Yazar arşivleri: Ahmet SALTIK

Ahmet SALTIK hakkında

Atılım Üniversitesi Tıp Fakültesi Halk Sağlığı Anabilim Dalı Öğretim Üyesi Prof. Dr. Ahmet SALTIK’ın özgeçmişi için manşette tıklayınız: CV_Ahmet_SALTIK Hekim (Halk Sağlığı Profesörü), Hukukçu (Sağlık Hukuku Uzmanı) Mülkiyeli (Kamu Yönetimi - Siyaset Bilimci)

ANAYASANIN İLK 4 MADDESİ

Mustafa AYDINLIMUSTAFA AYDINLI
Eğitimci – Yazar
http://www.corumhaber.net/anayasanin-ilk-4-maddesi-makale,11668.html

Değerli dostlar, 

Özellikle son yıllarda halkın gündemi ile iktidarın gündemi birbiri ile hiç uyuşmuyor. Klasik deyimle halk “aş, iş, ekmek” derdinde, pahalılığın önüne geçilemiyor. Zamlar yağmur gibi yağıyor. Kılıç gibi yaklaşan kışı, halk nasıl atlatacağının derdine düşmüş, işsizlik Cumhuriyet tarihinin en üst düzeyinde iken, iktidar “Dindar Anayasa” yapma telaşında.

AKP’li eski TBMM Başkanı ve Cumhurbaşkanlığı Yüksek İstişare Kurulu (YİK) Başkanvekili İsmail Kahraman,

  • Değiştirilemez denilen ilk 4 madde anayasaya konmamalıdır. Dindar bir anayasa olmalı. İlk 4 madde değiştirilebilir. dedi.

2017 Anayasa değişikliği, Türkiye’nin 1876’dan bu yana anayasa tarihinin en az oyu almış, Yüksek Secim Kurulu (YSK) desteği ile “Atı alıp Üsküdar’ı geçerek” yapılmış, hatta mühürsüz 1,5 milyon oyu geçerli saymış, üç ay sonra da bu suç olmaktan çıkarılmış bir anayasa ile ülke yönetiliyor. Kısacası AKP iktidarı 2017’de kendisi yaptığı çok kapsamlı anayasa değişikliğini de beğenmiyor. İsmail Kahraman “Dindar Anayasa” yapalım diyor.

Gerçekte, söyleyene değil söyletene bakmak gerek.

İlk 4 maddede neler yazıyor;

Madde 1- Türkiye devleti bir cumhuriyettir.

Madde 2-Türkiye cumhuriyeti, toplumun huzuru, millî dayanışma ve adalet anlayışı içinde, insan haklarına saygılı, Atatürk milliyetçiliğine bağlı, başlangıçta belirtilen temel ilkelere dayanan, demokratik, lâik ve sosyal bir hukuk devletidir.

Madde 3- Türkiye devleti, ülkesi ve milletiyle bölünmez bir bütündür. Dili Türkçedir. Bayrağı, şekli kanununda belirtilen, beyaz ay yıldızlı al bayraktır. Millî Marşı İstiklal Marşı’dır. Başkenti Ankara’dır.

Madde 4- Anayasanın 1 inci maddesindeki devletin şeklinin cumhuriyet olduğu hakkındaki hüküm ile, 2 nci maddesindeki cumhuriyetin nitelikleri ve 3 üncü maddesi hükümleri değiştirilemez ve değiştirilmesi teklif edilemez.
***
Değiştirilemez ve değiştirilmesi teklif bile edilemeyecek bu maddelere göre ne yapmak istiyorsunuz?

  • Cumhuriyeti mi kaldırmak istiyorsunuz?
  • “Demokratik, lâik ve sosyal bir hukuk devletini” kaldırıp, yakın olduğunuzu ima ettiğiniz bir Taliban rejimi mi kurmak istiyorsunuz?
  • Ülke ve ulusun bölünmez bütünlüğünü mü ortadan kaldıracaksınız?
  • Türk Dili’ni mi değiştireceksiniz?
  • İstiklal Marşı’nı mı değiştireceksiniz?
  • Yoksa Ankara’yı Başkent olmaktan mı çıkarmak istiyorsunuz?

İlk 4 maddede neler yapmak istediğinizi açık söyleyin, halk gerçek yüzünüzü görsün.

Halk ülkeyi Ortaçağın kör karanlığına sürüklediğinizi, ülkenin Taliban rejimine dönüşme riskinin farkına varsın.

Konunun uzmanları ülkede “Yaklaşık yüz yıllık Cumhuriyet tarihi boyunca ulusal gelirin arka arkaya yedi yıl düştüğü tek dönem 2014 ile 2021 yılları arasına denk geliyor.” diye uyarıyorlar.

Kısacası AKP iktidarı, yoksulluğun ve çöküşün çözümünü, değiştirilmesi teklif bile edilemeyecek Anayasa’nın ilk 4 maddesinde arıyorsa, baştan karaya vurmuş demektir.

Hukuk ahlakın emrinde olmak zorundadır

Şahin Filiz yazdı…

Hukuk ahlakın emrinde olmak zorundadır

Badeci müptezel’in 62 yıl olarak belirlenen cezasının, “mağdurların rızası olduğu” gerekçesiyle Yargıtay 14. Ceza Dairesi tarafından bozulduğunu Veryansıntv haberlerinden öğrendik. Ceza kaldırılıp tahliye kararı verilirken gerekçe şöyle kuruluyor:

“Kendisini din alimi olarak tanıtan sanığın oral ve anal yoldan gerçekleştirdiği cinsel ilişki eylemlerinde cebir ve tehdit kullanmadığı gibi mağdurların da bu yönde bir iddialarının bulunmaması, sanığın kendisine itibar edilmesini sağlamak amacıyla sarf ettiği sözlerin aldatıcı nitelikten uzak olması ve eylemlerini mağdurların rızası ile gerçekleştirdiğinin anlaşılması karşısında…”

Bu gerekçeli kararda Badeci müptezel’in, üzerine atılı fiilleri gerçekleştirdiği vurgulanmakta ancak bu eylemlerini, “mağdurları” zorlayarak değil, “rızalarını alarak” yaptığını, bu durumda davalı taraf olmadığı anlaşıldığından tahliye edilmesinin karara bağlandığını anlıyoruz.

Hukuk nihai noktada böyle bir karar veriyor. Peki, hukukun tek meşruiyet kaynağı olan ahlaka göre aynı kararı değerlendirsek ne olur?

“Rızası varsa, her şeyi yapabilirsin” mi diyeceğiz? “Oral ve anal” her yoldan mağdurları kullanmış; bunu yapmak için dini değerleri haraç mezat satmış birisi, sırf “rızalarını aldı” gerekçesiyle, hukuk önünde aklanmış oluyor mu? Peki, hukukun her akladığı kişi ya da eylem, ahlak tarafından da aklanmış mı oluyor?

En iğrenç eylemler, rıza ile temize çıkarılabilir mi?

  • Hukuk, rızanın hangi koşullarda, neye göre ve nasıl oluştuğunu etik olarak sorgulamakla yükümlüdür.

Badeci müptezelin sarf ettiği sözlerin kendisine itibar edilmesini sağlamak amacıyla sarf etmediği” sonucuna nasıl varılıyor? Ortada, Türk milletinin saygı duyduğu, çoğunun inandığı ve kutsal kabul ettiği İslam dini üzerinden “oral ve anal”da nasıl bir rıza bulgusuna ulaşılmıştır?

Başta tarikatın kendisi yasal ve meşru değilken, orada yapılanlar insanı utandıracak cinsten eylemler iken, buradan “rıza” gibi bir iç sese, vicdana ve gönül inisiyatifine dayalı “memnuniyet”i çıkarsamak, mantığı, aklı altüst etmekle kalmaz; Türk milletinin milli ve manevi değerlerini hiçe saymak anlamına gelir. Türk insanı bireyleşemeyecek mi? Tecavüze uğrayanlar şikâyetçi olmasa bile, tam olarak özgür, bireysel kararlarıyla, kendilerine yapılanlara “rıza” gösterdikleri öne sürmek, tarikatçı dinsiz, onursuz, kutsal katili heriflere cesaret vermez mi?

Bu soruların bir kısmına cevap olarak, beş kişilik heyetten iki üyenin, “rızası var” kararına itirazlarını şöyle özetleyeyim:

“Mağdurların iradesi fesada uğratılmıştır.” Tarikat ve cemaatlerde birey, bireysel irade, özgürlük, özgüven ve irade önceden gasp edilir. Tüm bireysel donanımları ayıklanır ve geriye, teslim olmaya hazır bir “rızalı vatandaş” kalır. “Rızaları” önceden alınmıştır. Tahliye kararı bu mantığa dayanıyorsa, haklıdır. Ama vatandaşının rızası önceden gasp edilirken, savcıların harekete geçmesi lazım gelirdi. Yine de karar yanlıştır. Başka bir yönden bakalım: “Porno filmlerine taş çıkartacak Badeci müptezelin başrol oynadığı bu filmde, “rıza”larını teslim etmek üzere zaten hazır halde tarikat kapısından girenler için, “rızaları önceden alınmıştır” demek çelişki yaratmaz. Eğer karar, bu “peşin rıza”yı kastediyorsa, teorik olarak doğrudur. Hukuk, zahire göre hükmeder. Ancak burada da ahlak engeline takılmalıydı.

Bu engelin farkına varan iki üye şöyle devam ediyor:

“Sanık gençlerin dini duygularını istismar ederek iradelerini zaafa uğratmıştır.” Dikkat ediniz, iradeyi zayıflatmanın, onu “rıza” aşamasına getirmenin yolu, “dini ve dini duyguları istismar etmek”ten geçiyor. Bu demektir ki, “önce dinin iradesine darbe vuruluyor; İslam dini yerine, iradesi alınmış “rızalı” bir din yaratılıyor. İslam karşıtı, ahlak düşmanı bu rezillik dininin şıhı, bu dinden devşirdiği “rıza” belgesiyle mağdurun iradesini dumura uğratıyor. Yoksa normal İslam dini ile bunu yapamayacağını biliyor.

İradesi alınan birey, “rızalı” veya “rızasız” olma yetkinliğini, yeterliliğini yitirmiştir. Çocuk istismarları da aynı mantıktan hareketle düşünülmelidir. Çocuğun “rıza”sından söz edebilir miyiz? Kesinlikle hayır. Bunu, ahlaktan beslenen hiçbir hukuk meşru ve yasal sayamaz.

Tahliye kararı, hukuken tartışmalıdır ama ahlaken kesinlikle yanlıştır. Bütün değerlerimizi tehlikeye atan sonuçlar yaratacaktır. Hukuken itibar edilmez bir karardır hükmü iki üyenin şerhinde yer alıyor. Doğrusu budur.

Devam edelim, ama aynı ifadeleri buraya yazmayacağım.

Badeci müptezel, mağdurlara her türlü tecavüzü yaparken bunları, “manevi ilim aktarmak” için yaptığını ileri sürerek hile ve desise ile onları aldatmış, kandırmış ve karşı koymalarını engelleyecek birtakım söz ve davranışlar ortaya koymuştur. Halkımız dini söylemlere aşina olsa da İslamiyet’i sağlıklı bir şekilde bilmemekte, bilmesine de tarikat ve cemaatler engel olmaktadır. Diyanet ise bu konuda duyarsızlığı da aşarak adeta bunlara yol vermektedir.

Sanık, bu iğrenç fiillerinin rahmani olduğunu, karşı gelenin helak olacağını telkin ettiği için rızadan söz etmenin hiçbir dayanağı yoktur. İtiraz eden iki üye, bu kararı hukuka uygun bulmadıklarını açıkça ve haklı bir temele bağlı olarak ilan etmiştir.

Bunun ötesinde, ahlaki olarak kamuya yansıyan, kamuyu tehdit eden ve benzer fiilleri işleyenleri cesaretlendiren bu karar, yanlış bir hukuki hükmün, ahlaksal olan bir ilkenin ihlalini meşrulaştırma yolunu açabilir.

Aynı fiilleri işleyenler, hatta daha ilerisini yapanlar, ahlak ilkelerinin, toplumsal kültürün ve İslamiyet’in erdemlerinin “rıza”sını aramadan, bu kararı emsal göstererek “hukukun rızası”nı örnek alacaklardır.

Toplumsal vicdan adına, temel ahlaki erdemler adına bir an önce bu karardan dönülmelidir.

  • Hukuk, ahlakın emrindedir.

Ahlakı hukukun emrine vermek, pek çok istismarın kapısını aralayacaktır.

Ali Kıran Baş Kesen

Zafer ARAPKİRLİZafer ARAPKİRLİ
krttv.com.tr

Efelik, eşkıyalık, magandalık, serserilik, kural tanımazlık, önüne gelene bulaşma, dalaşma, hır çıkarma, yasadışı yollarla önüne geleni devirip iş görme yüzsüzlüğünü ve edepsizliğini kendine hak görme anlamında kullanılırdı.

“Ali kıran baş kesen misin kardeşim?” derlerdi böyle davranıp terör estirmeye çalışanlara. Yani kontrolden çıkmış magandalara.

Bugünlerde olup bitenlere baktıkça ve haber bültenlerinde izledikçe, hep bu tabiri hatırlıyorum.

Aslında şaşırmıyoruz tabii. Sürpriz olmuyor hiçbiri.

Çünkü, en yüksek yargı merciinin, Anayasa Mahkemesi’nin kararlarını bile (af buyrun) “takmayan” bir anlayıştan söz ediyoruz. Anayasa Mahkemesi kararlarının bile “alt derece, birinci derece” mahkemeler tarafından uygulanmamasına, bir değil birkaç kez tanık olmadık mı? Danıştay kararlarına Yargıtay kararlarına rağmen, “yürütme”nin bu kararlara taban tabana zıt icraatı, sıradan hale gelmedi mi?

Yasaların en temel hükümlerine, yargılama usûl ve esaslarına, savunma hakkının kutsallığına, masumiyet karinesine, delilden sanığa gidilmesi ilkesine aykırı yargılamalar “sıradan” hale getirilmedi mi? Adeta “önce as sonra yargıla” anlayışı ile hareket eden, bir dönemin sıkıyönetim mahkemelerine, DGM’lere bile rahmet okutan mahkemeler artık “norm” sayılır hale gelmedi mi?

2008’lerde başlayan ve aradan geçen 11-12 yıldır giderek adeta “kökleşen” kumpas yargısı, hayatın her alanına hakim olmadı mı? KHK düzeni ile, hukuk ayaklar altına alınmadı mı? Hatta ve hatta darbe girişimi bahane edilerek, sözüm ona darbecilerin cezalandırılmasını amaçlayan bir iklim yaratmak adına, bütün toplum birlikte bu hukuksuzluğun kurbanı haline getirilmedi mi?

Şimdi bütün bu “Ali Kıran Baş kesen” anlayışının adeta “Level atladığı” günlere girmiş gibi görünüyoruz.

Mahkeme kararlarının, en basit işlemlerle ilgili mahkeme kararlarının bile uygulanmasına, “idare”nin tasarrufu ile mani olunmakta.

Adalar’da yaşanan son olay, bunun en çarpıcı, en utanmazca, en kepaze ve en utanç verici örneği.

Gücünü bizzat, yürütmenin “en tepesinden” alan, hatta “yürütmenin en tepesi ile kan bağı”nı, hukuksuz iş görebilme ehliyeti olarak kullanan bir vakıf, mahkeme kararlarına rağmen aylardır zorla işgal ettiği bir binadan “çıkmam” diyor. Evet, “çıkmıyorum” diye diretiyor. Normalde, herhangi bir mülk ya da mekân – arazi vb. bu yolla işgal edildiğinde ne yapılır? Avukatınızı alır gidersiniz. Bir direnişle karşılaştığınızda da devletin polisi sizinle birlikte gelir ve bu direnişi “etkisiz hale” getirerek, mahkeme kararının uygulanmasını sağlar.

Ama, dedik ya. Rejim artık “Ali kıran baş kesen rejimi” haline dönüşünce, “Burası benim babamın memleketi. Mülk de babamın mülkü sayılır. Ben de buradan çıkmam” diyebilen utanmaz anlayış, mahkeme kararına “Polisin de desteği” ile direnebiliyor.

“Şahsımın oğlunun vakfı”, bizzat yasaları uygulaması, mahkeme kararlarını yürürlüğe koyması gereken polis tarafından işgale devam edebiliyor. Adalar örneğinde “Kaymakam” yani “Şahsım rejiminin kaymakamı” gibi davranan mülki amir, mahkeme kararının üzerinde bir konumda hareket ederek, “Uygulatmam” diyebiliyor.

Mülkün sahibi ise, o kaymakamın, ya da emniyet müdürünün emri ile tekme tokat dövülerek, “kendisine ait mülke” sokulmuyor.

Bu, artık adli bir olay olmaktan ziyade bir rejim meselesidir.

Çünkü, “rejimin en tepesi” iğneden ipliğe, en basitinden en karmaşık mevzuya kadar, ülkenin bütün işlerini bu hale döndürme eğiliminde görünmektedir.

Ve en tehlikelisi de nedir, biliyor musunuz?

Yarın öbür gün, seçim yapılıp sandıktan aleyhlerine bir sonuç çıktığında olabileceklerin habercisidir.

“Kaybettim ama gitmiyorum” diyebilme potansiyelini ortaya koymaktadır. Öyle ya… Bugün “mahkemeyi kaybettim ama mülkten çıkmam” diyen bir irade, yarın “kaybettim ama anahtarları-mührü teslim etmem” demez mi?

Garantisi var mı?

İşin en vahim yanı da budur.

Hukukun ihlali namus gibidir. Kişisel namustan bir kez feragat edildiğinde, daha “büyük ayıplar”ın da artık görece hale gelmesi söz konusudur. Bir devletin namusu da “hukuk sistemidir”. Bir kez “delindi mi”, artık telâfisi çok zordur. Yani “Bi kerecikten bişey olmaz” denilemez.

Allah beterinden saklasın.

Sonumuzu hayreylesin..

Bu çizgiye gelmiş bulunmaktayız.

Herkesin aklını başına devrişip, “Ne yapıyoruz yahu? Ali kıran baş kesen rejimine mi döndü bu memleket?” diye kendini ve yaptıklarını sorgulama zamanıdır.

Vakit geç olmadan aklı selim zamanıdır.

Eşkıya dünyaya hükümdar olmamalıdır.

Halil Çivi şiiri : CUMHURİYET, DEMOKRASİ, LAİKLİK

ŞİİR KÖŞESİ…

Prof. Dr. Halil Çivi / İMZA...Prof. Dr. Halil Çivi
İnönü Üniv. İİBF Eski Dekanı

 

CUMHURİYET, DEMOKRASİ, LAİKLİK

Çağdaş devletlerin gidiş yoludur,
Cumhuriyet, demokrasi, laiklik.
Ulusların özgürleşmiş dilidir,
Cumhuriyet, demokrasi, laiklik.
Xxx
Akıldır, bilimdir, sönmez ışıktır,
Çağdaş zihniyete çağdaş beşiktir,
İnsanlık yolunda en son eşiktir,
Cumhuriyet, demokrasi, laiklik.
Xxx
Cumhur halk demektir, halkın özüdür,
Cumhuriyet halkın gören gözüdür,
Halkın iktidarı, halkın sözüdür,
Cumhuriyet, demokrasi, laiklik.
Xxx
Demokrasi, duygudaşlık demektir,
Her insanı kendin gibi bilmektir,
İnançta, fikirde özgür olmaktır,
Cumhuriyet, demokrasi laiklik.
Xxx
Laik olanların vicdanı hürdür,
Akıl, bilim laiklikle özgürdür,
Akılsız, bilimsiz inançlar kördür,
Cumhuriyet, demokrasi, laiklik.
Xxx
Empatidir, adalettir, hukuktur,
Hukuksuz devletin vicdanı yoktur,
Toplumsal adalet temel bir haktır,
Cumhuriyet, demokrasi, laiklik.
Xxx
Çağdaş uygarlıktır, çağdaş duruştur,
Görkemli, onurlu uygar yarıştır,
Sevgidir, dostluktur, bitmez barıştır,
Cumhuriyet, demokrasi, laiklik.
Xxx
Özgür düşüncedir, özgür sanattır,
Çalışmaya, üretmeye kanatır,
Çağdaşlığa uçan çağdaş bir hattır,
Cumhuriyet, demokrasi, laiklik.
Xxx
Özgür düşüncenin özgür yoludur,
Ulusal bilincin çelik koludur,
Özgür düşüncenin özgür dilidir,
Cumhuriyet, demokrasi, laiklik.
Xxx
Halil Çivi, devlet çağdaş olmalı,
Irkları, cinsleri eşit bilmeli,
Bütün inançlara yansız kalmalı,
Cumhuriyet, demokrasi, laiklik.
Xxx

 

 

06 Ekim 2021
Doğanbey / Seferihisar / İZMİR

TERÖRİST KEBAPÇI / DİNDAR ANAYASA / YARGIÇ BİLAL

Rifat Serdaroğlu
DOĞRU Parti Genel Başkanı

Bahçeli, partisinin grup toplantısında “Kebapçıları terörist” ilan etti!
Bahçeli’nin konuşması şu gerçekleri ortaya çıkardı :
Bahçeli’nin konuşmalarını başkaları yazmaktadır.
Bahçeli, yazılan metinleri kontrol etmeden camdan okumaya çalışmaktadır.
Bahçeli, başkasının yazdıklarını bile doğru okuyamamaktadır.
Bahçeli, psikolojik yorgunluğa bağlı “Demans” hastasıdır.
Bahçeli gibi rahatsızlığı olan birinin, devlet işleri ile ilgilenmesi, koalisyon ortağı olması, karar vermesi doğru değildir. Kendisine, her gün kebap yemesi karşılığında kesin istirahat verilmelidir…
***
Dindar Anayasa;

Gerek dindar anayasa, gerek anayasanın ilk 4 maddesinin değiştirilmesi, gerek laiklik ilkesinin anayasadan çıkartılmasını isteyenler CB Erdoğan’ın en yakın çalışma arkadaşlarıdır.
Bu kişiler, Erdoğan’dan izin almadan değil anayasa değişikliği hakkında konuşmayı, izinsiz tuvalete bile gidemezler.

  • Erdoğan, Anayasanın ilk 4 maddesi hakkında ne düşünmektedir?

Ama, fakat, belki olmadan açık-açık dürüstçe Türk Milletine anlatmalıdır.

Erdoğan tarafından “koçbaşı” olarak öne sürülenler kimdir?

  • SADAT Başkanı Adnan Tanrıverdi, Diyanet İşleri Başkanı Ali Erbaş, TBMM eski başkanı İsmail Kahraman!

Bunlara sormak gerek:
Sizler güya dindar oldunuz da ne oldu?
Sözde dindarsınız ama, ülkede “Siyasi Ahlak” yerlerde sürünmekte!
Sayıştay raporlarına düşen hangi hırsızlıklara, yolsuzluklara karşı çıktınız?
Suçsuz yere hapislere atılan, askeri öğrencilere mi sahip çıktınız?
Suçsuz yere zindana atılan 85 yaşındaki emekli Paşalara mı acıdınız?

  • Anayasanın da, devletin de dindarı olmaz!

Esas olan insan olmaktır.
Hazine garantili ihaleler sayesinde, devletin uğradığı milyarlarca dolar zarar için ses çıkarttınız mı?
Dindar oldunuz da, haksızlığın adaletsizliğin kitabını yazdınız!

Önce kendinizi düzeltip, gerçek dindar olun!
Harama el uzatanlardan uzak durun!
Bırakın Anayasayı dindar yapmayı, önce kendiniz “İnsan” olmayı deneyin.

Tarihten ders almadınız, Türk Milletinden ders almadınız, insanlıktan nasibinizi almadınız!
Sizler mi Türk Milletine akıl vereceksiniz?

  • Önce dürüst olun ve servetlerinizin hesabını verin.

Yazıyı bağlarken yalnızca dikta rejimlerinde görülecek bir olayı yaşadık.
Şehzade Bilal Oğlan’ın Vakfı’nın kullandığı İstanbul Belediyesine ait bir bina için ilgili mahkeme “Tahliye” kararı verdi. Devletin polisleri, Saray ve Saray köpekleri tarafından mahkeme kararını yok sayarak, tahliye (AS: boşaltma) engellendi!

Bundan böyle, mahkemelerde işi olan vatandaşların önce Bilal Oğlana müracaat
etmeleri ve gerekli bağışı yaparak işlerini anında halletmeleri mümkündür.
Yargıç ve Savcıları da kovalım, gitsinler!
Madem kararları bir b.ka yaramıyor, boşa maaş vermeyelim! Yuh olsun, yuh!

Sonları ibretlik olacak. Bu kadar suçu ve günahı hiçbir vicdan kaldırmaz, kaldıramaz. Sabır taşı değil, sabır dağı olsa dayanmaz, çatlar…

Sağlık ve başarı dileklerimle, 07 Ekim 2021

6 Ekim ruhu

Zafer Arapkirli
Zafer Arapkirli
Cumhuriyet, 06 Ekim 2021

 

Bir türlü üzerlerinden atamıyorlar şu “emperyalist sevici” ezik ruh halini.

Bir türlü kabullenemiyorlar, 100 yıl öncesine artık asla dönülemeyeceğini, bunun için ne kadar çabalarlarsa çabalasınlar, başaramayacaklarını.

Bir türlü yanaşmıyorlar şu gerçeği görmeye.

6 Ekim 1923 günü, İstanbul’u ve sembolik olarak Türkiye’nin tamamını düşman çizmesinden temizleyen irade, bir daha ne kılık, ne şart ve şekilde olursa olsun, o çizmelerin şu canım kentin caddelerinden boy göstermesine izin vermeyecek. Bunu anlayın artık.

İster bir yobaz gazetenin sütunlarından işgalcilere selam çakan işbirlikçi zihniyetin temsilcisi bir yazara söyletin, ister “Keşke Yunan galip geleydi” diyen bir hokkabazın ağzından o ezik duygularınızı dillendirin. İster bu eziklikleri dillendiren fesli palyaçoların ayağına kadar gidip sırtını sıvazlayın…

Ne yaparsanız yapın, o günler geçti artık.

Laikliğin yergisi, yobazlığın ve ortaçağ kafasının övgüsü üzerine kurulu zihniyetinizin er ya da geç bu topraklardan, üstelik bir daha geri dönmemek üzere silineceği, temizleneceği gerçeğini kabullenin artık.

Bugün bir din görevlisinin, yarın gerici, sağcı, kaşarlanmış bir siyasetçinin “Laikliğin ne gereği var?” mealindeki zehirli propagandalarını, milletin kafasına ve yüreğine zerk etmelerine daha fazla tahammül edilmemeli, Mustafa Kemal ATATÜRK’ün ilke ve devrimlerinde vücut bulan “Cumhuriyet panzehiri”ni, artık uzun süredir durduğu dolaplardan alarak “itiraz şırıngalarına” çekmelidir diyorum.

“Emperyalist düşman ve işbirlikçilerinin Gidiş Marşı” ne olursa olsun, “Geliş Marşı”nın sözlerini geçmişte yazanların ve ileride yazacakların, “laik demokratik sosyal bir hukuk devleti” şiarından asla ayrılmadan, katılımcı ve çoğulcu bir anlayışın gereğine, bunun “mutlakçı ve şahsımcı” zihniyete galebe çalması için ellerinden geleni yapmaları gereğine dikkat çekiyorum.

Vahdettin artığı, emperyalist uşağı kafaların “İstanbul’u Kuvvacılar almadı, İngiliz sulh içinde, tek bir kurşun atmadan teslim etti. Bunu da hilafetin kaldırılmasını şart koşarak yaptılar” şeklindeki alçak yalanları daha fazla yaymalarına tahammül etmemeli diyorum. Bu yalanların deşifre edilmesi ile tam da bugün yani 6 Ekim günü, İstanbul’u, emperyalist düşman çizmesinden kurtaran kahraman atalarımızın ruhlarının huzur bulmasını diliyorum.

“Keşke Yunan galip gelseydi” diyen hain ve uşak ruhlu zihniyetin, Vahdettin’in İstanbul Limanı’ndan bindiği gemilere yüzerek de olsa yetişerek onun arkasından istediği yere gitmesi gerektiğine vurgu yapıyorum.

13 Kasım 1918 ve 16 Mart 1920 kara lekelerinin, doğduğum büyüdüğüm şu canım kentin, İstanbulumun her bir santimetre karesinden, Kuvayı Milliye logolu bir deterjanla ilelebet temizlenmesine vesile olanları, şükran ve minnetle anıyorum.

Bu şehrin ve yurdumun hiçbir toprak parçasının, bir daha emperyalist düşman çizmesi ile kirlenmemesi için içtiğimiz anda, ettiğimiz yeminlere ve verdiğimiz sözlere bağlı kalabilmek için gözümü bile kırpmadan savaşmaya devam diyorum.

6 Ekim 1923 günü İstanbul’u kurtardıkları gün, Galata Köprüsü üzerinde saygı geçişi yapan Şükrü Naili Paşa komutasındaki, Mustafa Kemal Paşa’nın kahraman askerlerinin aziz hatıraları önünde saygı ile eğiliyorum.

ÇARŞAMBA İĞNELERİ – 06 Ekim 2021

Türk Vatandaşı Naci BEŞTEPE

KIYMET

Habertürk yazarı Nagehan Alçı, Afganistan’ı görünce güçlü ve laik devletin önemini daha iyi anladığını belirtti.

Cumhurbaşkanlığının yeniden Çankaya’ya taşınması gerektiğini, tam yetkisiz ve tam güçsüz olması gerektiğini ifade etti.

Bozuk saat bile günde iki kez doğruyu gösterir…

TORPİL

Palu Belediye Başkanı Bekir Yıldırım belediyeye işçi alımında torpil yapıldığı iddialarına  karşılık, “Beş kişi için adam mı vuralım? Millet dünyayı yiyor, biz beş kişi işe alıyoruz çok mu görüyorlar?” dedi.

Adam AKP devrini özetlemiş. Yiyiciler ne diyebilir?..

PROJE

Mimarlar Odası Ankara Şubesi tarafından dağıtılan basın ödüllerinde Avrupa’da terör örgütü PKK propagandası yapan Jin Tv sunucusu Güler Yıldız ödül aldı.

Neyin projesi?..

VERGİ

Yüksek vergiler altında ezilen vatandaş Vergi Konseyi’nin yeniden faaliyete geçmesiyle umutlandı.

Konseye kamu ihalelerinden de en çok pay alan, mega projeleri yapan müteahhit patronlar üye olarak atandı.

Kendi kaçırdıklarını milletten alırlar…

KONSEYE

Cumhurbaşkanlığı Külliyesi’ni inşa eden Rönesans Holding’in vergi kaçırmak için Virjin Adaları’na 210 milyon dolar aktardığı belirtildi.

Bu holdingin başı Vergi Konseyine alınmalı…

İKİYÜZLÜ

RTE bir yandan Putin’le görüşürken öbür yandan Ukrayna ile SİHA anlaşması yapılmasını Rus devlet televizyonu Erdoğan’ın ikiyüzlülüğü olarak niteledi.

Çıt…

BARINAK

“Barınamıyoruz!” eyleminden dolayı iki kez nezarete atılan gençler eyleme son vermiş.

Devlet onlar için barınma olanaklarını seferber etmiş!..

GAZ

LPG’ye altı günde iki kez zam yapıldı.

Karadeniz’de yeni doğal gaz rezervi mi bulundu ki millete gazlıyorlar?..

BORU

Sayıştay Başkanlığı’nın 2020 Yılı Denetim Raporu’na göre: Karayolları Genel Müdürlüğü’nün (KGM) açık ihale yerine pazarlık yöntemiyle yaptığı bir ihalede, birim metre fiyatı 7 lira 94 kuruş olan muhafaza borusu, 2 bin 239 liraya alındı.

30 bin lira yerine 8 milyon lira ödendi.

Boru böyle döşenir!..

KAYMAKAM

Artvin’de Kemalpaşa Kaymakamı Mehmet Faruk Saygın, ziyaret ettiği lisede kendisini karşılayan ve “Hoş geldiniz” diyen öğretmeni “Haddini bil, dışarıda bekle” sözleriyle azarlayarak sınıftan kovdu. Tepkiler üzerine aynı okula tekrar giden Kaymakam, öğretmenle bir araya geldi ve verdiği çiçekle özür dileyerek helallik istedi.

Devlet görevlisinin helallik istemesi, devrin modası…

İT

Gelibolu Büyük Cami İmamı Mehmet Mutlu, Atatürk’ü sevenler için sosyal medyada ”Atatürk’ün itleri” demiş.

İmamdır, kalbi temizdir. Herkesi kendi gibi sanır…

DİNDAR

Eski TBMM Başkanı İsmail Kahraman,

  • “Dindar anayasa yapalım. İlk dört madde değişebilir” diyor.

Allah ile aldatmanın, hırsızlığın, yolsuzluğun, kul hakkı yemenin tadına doyamadılar. Anayasal güvenceye almak istiyorlar…

UYGUN

Tarım Kredi Kooperatifi marketinden alış veriş yapan RTE “Fiyatlar gayet uygun” dedi.

Tok, açın halinden bu kadar anlar…

SORUYORUM                                           :

  1. 128 milyar dolar nerede?
  2. Bakan Ruhsar Pekcan ve öbür Bakanların / yakınlarının Devlete mal satmasının
    (hem de bozuk ve fahiş fiyatla) soruşturulması neden engelleniyor?
  3. Sedat Peker’in suçlamaları kamuoyunda karşılık bulmasına karşın niçin araştırılmıyor? Suçlanalar niçin kendini savunmuyor? Cumhurbaşkanlığı niçin sessiz kalıyor?
  4. Orman yangınlarına karşı gerekli önlemleri almayarak yurdumuzun cayır cayır yanmasına, uygunsuz imara izin vererek sel felaketine sebep olanlar ne zaman hesap verecek?
  5. Yurt dışına para aktararak vergi kaçıranlardan hesap sorulmayacak mı?

GÜNEŞİN PATENTİ Mİ VAR?

Dr. Ceyhun BALCI
Hekim, Tarihçi

Yazının başlığı geçtiğimiz yüzyıla damga vuran buluşlarından birisini yapan Amerikalı hekim Jonas Salk’tan ödünç alındı. Tam olarak şöyle.

Milyonlarca ölüme ve bir o denli engelliliğe neden olan çocuk felcini önlemede etkili olan aşılardan birisini bulan Dr. Jonas Salk’a sorulur :

“Buluşunuz için patent alacak mısınız?”

Salk’ın soylu ve erdemli yanıtı tarihe geçecek niteliktedir :

“Güneşin patenti mi var ki aşının olsun!”

Bir an için tersini düşünelim!

Jonas Salk’ın erdemin ve bilgeliğin tarafında değil de özçıkarının peşinde olduğunu varsayalım!

Jonas Edward Salk (1914-1995)


Önemli buluşuyla milyonların yaşamını kurtarırken, bir o denlisinin engelli bir yaşam sürmesinin önüne geçti

“Aşının patentini elbette alacağım! Bu benim en doğal hakkım!” demiş olsaydı hiç kuşkusuz cüzdanını şişirme, küpünü doldurma fırsatı yakalardı. Bu davranışı karşılığında ne denli eleştiri alırdı? Kestirmek güç!

Böyle bir durumda Salk’ın buluşu değerinden bir şeyler yitirir miydi? Ya da Salk’ın insancıl açıdan eleştiri alacak sözleri insanlığın yararına bu buluşun kullanıma girmesini önler miydi?

Hiç kuşkusuz hayır!

Bu arada başka sorular sıralayalım!

  • Yeryüzünde sağlık gibi temel ve insani bir konuda ticari etkinlikler alıp başını gitti mi?
  • Büyük ilaç şirketleri hem ilaç hem de aşı üzerinden eşi benzeri görülmemiş kazançlar sağladılar mı?
  • Kimi ilaç üreticileri önce ilaç tasarlayıp ardından bu ilaca pazar yaratacak hastalıklar tanımlanmasını desteklediler mi?

Otuz beş yıllık bir hekim olarak yukarıda sıralanan ve sayıları kolayca çoğaltılabilecek sorulara EVET yanıtı vermekte zorlanmam!

Öte yandan, büyüklü küçüklü ilaç üreticilerinin kullanıma sunduğu pek çok ilacın çağdaş tıp uygulamalarında yeri olduğunun da altını çizmek gerekir.

Ancak, ilacı ya da aşıyı değerlendirirken onu üretip kullanıma sunanların amaçlarından bağımsız değerlendirmek de bir o denli usun ve bilimin gereğidir.

Günümüze dönersek!

Salgının önce denetim altına alınmasında ve sonrasında da sönümlenmesinde aşı yaşamsal öneme sahip.

  • Bu önemli gerecin gönençli ülkelerce vatandaşları başına 10’a varan dozlarda istiflendiğini de utanarak, sıkılarak saptadık ve dile getirdik.
  • Aşının eşitlikçi paylaşılmadığını üzülerek gözlemledik.
  • Aşı milliyetçiliğinin ve emperyalizminin en olumsuz örneklerini yaşayarak gördük.

Tüm bunlar aşının suçu değildi kuşkusuz!

Aşıyı bulmak ölçüsünde, bulunmuş olan bu aşıyı eşitliğe, hakkaniyete ve adalete uygun paylaşmak, dağıtmak ve kullanmak da önemliydi. Burada hata olduğu kuşkusuzdur ve bu hata insan kaynaklıdır.

Pek çok ortamda aşının hızla bulunması (AS: geliştirilmesi) ve kullanıma sunulması üzerinden de aşı karşıtlığı / kuşkuculuğu yapıldığına sıkça tanıklık edildi.

Aşı tarihine bakarak bu kez aşıların hızlı geliştirilmesi ilk bakışta eleştiriyi hak eder görünse de ülkemizde kullanıma sunulan ölü virüs aşısı teknolojisinin hiç yeni olmadığı, mRNA teknolojisinin de 20 yıla varan bir geçmişi olduğunu anımsatmak bilmem işe yarar mı?

Kuşku duymak insanın olmazsa olmaz özelliği. Hatta, kuşkucu olmanın insanı insan yapan bir öğe olduğu tartışılmaz.

Aşı ya da ilâç gibi bir gerecin ticarete ve kazanca konu olmasının tüm insanları kaygılandırması son derece olağandır. Bu kaygıyı gidermenin yolu da,

  • Sağlık hizmetinin, sağlık hizmetinin gereği olan gereçlerin ticarete konu olmasını önlemekten geçmektedir.

Sağlık ortamında bulunanların ezici çoğunluğunun Dr. Jonas Salk gibi düşündüğü kuşku götürmez gerçektir. Ama, sağlık ortamı Jonas Salk’ın düşüncesine uyarlanmadıkça aşı ve ilâcın kazanç aracı olmasının önüne geçilemeyecektir.

Bu duyarlı noktada görev tüm insanlara düşmektedir.

Küresel ölçekli sağlık ticareti olumsuzluğunun aşı karşıtlığı / kuşkuculuğu öğesine dönüştürülmemesi, salgınla baş etmede önemli gereklilik olarak karşımıza çıkmaktadır.

İnsanlık, bilim ve teknoloji geliştirmedeki başarılarını toplumsal davranışlarla tamamlamak göreviyle karşı karşıyadır.

Kaynak : GÜNEŞİN PATENTİ Mİ VAR? – cumhuriyetciyorum (wordpress.com)

E. Ora. Nusret Güner’in Kovit-19 Deneyimi ve Önerileri

Dostlar,

Sitemiz okuyucularından Saygın E. Oramiral Nusret Güner beyefendi, aşağıdaki iletiyi yolladı sitemizde paylaşalım diye..
***
Kumpas davaları sürerken, yurtseverler Silivri zindanlarında tutsak alınmışken, Ankara’da Sakarya çarşısının küçük meydanında SESSİZ ÇIĞLIK eylemleri yapıyorduk her Cumartesi. Bunlardan birinde E. Oramiral Nusret Güner de vardı. Donanma Komutanlığı görevinden onuru ile istifa etmişti, hak ettiği Deniz Kuvvetleri Komutanlığına atanmadığı için. Orduevinde kalma hakkı elinden alınmıştı. Kısaca bunları da anlattı dimdik durarak. Biz de

  • Dert etmeyin Amiralim, haydi bize gidelim..”

demiştik içimizden taşarak, 80 m2’lik evimizi paylaşmak üzere.
Çok duygulanmıştık.. Dostluğumuz gelişti, iletişimimiz sürüyor..
***
Güner Amiral’in kamuoyu ile paylaşmakta yarar gördüğü iletisi aşağıda..
==============================

Ahmet Hocam,

Türkçe konusunda mükemmelsiniz. Bunu görmüş olmaları çok yerinde. Ben de naçizane tebriklerimi sunuyorum. (AS: Dil Derneği’nin bize verdiği Onur Ödülü üzerine..)
***
Covid-Aşı tecrübem ile ilgili bir yazı hazırladım, bunu önce Twitter’da “Emekli bir Askerden Andıç” başlığı ile yayınlamayı düşündüm, sonra vazgeçtim. Taslak Andıç’ım aşağıdadır:

1. KONU:
Covid-Aşı Değerlendirmesi.

2. İNCELEME:

a. Ben ve eşim 2 Sinovac, 2 Biontech; kızım 2 Biontech aşısı olmuştuk. Yalnızca benim Covid+ olmama karşın, hastalığım öncesinde 7/24 birlikte, en çok 10 metre içindeydik.
b. Önce kızım, 2 gün sonra eşim, boğaz yanması / kuruluğu, nezle ve öksürük bulguları gösterdi.
c. 2 gün sonra bende, öksürük dışında aynı bulgular ve geniz tıkanıklığı ile 38 derece ateş oluştu.
d. Eşim ve kızımın 2’şer kez yapılan PCR testi negatif çıkarken, benim 1 kez yapılan PCR testim pozitif çıktı.
e. Hastane tarafından verilen ilaçları kullandım.
f. Evde karantinadaki tedavimin ilk 5 günü boyunca, bulgularım özet olarak; geniz tıkanıklığı, nezle, 3 gün hafif 2 gün yoğun öksürük ile ilk gün oluşan 6 saat süren 38 derece ateş oldu. Evde karantinanın son 9 günü hiçbir sorunum olmadı, ancak koku alma duyusu kaybım ise 14 gündür devam ediyor.

3. SONUÇ VE ÖNERİLER:

a. Sonuçlar:
(1) Eşim ve kızımın aşıları görevlerini başarıyla yaptı ve yüksek düzeyde oluşan antikorlar Covid virüsünün sağlık duvarlarından içeri girmesini engellediler.
(2) Benim aşılarım ise; yaşım ve yorgun/ yıpranmış bedenimin sahip olduğu kalp ve göğüs hastalıkları nedeniyle Covid virüsünün sağlık duvarımdan içeriye girmesini engelleyemediler, ancak vücuduma girdiklerinde yeterli düzeyde oluşmuş antikorlarca oldukça zayıflatıldıkları için salt sınırlı ölçüde etkili olabildiler.
(3) Bu değerlendirme, amatörce yapılmış ve yalnızca Güner Ailesinin Aşı-Covid ilişkisi gözlemine dayandırılmıştır. Profesyonel değerlendirmeye ve çok / yeterli sayıda veriye gerek vardır.

b. Öneriler              :
a. Çevrelerinin dikkatini çekecek ölçüde kendilerini korumaya çalışan Güner Ailesine Covid virüsünün nasıl bulaştığının incelenmesini (AS: Filyasyon raporu isteniyor!)
b. Görevlerini başarıyla yerine getirdikleri değerlendirilen aşılamanın sürdürülmesini
c. Covid deneyimine sahip kişilerden elde edilecek verilerin, sağlıklı istatistiksel bilgi sayısına ulaştırılarak yapılacak bilimsel çalışma sonuçlarının dikkate alınmasını öneririm.
=============================

Güner ailesi
ne en iyi dileklerimiz sunar, kamuoyu ve ilgili – yetkililerle bu iletiyi paylaşırız..

E. Ora. Güner, teknik deyimle “filyasyon” yapılmasını ve “filyasyon raporunu” görmek istiyor son derece yerinde olarak.
Oysa Sağlık Bakanlığı, salgınla savaşta masanın 4 ayağını da kırmış durumda :

1. Sürveyans
2. Karantina
3. İzolasyon
4. Filyasyon

Bakan Koca her gün aynı anlama gelen sözlerini salt sözcükleri değiştirerek yinelemekte.
Umudunu apaçık, kağnı hızıyla ilerleyen / ilerlemesi umulan, hiçbir zorlayıcı yasal önlem – yaptırım uygulanmayan aşılama ve doğal bağışıklığa bağlamış durumda. Fatura olağanüstü ağır olsa da…

Bu vebal, altından kalkılamayacak ölçüde ağırdır. Her gün, açıklanan 200 – 300 arasında Kovit-19 ölümü gerçekte 3-3,5 katı olup, masum insanlar, ölümleri büyük ölçüde önlenebilecek iken, bu akıl – vicdan – insaf – hukuk – bilim… dışı politik seçim ile kurban verilmektedir.

Gün olur, bu vahşi kıyımın yargıda hesabı mutlaka sorulur; er ya da geç..

Sevgi ve saygı ile. 05 Ekim 2021, Ankara

Prof. Dr. Ahmet SALTIK MD, MSc, BSc
Atılım Üniv. Tıp Fak. Halk Sağlığı Anabilim Dalı
Sağlık Hukuku Uzmanı, Siyaset Bilimi – Kamu Yönetimi (Mülkiye)
www.ahmetsaltik.net         profsaltik@gmail.com
facebook.com/profsaltik    twitter : @profsaltik     

.

 

GERÇEK “SİYAH TÜRKLER” SOLCULARDIR!..

Prof. Dr. Süleyman Çelik
scelik44@gmail.com

(AS: Bizim katkımız yazının altındadır..)

Türkiye’yi bölmek isteyen güçler ve bunların içimizdeki ajanları, ABD’de Siyahları ikinci sınıf yurttaş olarak gören, hatta insan olarak görmeyen ırkçı yaklaşıma benzetme yaparak, Türkiye’de de yurttaşlar arasında ayrımcılık yapıldığını öne sürerler. Buradan hareketle, “Beyaz Türk- Siyah Türk” deyimini icat etmişlerdir.

Bunlara göre dinciler Siyah Türk’tür. Oysa Kubilay’ın katilleri ve Şeyh Sait gibi, Cumhuriyeti yıkmak/ ülkemizi parçalamak isteyen hainlerin dışında hiç kimse, inançları nedeniyle zulüm görmek bir yana sorgulanmamıştır bile. Gerçek dindarlara ise hiçbir zaman dokunulmamıştır…

Çok partili sisteme geçtikten sonra, din istismarının oy getirdiği anlaşılınca dinciler/ tarikatçılar el üstünde tutulur olmuşlardır. Hemen hemen her seçimde çoğu tarikat ve cemaatlerin temsilcileri milletvekili olmuş ve hatta hükümetlerde yer almışlardır. Dinciler devlette iş bulmakta hiç zorlanmamışlar, hatta öncelikli olmuşlar, bürokraside de önemli görevlere yükselmişlerdir…

  • Gerçekte Türkiye’de ezilenler her zaman solcular olmuştur…

Özellikle II. Dünya Savaşı sonrasında Amerika’nın güdümüne girince, McCarthycilik ülkemizde de başlamıştır. Solcular işe alınmamışlar ya da solcu oldukları anlaşılınca işten atılmışlar; yedek subay olmaları gerektiği halde askerliklerini er olarak yapmışlar, biraz öne çıkanlar hapishanelerde çürütülmüşler; “Günah keçisi” yapılmışlar, her olayın altında solcu parmağı aranmış, hatta devlet kendi işlediği suçları bile solcuların üzerine atmıştır.

Örneğin, dış politikada başarısız olmaları nedeniyle, daha doğrusu emperyalistlerin güdümünden çıkamadıkları için Kıbrıs Türklerinin haklarını koruyamayan Menderes Hükümeti, milletin gözünü boyamak amacıyla MİT’e provokasyon yaptırarak 6-7 Eylül (AS:1955) olaylarını düzenlemiş; ancak beceriksizlikleri nedeniyle olayların kontrolünü kaybetmişler (denetimini yitirmişler) ve sonunda Türkiye için yüz kızartıcı bir tablo ortaya çıkmıştır. Utanmadan suçu solcuların üzerine atmışlar ve ülkemizin yüz akı aydınlarını tutuklatmışlardır…

Ülkesini ve halkını sevmekten başka suçu olmadığı halde solcu oldukları için ezilen, haksızlığa uğrayan aydınları sayacak olsak sayfalara sığmayacağından birkaç örnek vermekle yetinelim:

  • Sabahattin Ali, Nazım Hikmet, İsmail Hakkı Tonguç, Mehmet Ali Aybar, Niyazi Berkes, Behice Boran, Pertev Naili Boratav, Aziz Nesin, Rıfat Ilgaz, Mümtaz Soysal, İlhan Selçuk, Uğur Mumcu, Demir Özlü,  Alpaslan Işıklı…

En acı sonu yaşayan Sabahattin Ali’dir. Yıllarca süren sürgün ve tutukluluklar canın tak ettiğinden yurt dışına kaçmak isterken genç yaşta öldürülmüştür. Ancak, istihbarat örgütleri tarafından yurt dışına kaçırma tuzağı kurularak, ölüme götürüldüğü yönünde savlar da vardır.

Sabahattin Ali’nin, yazarı olduğu Marko Paşa dergisindeki aşağıdaki yazısını okuyunca neden öldürüldüğü anlaşılmaktadır.

Atatürk’ten sonra, ülkeyi yönetenler ne yazık ki onun (AS: O’nun) yerini dolduramamışlardır. Atatürk’ün en çok üzerinde durduğu “tam bağımsızlık” unutulmuş, Amerika’nın güdümüne girilerek siyasal ve askeri bağımsızlık kaybedildiği gibi, Lozan’da en büyük mücadele ile elde edilen ekonomik bağımsızlık da bir kenara atılarak Osmanlı’yı batıran kapitülasyonlara kapı açılmıştır.

O yıllarda en büyük tasa, Türkiye’ye yabancı sermayenin girmesiydi. Herkes yabancı sermayeyi kurtarıcı olarak görüyor, gazetelerde “yabancı sermayenin ülkeye nasıl gireceği?” tartışılıyordu.

Bunun üzerine Sabahattin Ali, bu soruya yanıt vermek üzere, Marko Paşa’da “Biz anlatalım” başlıklı bu yazıyı yazdı: “Evvela Hello Johnny, My Darling, Yes, Okey diye girer. Arkadan Amerikan zırhlıları girer, bahriyelileri girer. Daha arkadan danışma kurulu, denetleme kurulu girer. Ondan sonra, gerekirse borç verileceğine dair haberler girer. Bu arada bazı yazarlar deliğe girer, bazı yazarlar Türkiye’yi Amerika’nın sınırı olarak gösterirler. Ve sonunda ucu dünyanın merkezinde bulunan asıl kazık girer ki her kıvranışta biraz daha girer.’’

Amerika, Amerika, / Türkler dünya durdukça, / Beraberdir seninle..”  gibi aşk (!) şarkılarını millet dilinden düşürmezken, böyle bir yazı yazıp bozgunculuk yaparak emperyalizmin tekerine çomak sokmaya çalışanlar bağışlanamazdı. İşte, Sabahattin Ali için hüküm o zaman verilmiş olmalı!..

Menderes, Amerikan şirketlerine hazırlattığı “Yabancı Sermayeyi Teşvik Yasası”nı Meclis’ten geçirerek Amerikanofilleri tasadan kurtardı. Daha sonra bunlar da yetersiz görüldü; yeni düzenlemeler yapılarak daha daha girmesi sağlandı. Yetmedi, kamu ya da özel, her şeyimizi yabancılara sattık. Böylece Sabahattin Ali’nin dedikleri gerçekleşti…

Şirketlerini yabancılara satanlar aldıkları parayı yurt dışına götürdüler. Bu kez ülkede yerli sermaye kalmadı…

Yerli olarak, sadece (yalnızca) politikacıların ortak olduğu müteahhitlik şirketleri kaldı. Onlar, “biz de yabancıların sahip olduğu hakları isteriz” dedi. İstekleri haklı bulundu: ihaleler ve ödemeler Dolarla yapılmaya başladı. “Türk yargısına güvenmiyoruz” dediler. O halde, “buyurun sömürü hukukunu en iyi bilen İngilizlerin ünlü ‘Londra Tahkim Mahkemeleri’ne gidin. Oradan çıkaracağınız kararla hakkınızı söke söke alırsınız” dendi.

Böylece kapitülasyon bakımından Osmanlı’yı geçtik. Borç desen, aynen Osmanlı gibi. Bu durumda “Düyun-u Umumiye” yakın mıdır, dersiniz?..
===================================
Dostlar,

Prof. Çelik Tıbbi Farmakoloji uzmanıdır. Samsun 19 Mayıs Üniversitesinden emekli ve Samsun ADD Şubesinin önceki başkanlarındandır.

Zaman zaman, çok uyarıcı – silkeleyici yazılarını burada paylaşırız.
**
Bu son yazının son tümcesinin bitimine bakalım :

  • “… “Düyun-u Umumiye” yakın mıdır, dersiniz?..”

Bize göre Türkiye, AKP eliyle 20 yılda istendik (iradi) biçimde iflasa sürüklenmiştir.
Ülkemiz çok yönlü olarak talan ve yağma edilmiştir, edilmektedir.
Yoksulluk, bu kökü dışarıda güdümlü politikaların bir sonucudur, türevidir; gerçekte YoksullaşTIRmadır! Ulusal servet yandaşlara aktarılarak planlı biçimde el değiştirmiştir.
1881’de İstanbul’da kurulan “… “Düyun-u Umumiye” yi beklemek yersizdir; Türkiye, ilan edilmeyen – örtük bir iflasın (Moratoryumun) derinliklerinde “tam sömürge” yapılmıştır.
Bu acı ve ürkütücü gerçekliği ustan çıkarmadan, yeni bir Kurutuluş Savaşı zorunlu olmuştur.

Sevgi ve saygı ile. 05 Ekim 2021, Ankara

Prof. Dr. Ahmet SALTIK MD, MSc, BSc
Atılım Üniv. Tıp Fak. Halk Sağlığı Anabilim Dalı
Sağlık Hukuku Uzmanı, Siyaset Bilimi – Kamu Yönetimi (Mülkiye)
www.ahmetsaltik.net         profsaltik@gmail.com
facebook.com/profsaltik    twitter : @profsaltik