa Birliği, devlet yetkilerinin merkezi idareden mahalli idarelere devrini savunmakta ve bu amaçla mahalli idareler reformu tasarısının kabulünü istemektedir ; “Merkezi idarenin mahalli yönetim üzerindeki denetimi güçlü olmaya devam etmektedir. Daha öte bir adem-i merkeziyetçiliği amaçlayan ve hala bakanlıklar arasında görüşülmekte olan mahalli yönetime ilişkin yasa taslağının kabul edilmesini beklemektedir.”.

24.10.1996 tarihli karar :

1) Avrupa Parlamentosu, Dünya’nın her tarafındaki milyonlarca Ortodoks Hristiyan için Konstantinopolis’teki (!) Patrikhanenin önemini göz önünde tutarak, Türk yetkililerinin Ekümenik Patrikhanenin tam olarak korunması konusundaki yükümlülüklerinin farkında olarak, diğer dinsel yerlerin korunması yönünde gerekli önlemleri alması için Türk yetkililerine çağrıda bulunur.

2) Avrupa Parlamentosu, Patrikhaneye doğrudan bağlı olan Heybeliada Ruhban Okulu’nun derhal yeniden açılması çağrısında bulunur .(Parlamentonun 13.11.2001 tarihli kararında aynı konu yinelenmektedir.)

8.11.2000 tarihli rapor : “… Heybeliada’daki Ruhban Okulu’nun kapalı kalması konusu da dahil olmak üzere, 1923 Lozan Antlaşması kapsamında olsunlar olmasınlar, Müslüman olmayan tüm kesimlerin somut taleplerinin gerektirdiği gibi incelenmesi …” istenmektedir .

18.1.1996 , 19.9.1996 ve 17.9.1998 tarihli kararlar : Türkiye’nin adayı askersizleştirmesi, Kıbrıs sorununa adil ve uygulanabilir bir çözüm bulunması yolunda BM kararlarının kabul edilmesi, Kıbrıs’ın Avrupa Birliği’ne katılması yolundaki görüşmelerin kesintisiz olarak devam edilmesi konularını içermektedir .

15.11.2000 tarihli kararı ile Avrupa Parlamentosu, 1980’li yıllardan beri 1915-1917 olaylarını BM’nin 9.12.1948 tarihli kararına uygun olarak “soykırım” olarak ilan etmiş ve bunu Türk hükümetlerinin de kabul etmesini istemiştir. Türkiye’nin bu olguyu reddetmesinin AB üyeliğinin kesin engeli olduğunu açıklamıştır.

25.10.2001 ve 13.11.2001 tarihli kararlarında ise Avrupa Parlamentosu Türkiye’ finansal krizden kurtulabilmesi için IMF ve Dünya Bankası’nın destek sağladığı ekonomik reformlarla ilgili olarak hükümetin aldığı kararları ve çıkardığı yasaları memnuniyetle karşılamakta ve bunların” AB üyeliği için gerekli kriterlerin yerine getirilmesine yardımcı olacağını” vurgulamaktadır.

SONUÇ                                        :

Avrupa Birliği üyelerinin yıllardır ülkemizi aralarına alacakları yolunda bağımsızlık ve egemenlik haklarımıza saldırı niteliğindeki kabul edilemez ve sonu gelmez ısrarlı isteklerinin yanı sıra inandırıcılığını yitirmiş sözlerinin artık, bir türlü kabullenemedikleri Lozan Antlaşması’nın rövanşını almaya dönük olduğu, sınırlı sayıdaki ahmak ve işbirlikçi vatandaşımızın (!) dışında sokaktaki sade vatandaşların bile görüp, anladığı ve tepkisini dile getirdiği yadsınamaz bir gerçektir

Bütün bunlardan sonra bugünlerde bir de akıl ve mantıktan uzak yapay Lozan tartışması yaratarak kamuoyuna mal etmeye çalışan nankör aydın ve ahmaklar için Verheugen, Karen Fogg, Oostlander, Giscard d’Estaing, Bayan Mitterand, Bush, Wolfowitz, Grosmann, Rumsfeld ve benzerlerinin küstahça sözleri ve davranışları, başımızın torbalanması ellerimizin kelepçelenmesi gibi ulusumuza doğrudan yapılan saldırılar da bir anlam taşımıyorsa , böylesine işbirlikçilik ve satılmışlık ruhu içinde, gözleri dönmüş ve kendinden geçmişlere söylenecek tek şey kalıyor :

Bu ülke, geleceği bunlara bırakılamayacak kadar saygın ve onurludur!..

O halde görev yine, Atatürk’ten aldığı güçle

  • Laik ve Demokratik Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin ülke ve ulusuyla bölünemez bütünlüğüne
  • ödünsüz ve kararlı bir biçimde sahip çıkma görevini
  • üstlenmiş olan toplumun dinamik ve ulusal güçlerine kalıyor…

Bölünme Kimin Yararına?

Dostlar,

“Işıklı insan merhum Prof. Dr. Alpaslan Işıklı hocamızınaramıdan ayrılışı
13 Temmuz 2013 idi..

Saygın anısına sitemizde epey yazı yayımladık..

Bir başkasını daha paylaşarak, yokluğunda da O’ndan aydınlanmamızı sürdürelim..

Çok önemli bir belge..

portresi

Bolunme_kimin_yararına_Diyap_Aga’nin_torunlari_Kasım_2007_Alpaslan_ISIKLI

İbretle okuyalım, okutalım ve günümüze bağlayalım..

Sevgi ve saygı ile.
30.7.2013, Ankara

Dr. Ahmet Saltık
www.ahmetsaltik.net

LOZAN’ı KUTLAMAK

LOZAN’ı KUTLAMAK

portresi2

 

Onur ÖYMEN

 

 

Lozan Antlaşması’nın 90. yıldönümünü büyük bir coşkuyla kutluyoruz.

Atatürk Lozan Antlaşması için şunları söylemişti:

  • «Lozan Antlaşması, Türk milleti aleyhine, asırlardan beri hazırlanmış
    ve Sevr Antlaşmasıyla tamamlandığı zannedilmiş, büyük bir suikastın yıkılışını ifade eden bir belgedir. Osmanlı devrine ait tarihe eşi geçmemiş bir siyasi zafer eseridir. »
     

Lozan, 3 yıl önce Osmanlı İmparatorluğuna Sevr Antlaşması‘nı dayatan Batılı güçler için büyük bir yenilgi olmuştu.

W. Churchill Lozan için şunları söylüyordu:

  • “Türklerin yeniden Avrupa’ya girmeleri Müttefikler için en kötü aşağılanmadır… Müttefiklerin zaferi hiçbir yerde Türkiye’deki kadar tam olmamıştı. Şimdi galibin gücü, hiçbir yerde Türkiye’deki kadar gösterişli bir şekilde aşağılanmamıştır. Ve sonunda başarılı bir savaşın bütün meyveleri, uğrunda binlerce askerin yaşamını verdiği Gelibolu, Filistin, Mezopotamya…başarıları, bunların hepsi bir utanç içinde sona ermiştir.”
Onlar Lozan’da yenilmişlerdi ama Türkiye’yle ilgili istemlerinden
vaz geçmemişlerdi. Lozan’da İngiltere Baş Delegesi ve Dışişleri Bakanı
Lord Curzon İsmet Paşa’ya şunları söylüyordu:

  • “Paşa, sizden hiç memnun değiliz. Ne söylesek reddediyorsunuz.
    Bu reddettiklerinizi biz cebimize koyuyoruz. Ülkeniz haraptır, perişandır,
    imara ihtiyacı vardır. Yarın gelip bunun için paraya ihtiyacınız olacak.
    Bu para bir bizde var bir de şu yanımdaki Amerikalılarda var.
    Biz önümüze gelip de diz çöktüğünüz, bizden borç istediğiniz zaman
    bu cebimizdekileri ortaya çıkartacağız.”

Curzon’un mesajı açıktır. Bizden borç istediğinizde şimdi vermediğiniz siyasal ödünleri sizden alacağız. İsmet Paşa buna kesin yanıt  verir:

  • “Siz şimdi istediklerimizi yapın, yarın gelip de önünüzde diz çökersem
    o zaman cebinizdekileri çıkartırsınız.”

Atatürk ve İsmet Paşa onların önünde hiç diz çökmedi.
Ülkenin bağımsızlığını kararlılıkla korudular. 


Bugün Atatürk’ü, İsmet İnönü’yü bir kez daha saygıyla, şükranla ve gururla anıyoruz.

Türk milleti, onlardan aldığı güçle hiçbir zaman diz çökmeyecek ve
Lozan’da sağladığı kazanımları feda etmeyecektir.

GEZİ’nin ANLAMI

GEZİ’nin ANLAMI

file:/Users/apple/Desktop/1427%20pazar/indd/28PD05/%2028%20TEMMUZ%202013:CALISMALAR:LOGOLAR%20ICIN:PAZARINPENCERESINDEN-2SATIR.jpg
file:/Users/apple/Desktop/1427%20pazar/indd/28PD05/%2028%20TEMMUZ%202013:KELLE%20FOTOLAR:DSELCUK.jpg

Prof. Dr. SELÇUK EREZ
www.selcukerez.com

Yaşamımın önemli bir bölümü Taksim Gezi Parkı’nın yakınlarında geçti.

Neler gördüm?

1943’te, İnönü Cumhurbaşkanıyken, buraya büyük bir heykel kaidesi yerleştirildi.

Anıtın kaidesinin bir yanına, Atatürk’ün, İsmet Paşa’nın “Milletin kötü talihini” yendiğini belirten sözleri yazılmıştı. Öbür yanına ise “Milli Şefimiz İsmet İnönü’ye İstanbul şehrinin sevgi, saygı ve minnet duygularıyla” diye biten bir cümlenin sarı pirinç harfleri kakılmıştı.

Bu kaide, herhalde halk arasında desteğini yitirmekte olan iktidar başına “sevgi ve minnet duyguları” hissedilmesi, gerçeklerle pek bağdaşmamaya başladığından orada, uzun süre tek başına, heykelsiz bekledi. İktidar değişince, kaidenin etrafı tahta perdelerle kapatıldı. Yeni iktidar, muhalefet partisi başkanının başarılarını anımsatan satırların okunmasını istemedi. 1960 darbesinden sonra tahta perdeler yıkıldı ama İsmet Paşa’nın heykeli buraya getirilmedi. Bir süre sonra kaide de, heykel de
Maçka Park’ında -gelen geçenin görmemesini istediklerinden olmalı-
ağaçlar arasında kalan kuytu bir yere yerleştirildi.

Darbeden sonra Taksim Meydanı’nın ortasına yirmi metrelik bir süngü dikmişlerdi.
Biz o tarihten 1981’e gelinceye dek bu antidemokratik simgeyi görür, bu zevksizliğin bir an önce ortadan kaldırılmasını dilerdik.

1 Mayıs 1977 İşçi Bayramı’nda kalabalıklar Taksim Meydanı’nı doldurmuştu.

DİSK Başkanı Kemal Türkler
konuşurken etraftan silahlar patladı:
Sular İdaresi binasının üstünden ve meydandaki otelden hâlâ gizlenenlerce açılan ateş sonucu ve sıkışıp ezilme nedeniyle 34 insan yaşamını yitirdi.

Taksim Meydanı ve gezisi, demokrasi tarihimizin her devrini bir köşesiyle yansıtan bir alandır. Bu yaz, bu niteliği daha da önem kazandı: Gezi‘nin yok edilip yerine sözde bir Topçu Kışlası kondurulmaya kalkıldığında, çok sayıda genç vatandaşımızın demokrasi tarihimizin nirengi noktalarından birinin ve önemli bir yeşil alanın yokedilmesine karşı çıkması, gaza, plastik kurşuna vb. direnmesi, burasını tarihimiz açısından daha da önemli bir konuma getirmiştir. Bu nedenle de olduğu gibi korunmalıdır!

Neyi anımsatıyor?

Paris’te, despotluğun simgesi haline gelmiş olan Bastille Hapishanesi’nin
1789 Devrimi’nde halk tarafından basılmasından sonra olanları:

Devrim’den on beş yıl sonra Fransa’nın başına geçen Napoleon, yıkılan hapisanenin yerine devrimi değil kendi başarılarını anımsatan 24 metre yüksekliğinde bir fil heykeli kondurmaya kalkmıştı. Heykelin ancak alçıdan yapılmışı alana yerleştirilebilmiş, Napoleon devrildikten sonra 1840’ta bir despotu ve zevksizliğini anımsatan
bu fil kaldırılmış, 1840’ta alana, Devrim’in kimliğini yansıtacak bir abide dikilmişti.

Gezi direnişini anlamak için hem çağımızın gençleri gibi düşünebilmek
hem de tarih bilmek gerekir.

(Cumhuriyet PAZAR Eki, 28.7.13)

TÜRKER ERTÜRK: Bİ ŞEY YAPMALI!

Bİ ŞEY YAPMALI!

portresi_papyonlu

TÜRKER ERTÜRK

Erdoğan liderliğinde AKP iktidarı para bulabilmek, yandaşları ile birlikte
talan yapabilmek ve sermaye transferini gerçekleştirebilmek için
ülkemizi haraç mezat satmaktadır.

Bu onursuzluğu en son yaşadığımız yer Kasımpaşa ’dır. Burada Osmanlı ve Türk Denizcisinin tarihi yatmaktadır. Ecdada sahip çıkmak, ecdadın uçkuru için yediği haltları gizlemek değildir. Kasımpaşa’da gerçek tarih satılmış, hayırlı ve iyi işler yapan ecdadımıza ihanet edilmiştir. (A. Saltık : 500 yıllık Haliç Tersanesi’nin RT Edoğan’a yakın Fettah Tamince’ye satılması!)

İhanetin diğer bir yüzü doğu ve güneydoğudadır.

  • Ülkemizin bir parçası, emperyalizm istedi diye
    adım adım Türkiye ’den koparılmaktadır.
    Bunun sorumlusu Erdoğan ve AKP iktidarıdır.

Okurumun mektubu!

Bugün size o bölgenin insanı olan ama Atatürk’e, O’nun önderliğinde yapılan
Türk Devrimlerine yürekten bağlı bir okurumun mektubunu özetleyerek aktaracağım.

  • PKK’nın çekildiğine dair bir gözlemim yok.
    Aksine PKK’ya katılımlar artmış durumda ve örgütün şehirlerdeki etkinliği
    eskisi ile kıyaslanmayacak ölçüde büyüdü ve büyümeye devam ediyor.
  • Katılımların artmasının nedeni PKK’nın ‘Özerk Kürdistan kuruluyor! Kürdistan’ın polise, askere, bürokrata, memura ve işçiye ihtiyacı olacaktır. Bu kadrolarda yer almak istiyorsanız, kararınızı vermelisiniz ve tarafınızı açıkça ortaya koymalısınız!‘ diyen söylemleri ve ikna çalışmalarıdır.
    Halk ne yapacağını şaşırdı, ekonomik durum kelimenin tam anlamı ile perişan. İster istemez bu söylemler halkı etkiliyor.

“Maden arıyoruz” dümeni

Bölgeye yerli turistler güvenlik gerekçesi ile gelmeye kaçınırken, görevli bürokratlar ve güvenlik güçleri caddelerde ve sokaklarda görünemez iken, Amerikalı siviller
“maden arıyoruz” dümeni ile kırsal kesimlerde, il ve ilçe merkezlerinde cirit atıyorlar. Bunların her halinden ajan olduğu belli! Ayrıca bilgi toplamak için kimi insanlara
para dağıttıklarına gözleriyle tanık olanlar var.

PKK’nın en ufak bakkal dükkanından bile vergi adıyla haraç alması yüzünden bölgede istihdama yönelik hiçbir yatırım yapılmamaktadır.
İl ve ilçe merkezleri kahvehanelerle ve içleri de işsiz ordularıyla doludur.

Çevre, insan hakları ve tutuklu aileleri ile dayanışma gibi masumane kisvelerin arkasına gizlenen Sivil Toplum Kuruluşları (STK) bölgede halkı devlet güçlerine karşı kışkırtma peşindedir. Bu amaçla para ve çıkar dağıtmaktadırlar. Geçmişte toprak ağaları ve aşiret reislerinin kontrolünde olan bölgenin tarım ve hayvancılık gelirleri
artık yön değiştirerek PKK’ya akmaktadır.

Devlet malı deniz yemeyen domuz!

Bölgede yapılan kamu inşaatlarının ihaleleri BDP ve AKP milletvekillerinin baskısı ile teknik donanımları ve alt yapıları yetersiz bölge müteahhitlerine verilmektedir.
Çok kötü işçilik, niteliksiz ve ucuz malzemelerle yapılan ve şartnamelere uygun olmayan bu spor salonları, hastaneler, okullar, devlet binaları, sağlık ocakları, köprüler, havaalanları ve toplu konutlar daha ilk yıllarında dökülmeye başlıyorlar.
Adeta devletin malı deniz yemeyen domuz misali!

PKK’nın önemli gelir kalemlerinden uyuşturucu işi için bölge halkına tehditle
Hint keneviri ektirilmektedir. Çıkan ürüne alım garantisi ve köylüye yüksek gelir sözü verilmektedir. Halkın bir bölümü bu tehdide boyun eğerken, başka bir bölümü güvenlik güçleri ile işbirliğine giderek kendilerini ihbar etmekte ve zararını devletten almaktadır.

Özellikle Tunceli’de halk, PKK’nın bölgedeki varlığından ve Kürtlük ile Aleviliğin
yan yana anılmasından hoşnutsuzdur. Seyit Rıza olayı Tunceli halkını ikiye bölmüş durumdadır. Ses çıkaramasalar da, önemli bir kesim Seyit Rıza’nın bölge halkının yaşadığı acının tek nedeni olduğunu bilmektedir. Seyit Rıza gerçekten gösterilmek istendiği gibi eşkıya değil de kahraman olsaydı, bugüne dek heykeli, ilk kez,
memleketi olan Ovacık’ta Ovacıklılar tarafından dikilirdi.

Övünülecek başka şeyi yoktu

Seyit Rıza’nın idamı esnasında gösterdiği dik duruşun dışında, yaşamı boyunca övünülecek bir şeyi olmadığını, o günleri yaşayan ve yaşayanlardan dinleyen Ovacık halkı söylemektedir.

Sonuç olarak PKK bugüne dek;

* Halkın hakkını sömüren ağadan veya aşiret reisinden farklı bir şey yapmamıştır.

PKK bugüne dek;

* Halka ekmek, iş, okul sağlık hizmeti sağlaması için ağayı, aşiret reisini, müteahhidi ve siyasiyi zorlamamış ve tehdit etmemiştir. 

PKK tüm gücünü;
– halkı sömürmek,
– haraç toplamak ve
– terörist olarak savaştırmak için kullanmıştır.

  • PKK’nın bu yaptıklarının arkasında emperyalizmin olduğu çok açıktır. 

Kürt hakları ve ana dilde öğretim bu amaca yönelik kandırmacadır.”

diyor değerli okurumuz.

Yapılacak ilk şey!

Sevgili okurlar,

  • Hiç kuşku yok ki, ülkemiz hızla iç savaşa, bölünmeye ve parçalanmaya doğru gitmektedir.

Bu gidişi durdurmak için mutlaka bir şey yapmalı!

Sevilen efsanevi müzik topluluğumuz Moğollar da

“Birisi oy peşinde,
öteki rant peşinde,
kıyamet değilse bile
bi şey kopmalı,
bi şey yapmalı“ 
diyor.

Bu ülkede kötü gidişe karşı yapılacak ilk şey,
Erdoğan 
liderliğindeki AKP iktidarını ve emperyalist işbirlikçi zihniyetini yıkmaktır.

Bu mücadeleye az veya çok, destek ve katkı vermek her yurtseverin
birinci sorumluluğudur.

Saygılar sunarım.
İLK KURŞUN (26.7.13)

Erzurum Kongresi 94 Yaşında!

 

Erzurum Kongresi 94 Yaşında!

Mustafa Kemal Paşa, Erzurum Kongresi’ne tüm askeri san ve görevlerinden ayrılmış olarak (İstanbul hükümetinin görevden alması / kendisinin istifası) ile, güçlükle sağlanan bir sivil giysiyle katıldı. Kongre açış konuşmasında şu sözleri tarihe geçti ve örnek oldu :

  • “Efendiler, Sine-i millette bir ferd-i mücahitim..”

Erzurum_Kongresi'nde_Ataturk_Sivil_Giysiyle

Büyük Atatürk, bu yaşamsal Kongreye, tüm görevlerinden istifa etmiş, boynunda hain padişah Vahdettin‘in idam fermanı olduğu halde,
kendi deyimi ile
  • SİNE-İ MİLLETTE FERD-İ MÜCAHİDİM
diyerek katılmıştı..
Bu kongre Türk Kurtuluş savaşının en kritik dönemeçlerinden biridir.
Kazım Karabekir Paşa‘ya şükranla..
Erzurum Kongresi : 23 Temmuz – 7 Ağustos 1919
Mustafa Kemal Paşa, ilk büyük kongreyi topladığı Erzurum’da
hükümet konağı önünde Vali Zühtü Bey, memurlar ve subaylarla..
Erzurum Kongresi’ne katılan 56 harman yürekli yiğide,
başta Mustafa Kemal Paşa olmak üzere vatan minnettardır..

Erzurum Kongresi, 23 Temmuz – 7 Ağustos 1919 tarihleri arasında Erzurum’da toplanan kurultaydır. Kongreye çoğunluğu işgal altındaki 5 doğu ili Trabzon, Erzurum, Sivas, Bitlis ve Van’dan gelen 56 (62?) delege katılmış; 2 hafta süren Kongrede alınan kararlar Kurtuluş Mücadelesinde izlenen çizgide önemli ölçüde belirleyici olmuştur.

Bu kongreyi Atatürk düzenlememiştir. Erzurum kongresi bölgesel bir kongre olmasına karşın, tüm Ulusu etkileyecek kararlar alınmıştır

Kongreyi geçici başkan olarak Erzurum delegelerinden Hoca Raif Efendi açmış; yoklamanın ardından yapılan oylamada Mustafa Kemal Paşa kongre başkanlığına getirilmiştir.

Erzurum_Kongresi

Erzurum Kongresi’nde alınan kararlar:

  • Milli sınırlar içinde vatan bir bütündür, parçalanamaz.
  • Her türlü yabancı işgaline ve müdahalesine karşı millet hep birlikte direniş ve savunmaya geçecektir.
  • İstanbul Hükümeti vatanın bağımsızlığını sağlayamazsa geçici bir hükümet kurulacaktır. Bu hükümet milli kongre tarafından seçilecektir.
    Kongre toplanmamış ise, bu seçimi Temsilciler Kurulu yapacaktır.
  • Kuva-yi Milliye‘yi etkili, milli iradeyi hakim kılmak esastır.
  • Azınlıklara siyasi hakimiyetimizi ve sosyal dengemizi bozacak ayrıcalıklar verilemez.
  • Ancak bu vatandaşların canları, malları ve ırzları her türlü saldırıdan korunacaktır.
  • Manda ve himaye kabul olunamaz.
  • Milli irade ve toplanan ulusal güçler padişahlık ve halifelik makamını kurtaracaktır.
  • Mebuslar Meclisi’nin derhal toplanmasına ve hükümetin yaptığı işlerin milletçe denetiminde çalışılacaktır.
  • Sömürgecilik amacı taşımayan devletlerden teknik,sanayi ve ekonomik yardım
  • kabul edilebilir.

Sevgi ve saygı ile.
22.7.13, Ankara

Dr. Ahmet SALTIK
www.ahmetsaltik.net

HALK AYAKLANMASININ SOSYAL PSİKOLOJİK İRDELEMESİ


SESSİZ ÇIĞLIK EYLEMLERİ, KOLLUK VAHŞETİ ve R.T. ERDOĞAN ÜZERİNDEN;
HALK AYAKLANMASININ SOSYAL PSİKOLOJİK İRDELEMESİ


Prof. Dr. Ahmet SALTIK
ADD Bilim – Danışma Kurulu
Ankara Üniv. Tıp Fak.
www.ahmetsaltik.net

“Sessiz Çığlık” eyleminde bu Cumartesi de katıldık.
Kitle sayısal olarak önceki haftadan daha küçüktü.
Ankara tatile çıkıyor galiba.. diye düşündük. Ama tekerlekli sandalyesinde bir kadın da oradaydı! Hasdal’da, Hadımköy’de, Maltepe’de, Silivri’de, Sincan’da… zindanlarda tutsak ya da rehin alınan asker – sivil yurttaşların yakınları idi gene bir avuç..

Ellerinde “sevdiceklerinin” fotoğrafları vardı.. Yer yer kollarının var gücüyle
yukarı kaldırıyor, yorulunca da sıkı sıkı göğüslerine bastırarak tutuyorlardı.

Kadınlar, ağızları bağlı örgü örüyorlardı. Hava çok sıcaktı..

Bir gezgin (mobil) sesbüyütürden (hoparlör) marşlar çalınıyordu..
Güzelim Harbiye Marşı da!
Basın olarak Ulusal Kanal ve Başkent TV dışında mikrofon görmedik
ama en az 5-6 kamera üçayaklarının (tripod) üzerinde çekim yapmaktaydı.

Geçen hafta, birşeyler söylemek istediğimizi düzenleyiciye belirtmiştik. O hafta tümüyle
“sessiz çığlık” idi yapılan.. Ağızlar bağlı, kadınlar eşlerine çorap – hırka vb. örüyor;
fotoğraf ve posterler de zaten dilsiz..

Siyasal iktidar belki bu “dil” den anlardı !? Ama olumlu gelişen bir şey olmuyordu..

Bu hafta ilk sözü, Hukukun Egemenliği Derneği Başkanı Sayın Av. Erdem Akyüz aldılar. Bırakalım hukukun özünü, yani her somut olayda gerektiğinde hukuk yaratarak adaleti gerçekleştirmeyi; apaçık, net, pozitif hukuk kurallarının (normlarının) bile nasıl ayaklar altına alındığından örnekler verdi. Uluslararası normların da.. Dehşet verici bir tablo idi. Çünkü Hukuk içinde kalarak hak arama ve adaletsizliği dışlama (bertaraf etme) olanağı kalmamıştı.. Peki ne yapılacaktı?

Karşımızda hukuku pervasızca çiğneyen, yargıyı büyük ölçüde siyasallaştırmış bir iktidar vardı. Nasıl savaşım verilecekti? Silahlar denk değildi.. Hukukun Egemenliği Derneği Başkanı Sayın Av. Erdem Akyüz’ü dinlerken kafamızda bu acı çağrışımlar dolaşmaktaydı.

**************
Mikrofon bize uzatıldığında aşağı – yukarı şunları söyledik (yazarken eklemeler yaptık) :

Ülkemizin değişik zindanlarında yıllardır tutsak / rehin alınan asker – sivil yurttaşlarımızı
saygı ve sevgi ile selamlıyoruz. Verdikleri ulusal dava savaşımının (mücadelesinin) ortaklarıyız. Bu günler de elbet bitecektir. Onurlu ve dik duruşları nedeniyle onlarla övünüyoruz..

Biz bu gün burada salt bilimsel bir değerlendirme yapacağız. 40 yılı aşan tıp birikimimizi
öne çıkaracağız. Politik söylemler iktidarı çok rahatsız ediyor. Belki bilimsel gerçekler işe yarar??

Pekii.. Bir canlı, bir toplum neden ÇIĞLIK atar?

Tehlikede olduğunu, yardıma gereksinimi olduğunu başkalarına duyurmak için..
Bu davranışın Tıpta, Psiko-biyolojide karşılığı, Hans Selye’nin STRES KURAMI’dır.
Canlılar strese sokulduklarında ÇIĞLIK atarlar. Bu çığlık doğası gereği seslidir ve hatta olabildiğince yüksek şiddette (dBA) ve tizdir ki, duyulma olasılığı artsın.

Ne var ki, 1 yıla varan süredir bu eylemler SESSİZ ÇIĞLIK olarak yürütülüyor.
Hem çığlık atılacak hem de bu eylem, doğasına aykırı olarak SESSİZ olacak!
Aşkolsun bu halka, helal olsun bu insanların sabır, olgunluk ve yaratıcılıklarına!
Ancak bu sessiz çığlıkları da duyan yok! Oysa seslisinden etkili olur diye umulmuştu!

Çare neydi? Çare, hükümeti rahatsız edecek eylemlerde.. Bu belirlemenin de payı
olsa gerek ki, 1 aydır bu kez “İNTİFADA” (sesli mi sesli çığlık!) sergilenmekte.
İşte bu tablo siyasal iktidarı epey ürküttü ve o ölçüde de orantısız şiddet hatta vahşet kullanmaya başladı.

Oysa sağduyu, bu insanların ne dertleri olduğunu anlamaya çalışmayı gerektiriyordu.
Ardından da demokratik uzlaşma kültürünün gereği olarak istemleri olabildiğince,
hukuk içinde karşılamak..

Ne ki, tam tersini gözlüyoruz.. Gittikçe artan kolluk şiddeti..
Bu bir kısır döngüdür ve Sistem Kuramı’na göre yıkım doğurur.
Yıkılacak olan Halk değilse kimdir? Elbette siyasal iktidardır!

  • 5 insanımız öldü! 13 insan gözünü yitirdi, çok sayıda insanın yüzünde sabit izler kalacak (Adli tıp deyimi ile Çehrede sabit eser).. 60 dolayında ağır yaralı var. Kafatası kırılanlar, kaburgaları kırılanlar, halen yoğun bakımda olanlar.. 8 bini aşkın resmi kayıtlı yaralı var..
  • Bir de milyonlarca gönlü kırıklar.. Yani psişik travma alanlar ki; olumsuz etkileri bırakın yaşam boyu sürmeyi, kuşaklar boyunca aktarılabilecek olanlar.. Özellikle can yitikleri!

Ne oluyoruz?? Ülkede iç savaş mı var??

Ve araçlarını bu denli ölçüsüz, orantısız, hukuk dışı ve yaralama – öldürme erekli kullanan polise parasal ödül (Osmanlı Ulufesi?) 2 anlama gelebilir :
Ya açık bir psikolojik savaş ya da tam bir düşünsel karmaşa – şaşkınlık (mental konfüzyon)! İki seçenek de birbirinden sakıncalı AKP yönetimi ve ülkemiz için.

Çok talihsiz bir saptama ki, ülkenin tepe yöneticisi “kör gözüm parmağına” tutumu içinde. Hem de inatla, gözü kara biçimde.. Kolluk tek tutamağı gibi, tek koruyucusu gibi, öylesine bir algı içinde. Halkının en az yarısını kendisine “düşman” görmekte. Oysa demokraside ötekileştirme yoktur, çoğunluk baskısı olamaz, çoğulculuk temeldir. En az sayıdaki insanların bile hakları korunur. İktidarınız değil %50 (ki gerçekte matematiksel olarak hiç %50 olmadığı gibi halen çok daha düşük, AKP azınlık iktidarı!), % 80 bile olsa, mutlak sınırlarınız vardır. Onlar TEMEL İNSAN HAK ve ÖZGÜRLÜKLERİ’dir! Bunun da çerçevesi Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi – AİHS ve İnsan hKları Evrensel Bildirgesi (İHEB)‘dir ve Türkiye her 2 Sözleşmeye de taraftır, hukuksal olarak bu üstün hukuk normlarıyla bağlıdır (Anayasa md. 90)! Mahkemelerimiz yer yer referans almaya başlamıştır.

  • Bu olaylar AİHM’ne taşınacak ve Türkiye çok sayıda davada ciddi mahkumiyetler alacaktır. AKP iktidarının 10,5 yıllık siyasal – tarihsel ömrü ve işlevi tamama ermiştir.

Toplumsal olaylarda kolluk, güvenlik önlemi alırken, sağlık hizmetleri için de koridorlar açmak zorundadır. YAŞAM HAKKI kutsaldır ve her şeyin üzerindedir. Devletin de 1. görevi yurttaşın can – mal güvenliğini sağlamaktır. Polis bunu becerememekte, Sağlık Bakanlığı da görevini gereği gibi yapmamaktadır. Oluşan kabul edilemez hizmet boşluğu, gönüllü hekimler tarafından Türk Tabipleri Birliği örgütlemesi ile kapatılmaya çalışılmış ve çok sayıda acil sağlık hizmeti gereksinimi yerinde karşılanmıştır. Bu yapılmasa idi tablo çok daha ağır olabilirdi.

Hükümet en azından bu katkıyı şükranla karşılamak yerine, bir başka irrasyonel davranışla sağlık personelini ellerini arkadan kelepçeleyerek gözaltına almıştır! Yetkili Cumhuriyet savcısı bu açık yasa dışı davranışa nasıl göz yumabilir? Bırakın arkadan kelepçelemeyi, normal kelepçenin de koşulları yoktur! Bu kişilerin kaçma olasılığı, kendisine ya da çevresine zarar verme olasılığı.. Hangisi vardı?
Üstelik elleri arkadan kelepçelenen insanın özel olarak korunması gerekir..

Gözaltına alınırken itilir kakılırsa ve düşerse kendisini ciddi – ağır yaralanmalardan nasıl korur? Yoksa amaç – murat tam da bu mudur? Tam da bu tür vahşet midir parasal ödül (başa bela Yeniçeri ulufesi!) getiren? Oysa sağlık çalışanlarının savaşta bile dokunulmazlığı vardır. Kendilerine ateş edilmez, tutsak alınmazlar.. Hipokrat yemini ve Tıbbi Deontoloji Tüzüğü (md. 3), hekimleri her durumda gereksinim sahiplerine
tıbbi yardımla yükümlü kılar.

Bir de Sağlık Bakanlığı’nın soruşturma işlemi.. Tam bir trajik-komedi! Türkiye Barolar Birliği Sağlık Bakanlığı hakkında, çok yerinde bir girişimle suç duyurusunda bulundu. Türk Tabipleri Birliği de bugünkü kongresinde Bakanlığı kınadı ve bu yardımın gerektiğinde sürdürüleceğini açıkladı (Başkan, Hacettepe tıbbiyesinden sınıf arkadaşımız sevgili Prof. Özdemir Aktan’ın ağzından).

  • Biz de diyoruz ki; BARİ SAVAŞ HUKUKU UYGULAYIN!

Polisin kullandığı basınçlı suya gelince : Bir kez basıncı çok yüksek, çarptığı insanları savurup yere seriyor.. Bu ciddi yaralanma, sakatlanma hatta ölüm riski demektir. Gözünüze gelirse kesin olarak parçalar ve kör edebilir. Bu bakımdan basıncının azaltılması ve 45 derece açı ile yere sıkılması gerekir. En fazla diz altı düzeyinde insana sıkılabilir çok zorunlu kalınırsa..

İçine “ilaç” koymaya gelirsek.. İstanbul Valisi beyefendi “Suya kimyasal değil ilaç konuyor” buyurmuş. Özürü kabahatini öyle aşkın ki.. Bir kez ilacı yalnız hekimler kullanır. Böylesi bir amaçla kullanımı hekimlerin de yetkisinde değildir. İlaç kullanımı hekimler için ciddi tıbbi – yasal yükümlülükler de doğurur. Vali bey güya “kimyasal kullanmıyoruz” demeye getiriyor ama bilgisi her ilacın bir “kimyasal” olduğunu ayırt edemeyecek düzeyde! AKP’nin valisinin bu hallerini art alana itersek, tablo vahimdir. Kolluk, basınçlı suyu hatalı ve vahşice kullanmakla yetinmemekte, boyalı kimyasal katarak insanları damgalamaktadır. Ayrıca bu boyalı kimyasallar deride yangı tepkimesi oluşturarak insanların canlarını ek olarak yakmaktadır. Beklenen, her aracı mübah sayarak protestocuları dağıtmaktır. RT Erdoğan’ın asabı fena bozulmakta, tahammül edememekte, kalabalıkları zaafiyeti olarak görmekte ve İçişleri Bakanına kesin talimat vermektedir : DAĞITIN!

  • Halkın vergisi Ulufe ile ödüllendirilen Polis de “DAĞILIN LAN DAĞILIN!” buyurmaktadır.

An gelir, Halepçe vb. örneklerdeki gibi halkına kimyasal silah kullanma eşiğine gelirsiniz, uyaralım.. Bu sulara hiçbir kimyasal madde katılMAmalı ve yukarıda belirttiğimiz kısıtlarla kullanılmalıdır.

BİBER GAZI sorunu.. Başbakan habire “olağandır, polis kullanır..” deme zorunluğunu neden duyuyor? Danışmanları O’na, AİHM’nin Nisan 2012’de Ali Güneş davasında Türkiye’yi mahkum ettiğini, 10 bin € tazminat ödendiğini neden söylemiyor?? Ya da R.T. Erdoğan bilmezden mi geliyor? Bu gazların içeriği nedir? Bir hekim olarak bunları bilmemiz gerekir ki, etkilenenlere uygun sağaltım verebilelim, varsa özgül antidotunu kullanalım. TTB İçişleri Bakanlığından içerik bilgilerini sordu ancak yanıt yok. Oysa Anayasa md. 74 dilekçeye “gecikmeden” yanıt edimi yüklüyor İdareye!

BİBER GAZI kapalı mekanlara asla sıkılmamalı, kitleler uyarılmadan kullanılmamalı!
Ya uygulama?! Düşük yoğunlukta ve havaya 45 derece açı ile atılmalıdır. Bu koşullarda bile insanlar zarar görürse, AİHM kararı uyarınca Devlet – Kolluk zincirleme sorumludur ve Devletin, zararı hatalı kamu görevlisine rücu (geri yükleme) zorunluğu vardır (Anayasa md. 40).

40 yılı aşan tıbbi birikimimizle rahatlıkla söyleyebiliriz ki;

  • Başbakan R.T. Erdoğan’ın ruhsal duygudurumu (mood)
    ülkemizi yönetebilecek durumda değildir.

Her gün yazılı basın ve TV’lerden bu durum açık ve net olarak izliyoruz.. Başbakan, yineleyelim, zorunlu bir “mola” almalıdır. Bir yurttaş olarak, tam donanımlı bir Üniversite hastanesinden “görevini sürdürebilir” raporu almasını istiyoruz. Başbakan buna zorlanmalıdır. Türk Tabipleri Birliği, Türk Psikiyatri Derneği, Adli Tıp Uzmanları Derneği, Halk Sağlığı Uzmanları Derneği HASUDER, Türk Psikologlar Derneği..
bu bağlamda demokratik baskı kümesi olmalıdırlar.

TÜBA, TÜBİTAK, Üniversiteler etkisizleştirilmiştir
, sesleri çık(a)mamaktadır!
Başbakanın sağlık raporu almaya yanaşmayacağı kesin gibidir. O zaman “yokluğunda” (gıyabında) rapor düzenlenebilir.. Bu rapor istemi, bir demokratik meşru direniş yöntemidir. Çünkü bu kişinin davranışları kamuoyu önündedir. Panik bozukluğu içindedir. Bilerek ve isteyerek gerçek dışı açıklamalarda ve tahriklerde bulunmakta, halkını yanıltmaya ve ayrıştırmaya çalışmaktadır. Realiteden kopmuş gibi bir görünümü vardır, bu durum çok tehlikeli bir dissosyasyona neden olabilir. Dissosyatif sendromlar tıpta ağır tablolardır, kişilerin hak (ve fiil!) ehliyetlerini ciddi düzeyde sınırlamak gerekebilir. Ayrıca Erdoğan’ın mental kapasitesinde apaçık bir regresyon izlenmektedir; geçen hafta Kayseri mitinginde kalabalıklara 2 kez “kadanızı alırım sizin” gibi üzerinde tıp literatüründe çooook durulması gereken aşırı abartılı atipik bir duygusal tepki göstermiştir. Regresyon, puerilizm eşiğinde ciddi midir?

Bu kritik soruların yanıtını merak ediyoruz. Gerçek durum bu ise, R.T. Erdoğan‘ın
tıbbi raporla en azından bir süre görevinden ayrılması ve tedavi edilmesi gerekebilir. Durumun ortaya konması ise, 5 kişilik bir Psikiyatrist kurulunun raporunu gerektirir.
Bunu istemeliyiz. Bu arada Devletin başı olan kişi, Çankaya’da neden bu denli atıldır neden, neden, neden?

Sonuç olarak :İktidar ağır panik bozukluğu içindedir, halk, deyimi yerinde ise “teneke çalmaktadır”. Eylemler tüm dünyada haklı, meşru ve de çooook yaratıcı bulunmaktadır! Sağduyu, herkesten çok R.T. Erdoğan’a ve AKP yöneticilerine düşmektedir. Bürokrasi, yasadışı emirleri uygulamamalıdır. Allah’tan ümit kesilmez; Çankaya’da oturan AKP’li zat da, hidayete erişir mi acaba?? Göreceğiz.

Siyaset kurumu, bu inanılmaz güzellik ve incelik (zarafet) taşıyan halk direnişine benzer yaratıcılıkla önderlik etme yükümü altındadır. Bu, dayanılmaz, karşı konulmaz, ertelenemez asal bir tarihsel sorumluluktur. Aksi takdirde dere, akacağı yatağı kendi potansiyeli ile bulacak ve çok kapsamlı bir politik tasfiye kaçınılmaz olacaktır. Adnan Binyazar‘ın söylemiyle;

  • “Son sözü, tarihin en kritik yerinde hep direnenler söyleyecektir!”..

Direniş şehidi, polis kurşunu kurbanı Ethem Sarısülük de bu dövizi taşıyordu vurulduğunda.. Elinde başkaca hiçbir şey yoktu.. Ama mahkeme, katil sanığı
polis Ahmet Şahbaz‘ı “nefsi müdafa” bağlamında salıverdi!? Dayan yüreğim dayan.. Dayanacak ve örgütlü savaşımla (mücadele) ile bu deli gömleğini de mutlaka yırtacağız.

Herkese ama herkese sabır, kolaylık ve kesin bir sağduyu diliyoruz.

  • Umutsuzluk, ATATÜRK’ün devrimci halkına yakışmaz, bilimsel değildir, duygusaldır.

Felsefeci Prof. Ahmet İnamUmutsuzluk Ahlaksızlıktır diyor aynı adı taşıyan kitabında!

Önümüzde “3 D modeli” duruyor :

1. Diren Türkiye!

2. Dik dur Türkiye!

3. Dev-ri-le-cek-ler !!!

Sevgi ve saygı ile.
6.7.2013, Ankara

Prof. Dr. Ahmet SALTIK

ADD Bilim – Danışma Kurulu
Ankara Üniv. Tıp Fak.
www.ahmetsaltik.net

===============================

Değerli meslektaşlarım,
(Türkiye Psikiyatri Derneği)

Ekte bir yazım var.

  • SESSİZ ÇIĞLIK EYLEMLERİ, KOLLUK VAHŞETİ ve R.T. ERDOĞAN ÜZERİNDEN; HALK AYAKLANMASININ SOSYAL PSİKOLOJİK İRDELEMESİ

Web sitemdeki erişimi de aşağıda..

http://ahmetsaltik.net/sessiz-ciglik-eyleminde-neler-soyledik/

Zaman ayırabilir ve okursanız çok sevinirim..

TPD açısından da eylem planları üretilebilir.

TPD’ye çağrım ve önerilerim var.

Değerlendirilmesi ve yüz yüze tartışabilmek dileği ile.
4.7.13, Ankara

Dr. Ahmet Saltık
AÜTF Halk Sağlığı AbD
profsaltik@gmail.com

Bekir Coşkun : Ödünç Organ…


Dostlar,

Bekir Coşkun’dan nefis bir deneme..

Müthiş bir analoji..

Gençlerden yetkililere ÖDÜNÇ ORGAN!

Teşekkürler Bekir Usta!

Sevgi ve saygı ile.
1.7.2013, Ankara

Dr. Ahmet Saltık
www.ahmetsaltik.net

==============================

Ödünç Organ…

bekir coskun

Şu parklardaki çocukların birer parçalarını ödünç alsanız…

*
Yargıç:
Yürekleri sana…
Cesur, korkusuz ama adil olursun…
Güçlünün değil, haklının yanında…
Mangal gibi…
*

Savcı:
Çocukların gözleri biraz senin olsa…
Göreceksin…
Bir yanda serbest suçlular ülkeyi yönetirken, bir yanda masum insanlara yapılan zulme, yumamazsın o gözü…
*
Vali:
Kıçları senin olsun…
Koltuk diye tutturmaz…
Onuru, şerefi ile kaldırım taşına oturur da…
İlla koltuk demez…
*
Bakan:
Zaten her tarafın ödünç…
Dil, efendinin dili… Kulak, onun duyduğu kadar… Beyin, o ne derse… Göz, o ne görürse…
Her taraflarını verecek halleri de yok çocukların…
*
Medya patronu:
Yüzleri sana…
Kızarsın biraz…
*
Muhalefet liderine:
Yetenekleri biraz size geçse var ya…
Bu kadar suç işlemiş, bu kadar günahı olan, yönettiği ülkeyi bu kadar berbat etmiş bir iktidar orada bir gün bile duramaz…
On yılda yapamadığınızı on günde yaptılar…
*
Başbakan’a:
O çocukların hiçbir yeri uymaz…
Burunları; büyük değil…
Elleri; karanfil tutuyor…
Ayakları; çağdaşlığa doğru gidiyor…
Bedenleri desem; dans ediyor, Allah muhafaza…
Dilleri desem; özgürlük, demokrasi, ağaç, doğa, Atatürk, laiklik, cumhuriyet, barış, sevgi, vicdan deyip duruyor…
Bak uymadı…
*
Şaka zaten….
Tırnaklarını vermeyiz…30 Haziran 2013 – Cumhuriyet
Bekir Coşkun

SESSİZ ÇIĞLIK EYLEMİNDE NELER SÖYLEDİK??


SESSİZ ÇIĞLIK EYLEMLERİ, KOLLUK VAHŞETİ ve R.T. ERDOĞAN ÜZERİNDEN;
HALK AYAKLANMASININ SOSYAL PSİKOLOJİK İRDELEMESİ

Dostlar,

Sessiz Çığlık” eyleminde bu Cumartesi de katıldık.
Kitle sayısal olarak önceki haftadan daha küçüktü.
Ankara tatile çıkıyor galiba.. diye düşündük.
Ama tekerlekli sandalyesinde bir kadın da oradaydı!
Hasdal’da, Hadımköy’de, Maltepe’de, Silivri’de, Sincan’da… zindanlarda tutsak
ya da rehin alınan asker – sivil yurttaşların yakınları idi gene bir avuç..

Ellerinde “sevdiceklerinin” fotoğrafları vardı.. Yer yer kollarının var gücüyle yukarı kaldırıyor, yorulunca da sıkı sıkı göğüslerine bastırarak tutuyorlardı.

Kadınlar, ağızları bağlı örgü örüyorlardı. Hava çok sıcaktı..

Bir gezgin (mobil) sesbüyütürden (hoparlör) marşlar çalınıyordu…
Güzelim Harbiye Marşı da!
Basın olarak Ulusal Kanal ve Başkent TV dışında mikrofon görmedik ama
en az 5-6 kamera üçayaklarının (tripod) üzerinde çekim yapmaktaydı.

Geçen hafta, birşeyler söylemek istediğimizi düzenleyiciye belirtmiştik. O hafta tümüyle “sessiz çığlık” idi yapılan.. Ağızlar bağlı, kadınlar eşlerine çorap – hırka vb. örüyor; fotoğraf ve posterler de zaten dilsiz..

Siyasal iktidar belki bu “dil” den anlardı !?

Ama olumlu gelişen bir şey olmuyordu..

Bu hafta ilk sözü, Hukukun Egemenliği Derneği Başkanı Sayın Av. Erdem Akyüz aldılar. Bırakalım hukukun özünü, yani her somut olayda gerektiğinde hukuk yaratarak adaleti gerçekleştirmeyi; apaçık, net, pozitif hukuk kurallarının (normlarının) bile nasıl ayaklar altına alındığından örnekler verdi. Uluslararası normların da.. Dehşet verici bir tablo idi. Çünkü Hukuk içinde kalarak hak arama ve adaletsizliği dışlama (bertaraf etme) olanağı kalmamıştı.. Peki ne yapılacaktı?

Karşımızda hukuku pervasızca çiğneyen, yargıyı büyük ölçüde siyasallaştırmış bir iktidar vardı. Nasıl savaşım verilecekti? Silahlar denk değildi.. Hukukun Egemenliği Derneği Başkanı Sayın Av. Erdem Akyüzü dinlerken kafamızda bu acı çağrışımlar dolaşmaktaydı.

*******************

Pablo_Neruda_Halkin_gercek_gucu

Mikrofon bize uzatıldığında aşağı – yukarı ve şunları söyledik (yazarken eklemeler yaptık) :

Ülkemizin değişik zindanlarında yıllardır tutsak / rehin alınan asker – sivil yurttaşlarımızı saygı ve sevgi ile selamlıyoruz. Verdikleri ulusal dava savaşımının (mücadelesinin) ortaklarıyız.

Bu günler de elbet bitecektir. Onurlu ve dik duruşları nedeniyle onlarla övünüyoruz..

Biz bu gün burada salt bilimsel bir değerlendirme yapacağız. 40 yılı aşan tıp birikimimizi
öne çıkaracağız. Politik söylemler iktidarı çok rahatsız ediyor. Belki bilimsel gerçekler işe yarar??

Pekii.. Bir canlı, bir toplum neden ÇIĞLIK atar?

Tehlikede olduğunu, yardıma gereksinimi olduğunu başkalarına duyurmak için..
Bu davranışın Tıpta, Psiko-biyolojide karşılığı, Hans Selye’nin STRES KURAMI’dır. Canlılar strese sokulduklarında ÇIĞLIK atarlar.
Bu çığlık doğası gereği seslidir ve hatta olabildiğince yüksek şiddette
(dBA) ve tizdir ki duyulma olasılığı artsın.

Ne var ki, 1 yıla varan süredir bu eylemler SESSİZ ÇIĞLIK olarak yürütülüyor.
Hem çığlık atılacak hem de bu eylem, doğasına aykırı olarak SESSİZ olacak!
Aşkolsun bu halka, helal olsun bu insanların sabır, olgunluk ve yaratıcılıklarına!
Ancak bu sessiz çığlıkları da duyan yok! Oysa seslisinden etkili olur diye umulmuştu!

Çare neydi? Çare, hükümeti rahatsız edecek eylemlerde.. Bu belirlemenin de payı olsa gerek ki, 1 aydır bu kez “İNTİFADA” (sesli mi sesli çığlık!) sergilenmekte. İşte bu tablo siyasal iktidarı epey ürküttü ve o ölçüde de orantısız şiddet hatta vahşet kullanmaya başladı.

Oysa sağduyunun gereği, bu insanların ne dertleri olduğunu anlamaya çalışmayı gerektiriyordu. Ardından da demokratik uzlaşma kültürünün gereği olarak istemleri olabildiğince, hukuk içinde karşılamak..

Ne ki, tam tersini gözlüyoruz.. Gittikçe artan kolluk şiddeti..
Bu bir kısır döngüdür ve Sistem Kuramı’na göre yıkım doğurur.
Yıkılacak olan Halk değilse kimdir? Elbette siyasal iktidardır!

– 5 insanımız öldü,
– 13 insan gözünü yitirdi,
– çok sayıda insanın yüzünde sabit izler kalacak
(Adli tıp deyimi ile Çehrede sabit eser)..
– 60 dolayında ağır yaralı var. Kafatası kırılanlar, kaburgaları kırılanlar,
halen yoğun bakımda olanlar..
– 8 bini aşkın resmi kayıtlı yaralı var..

Bir de milyonlarca gönlü kırıklar..
Yani psişik travma alanlar ki olumsuz etkileri bırakın yaşam boyu sürmeyi, kuşaklar boyunca aktarılabilecek olanlar.. Özellikle can yitikleri!

Ne oluyoruz?? Ülkede iç savaş mı var??

Ve araçlarını bu denli ölçüsüz, orantısız, hukuk dışı ve yaralama – öldürme erekli kullanan polise parasal ödül (Osmanlı Ulufesi?) 2 anlama gelebilir :
Ya açık bir psikolojik savaş ya da tam bir düşünsel karmaşa (mental konfüzyon)!
İki seçenek de birbirinden sakıncalı AKP yönetimi ve ülkemiz için.

Çok talihsiz bir saptama ki, ülkenin tepe yöneticisi “kör gözüm parmağına” tutumu içinde. Hem de inatla, gözü kara biçimde.. Kolluk tek tutamağı gibi, tek koruyucusu gibi, öylesine bir algı içinde. Halkının en az yarısını kendisine “düşman” görmekte.
Oysa demokraside ötekileştirme yoktur, çoğunluk baskısı olamaz, çoğulculuk temeldir. En az sayıdaki insanların bile hakları korunur. İktidarınız değil %50 (ki gerçekte matematiksel olarak hiç %50 olmadığı gibi halen çok daha düşük, AKP azınlık iktidarı!), % 80 bile olsa, mutlak sınırlarınız vardır :

TEMEL İNSAN HAK ve ÖZGÜRLÜKLERİ!
Bunun da çerçevesi Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi – AİHS‘dir ve
Türkiye bu Sözleşme’ye taraftır, hukuksal olarak bu üstün hukuk normlarıyla bağlıdır (Anayasa md. 90)!

  • Bu olaylar AİHM’ne taşınacak ve Türkiye çok sayıda davada ciddi mahkumiyetler alacaktır. AKP iktidarının siyasal – tarihsel ömrü ve işlevi tamam olmuştur.

Toplumsal olaylarda kolluk, güvenlik önlemi alırken, sağlık hizmetleri için de koridorlar açmak zorundadır. YAŞAM HAKKI kutsaldır ve her şeyin üzerindedir. Devletin de
1. görevi yurttaşın can – mal güvenliğini sağlamaktır. Polis bunu becerememekte,
Sağlık Bakanlığı da görevini gereği gibi yapmamaktadır. Oluşan kabul edilemez hizmet boşluğu, gönüllü hekimler tarafından Türk Tabipleri Birliği örgütlemesi ile kapatılmaya çalışılmış ve çok sayıda acil sağlık hizmeti gereksinimi yerinde karşılanmıştır.
Bu yapılmasa idi tablo çok daha ağır olabilirdi. Hükümet en azından bu katkıyı şükranla karşılamak yerine, bir başka irrasyonel davranışla sağlık personelini ellerini
arkadan kelepçeleyerek
gözaltına almıştır! Yetkili Cumhuriyet savcısı bu açık yasa dışı davranışa nasıl göz yumabilir? Bırakın arkadan kelepçelemeyi, normal kelepçenin de koşulları yoktur! Bu kişilerin kaçma olasılığı, kendisine ya da çevresine zarar verme olasılığı.. Hangisi vardı? Üstelik elleri arkadan kelepçelenen insanın özel olarak korunması gerekir.. Gözaltına alınırken itilir kakılırsa ve düşerse kendisini ciddi – ağır yaralanmalardan nasıl korur? Yoksa amaç – murat tam da bu mudur? Tam da bu tür vahşet midir parasal ödül (başa bela Yeniçeri ulufesi!) getiren? Oysa sağlık çalışanlarının savaşta bile dokunulmazlığı vardır. Kendilerine ateş edilmez,
tutsak alınmazlar.. Hipokrat yemini ve Tıbbi Deontoloji Tüzüğü,
hekimleri her durumda gereksinim sahiplerine tıbbi yardımla yükümlü kılar.

Bir de Sağlık Bakanlığı’nın soruşturma işlemi.. Tam bir trajik-komedi!
Türkiye Barolar Birliği Sağlık Bakanlığı hakkında, çok yerinde bir girişimle
suç duyurusunda bulundu. Türk Tabipleri Birliği de bugünkü kongresinde Bakanlığı kınadı ve bu yardımın gerektiğinde sürdürüleceğini açıkladı
(Başkan, tıbbiyeden sınıf arkadışımız sevgili Prof. Özdemir Aktan’ın ağzından).

  • Biz de diyoruz ki; BARİ SAVAŞ HUKUKU UYGULAYIN!

 

Sessiz_ciglik_konusmamiz_30.6.13

 

 

 

 

 

 

 

Polisin kullandığı basınçlı suya gelince : Bir kez basıncı çok yüksek, çarptığı insanları savurup yere seriyor.. Bu ciddiyaralanma, sakatlanma hatta ölüm riski demektir. Gözünüze gelirse kesin olarak parçalar ve kör edebilir. Bu bakımdan basıncının azaltılması ve 45 derece açı ile yere sıkılması gerekir. En fazla diz altı düzeyinde insana sıkılabilir çok zorunlu kalınırsa..

İçine “ilaç” koymaya gelince.. İstanbul Valisi beyefendi “Suya kimyasal değil ilaç konuyor” buyurmuş. Özürü kabahatini öyle aşkın ki.. Bir kez ilacı yalnız hekimler kullanır. Böylesi bir amaçla kullanımı hekimlerin de yetkisinde değildir. İlaç kullanımı hekimler için ciddi tıbbi – yasal yükümlülükler de doğurur. Vali bey güya “kimyasal kullanmıyoruz” demeye getiriyor ama bilgisi her ilacın bir “kimyasal” olduğunu ayırtedemeyecek durumda! AKP’nin valisinin bu hallerini art alana itersek, tablo vahimdir. Kolluk, basınçlı suyu hatalı ve vahşice kullanmakla yetinmemekte, boyalı kimyasal katarak insanları damgalamaktadır. Ayrıca bu boyalı kimyasallar deride yangı tepkimesi oluşturarak insanların canlarını ek olarak yakmaktadır. Beklenen, her araç mübah olarak protestocuları dağıtmaktır. RT Erdoğan’ın asabı bozulmakta, tahammül edememekte, kalabalıkları zaafiyet olarak görmekte ve Bakanına kesin talimat vermektedir : DAĞITIN!

  • Polis de “DAĞILIN LAN DAĞILIN” buyurmaktadır.

An gelir, Halepçe vb. örneklerdeki gibi halkına kimyasal silah kullanma eşiğine gelirsiniz, uyaralım.. Bu sulara hiçbir kimyasal katılMAmalı ve yukarıda belirttiğimiz kısıtlarla kullanılmalıdır.

BİBER GAZI sorunu.. Başbakan “olağandır, polis kullanır..” deme zorunluğunu neden duyuyor? Danışmanları O’na, AİHM’nin Nisan 2012’de Ali Güneş davasında Türkiye’yi mahkum ettiğini, 10 bin € tazminat ödendiğini neden söylemiyor?? Ya da RTE bilmezden mi geliyor? Bu gazların içeriği nedir? Bir hekim olarak benim bunları bilmem gerekir ki, etkilenenlere uygun sağaltım verebileyim, varsa özgül antidotunu kullanayım. TTB İçişleri Bakanlığından sordu ancak yanıt yok.. Oysa Anayasa md. 74 “gecikmeden” yanıt yükümlüğü yüklüyor İdareye!

Kapalı mekanlara asla sıkılmamalıdır, kitleler uyarılmadan kullanılmamalıdır.
Düşük yoğunlukta ve havaya 45 derece açı ile atılmalıdır. Bu koşullarda bile insanlar zarar görürse, AİHM kararı uyarınca Devlet – Kolluk zincirleme sorumludur ve
Devletin zararı hatalı kamu görevlisine rücu (geri yükleme) zorunluğu vardır.

40 yılı aşan tıbbi birikimimizle rahatlıkla söyleyebiliriz ki;

  • Başbakan R.T. Erdoğan’ın ruhsal duygudurumu (İng. mood) ülkemizi yönetebilecek durumda değildir.

Her gün yazılı basın ve TV’lerden bu durum açık ve net olarak izliyoruz.

  • Başbakan zorunlu bir “mola” almalıdır.

Bir yurttaş olarak, tam donanımlı bir Üniversite hastanesinden “görevini sürdürebilir” raporu almasını istiyoruz. Başbakan buna zorlanmalıdır. Türk Tabipleri Birliği,
Türk Psikiyatri Derneği, Adli Tıp Uzmanları Derneği, Halk Sağlığı Uzmanları Derneği HASUDER, Türk Psikologlar Derneği.. bu bağlamda baskı grubu olmalıdır.

TÜBA, TÜBİTAK, Üniversiteler etkisizleştirilmiştir
, sesleri çık(a)mamaktadır!
Başbakanın buna yanaşmayacağı kesin gibidir. O zaman “yokluğunda” (gıyabında) rapor düzenlenebilir.. Bu rapor istemi bir demokratik meşru direniş yöntemidir. Çünkü bu kişinin davranışları kamuoyu önündedir.  Panik bozukluğu içindedir. Bilerek ve isteyerek
gerçek dışı açıklamalarda ve tahriklerde bulunmakta, halkını yanıltmaya ve ayrıştırmaya çalışmaktadır. Realiteden kopmuş gibi bir görünümü vardır, bu durum çok tehlikeli
bir dissosyasyona neden olabiliir. Dissosyatif sendromlar tıpta ağır tablolardır,
kişilerin hak (ve fiil) ehliyetlerini ciddi düzeyde sınırlamak gerekebiir. Ayrıca ruhsal kapasitesinde apaçık bir regresyon izlenmektedir; geçen hafta Kayseri mitinginde kalabalıklara 2 kez “kadanızı alırım sizin” gibi üzerinde çooook durulması gereken
bir abartılı duygusal tepki göstermiştir. Regresyon, puerilizm eşiğinde ciddi midir?

Bu kritik soruların yanıtını merak ediyoruz.
Gerçek durum bu ise, RT Erdoğan’ın tıbbi raporla en azından bir süre görevinden ayrılması ve tedavi edilmesi gerekebilir.
Durumun ortaya konması 5 kişilik bir Psikiyatrist kurulunun raporunu gerektirir.
Bunu istemeliyiz.

Bu arada; Devletin başı olan kişi, neden bu denli atıldır neden, neden?

Sonuç olarak :  İktidar panik içindedir, halk, deyimi yerinde ise “teneke çalmaktadır”. Eylemler tüm dünyada haklı, meşru ve de çooook yaratıcı bulunmaktadır.
Sağduyu herkesten çok R.T. Erdoğan’a ve AKP yöneticilerine düşmektedir.
Bürokrasi de, yasaya aykırı emirleri uygulamamalıdır. Allah’tan ümit kesilmez; Çankaya’da oturan AKP’li zat da, hidayate erişir mi acaba?? Göreceğiz.

Siyaset kurumu, bu inanılmaz güzellik ve incelik (zarafet) taşıyan halk direnişine
benzer yaratıcılıkla önderlik etme yükümü altındadır.
Bu, dayanılmaz, karşı konulmaz, ertelenemez asal bir tarihsel sorumluluktur.
Aksi takdirde dere, akacağı yatağı kendi potansiyeli ile bulacak ve
kapsamlı bir politik tasfiye kaçınılmaz olacaktır.

Adnan Binyazar‘ın söylemiyle

  • “Son sözü, tarihin en kritik yerinde hep direnenler söyleyecektir!”..

Direniş şehidi, polis kurşunu kurbanı Ethem Sarısülük de bu dövizi taşıyordu vurulduğunda.. Elinde başkaca hiçbir şey yoktu..
Ama mahkeme, katil polis Ahmet Şahbaz’ı “nefsi müdafa” bağlamında salverdi!?
Dayan yüreğim dayan..

Dayanacak ve örgütlü savaşımla (mücadele) ile bu deli gömleğini de
mutlaka yırtacağız
.

Herkese ama herkese sabır, kolaylık ve kesin bir sağduyu diliyoruz.

Umutsuzluk ATATÜRK’ün devrimci halkına yakışmaz, bilimsel değildir, duygusaldır.

Felsefeci Prof. Ahmet İnam, “Umutsuzluk Ahlaksızlıktır” diyor bu adı taşıyan kitabında!

Adnan_Binyazar_son_sozu_hep_direnenler_soyler

Önümüzde 3 D modeli duruyor..

Diren Türkiye!

Dik dur Türkiye!

Dev-ri-le-cek-ler !!!

Yazımız pdf olarak da okunabilir :

 

HALK_AYAKLANMASININ_SOSYAL_PSIKOLOJIK_IRDELEMESI

Sevgi ve saygı ile.
30.6.2013, Ankara

Dr. Ahmet Saltık
www.ahmetsaltik.net

Rifat Serdaroğlu : ALEYKÜMSELÂM !


ALEYKÜMSELÂM !

portresi3

Rifat Serdaroğlu

TÜSİAD (TÜRK Sanayicileri ve İşadamları Derneği) Başkanı Muharrem Yılmaz, Cizre’de sözlerine “Selam Cizira Botani” diye Kürtçe başladı.

Selam Cizira Botani!
Selam Cizira Botani!
Biz de selamını alalım;

Aleykümselâm ya Serok Boktani.
Aleyna Aleykümselâm ya Serok Boktani!

Allah bir insanı rezil etmek isterse önce aklını ve utanma duygusunu alırmış.

TÜSİAD’ı kuran ve rahmete kavuşmuş kişiler, bu derneği kurarken çok düşündüler ve derneğin adının başına “TÜRK” ismini bilerek ve isteyerek koydular.
TÜRK dediler, TÜRKİYE / TÜRKİYELİ demediler.

Cumhuriyet – Atatürk Türkiye’si ve Türk Milleti sayesinde zengin olduklarının bilinciyle, bir minnet duygusunun ifadesi olarak “TÜRK”adını koydular.

Atatürk olmasaydı, Cumhuriyet olmasaydı kendilerinin bu servetlere
asla sahip olamayacaklarını onlar çok iyi biliyorlardı.

Vehbi Koç, Sakıp Sabancı, Ali Koçman, Şahap Kocatopçu gibi Başkanlar,
Lâik Cumhuriyete ve Çağdaş Türkiye’ye sahip çıktılar ve savundular.

Ne Tarikat-Cemaat artıklarına, ne de uyuşturucu kaçakçısı Kürtçü-Bölücülere
prim verip şirin görünmeye çalışmadılar.

Sayın Muharrem Yılmaz;

TÜİK’in açıklamalarına göre, Tütün Ürünleri Sanayisinin %69’u, Otomotiv Sanayisinin %50,3’ü, Elektronik Sanayisinin %48,5i yabancı denetimine geçmiş bulunmaktadır.

AKP Hükümetinin “İthalata” dayalı ekonomik politikası, Türk Sanayisini zorlamakta, sanayicilerimiz mevcut tesislerini yenileyememekte ve yeni sanayi tesisleri kurulamamaktadır.

Böyle bir ortamda elbette ki ülkemizin problemleriyle ilgilenip, çözüme katkıda bulunmak takdir edilecek bir davranıştır.

Tamam da, lütfen elinizi vicdanınıza koyun ve sorduklarımı iyice düşünün;

*Siz Selanik-Drama kasabasından Türkiye’ye gelen muhacir bir ailenin çocuğusunuz.
Doğum yeriniz Bursa’ya gittiğinizde, konuşmanıza Arnavutça-Boşnakça-Pomakça-Rumca mı başlarsınız?

Karadeniz’de Lazca-Gürcüce mi selamlama yaparsınız?

Böyle bir saçmalığı şimdiye kadar yapmadığınıza göre, Cizre’de niçin Kürtçe selamlama yaptınız? Orası Türkiye Cumhuriyetinin şirin bir ilçesi değil mi?
Orasını siz de, PKK gibi Kürdistan’ın bir ilçesi olarak mı görüyorsunuz?

*Siz TÜSİAD’ın Başkanısınız!
Toplantı yapacağınız yere bir adet olsun Türk Bayrağı ve Atatürk fotoğrafı astıramadınız mı?
Türk Bayrağı ve Atatürk resminin olmadığı bir salonda konuşmak sizi
rahatsız etmedi mi?

*Cizre’deki konuşmanızda, Türkiye’nin 54 bin insanının ölümüne, 400 Milyar Dolarlık ekonomik kaybımıza neden olan ve hür dünyanın “Terör Örgütü” kabul ettiği PKK Narko-Terör örgütünü lanetleyecek tek kelime söyleyemediniz mi?.

En azından sizin Cizre ziyaretinizden bir gün önce, kendi “Asayiş Gücünü” oluşturan PKK’lılara;

Siz ne yapıyorsunuz, aklınızı başınıza alın.
Ayrı bir devlet mi kuruyorsunuz”
 diyemediniz mi?.

Değerli Okurlar;

Hiçbir millete demokratik özgürlük-çağdaşlık-aydınlanma, birileri tarafından
hediye edilmemiştir. O milletler bunları hak ederek, kazanmışlardır.

Bugün imrendiğimiz Avrupa Demokrasi, uğruna yıllarca savaşıp
bu yolda canlarını vermekten çekinmeyen kişiler sayesinde oldu.

Biz Türkler, Atatürk önderliğinde kendi devletimizi kurmak için
tüm emperyalist devletlere karşı savaştık.

Can verdik, kan akıttık.
Kazandık, devletimizi kurduk.

Fakat demokrasimiz bize giydirildi.
Bizim demokratik mücadelemiz çok yapaydı.

Atatürk bize Cumhuriyeti hediye etti.
Fakat Cumhuriyet yalnızca bir çerçevedir.

Bu güzel çerçevenin içini standartları, gelişmiş ülkelerdeki gibi yüksek olan
bir demokrasi yerleştirmek bizim işimiz.

Bunun için her birimizin, Cumhuriyetimizin kurum ve kuruluşlarımızın,
omurgalı davranmak mecburiyetimiz vardır.

Biz de Cumhuriyetimizi, en gelişmiş bir demokrasi ile taçlandırıp onunla
gurur duymalıyız.

Bunu Türk Milleti olarak biz yapamazsak, Cumhuriyet çerçevesinin içine ya
“Federe İslam Devletini” ya da “Kuzey Kürdistan” adlı Marksist-Leninist
Kürtçü devleti yerleştirecekler.

O zaman TÜSİAD Başkanının ve müsamere çocuğu tipindeki arkadaşlarının
hep bir ağızdan ve yüksek sesle “Cumhuriyet Türkiye’si ruhuna haydi hep beraber,
El-Fatiha!…”
 diye bağırmaları gerekir.

Not; Serok=Başkan / Boktani = Kötü (Konçimari Lehçesi)

Sağlık ve başarı dileklerimle.
27 Haziran 2013, İLK KURŞUN