Yazar arşivleri: Ahmet SALTIK

Ahmet SALTIK hakkında

Atılım Üniversitesi Tıp Fakültesi Halk Sağlığı Anabilim Dalı Öğretim Üyesi Prof. Dr. Ahmet SALTIK’ın özgeçmişi için manşette tıklayınız: CV_Ahmet_SALTIK Hekim (Halk Sağlığı Profesörü), Hukukçu (Sağlık Hukuku Uzmanı) Mülkiyeli (Kamu Yönetimi - Siyaset Bilimci)

Kraliçeden İnönü’ye çay servisi  

Ayşe Gülsün Bilgehan kimdir? - Yeni AkitGülsün BİLGEHAN
10 Eylül 2022, Cumhuriyet 

1971 yılının sonbaharında “Dedepaşası”, Paris’te okuyan torunu Gülsün Toker’e yazdığı mektupta, Ankara’da resmi ziyarette bulunan İngiltere Kraliçesi 2. Elizabeth’le görüştüğünü ve kendisini “resimlerdeki gibi güzel ve kibar bulduğunu” yazıyordu.

İran İmparatorluğu’nun 2500. yıldönümü etkinlikleri dolayısıyla Tahran’da düzenlenen törene katılan Kraliçe Elizabeth, dönüşte Türkiye’ye bir haftalık bir ziyaret yapmıştı. 18 Ekim 1971’de Ankara’ya gelen kraliçeye eşi Prens Philip ve kızı Prenses Anne eşlik ediyorlardı. Kraliyet Ailesi başkentte Cumhurbaşkanı Cevdet Sunay, Başbakan Nihat Erim ve bütün devlet ileri gelenleri tarafından özenle ağırlandılar. Çankaya’daki Camlı Köşk’te konuk edildiler. Düzenlenen resmi programda Anıtkabir ziyareti başta geliyordu. Kraliçe Gazi Yetiştirme Yurdu ve Hipodrom’a gitti, adına düzenlenen at yarışını izledi.

PAŞAYI AYAKTA KARŞILADI  

Dışişleri Bakanlığı Protokol Dairesi Genel Müdürü Büyükelçi Veysel Versan başta olmak üzere herkes gezinin kusursuz olması için uğraşıyordu. Kraliçe Elizabeth’in hazırlanan programa eklenecek tek bir özel isteği oldu: İlk başbakanı olan Winston Churchill’den çok duyduğu İsmet İnönü ile, resmi programın dışında, baş başa özel bir görüşme istiyordu!

Kraliçeden İnönü’ye çay servisi

Kraliçe 2. Elizabeth ile İsmet İnönü arasındaki bu çok farklı buluşmanın tek tanığı, daha sonra parlak bir büyükelçi olacak genç bir diplomat, Daryal Batıbay’dı. Batıbay, dönemin Dışişleri Bakanı Osman Olcay tarafından, İnönü’nün görüşme kaydının devlet arşivinde bulunması görüşü üzerine görevlendirilmişti. İsmet Paşa, randevu öncesi Pembe Köşk’te buluştuğu genç diplomata daha önce hazırlandığı Türk-İngiliz ilişkileri ile ilgili bilgilerini doğrulattı. Paşanın istediği, kraliçe ile konuşurken kendisine işitme konusunda yardımcı olmasıydı. Gerçekten genç diplomata bütün görüşme boyunca iki önemli insanın hayret verici sohbetini hayranlıkla izlemekten başka fazla iş düşmedi. Daryal Batıbay bu görüşmeyi yıllar sonra mükemmel bir şekilde paylaştı:

“Camlı Köşk’ün büyük uzun salonuna girince kraliçe ayağa kalkıp, salonun ortasına gelerek İsmet Paşa’yı çok sıcak şekilde karşıladı. ‘20. yüzyılın seçkin şahsiyetlerinden biri ile görüşmekten çok mutluyum. Bana bu fırsatı verdiğiniz için size minnettarım. Sizi ziyarete ben gelemediğim için özür diliyorum; hükümdarlar da geleneksel kurallara uymak zorundalar’ diye mahcubiyetini belirtti.

Kraliçe, tahta çıktıktan sonraki ilk başbakanı olan Churchill’den İsmet Paşa hakkında övgü ve hayranlık dolu sözler dinlediğini, İsmet Paşa’nın, büyük bir ustalıkla, Türkiye’yi İkinci Dünya Savaşı dışında bırakarak muazzam insani ve maddi kayıplar vermekten kurtardığını, savaş sonrası ortaya çıkan koşullarda ortak güvenlik için İngiltere ve Türkiye’nin müttefik ve yakın dost olmasından çok memnun olduklarını belirtti.

CHURCHİLL’İN MEKTUBU 

İnönü de İkinci Dünya Savaşı’nda faşizmin yenilgiye uğratılmasında İngiltere ve Churchill’in rolü ve katkılarının tarihin şeref sahifelerinde yer aldığını, Churchill ile zor koşullarda dostça ve açık sözlü müzakereler yaptıklarını söyledi.”

Kraliçe, büyük ihtimalle Churchill’in 14 Mayıs 1950 seçimlerini yitirmesinden sonra muhalefete geçen İsmet İnönü’ye yazdığı mektubu biliyordu:

  • “Bana öyle geliyor ki tarih, general olarak kazandığınız zaferlerden başka,
    Türkiye Cumhuriyeti’ni İkinci Cihan Harbi’nin vahim tehlikeleri içinden nasıl sıyırıp geçirdiğinizi ve aynı zamanda Mustafa Kemal tarafından sert mücadelelerle kurulmuş liberal ve ileri hükümet sistemini nasıl muhafaza ettiğinizi hayranlıkla kaydedecektir. Dostça ve zevkli mülakatımızı daima hatırlarım ve politika sahnesinden şimdiki çekilişinizde size en iyi dileklerimi yolluyorum.”

(Kraliçe 2. Elizabeth, 1971 yılındaki sekiz günlük Türkiye ziyaretinde büyük ilgi gördü. Kraliçe üstü açık arabadan İstanbulluları selamladı.)  

TARİHTE YERİNİ ALDI  

Churchill’in unutamadığı, 30 Ocak 1943’te Adana Yenice’de bir tren vagonu içinde yaptıkları zorlu buluşmaydı. İki gün boyunca İnönü, ülkesini savaşa sokmaya niyetli İngiltere başbakanına karşı koymuştu. Aynı direnci daha önce bir başka İngilize, Lozan’da Lord Curzon’a da göstermişti. Bu nedenle, Churchill “dünyayı atlatıp harbi kazanan adam”, İnönü ise “Churchill’i atlatıp, yurttaşının kanını dökmeden harbi kazanan adam” olarak biliniyorlardı!

Kraliçe ile İnönü’nün Camlı Köşk’teki görüşmeleri bir saate yakın sürdü. Kraliçe, sohbet sırasında, protokol dışına çıkarak, sehpada bulunan çay servisini bizzat yaparak İsmet Paşa’nın fincanına çay koydu. Odada bulunan genç diplomata ise “Lütfen kendinize yardım edin” diyerek yol göstermiş!

Görüşmenin sonunda İsmet Paşa ayağa kalkarak kanepelerin önünde kraliçeye veda etmek istemiş, onu başıyla selamlayarak, sırtını dönmeden kapıya doğru geri geri adım atmaya başlamış ama kraliçe hızlı adımlarla İnönü’nün yanına gelmiş ve koluna girerek O’nu köşkün dış kapısına kadar geçirmiş.

İngiltere Kraliçesi 2. Elizabeth 8 Eylül’de, 96 yaşında yaşamını yitirdi.
Buckingham Sarayı’nın kapısına ölüm ilanı şu basit sözcüklerle asıldı:

“Kraliçe bu öğleden sonra Balmoral’da huzur içinde yaşamını yitirmiştir.” 

Elizabeth-İnönü buluşması da tarih içindeki yerini aldı.

Günümüzde tarikatlar

Alev CoşkunAlev Coşkun
25.11.22, Cumhuriyet

92 yıl önce Menemen’de, genç yedek subay Kubilay’ın başını kestiler, sırığa geçirdiler, kentin içinde dolaştılar. 23 Aralık 1930 tarihinde yaşanan bu gerici ayaklanma, Nakşibendi tarikatı üyesi Derviş Mehmet ve yardımcıları tarafından yapılmıştı. Önce üzerinde ayetler olan yeşil bayrağı açtılar. Halkı, bayrak altında toplanıp ayaklanmaya çağırdılar. “Şapka giyenler kâfirdir, yine fes giyilecektir” diye bağırdılar. Olayı engellemeye çalışan öğretmen kökenli yedek subay Mustafa Fehmi Kubilay ve iki bekçiyi öldürdüler.

Bu olay gözü dönmüş bir gerici ayaklanmaydı ve Cumhuriyetin ilanından yedi yıl sonra olmuştu. Kuşkusuz bu yedi yıl içinde, çağdaş bir topluma ulaşmak için kimi Aydınlanma Devrimleri gerçekleşmişti. Cumhuriyetin ilanından sonra, din devletinin simgesi halifelik kaldırılmıştı, Eylül 1925’te tekke, zaviye ve türbeler kapatılmıştı. Evrensel hukuku kapsayan Medeni Kanun, Ceza Kanunu, Borçlar Kanunu ve Ticaret Kanunu yürürlüğe girmişti. Harf Devrimi gerçekleşmişti. Kuşkusuz bu atılımlar gerici düşünceyi tahrik ediyordu. Bu ayaklanmayı düzenleyenler yargılandılar ve idam kararları 3 Şubat 1931’de yerine getirildi:

O günlerde Avusturya’da okuyan genç üniversite öğrencisi Nadir Nadi’nin önerisiyle Cumhuriyet gazetesi bir kampanya açtı ve halkın katkılarıyla yapılan görkemli Kubilay Anıtı 24 Aralık 1934’te açıldı. Granit taştan örülmüş üç sütunlu anıtın ön yüzünde Atatürk’ün gençliğe seslenişi, Kubilay ve iki şehit Bekçi Hasan ve Şevki’nin adları yazıyordu. Kubilay Anıtı, laik düzeni benimseyenler için simgesel önemdedir.

Ne yazık ki bu olaydan 92 yıl sonra, geçtiğimiz hafta, Türkiye yeni bir tarikat rezaletiyle çalkalandı. Nakşibendi tarikatı uzantısı olan Hiranur Vakfı lideri Yusuf Ziya Gümüşel’in, 6 yaşındaki kızını 29 yaşındaki bir müridi ile evlendirdiği ve küçük kızın cinsel saldırıya uğradığı ortaya çıktı. Kuşkusuz bu rezaletler tesadüf (rastlantı) değildir ve özellikle son iki yıldır,

  • tarikat yurtlarında intiharlar, cinsel saldırılar
    süregelen bir durum yaratmıştır!

Bu yazımızda, sayfanın elverdiği ölçüler içinde tarikat olayının tarihsel kökleri ve güncel durum üzerinde durulacaktır.

TARİKATLARIN TARİHİ

İslamda 8. yüzyılın sonuna değin tarikat yoktu. Daha sonra özel bir yaşam biçimi belirdi ve buna tasavvuf adı verildi. 10. yüzyıldan sonra tasavvufta özel kurallar, şeyh, mürit, rehber gibi manevi makamlar ortaya çıktı. Tarikat şeyhlerinin türbelerinin yakınlarında tekke, dergâh, zaviye adını taşıyan merkezler kuruldu. Şeyhin manevi gücüne ve kendi kişisel yeteneklerine göre değişen zikirler belirdi. 

13. yüzyıl sonrasında tarikatlar çoğalmaya ve güçlenmeye başladı, şeyh tarafından “icazetname” verilmeye başlandı. Böyle bir belgeyi alanlar da kendi adlarına yeni tarikatlar kurdular. Tarikatlar ayrıca güç elde etmek için devlet içinde etkin olmaya başladılar. Tarikatlar arası çekişmeler de başladı. 

16. yüzyıl sonları ile 17. yüzyıl arasında (1582-1685) yaklaşık bir yüzyıl, iki tarikat “Kadızadeliler-Sivasiler” kavgası oldu. Kadızadeliler tarikatı çok güçlendi, kahve-tütün yasağının getirilmesini sağladılar. Kadızadeliler hareketi önemlidir. Osmanlı Devleti tarihinin en tutucu dini hareketi olan Kadızadeliler, “Dinde yoktur” diye, 1’den çok minaresi olan camilerin minarelerini bile yıkmaya kalkışmışlardı. 

17. yüzyıl başlarında da Osmanlı uleması ikiye bölündü ve şiddetli bir çatışma içine girdi. Çatışmanın bir ucunda, şeriatın katı biçimde uygulanmasını isteyen Kadızadeliler; öbür ucunda da akılcılığı savunan ve daha çok Mevlevi ve Halveti tarikatlarına mensup din adamları yer almaktaydı. Kadızadeliler, kendilerinin dışındaki tarikatlara karşı büyük bir düşmanlık besliyorlardı. 

Peygamberden sonra ortaya çıkan her şeyin reddedilmesi fikrini benimseyen Kadızade Mehmed Efendi, devletin yaşadığı sorunları çözmenin tek çaresinin, “asr-ı saadetteki” uygulamalara aynen dönmek olduğunu söylemekteydi. Kadızadelilere göre Hazreti Peygamber zamanında olmadığı için yemeğin kaşıkla yenmesi bile doğru değildi. Kadızadeliler tarikatı devletin önemli makamlarındaki atamalara da karışmaya başlamıştı. Sonunda devlet-tarikat çatışması çıktı. Sadrazam Köprülülü Mehmet Paşa, devrin ulemasını arkasına alarak Kadızadelileri tutukladı ve sürgüne gönderdi. 

Osmanlı döneminde tarikatların yarattığı başka bir olay 31 Mart Ayaklanması’dır. 24 Temmuz 1908’de II. Meşrutiyet ilan edilmişti. 1876 Anayasası yeniden yürürlüğe girdi. Seçimler sonunda Osmanlı Meclisi, 17 Aralık 1908’de yeniden açıldı ve çalışmaya başladı. Bu sırada, Nakşibendi tarikatına mensup Derviş Vahdeti İstanbul’da Volkan adlı gazetesini yayımlamaya başladı. Ardından İttihad-ı Muhammedi Cemiyeti [Muhammet Yandaşlarını Birleştirme Cemiyeti (İMC)] kuruldu. Derviş Vahdeti burada da etkindi. Gazete padişah tarafından da korunuyordu.

 

Cumhuriyet gazetesinde Haziran 1925 yılında yayımlanan karikatür.

DERVİŞ VAHDETİ VE GAZETESİ

Volkan bir cephe oluşturdu. Ordu içindeki Harbiye mezunu olmayan alaylı subaylar, medrese öğrencileri ve hocalar birleştiler. 31 Mart 1909’da ayaklanma başladı. Meclis’i bastılar. Adalet Bakanı Nazım Paşa ve Lazkiye Milletvekili Arslan Bey’i öldürdüler. Meclis kürsüsü ele geçirildi, şeriat ilan edilmesi istendi. İsyancılar Beyazıt Meydanı’nda Harbiye Bakanlığı’nı sardılar. İlerici gazeteler basıldı. Tanin gazetelerinin matbaa makineleri kırıldı. Yıldız Sarayı önündeki bahçede isyancılara karşı çıkan Binbaşı Ali Kabuli Bey öldürüldü. Halktan ölenlerin sayısı 36’yı buldu. Bu gerici isyanın 12. gününde Rumeli’den gelen Hareket Ordusu’nun İstanbul’a gelişiyle ayaklanma bastırılabildi. 31 Mart olayının arkasında yalnızca gerici tarikatların değil, bu olaydan yararlanmak isteyen o günün emperyalist devleti İngilizlerin olduğu belgelemiştir.

2022’DE TARİKATLARLA İLGİLİ GELİŞMELER

2022 yılının son ayında, Antalya’da Süleymancılara ait bir tarikat yurdunda aşçı olarak çalışan İ.G. tarafından satırla başı kesilerek öldürülen 18 yaşındaki üniversite öğrencisi M.S.T. ülke gündeminde yerini almıştı. Bu yıl başında, bir video kaydı bırakarak intihar eden Elazığ Fırat Üniversitesi Tıp Fakültesi 2. sınıf öğrencisi 19 yaşındaki E.K., kaldığı Nur Cemaati’ne bağlı evde yaşamına son verdi.

Mart 2022’de, İstanbul Esenler’de Süleymancılara ait özel bir yurtta erkek öğrencilere şiddet uygulayan bir yurt görevlisinin görüntüleri sosyal medyaya yansıdı. Haziran ayında Yalova’da ruhsatı olmayan Halil Bağlı Talebe Yurdu’nda 12 yaşındaki U.E., yurtta Kuran ve Türkçe dersi veren 26 yaşındaki M.Z. tarafından tecavüze uğramıştı.

Karaman’daki tecavüz skandalı unutulmamalıdır. Tecavüzden sonra “Bu olaya bir kere rastlanmış olması ve bu münferit olay tarikatı karalamaya gerekçe olamaz. Biz çocuklarımızı buraya kendi rızalarıyla getiriyoruz.” dediler.

MASA VE KASA: DEVLET-FETÖ ÇATIŞMASI

Masa ve kasa tarikatların çok önem verdikleri ve hassas oldukları iki konuyu tanımlar. Kasa, tarikatın ekonomik gücü demektir. Tarikatlar ticarette, gelişmek ve gelir getiren alanlarda güçlü olmak istiyorlar. Her tarikatın ticari işleri vardır. Masa, tarikatın siyasal gücünü simgeler. Tarikat kamu yönetimi bürokrasisinde, güvenlik, jandarma, maliye, idari mekanizma ve yargıda güçlü olmak ve siyaseti etkilemek ister. Bu tarikat yapısı ve amaçları en sonunda laik devlet sistemiyle çatışmak zorundadır. Osmanlı’da Kadızadeliler tarikatı ile devlet çatıştı, sonunda Kadızadeliler ortadan kaldırıldılar. 31 Mart Olayı’nda da tarikat liderleri ağır cezalar aldılar. FETÖ’nün durumunda da benzer model karşımıza çıktı. Devlet-FETÖ çatıştı, FETÖ yenik düştü.

  • FETÖ’den boşalan alanı başka tarikatlar dolduruyor.
  • Bundan sonra hangi tarikatın devletle çatışacağını zaman gösterecek… 

‘MEDRESELER ASLA AÇILMAYACAKTIR, MİLLETE OKUL LAZIMDIR’

Bu noktada Atatürk’ün medreselerle ilgili bir olayını burada hatırlamalıyız. Milli Mücadele sırasında Sovyetler Birliği’nden gerek silah gerek parasal yardım sağlanıyordu. Mustafa Kemal, Sovyet Rusya’nın büyükelçisi Aralov ve Azerbaycan Büyükelçisi Abilov’u yanına aldı, cepheye gittiler. Daha sonra Konya’ya geldiler. Aralov anılarında şöyle yazıyor:

“Konya’da trenden indiğimiz zaman artık ortalık kararmış bulunuyordu. Bizi karşılamaya gelen çeşitli birliklere bağlı erlerin elinde meşaleler vardı. İstasyon önündeki meydan baştan başa halkla dolmuştu.”

“O gece iki medreseyi ziyaret ettik. Kanlı canlı hemen hepsi de gencecik mollalar medresenin avlusunda dizilmişlerdi. Bunların yanında, geniş cüppeli, beyaz sarıklı hocalar da yer almıştı. Hepsi de yerlere kadar eğilerek Mustafa Kemal Paşa’yı selamlıyorlardı. Bunların içinden biri, bunların başı ve en nüfuzlusu, Mustafa Kemal Paşa’dan, medrese sayısının artırılmasını rica etti. Bu zat, ayrıca medrese öğrencilerinin askere alınmamalarını da istedi. Hoca konuşurken Mustafa Kemal’in kendini tuttuğu belli oluyordu. Ama medrese öğrencilerinin askere alınmamaları söz konusu olunca artık kendini tutamadı ve yüksek bir sesle, sertçe:

  • ‘Ne o’ dedi. ‘Yoksa sizin için medrese, Yunanları mağlup etmekten, halkı zulümden kurtarmaktan daha mı değerlidir? Millet kan içinde yüzerken, halkın en iyi çocukları cephelerde döğüşür, yurt için canlarını feda ederken, siz burada, genç, sapasağlam delikanlıları besiye çekmişsiniz!’

Mustafa Kemal Paşa otomobilde uzun bir süre yatışmadı ve ‘Savaş sona erince onlarla daha ciddi konuşacağım’ dedi.”

ATATÜRK, DERVİŞLER VE MÜRİTLER HAKKINDA NE DİYOR?

21 Kasım 1924-CHP Meclis Grubu: Atatürk’ün değerlendirmesi:

  • “Büyük bir inkılap yaptık. Memleketi bir çağdan alıp yeni bir çağa götürdük. Birçok eski müesseseyi yıktık. Bunların binlerce taraftarı vardır.
    Fırsat beklediklerini unutmamak gerekir.”

31 Ağustos 1925-Çankırı konuşması:

  • “Hiçbirimiz tekkelerin uyarmasına muhtaç değiliz.
    Bunların) amacı, halkı kendinden geçmiş ve aptal yapmaktır.”

10 Ekim 1925-Atatürk’ün Akhisar’daki konuşması:

  • “Efendiler! Uygar olmayan insanlar,
    uygar olanların ayakları altında kalmaya mahkûmdur.”

21 Ekim 1925-Afyon’daki konuşması:

  • “Ben vazifemin bitmediğini, yüklendiğim sorumluluğun da yüksek ve çetin olduğunu idrak ediyorum. Bu vazife bitmeyecektir.
    Ben toprak olduktan sonra da devam edecektir.
  • Çünkü büyük milletimizin kalp ve vicdanında, bana karşı sarsılmaz bir emniyet ve itimat taşımakta olduğunu görüyorum.”

TEKKELER HAKKINDA

  • “Tekkeler kesinlikle kapanmalıdır.
  • Türkiye Cumhuriyeti, her alanda doğru yolu gösterecek güce sahiptir.
  • Hiçbirimiz tekkelerin uyarmasına muhtaç değiliz.
  • Biz uygarlıktan, bilim ve teknikten kuvvet alıyoruz ve ona göre yürüyoruz; başka bir şey tanımayız.
  • Doğru yoldan sapmışların amacı, halkı kendinden geçmiş ve abdal yapmaktadır. Halbuki halkımız, abdal ve kendinden geçmiş olamamaya karar vermiştir.
  • Bunlar basit bir iş gibi görünür fakat önemi vardır.
  • Biz dünya ailesi içinde uygarız.
  • Her görüş noktasından uygarlığın gereklerini uygulayacağız.”

1925 (Mustafa Selim İmece, Atatürk’ün Ş.D.K. ve İ.S., s. 68.)

EN GERÇEK TARİKAT

  • “Ölülerden yardım istemek, uygar bir toplum için ayıptır.
  • Var olan tarikatların amacı kendilerine bağlı olan kimseleri dünyevi ve manevi yaşamda mutluluğa eriştirmekten başka ne olabilir?
  • Bugün bilimin, tekniğin, bütün kapsamıyla uygarlığın alevi karşısında filan veya falan şeyhin yol göstermesiyle maddi ve manevi mutluluk arayacak kadar ilkel insanların Türkiye topluluğunda varlığını asla kabul etmiyorum.
  • Efendiler ve ey millet, iyi biliniz ki, Türkiye Cumhuriyeti şeyhler, dervişler, müritler, mensuplar memleketi olamaz.
  • En doğru ve en gerçek tarikat, uygarlık tarikatıdır.”
    1925 (Atatürk’ün S.D. II, s. 215.)

“Mustafa Kemal, Anadolu topraklarında, şimdi gördüğümüz dinç, sağlam delikanlıları askerden kaçıran 17 bin medrese bulunduğunu söyledi. Bu tam bir kolordu demekti.” (S. Aralov, Bir Sovyet Diplomatının Türkiye Hatıraları, Cumhuriyet Kitapları, 1997, s. 127-128.)

Zaferden sonra Mustafa Kemal, 17 Eylül 1924’te Rize’yi ziyaret etti. Vilayet binasından çıkınca Rize Müftüsü Ahmet Hulusi (Alemdar) Efendi ve birkaç müftü, Atatürk’e bir dilekçe verdiler. Dilekçe, medreselerin tekrar açılmasını istiyordu. Mustafa Kemal’in yanıtı: 

  • Demek okul değil de medrese istiyorsunuz. Oysaki millet okul istiyor.
  • Şu zavallı milletin yakasını artık bırakın da vatan evladı yetişsin, yükselsin. Medreseler asla açılmayacaktır. Millete okul lazımdır…” 

Orada bulunan halk ve gençler, Atatürk’ü uzun uzun alkışladılar. Atatürk valiye döndü, “Bunlar İranlılardan ibret almadılar mı? Burasını İran gibi mi yapmak istiyorlar?” dedi. (ABE, C.17, s. 23-24.) 

EĞİTİM (AS: ÖĞRETİM) BİRLİĞİ YASASI VE TARİKAT KUŞATMASI

Türkiye’de tarikatlar, yalnızca ortaokul ve lise değil okul öncesi eğitimde de yapılanıyor.

20 yıldır süren AKP iktidarı tarikatlarında geliştiği bir dönem oldu. AKP, siyasal İslamcı bir parti olduğunu açıkça ortaya koyuyor. “Ne istediniz de vermedik” siyaseti çerçevesinde FETÖ hareketinin gelişmesi ve güçlenmesi de AKP döneminde olmuştur.

9 Eylül Üniversitesi Eğitim Fakültesi Öğretim Üyesi Prof. Dr. Esergül Balcı ve ekibi 2020 yılında Türkiye’deki eğitim ve tarikatlar üzerinde bir alan çalışması yaptı. 

  • “Eğitimde Tarikat Gerçeği: Bir Milyon Çocuk Tarikatların Elinde”
    adını taşıyan raporda birçok gerçek ortaya konulur.

TARİKATLAR SARDI

Rapora göre;

Türkiye’de 30 tarikat silsilesi ve bunların 400 kolu bulunuyor.
Yalnızca İstanbul’da 445 tekke faaliyetlerini açıktan sürdürüyor.
Çoğunluğu İstanbul, Siirt, Diyarbakır, Mardin, Adıyaman, Batman, Van, Hakkâri,
Şırnak, Ağrı, Muş, Bitlis, Gaziantep ve Şanlıurfa olmak üzere
800’ün üzerinde faal medrese bulunuyor. 

Rapora göre, tarikat okullarındaki öğrenci sayısı 210 bin dolayında,
Türkiye’deki 4 binin üzerindeki özel yurdun 2 bin 480’i bir tarikatla bağlantılı.
Bu yurtlarda kalan öğrenci sayısı 300 bini buluyor.

Türkiye’de belli başlı tarikatlar şunlar:
Nakşibendi ve Nurcular, Kadiri tarikatlı, Halveti tarikatı, Rufai tarikatı, Melami tarikatı, Menzil tarikatı, İskenderpaşa cemaati, Erenköy cemaati olarak ortaya çıktı.
Bu tarikatlar içinde Nurcular da aslında Nakşibendi’dir.
FETÖ hareketi Nur tarikatından doğmuştur.
Cumhuriyet döneminde en etkin tarikatlar Nakşibendiler, Said Nursi
ve FETÖ hareketidir. İskenderpaşa cemaati de siyasal alanda etkilidir.

Bugün Türkiye’de cami sayısı 90 bini aşıyor.

Diyanet İşleri Başkanlığı’nın personeli 150 bine yakın. Bunların 61 bini imam, gerisi vaiz ve müezzin. 

Tüm lise ve orta okullarda okuyan öğrenci sayısı 10 milyon 723’tür.
İmam hatip okullarında okuyan öğrenci sayısının 1 milyon 600 bin olduğu belirtilmektedir.

Türkiye’de ortaokul ve lise sayısı toplam 31 bin 450’dir. Orta ve lise ilahiyat okulu sayısı toplam 8 bin 673’tür. Buna göre, imam hatip okulları, toplam ortaokul ve lise sayısının üçte birini geçmektedir.

Toplam üniversite sayısı 208’dir. Üniversitelerin yarısında 105 adet ilahiyat fakültesi vardır ve ayrıca 108 islami ilimler enstitüsü vardır. Son 8 yılda ilahiyat fakülteleri %25 artmıştır. 

İlahiyat fakültelerinde okuyan öğrenci sayısı, hukuk fakültesi öğrencileri sayısını geçmiştir. 

Eğitimde en önemli konu, Öğretim Birliği Yasası’na karşı yapılan darbedir. 

VAKIFLAR VE ÖĞRENCİ YURTLARI

Türkiye’de toplam 8 milyon öğrenci var ancak Türkiye’nin tüm yurt kapasitesi 724 bin kişiliktir. Bu rakam, tüm öğrenci sayısının %10’una bile ulaşamıyor. Gençlerin %89’u barınma olanağından yoksundur. Bu rakamlar tarikat yurtlarına istemi yükseltmeye yaramaktadır. Milli Eğitim’de de tarikatlar ve yandaş vakıflar etkin duruma geçtiler.

  • Dün FETÖ’nün elinde olan yurtlar,
    bugün TÜGVA, Ensar gibi vakıfların ve Nurcuların eline geçmiştir.

Türkiye’de tarikatlara üye olan kişilerin sayısı 1 milyon 100 bin olarak kabul ediliyor. Özel eğitimde okuyanların 1/3’ü tarikata bağlı okullarda okuyor.

ÇOĞUNLUK LAİKLİK İSTİYOR

Aksoy Araştırma kuruluşu Şubat 2022’de “tarikatlara güven” konusunda bir araştırma yaptı. Araştırmaya katılanların %83.8’i tarikatlara güvenmiyor. TEPAV kuruluşunun yaptığı bir alan çalışmasında katılanların % 81’i laik bir düzende yaşamak istediğini belirtirken %18’i hukuk sisteminin şeriat kurallarına göre yapılanmasını istemiştir.

Kaynaklar

– Prof. Dr. Şerafettin Turan, Türk Devrim Tarihi (3. Kitap), Bilgi Yayınevi, 1995.
– Osman Selim Kocahanoğlu, Menemen ve Kubilay Olayı, Temel Yayınları, 2013.
– Prof. Dr. Esergül Balcı, Sokakların Sesi-Türkiye’de Kaç Cemaat Var.
– Mithat Baş, Kadızadeler, https://www.mithatbas.com/
Diyanet İşleri Başkanlığı, Tarikatlar Raporu, Kaynak Yayınları.
– Alev Coşkun, Özgürlük Mücadeleleri Tarihimiz-Devrimin İlk Karşıtları, Cumhuriyet Kitapları, 2013.

“Hadi canım sen de!”

“Hadi canım sen de!”

Gülsün BİLGEHAN
İNÖNÜ VAKFI BAŞKAN YARDIMCISI
22-24-25-26. DÖNEM ANKARA MİLLETVEKİLİ
AVRUPA KONSEYİ PARLAMENTER MECLİSİ ONUR ÜYESİ
Cumhuriyet, 25 Aralık 2020

Atatürk’ün en yakın silah ve dava arkadaşı,
Kurtuluş Savaşının Batı Cephesi Komutanı,
Lozan Barış Antlaşmasının usta diplomatı,
Cumhuriyetimizin kurucularından,
İkinci Cumhurbaşkanımız İsmet İnönü’yü,
ülkemizi ve dünyayı sarsan COVID-19 nedeniyle bu yıl farklı anacağız.

SALGINDA İNÖNÜ’YÜ ANMAK

Anıtkabir’deki devlet töreni, sosyal mesafe kuralları gereği kısıtlı katılımla yapılacak.
Biz, yüzyılımızın en korkunç salgınını yaşarken, Miralay İsmet Bey bu tehlike ile Birinci Dünya Savaşı’nın bitiminde, mütareke sonrası işgal altındaki İstanbul’da karşılaşmıştı. Avrupa’da, “İspanyol Nezlesi” (AS: İspanyol Gribi) denilen bir hastalık yayılmış, her geçtiği yerde kurbanlar alarak ilerliyordu.

Çok geçmeden Osmanlı başkentinde de görülmeye başlandı. Bir akşam, Harbiye Nezaretindeki görevinden Süleymaniye semtindeki evine dönen İsmet Bey, genç eşi Mevhibe Hanım’ı hasta görünce deliye döndü. Bütün gece başında bekleyip, sabah erkenden çıkıp, yanında kumral, ince yapılı bir askeri doktorla geri geldi. Miralay, hastanın yattığı pirinç karyolaya yaklaştı:

“Hanımcığım, arkadaşım Doktor Refik Bey geldi, sana bakacak” dedi.

Genç doktor hastayı dikkatle inceledi ve teşhisini koydu.

“Şiddetli bir grip geçiriyor. Vereceğim tedavi ile kısa sürede iyileşir.”

Bu genç doktor, Refik Saydam, kısa bir süre sonra yeni kurulacak Türkiye Cumhuriyeti’ nin ilk Sağlık Bakanı olacak ve ülkede mucizeler yaratarak bütün bir ulusun hastalarını iyileştirecekti.

Daha Kurtuluş Savaşı sırasında kurulan Sağlık Bakanlığı, cephedeki askerlere kolera aşısı yapmaya başlamış, Cumhuriyetin ilanından bir yıl sonra kurulan Hıfzısıhha Enstitüsü yerli aşı üretimine geçmiş, Salgın Hastalıklar Daire Başkanlıkları ülkeden tifüs, kolera, çiçek, verem, trahoma gibi hastalıkları silebilmişti.

  • Hıfzıssıhha Enstitüsü 2011 yılında kapatıldı.

MÜZİKLE ANMAK

İsmet İnönü’nün ölüm yıldönümlerinde CSO ve diğer Senfoni Orkestraları tarafından yurtiçinde gerçekleştirilen “İnönü Konserleri” de bu yıl pandemi nedeniyle yapılamayacak. Ünlü devlet sanatçımız Gülsün Onay, müzik hayranı ve koruyucusu İkinci Cumhurbaşkanımızı anma görevini çevrimiçi üstlendi ve 25 Aralık akşamı anlamlı bir piyano resitali sunacak.

1916 yılında evlenen Miralay İsmet Bey’le Mevhibe Hanım’ın birliktelikleri 21 gün sürmüştü. Diyarbakır Cephesi’ne tayin edilen İsmet Bey giderken genç eşine alışılmadık bir hediye almıştı, 30 altına bir piyano! Savaş günlerinde hasret, Mevhibe Hanım’ın piyano günleri ile hafifleyecek, yeni evliler müzik sevgisini birlikte keşfedeceklerdi. İsmet Bey, iyi çalamayacağından endişe eden eşini mektuplarında teselli ediyordu:

“Piyano dersleri alaturka ve alafranga diye üzülüp duruyorsun. Nasıl kolayına gelirse öyle öğren! Fakat sık değiştirme ki vakit beyhude geçmesin. Ben alafranga öğrenesin fikrindeyim. Ama nasıl devam ediyorsa öyle kalsın. İnşallah hepsini öğrenirsin!”

İsmet Paşa çoksesli Batı müziğine bir Osmanlı subayı olarak görev aldığı Yemen çöllerinde alışmıştı. Demiryolu yapmak için orada bulunan Fransız şirketinde çalışanların ayrılırken bıraktığı taş plakları dinleye dinleye sevmişti:

“Yemen’de müzik ihtiyacına karşı derin bir hasret içindeydik. Gramofon bize bulunmaz bir nimet gibi geldi. Akşam üzeri karargâhtan yattığımız eve geldiğimiz vakit hep beraber gramofon başına koşardık. Plakları tecrübe ederdik. Senfoni, arkasından opera parçası, serenat… Yavaş yavaş alışkanlık hasıl oldu.”

İnönü, Atatürk’ün önderliğinde yeni bir devlet kurma çabaları içinde Batı müziğinin yaygınlaşması, öğrenilip sevilmesi, Türkiye’ye nitelikli, ünlü solist ve orkestraların, şeflerin gelmesi için elinden geleni yaptı. Yeni kurulan Konservatuvarın, Devlet Opera ve Balesi’nin konser ve temsillerini kaçırmadan izledi. Kendisi de viyolonsel dersleri aldı.

Üstün yetenekli çocukların yurtdışında eğitim görmesini sağlayan Harika Çocuklar Yasasını çıkardı. Hayatının sonuna kadar Cumhurbaşkanlığı Senfoni Orkestrası’nın konserlerini izledi. İsmet Paşa ile Mevhibe Hanım hem Beethoven hem de Münir Nurettin Selçuk hayranı oldular.

Geçenlerde 24 yıldır yapımı süren yeni CSO Salonu açıldı.

6660 Sayılı yasa yürürlükte olmasına rağmen, son 18 yılda hiçbir harika çocuk destek görmedi.

DUALARLA ANMAK

İsmet İnönü geleneksel olarak her ölüm yıldönümünde, evinde okutulan dua ve düzenlenen Mevlid-i- Şerif’le anılırdı. 25 Aralık günü, Anıtkabir’deki resmi törenden sonra İsmet Paşa’yı sevenler, aile dostları, Türk Silahlı Kuvvetleri’ni temsilen Kuvvet Komutanları eşleri Pembe Köşk’te bir araya gelirdi. Koronavirüs nedeniyle yapılamayacak bu toplantı yerine bu yıl, İnönü’nün başbakanlığı sırasında eşi Mevhibe İnönü’nün katkıları ile yapılan Çankaya Merkez Camii’nde Yasin-i Şerif okutulacak.

DEĞİŞMEYENLER

Değişmeyen alışkanlıklara gelince… İnönü’nün “bu bir yenilgi değil, benim en büyük zaferimdir” dediği 1950 seçimlerinden sonra başlayan ve her birine hayattayken cevap verdiği saldırılar, asılsız iddialar, tarih saptırmaları, vicdansız iftiralar devam ediyor. Hayatının son dönemlerinde, yine karşı karşıya kaldığı bu tip sataşmalardan birine, dayanamamış, Hadi canım sen de! demişti.

Ölümünün 47. yılında, eskisi kadar yenilemez İsmet İnönü’yü en iyi yine bir sağlık emekçisi, halen bu zor pandemi koşullarında aktif çalışan çocuk doktoru Burhan Topal anlatmış:

“Aramızdan ayrılışının yıldönümünde nasıl anlatılabilir? Hangi birini anlatabilirsin, anlatabiliriz?

Muharebe meydanlarını, yazdığı defterlerini, çektiği acı ve ıstırapları, isyan edenlere isyanlarını; entrikacılara karşı savaşlarını; demokratik rejim diye tükettiği ömrünü, kendi arkadaşları tarafından yaralandığını; ayağa kalkıp tekrar savaşa devam ettiğini; bindiği atları, yaptığı çivilemeleri, kurtardığı Topkapı hazinesini, takip ettiği klasik müzik konserlerini, savaşta teslim aldığı düşman kumandanlarını; barışta tuş ettiği İngiliz, Amerikan ve Rus devlet başkanlarını, Türkiye’ye çarpmak üzere olan Almanya’nın yönünü değiştirebilmesini… Daha neler neler.

Işıklar içinde yatsın. Seni anlayan, anlayabilenlere selam olsun.”
====================


 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Hukukçular, Erdoğan’ın adaylık sinyali vermesine yasayla yanıt verdi: Üçüncü kez seçilemez

Hukukçular, Erdoğan’ın adaylık sinyali vermesine yasayla yanıt verdi:
Üçüncü kez seçilemez

Anayasanın 101. maddesini anımsatan Yargıtay Onursal Daire Başkanı Hamdi Yaver Aktan, “Düzenleme değişmedi, bir kişi ancak 2 kez cumhurbaşkanı seçilebilirdedi. Prof. Dr. Süheyl Batum,Türkiye bir hukuk devletiyse 3. kez seçilemez.”

Rengin Temoçin 24 Aralık 2022, Cumhuriyet
Hukukçular, Erdoğan’ın adaylık sinyali vermesine yasayla yanıt verdi: Üçüncü defa seçilemez (cumhuriyet.com.tr)

Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan 2023 seçimleri için 3. kez aday olacağını açıklamıştı. Yüksek Seçim Kurulu (YSK) Başkanı Muharrem Akkaya da Erdoğan’ın 3. kez aday olup olamayacağı konusuyla ilgili çalışma yaptırdığını belirterek, “Bu konuyu anayasa hukukçusu olan, güvendiğim bir arkadaşımla istişare ettim. Araştırdık. Görüşüm oluştu” demişti.
***
Erdoğan’ın adaylık açıklamaları tartışmalara yol açarken, konuyu uzmanlarla konuştuk.

‘GÖRÜŞ ALDIĞI HUKUKÇULAR KİMLER?’

Hukukçu Prof. Dr. Metin Günday, “Ben Erdoğan’ın seçimlerin normal zamanda yapılması durumunda, 3. kez aday olamayacağını, Anayasa’nın 101. maddesinin açık hükmü karşısında bunun olanaklı olmadığını, ancak TBMM bir erken seçim kararı alırsa ancak o zaman Erdoğan’ın 3. kez aday olabileceğini öteden beri savunan bir insanım.” dedi.

Günday sözlerini şu şekilde sürdürdü:

“Diyelim ki seçimler normal zamanda yapıldı, erken seçim kararı alınmadı, Sayın Erdoğan da adaylığını koydu. Buna karşı bir yakınma, bir itiraz söz konusu olduğunda bunu YSK inceleyecek. YSK Başkanı da o kurumun başı. Kendisinin çok güvendiği bir anayasa hukukçusundan görüş aldım diyor. Bir YSK başkanının söyleyeceği bir şey midir bu şimdiden görüş almak, kanaat sahibi olmak. Kendisinin güvendiği görüş aldığı bu anayasa hukukçusu kimlerdir, ben de merak ediyorum.”

SÜREÇ DEĞERLENDİRİLDİ

Anayasa hukukçusu Prof. Dr. Süheyl Batum ise, “1982 Anayasası’nda Cumhurbaşkanı 7 yıl için seçiliyordu ve bir daha seçilmiyordu. Bu hükmü 2007 yılında AK Parti iktidarı değiştirdi. 5 yıl için seçilir, 2 kezden çok seçilemez maddesini getirdi. Bugünden sonra bir daha Anayasa’nın Cumhurbaşkanı’nın görev süresinin ve 2 kezden çok seçilemeyeceğine ilişkin hüküm hiç değişmedi.” dedi.

Batum süreci şu şekilde anlattı:

“2007’de değişen bu hükümle ilk önce Abdullah Gül Cumhurbaşkanı seçildi. 2014 yılında görev süresi bittikten sonra Recep Tayyip Erdoğan seçildi. Sonra 2018’de ikinci kez seçildi. 2023 yılına geldiğimizde sorun şu: Seçilecek Cumhurbaşkanı üçüncü kez mi seçilecek? Yoksa 2017’de Anayasa’nın kimi hükümleri değiştiği için sıfırdan mı başladı? Yani 2. kez mi seçilecek? Hukuksal sorun bu. Cumhurbaşkanı Erdoğan 2014 yılında 1. kez seçildi, 2018’de de 2. kez seçildi. Aynı kişi 2023’te seçilirse 3. kez seçilmiş olur.”

AKP’NİN SUNDUĞU TÜM GEREKÇELER HUKUKSUZ

“AKP tarafı birtakım hukuksal gerekçeleri düşünüyor” diyen Batum, Gerekçelerin hiçbiri hukuksal değil. İlk gerekçede, ‘2017’de yeni bir sistem getirdik, bu sistemin Cumhurbaşkanı da 2018 yılında 1. kez seçilmiştir’ diyorlar. Ancak uygun değildir. Salt değiştirdiğiniz hükümler değişmiştir, değiştirmedikleriniz aynı biçimde sürmektedir. Sıfırdan sistem getirdik demek tümüyle hukuka aykırıdır. 2. gerekçede ise ‘Biz Cumhurbaşkanı’nın yetkilerini artırdık dolayısıyla o günkü Cumhurbaşkanı ile bugünkü aynı değil’ diyorlar. Bu da hukuksal değil. 3. savda ise, ‘2017’de yeni bir sisteme geçildiğini söyledik. Dolayısıyla her ne denli bu hükümler değişmediyse de, bunlar da değişmiş sayılır. Sistemin adıyla birlikte yeni bir sisteme geçtik’ diyorlar ifadelerini kullandı.

KARARIN ALTINDA İMZANIZ VAR

YSK Başkanının açıklamalarına ilişkin konuşan Batum, “Bir yıldır bu tartışmalar sürüyor, YSK hiçbir şeye dahil olmadı. Bugüne dek yazılı başvurulara karşın YSK Başkanı da konu İmamoğlu’nun siyasal yasağı olunca bir anda anlatmaya başladı. YSK Başkanı dedi ki: ‘Çok sevdiğim arkadaşlarıma soruyorum rapor hazırlayacağız.’ YSK Başkanı Muharrem Akkaya 2018 seçimlerinde, YSK üyesiydi ve 2018 seçimlerinden sonra bu heyet, seçim sonuçlarını açıklarken 952 sayılı kararı aldılar” dedi.

Batum sözlerini şu şekilde sürdürdü: “Alınan kararda, R.T. Erdoğan’ın 13. Cumhurbaşkanı olduğu yazıyor. Yeni dönemin ilk Cumhurbaşkanı seçildi diye bir ibare yok. Bunun altında imzası olan Muharrem Akkaya şimdi
çok sevdiği arkadaşına soruyor. O karara imza atmış bir başkanın, ben Anayasa’yı bilmiyormuşum yanlış yapmışım deme lüksü yoktur. Çok güvendiğim anayasacı arkadaşlara yazacağım ona göre rapor yazacağım diyor. Siz orada biliyorsunuz diye varsınız. 952 sayılı kararı biliyorsunuz diye imza attınız.”

Batum, “Erdoğan istediğini söylesin. Söyledikleri salt siyasal isteklerdir. Eğer Türkiye Cumhuriyeti bir hukuk devletiyse, 2 kez seçilmiştir, 3. kez seçilemez.” dedi.

‘BÖYLE BİR AÇIKLAMA YAPMASA DAHA İYİ OLURDU’

Yargıtay Onursal Daire Başkanı ve Cumhuriyet Vakfı Yönetim Kurulu Üyesi Hamdi Yaver Aktan ise konuya ilişkin, “Anayasa’nın 101. maddesinin 2. fıkrasında Bir kimse en çok 2 kez Cumhurbaşkanı seçilebilir diye düzenleme var. Bu düzenleme, daha sonra yapılan değişikliklerle olsa bile bir değişikliğe uğramadı, aynı yerinde duruyor.” dedi.

YSK Başkanı’nın açıklamalarına ilişkin konuşan Aktan, “Yüksek Seçim Kurulu’ndaki 5 üyenin Ocak ayında (2023) görev süreleri bitiyor. Yargıtay ve Danıştay’dan yeni üyeler seçilecek. Muhtemelen, sayın Başkanın da görev süresi bittiği için o sürece katılmayacaktır. Yeni üyeler seçilene dek görevlerinin süreceği bir gerçek. Dolayısıyla açıklama yapmasaydı belki daha iyi olurdu ama sonuç olarak katılmayacaktır.” dedi.

2023’e girerken sağlık

authorBAYAZIT İLHAN 
GÜNCEL23.12.2022, BİRGÜN

Sağlıkta eşitsizlikler tüm dünyada belirgin sorun olmaya devam ediyor. Hem ulusal hem de uluslararası ölçekte sağlık sistemi, ekonomik, siyasal, toplumsal eşitsizlikler sağlığımızı bozuyor. Salgınlar, savaşlar, iklim krizi sıkıntıları büyütüyor. Bunları azaltmak ve sağlıklı olmayı temel bir insan hakkı olarak kabul ettirebilmek bitmeyen bir mücadele konusu. Sorunların temelini sınıfsal çelişkiler oluşturuyor.

Ortaya atılan yeni kavramların, hedeflerin de ne kadar çözümleyici olduğu tartışmalı.12 Aralık, Birleşmiş Milletler’in (BM) kabul ettiği Evrensel Sağlık Kapsayıcılığı (Universal Health Coverage) günü idi. Evrensel Sağlık Kapsayıcılığı ile tüm insanların, her yerde, ihtiyaç (gereksinim) duydukları kaliteli (nitelikli) sağlık hizmetlerini finansal sıkıntı yaşamadan alabilmelerinin hedeflendiği ifade ediliyor. Buradaki “finansal sıkıntı yaşamadan” ifadesi, parayı kimin ödeyeceği sorusunun temel çelişki olmaya devam ettiğini gösteriyor.

2000 YILINDA OLMADI, 2030’DA OLUR MU?

Dünya Sağlık Örgütü’nün 1977 yılındaki 30. Genel Kurulu’nda kabul ettiği ve bir yıl sonraki, 1978 Alma Ata Bildirisi’ne giren “2000 Yılında Herkese Sağlık” hedefi bir dönemin temel sloganı olmuştu. O dönemde Sovyetler Birliği içinde Kazakistan’da toplanan Temel Sağlık Hizmetleri Konferansı’nın sonunda yayınlanan Bildiri “2000 Yılında Herkese Sağlık” hedefine ulaşılabilmesi için gerekli ilkeleri ilan ediyordu. 2000 yılını çoktan geride bıraktık, olmadı, hedeflerin pek çoğu kâğıt üzerinde kaldı. Bu arada Sovyetler Birliği dağıldı, dünyada eşitsizlikler azalmadı, arttı.

2000 yılında bu kez BM, 2015 yılına dek gerçekleşmesi çağrısıyla Milenyum Hedefleri ilan etti. BM’nin 2015 raporlarında kimi eksikler olsa da hedeflere büyük ölçüde ulaşıldığı söylendi. Oysa temel eğitim ve sağlık hedeflerine ulaşılamadığı, derin yoksulluğun, toplumsal cinsiyet eşitsizliklerinin devam ettiği görülüyordu. BM 2015’te ise 2030 yılına dek gerçekleşmesi için doğrudan ya da dolaylı olarak sağlığımızı ilgilendiren 17 Sürdürülebilir Kalkınma Hedefi’ni kabul etti. Bunlar açlığın, yoksulluğun ortadan kalkmasından eğitime, temiz su, hijyen, halk sağlığı, iklim, barış ve adalet istemine dek geniş yelpazede tanımlanmış durumda.

İşte DSÖ de bu çerçevede 2030 yılında Evrensel Sağlık Kapsayıcılığı ve Herkese Sağlık hedeflerini tarif etti. Bu kavramların Alma Ata Bildirisi’nin 40. Yılında, 2018’de bu kez Kazakistan’ın Astana kentindeki İkinci Temel Sağlık Hizmetleri Konferansı Bildirisi’ne de girdiğini görüyoruz. Türkiye 40 yıl önceki ve sonraki konferansların katılımcısıdır.

Okuyunca iyi hissettiren bu hedefleri gerçekleştirebilecek “ulusal ve uluslararası irade, akıl, örgütlülük var mı” sorusu önümüzde duruyor. Olmadığını ne yazık ki önceki hedeflerin çoğuna ulaşılamamasından anlıyoruz.

YENİ YÜZYILDA SAĞLIK

Türkiye Cumhuriyeti’nin yeni yüzyılına ülkenin geleceği için çok önemli olan seçimlerin arifesinde giriyoruz. Uluslararası kurumların, konferansların metinlerine konu olan pek çok sorunun ülkemizde de yaşandığını biliyor ve çözümleri için kendimizi sorumlu hissediyoruz. Çok açık, 2023 seçimleri ülkemizin sağlığından eğitimine, çocuk istismarından kadın cinayetlerine, adaletten doğa mücadelesine, yoksulluğun, eşitsizliklerin ortadan kaldırılmasına, yurtta ve dünyada barış istemine dek pek çok konuda belirleyici olacak.

  • Sağlığın bir hak olmaktan çok tüketim nesnesine dönüştüğü,
  • kamudan sağlık hizmeti almanın giderek zorlaştığı,
  • hastaların randevu alamayıp aylarca beklediği ya da acil servisleri doldurduğu,
  • hekimlerin, sağlık çalışanlarının eğitimlerinden çalışma koşullarına ve özlük haklarına sayısız sorunla boğuştuğu,
  • sağlık kurumlarında kalabalık, kargaşa ve şiddetin önlenemediği,
  • genel bütçede sağlığa ayrılan payın büyümediğikoşullarda Cumhuriyet’in yeni yüzyılına giriyoruz.

Tüm bunların çözümünü tartışmalı, daha iyi bir ülke ve daha iyi bir sağlık sistemini (dizgesini) hep birlikte kurmalıyız. 2023 seçimlerine giden ortam bunun için uygundur, ülkemizin bunu başaracak birikimi ve deneyimi vardır.

AKIL, DİL, DEMOKRASİ ve ÇAĞDAŞLAŞMA ÜZERİNE KISA NOTLAR

Prof. Dr. Halil Çivi
İnönü Üniv. İİBF Eski Dekanı

İnsan ancak akıl, dil ve düşünce yeteneği ile hayvanlardan ayrılır ve insanlaşır. Bu nedenle, aklın ve dilin görece özgür olduğu rejimlere demokrasi, aklın ve düşüncenin büyük oranda kısıtlandığı ya da tutsaklaştırıldığı rejimlere de   denir.

Demokrasiler, halkın istekleri doğrultusunda, yetkisini halktan alan temsilciler eliyle; teokrasiler dışında kalan diktatörlükler ise, bireysel keyfi buyruklarla yönetilir. Teokrasilerde ise, kuramsal olarak kral, sultan, padişah, emir ya da halifelerin dogmatik, dinsel kısıtlamalara uyduğu varsayılır. Ancak uygulamalar bu kurama çok uymaz. İstisnalar hariç (ayrıklar dışında), teokrasi ile yönetilen ülkelerin yöneticileri de diktatör olabilirler.

Bir toplumdaki özgürlükler, yani düşünmeyi dışa vurma alanları ne denli genişse o toplumun demokrasisi –özgürlük yelpazesi– o denli geniştir. Demokrasiler, başkalarının özgürlüklerine saygılı kalarak, insanların aklını, dilini ve düşüncesini özgürce kullanabildiği, fikirlerini de korkmadan açıklayabildiği, doğruları söyleyebildiği özgürlükçü rejimlerdir.

Diktatörler, her koşulda, akılcı ve özgür düşünceleri kendi iktidarları için tehlike olarak görür ve her türlü devlet gücünü ve toplumsal kutsalları (ekonomi, para, makam, kolluk güçleri, yargı, medya, din, mezhep, ırk, dil, vatan ve bayrak sevgisi …) kötüye kullanarak özgürlükleri bastırmaya çalışırlar. Ancak özgürlüklerin kısıtlandığı oranda hoşnutsuzluklar ve direnmeler de çoğalır. Muhalefet yeraltına inebilir.

Tarihsel gelişme sürecine göre, özellikle de son dört yüzyıllık zaman dilimi içinde, devlet adına iktidar gücünü kullananların, yani siyasal iktidar olanların, özgürlük alanları giderek daha daralmış, buna karşın, bireylerin ve halkın özgürlük alanları ise giderek daha genişlemiştir. Tarihsel gelişme trendi (eğilimi) akıl, bilim, hak, hukuk, adalet, özgürlük ve demokrasiden yana olmuştur.

Bu tarihsel gelişmeye ve eğilime uymayan durumun istisnaları (ayrıkları) ise, çoğu İslam ülkeleridir. İslam ülkelerindeki demokrasi zihniyetinin (anlayışının) gelişimi Batı toplumları ile karşılaştırılamayacak ölçüde yavaş ve geridir. Hatta bu ülkelerde çok sık olarak, demokrasilerden geriye dönüşler de vardır. İran, Afganistan, Pakistan… gibi.

Demokratik, hukuksal, siyasal, sosyal ve kültürel (ekinsel) gelişmeler bakımından, halkının büyük çoğunluğu müslüman olsa bile, Türkiye Cumhuriyeti ve Türk toplumundaki gelişmeler öbür İslam devletlerine uymaz. Türk toplumunun genel rotası, çağdaş dünya ve çağdaş toplumlara yöneliktir.

M.K. Atatürk‘ün kurduğu laik, demokratik ve sosyal bir hukuk devleti olan Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşu ve gelişmesi, kimi zaman bazı sapmalar geçirse bile, akıl, bilim, özgürleşme ve demokratikleşmenin dünyadaki tarihsel gelişme eğilimine uygundur.

Atatürk dönemini demokrasi olarak adlandırmayanlar olabilir. Ancak böyle düşünmek kanımca eksik ve yanlıştır. Demokrasi “pat” diye gökten inmez. Demokrasilerin yerleşik olabilmesi için toplumda, mutlaka bir zihinsel, davranışsal, düşünsel, kültürel, hukuksal ve siyasal altyapı değişimi gerekir.

Atatürk‘ün getirdiği devrimler, ilkeler ve yarattığı çok önemli zihniyet dönüşümleri, Türkiye için, çağdaş demokrasinin kültürel, sanatsal ve kurumsal altyapısının temel taşlarını oluşturduğunu unutmamak gerekir.

Kanımca Atatürk dönemi, başta parlamenter sistemin gelişimi olmak üzere, her türlü, siyasal, hukuksal, yönetsel ve başta akıl, bilim temelli çağdaş eğitim sistemi olmak üzere, yeni bir zihniyet yapısı ve çağdaş kurumları ile DEMOKRASİYE HAZIRLIK dönemidir.

Dünyada kısa dönemli Hitler, Musolini vb. faşist diktatörlükler vb. ibret verici, kötü, tersine gelişmeler dikkate alınmazsa tarihsel genel eğilim demokrasi ve özgürlüklerden yanadır. Her canlı ışığa, aydınlığa yönelerek büyür, gelişir.

  • İnsan soyu da, özgür aklın ve pozitif bilim ve teknolojinin ışığı ile büyüyüp gelişmeyi südürmektedir ve gelecekte de sürdürecektir.
  • Çağdaşlaşma ve demokratikleşmenin en önemli itici ve sürükleyici gücü ise,
    aklın özgürleşmesi, pozitif bilim ve teknolojinin başat duruma geçmesi,
    laik ve özgürlükçü demokrasilerdir.

Sanayileşme, sekülerleşme ile kentleşme ve doğru bireyselleşmedir.

Çünkü özgür akıl, pozitif bilim, ekonomik gelişme, sanayileşme, kentleşme ve özgür birey olmadan sekülerleşme, laikleşme ve demokrasi gereksinimi doğup gelişmez.

Kıssadan hisse (özce) :

Dünyadaki tüm koşullar ve beklentiler akıl, bilim, hukuk devleti, demokrasi ve adalet isteyenler; daha mutlu, sağlıklı ve daha yüksek gönenç (refah) sağlayan ve adilce paylaşan bir ekonomik düzen arzulayanlardan yanadır. Bunun kanıtı da devletler üstü bir hukuk güvencesi oluşturan Evrensel İnsan Hakları Bildirgesidir. Yine uluslar üstu din ve vicdan özgürlüğü güvencesidir.

  • Aklın, bilimin ve çağın gereklerine uymak koşuluyla, kötümser olmaya gerek yoktur.
  • Aklın ve bilimin gereklerine uymak insan olmanın gereklerine uymaktır.
  • Aklı olmayanın dini de olmaz.

Barajları oluşturan setler ne denli yüksek olursa olsun, barajlar yine dolar, ırmaklar bu setleri mutlaka aşarlar. Sular, yerçekimine aykırı olarak tersine akamaz.
İnsanlık ve gerçek demokrasi idealleri de kendi kutup yıldızının rotasından ayrılamaz.

Enseyi karartmayalım..

Parçalanma tehlikesi karşısında toplum bilinci

Doğan Kuban

25 Aralık 2015 Cumhuriyet
https://www.cumhuriyet.com.tr/haber/parcalanma-tehlikesi-karsisinda-toplum-bilinci-453977

  • Sevgili okuyucular, Parçalanmış bir toplum bilinci Türkiye’yi tehdit eden iç ve dış odakların elini güçlendirir. Ülke halkına, ülke bütünlüğünün bize kazandırdığı jeopolitik güç ve uluslararası konjonktürdeki yeri ötesinde, yapısal varlığının şikayet ettiğimiz fiziksel nitelikleri ile bile, dünyada önemli bir yeri olduğunu anlatmak zorundayız

Etiler’de bir kahveye girdim. Bütün dünyanın gençleri gibi canlı ve neşeli üniversiteli gençler kendi güncel sorunlarından, havadan sudan konuşuyorlardı. Yarım saat önce evde Güneydoğu Anadolu’da acı verici ve huzur bozucu savaş haberlerini okumuş, boş kentlerin harap sokaklarının fotoğraflarını görmüş, iç karartan yorumlar okumuştum. Yarım saat farkla iki ayrı ülkede yaşıyordum.

Kahvedeki gençlerin ülkenin öbür ucundaki insanlık dramından haberi olmaması söz konusu olamazdı. Onları suçlamak da aklımın köşesinden geçmedi. Çünkü sadece bu gençler değil, bütün dünyanın insanları da, kaygıları kendi boyunlarına dolanmış olarak yaşıyorlar.

Fakat değişik ortamlarda yaşayan bu insanların ve onların davranışlarının ülkenin parçalanmışlığını simgelediklerini düşündüm. İnsanlar kendi sorunlarının yükünü ancak taşıyabiliyorlar. Barış kavramı ile yan yana gelemeyecek dehşet verici cinayet haberleri insanları etkilemiyor mu?

OLAN BİTENİ KADER GİBİ GÖRMEK

Gerçi sadece yol kazalarında yılda on bin kişinin öldüğü bu ülkede, halkın ülkenin öbür ucundaki cinayetlere kaygısız, az okumuş ve beyni yıkanmış şizofren kesimler olabilir. Dünyanın hali olan biteni bir kader gibi görenlerin sayısını arttırıyor. Bu yaşam düzeninde, gününü kurtaranlar kendilerini mutlu bile sayabilirler. Ne var ki bu tutum, toplumların ortak davranışına dönüşürse insanlığın geleceği güven altında olamaz. Türkiye gibi ülkelerin sorunu da budur.

Benim gibi fazla uzun yaşamış insanların öğrendiklerine ve duyarlılıklarına bu tavır uymuyor. Biz bütünleşmiş bir toplum ideali ile yetiştirildik. Ülkenin nüfusu daha 20.000.000 olmamıştı. Acıda ve neşede bütünleşmek istiyorduk. Ulusu yaratmağa çalışıyorduk.

Bugün bütünleşmek için bütün araçlara sahibiz. Telefon, bilgisayar, internet akıl almaz bir bilgi ağı oluşturuyor. Ulaşım ülkenin iki ucunu birkaç saatte yan yana getiriyor. Fakat güncel yaşamda bu olanaklar, insanları bölmeye yarıyor gibi görünüyor. İletişim ve ulaşım, sanki parçalanma aracı olmuş. Dışarıdan ve içerden kimi güçler insanlar arasındaki doğal farklılıkları onları ayrıştırmak için kullanılıyorlar. Ülkeyi ayakta tutacak sağduyu ve bilinç yerine dayanışmayı yok eden tarihi ayrıştırma yöntemi, Filistin, Lübnan, Afganistan, Pakistan, Irak, Suriye’den sonra Türkiye’de de çalışıyor. Bütün İslam ülkelerini saymayalım. Aklı başında bir insan Diyarbakır, Mardin, Hakkari’den ve doğuda yaşayan Kürt vatandaşlardan çok daha büyük Kürt nüfusunun Adana, Mersin, Ankara, Ege kıyıları ve İstanbul’da oturduğunu unutabilir mi?

Biz kendi kendimize harakiri mi yapıyoruz? Emperyalizmin Irak ve Suriye’yi bizim ülkenin dengesini bozmak için araç olarak kullandığını düşünmek zor değil. Batının elinde politik, ekonomik ve fiziksel çok araç olduğu meydanda. Doğrusu istenirse Rusya da, Türkiye için, Batının parçasıdır.

BATININ BARBARLIĞI

Hobsbawm Batının en barbar olduğu yüzyılın 20-21. yüzyıllar olduğunu söyler. Batının egemenliğinde yeni bir dünya strüktürü (AS: yapısı) planladığını düşünün! Türkiye politikacıları ve gazetecileri sorunu kör bir iktidar ve muhalefet kavgasına indirgediler. Pratik sorunların boyutlarını sanki yabancı basından dinliyoruz.

Türkiye’deki 2.2 milyon Suriyeliyi Arap petrolcülere sattığımız yapılarda mı konuk edeceğiz? Bunların bir yıl karınlarını doyurmak için Angela Merkel’in vereceği paranın 1/3 ü, ikametleri, gerisi sağlıkları, eğitimleri için gider. Bu masrafın ne kadarını Suriyelileri karın tokluğına çalıştırarak geri alırız? O sırada işsiz kalacak Türk halkı ne olacak?

Amerika ve Avrupa’nın ve şimdi de Rusya’nın burnunu soktuğu ve bir tarafın Arapları, diğerlerinin İran’ı kullandığı Irak ve Suriye savaşları, Libya’nın yok edilmesi, Hatta Yemen ve Sudan, Kuzey Afrika Müslüman ülkelerde olanlar Türkiye’ye de bulaşmadı mı? Bu artık bir varsayım değil. Hint’ten Mali’ye kadar İslam dünyasına bir göz atın. Bunlar demokrasi için mi oluyor!? Rusya’da, Çin’de, Amerika’da Hıristiyan dünyası içinde öyle bir mücadele var mı? Oralar demokrasi içinde mi yaşıyor?

Batı Müslümanlara kendi kendilerine acımamalarını ve birbirlerinin boğazını, Müslümanlık için, kesmeyi öğretti! Bunun için onlara silah verip para bile kazanıyor. Petrolcüler ve Mısır, Batı ile, İran ve Asya’nın eski Rus sömürgeleri Rusya ile ortaklık ediyorlar. Biz de Yakın zamana kadar Rusya ile flört edip, Amerika ve Avrupa ile kırıştırdık. Arap ve İranlılar Türkiye’nin parçalanmasından memnun.

Osmanlı ve Türkiye Cumhuriyeti sadece (yalnızca) Avrupa için değil, İran ve Araplar için de bir baş ağrısıdır. Bunu aklınızdan çıkarmayın! Birinci Dünya Savaşı’nda Arapların Türklere nasıl davrandıklarını okuya okuya bitiremedik. En aptal Türk bile Arapların Lawrence’ini anımsayabilir. Gerçi bilmeyecek kadar cahilimiz de çok şükür var. Bunlar iktidar kozu bile olsa, Türkiye’yi tehdit eder.

İLETİŞİMİ KULLANAMAMAK

Yine çağdaş iletişim ortamına dönelim. Telefonun, televizyonun, bilgisayarın, internetin sağladığı iletişim kendi içine kapalı gruplar arasında oluyor. Kimse bilişimi bilgisini arttırmak, dünyanı köşesini bucağını ya da kendi tarihini öğrenmek için kullanmıyor. Tatlı reklamlarla uyutuluyor. İletişim araçlarını telefon yarenliği, internet oyunu için açıyor. Daha ciddi olanlar azınlık. Bilinçsiz, afyonlanmış bir yaşamın saptadığı bir iletişim düzeni içinde yaşıyoruz. Üyeleri eski kasabalardaki bir mahallenin sakinleri gibi. Şimdi evden eve seslenmiyor ya da bakkalda buluşmuyorlar. İstanbul’la Van, ya da İzmir’le Los Angeles arasında telefonda buluşuyorlar. Bu düşünsel bir ilişki değildir. Birbiriyle koklaşan hayvanlarınki gibi, fakat çağdaş ve elektronik bir koklaşma oluyor.

Kuşkusuz insanı hayvandan ayıran bazı özellikler kaldı. Bunlar insana özgü pozitif empatiler olabilir. Eskiden toplum üyelerini, cemaatleri, ulusu birleştiren dini ya da ulusal ideolojiler, bugün basit menfaat ve ihtiyatkâr dayanışma ilişkilerine dönüştü. Bunun adına da uygarlık diyoruz.

Sevgili okuyucular,

İnsanların bu özelleşmiş sevgisi, tıpkı doğada olduğu gibi sırtlanlaşmış, tilkileşmiş, çakallaşmış, onları yalnız yakalayıp yemek isteyenlerin işine geliyor. Dünya politikası da böyle çalışıyor. Yalnız kalanları, parçalananları tehdit ederek kontrol etmek kolaydır. Aslan ve kaplanlar bile sürüden biraz ayrılan yalnız hayvanları parçalarlar. Toplumların kendi içlerinde dağıtılmaları da benzer bir yöntemdir.

GÖÇ EDEN ANTİLOP SÜRÜLERİ

Politikacılar, yardım pozlarında, menfaat (çıkar) dağıtarak boş kafaları yönlendirirler. Yalan, insanın korunma içgüdüsüne bağlı genetik bir özelliktir. İnsan kendini korumak için, aldatmak için yalan söyleyebilir. Bugün var gibi görünse de eski ideolojiler yok. Gerçekte milliyet, din, demokrasi, insan hakları, birkaç yalnız adamın dilinde kaldı. Bugün ayakta kalmak zor. Dünya çok kalabalık. Her şey kapanın elinde kalıyor. Geri alacak vakit yok. Ortalıkta fırsat kollayan, aslanlar ya da emperyalist ülkeler, uluslararası şirketler var. Bütün aradıkları açlar, aptallar, afyon yutmuşlar. Anadolu kıyılarında, Yunan adaları için lastik bot sıralayan çakallar, bütün dünya sularında boy boy av bekliyorlar. İnsanlar güneye göç eden zebra, antilop sürülerine benziyor.

Saman alevi gibi yanan sönen cilalı, yavan sözler söyleyen bu adamlar toplum yararına ne konuşuyor? Gazeteler ne işe yarıyor? Partiler ne işe yarıyor? Devlet ne için çalışıyor?

SenecaBugünü yaşa, onu yarına feda etme!’ der. Bu ‘elindekinin değerini bil!’ demek.

MUSTAFA KEMAL’İN ASKERLERİ HER KOŞULDA KUBİLAY OLARAK 100 YILDIR VARLAR, AYAKTALAR

Sefa Yürükel,” Ermeniler tarafından yapılan soykırımların peşi bırakılmamalıdır!” – Brüksel Türk

Sefa Yürükel
Antropolg- Yazar

Adı, Mustafa Fehmi Kubilay olan bir yiğit devrimci öğretmen ve asker, Menemen’de, 92 yıl önce, 23 Aralık 1930 tarihinde, Cumhuriyeti ve devrimci idealleri savunduğu için katledildi.

Bugünün Türkiye’sinde ise şimdi iktidarda olan ve Kubilay’ı şehit eden ideolojiyi taşıyan bu mevcut gerici güce ve o günün gericilerine karşı çıkarken ve o günün emperyalizminin desteklediği bugünkü iktidarın seleflerince katledilen devrimci öğretmen Mustafa Fehmi Kubilay‘ı şükranla anarken, o gün Mustafa Kemal’in bu yiğit askerinin başına gelenler, bugün de yine aynı güçlerce 92 yıl sonra da olsa değişik biçimlerde ve yıllar sonra yine Mustafa Kemal’in askerlerinin başına aynı gerici amaçlar ve hedefler doğrultusunda ve yine emperyalizmden destekler alarak getirilmektedir.

Türkiye’de yine bugün de Mustafa Kemal’in askerlerine karşı harekete geçen o günkü gericilerin halefi olan bugünkü gerici iktidar tarafından, yine emperyalizmin istekleri ve onların destekleri  doğrultusunda yürütülen ve sürdürülen bu gerici süreç, Mustafa Kemal’in askerlerini:

103 Amiral davasında olduğu gibi, mahkemelerle ve davalarla korkutmaya çalışarak, sindirmeye çalışarak, gözaltına alarak, emperyalizmin örgütü FETÖ tarafından planlanıp icraa edilen 28 Şubat kumpas davasında olduğu gibi Em. Org. Çetin Doğan ve silah arkadaşlarını hapislere atarak, Em. Korg. Vural Avar örneği cezaevinde ölmesinin koşullarını yaratarak ve Cumhuriyete ve Mustafa Kemal’e bağlı olan bu yiğit askerlere rütbe sökümleri ve ağır cezalar adı altında gözdağı vererek ve aynı zamanda bu yiğit askerlere karşı düşman hukuku uygulanıp onları hapislerde çürütmek için tutsak ederek, tutuklayarak, çeşitli doğal, toplumsal ve hukuksal olanaklardan yoksun bırakarak ve Em. Jnd. Krm. Alb. Aziz Ergen gibi orduevlerine girmesi yasaklanarak sürdürülmektedir.

Görüldüğü gibi, bu tip gerici hamleleri korkudan katmerli bir kin ve nefretle Mustafa Kemal’in askerlerine karşı vicdansızca yapanlarca hala bu gerici süreç, iktidar odaklı olarak sürdürülmekte ve bu son süreçte yaşanan olaylardan çıkarıldığı gibi, emperyalizme bağlı aynı Ortaçağ ideolojisinin 92 yıl öncesinde olduğu gibi ve bugünkü selef – halef ilişkisince yine Türkiye‘de Mustafa Kemal’in askerlerine karşı yinelenmektedir.

Kısaca  Mustafa Kemal’in askerlerine karşı bugün de pervasızca yapılan bu saldırılar, emperyalizme bağımlı aynı gerici ideolojinin 92 yıl sonra da o günün gerici seleflerinin bugünkü haleflerince, bugün yine Türkiye’de iktidar kaynaklı olarak, değişik kategorilerde ve katmerli bir biçimde gerçekleştirilmektedir.

O gün, emperyalizme bağlı olan bu gericileri Atatürk’ün bizzat devrimci emriyle milli devlet, bunları dünya aleme ibret olsun diye hak, adalet, birlik ve dirlik için Millet adına ezmişti. Çünkü  o gün iktidarda devrimci ve anti-emperyalist bir Atatürk ve devrimi yapmış kadrolar ve devrimci bir millet vardı. Şimdi ise karşı devrimci ve emperyalizm tarafından iktidara getirilmiş bir gerici iktidar, karşı devrimci kadrolar ve belli bir düzeyde edilgen kılınmış bir Millet var.

Fakat  “bu iş“ daha bitmedi. Gericiler ve  emperyalizm hiç de erken sevinmesinler.
Bu gericiler ve onların bağlı olduğu emperyalistler 92 yıl önce olduğu gibi yine yenilecekler.  Çünkü hala binlerce Mustafa Kemal’in Askeri tüm Türkiye sathında, sözleri ve eylemiyle diri ve direnen olarak var.

Ama tek sorunları var; o da Kuvvayi Milliye gibi çok örgütlü değiller, icracı değiller.
Ve bu yüzden de ortak olarak ulusal ve Kemalist bir eyleme geçemiyorlar.
Ama bugün iktidardakiler, bu milli askerlerin çok örgütlü olmadığı bu hallerinden bile korkuyorlar. Her saldırılarında korkunun ürettiği icraatları içinde ise her gün kendi zaafiyetlerini üretiyorlar. Yani her saniye “bir şey mi olacak??” diye panik (ürkü) içindeler.
“Enselerine “ bakarak yürüyorlar.

Dün bu gerici iktidara karşı, Jön Türk komutan Vural Avar’ın cenazesinde yer alan binlerce Mustafa Kemal’in askeri, net tutumlarını onurlu bir biçimde gösterdiler. Dün Başkent, onların Cumhuriyete ve Devrimlere ve gerçek silah arkadaşlığına bağlılık haykırışlarıyla yankılandı.
Ve aynı devrimci Kemalist ruh, bu Milletin içinde Kuvvayi Milliye ruhunu taşıyan siyasal, sosyal ve kültürel gruplar olarak da var. Ve ölmedi.

Bunlar, dün Mustafa Kemal’in askeri Vural Avar’ın cenazesinde olduğu gibi, Millet içinde aynı ruhla yarın söz ve eylemlerinde Cumhuriyete ve Atatürk ideallerine bağlılığı yine aynı biçimde haykıracaklar. İşte bunlardan, bu devrimci ruhu taşıyan Mustafa Kemalcilerden bugünkü Menemen’in gerici halefleri iktidarda olsalar bile çok korkuyorlar. “Yarın ne olabilir??” diye çok korkuyorlar. Aman ne korkuyorlar. Korksunlar. Korkacaklar. Korkuları onların hapishanesi olacak ve onların korkudan kaynaklanan zaafları olan bugünkü Kubilaylara karşı düşmanca  ve çağdışı baskıları onların yıkımını ve sonunu getirecek. Yani meydan boş değil. İyi ki değil.

Her zaman olduğu gibi bağımsızlıkçılar:

Atatürk ile kalın
Cumhuriyetle kalın
Bilimle kalın
Akılla kalın
Hoşçakalın

Kubilay’ın kesik başı ve günümüz siyasal İslamı

OSMAN SELİM KOCAHANOĞLU
ARAŞTIRMACI – YAZAR

Cumhuriyet, 23 Aralık 2021


***
Not : Geçen yıl bu gün yayımladığımız bu önemli yazıyı yineliyoruz.
23 Aralık 2022, Dr. A. Saltık
***

Tarihte sahte peygamberler, sahte Mesih ve Mehdiler, başı kesilen şeyhler görülmüş ama böylesi bir olay yaşanmamıştı. Kabakçı Mustafa isyanında Nevşehirli Damat İbrahim Paşa’nın cesedi yerlerde sürünmüş ama başı kesilmemişti. 31 Mart’ta Asar-ı Tevfik zırhlısı süvarisi Binbaşı Ali Kabuli, Abdülhamit’in gözleri önünde linç edilmiş ama başı kesilmemişti. 

23 Aralık 1930 Salı günü, insanlık tarihinin en hunhar cinayetlerinden biri Menemen’de işlendi. Sekiz sene önce Yunan işgalinden kurtulan Menemen’de öğretmen ve Asteğmen Mustafa Fehmi Kubilay başı kesilerek şehit edildi. Kubilay da başını kesen Derviş Mehmet de Girit göçmeni, yoksul aile çocuklarıydı. Kubilay 24, Derviş Mehmet 34 yaşındaydı. Birbirini tanımazlardı. Derviş Mehmet köylerde bağ bahçe işlerinde amelelik yapardı. Çatışmada öldürüldüğü için bir fotoğrafı bile yok. Sadece yakasına iğnelenmiş Şeyh Hafız Ahmet’in üç köşeli “Mehdiye kurşun işlemez” muskası bulunmuştu. Derviş Mehmet’i bu yola sürükleyen, hurma kültürünün Mehdilik hezeyanlarıydı…

İKİ AYRI SEMBOL

Kubilay Cumhuriyet ülküsünün, Derviş Mehmet Mehdilik hezeyanının sembolüydü. Baş kesmek, yol kesmek, kol kesmek, kurban kesmek, ağaç kesmek, bir kılıç darbesiyle kırk kelle uçurmak Anadolu kültürünün Battalgazi destanında okuduklarıydı. Şimdi de bir kesikbaş efsanesi Menemen’de yaşanıyordu.

Kubilay Girit’ten İzmir’e göçen yoksul bir aile çocuğu idi (1906), adını Mustafa Fehmi koymuşlardı. Bursa Muallim Mektebi’ni bitirip (1926) öğretmen olmuştu. Türk ocaklıydı, Kubilay adını kendi almıştı. Menemen’de yedek subaydı.

Aralık 1930 Salı. Derviş Mehmet ve üç yoldaşı Bozalan köyünde esrarla motive olmuşlardı. Mübarek Şaban ayının üçüncü günüydü. Derviş Mehmet, dört yoldaşıyla Menemen’de bir Mehdilik gösterisi planlamıştı. Müftü Camii’nde az sayıda cemaat vardı.

Derviş Mehmet, “Aziz cemaat ben Mehdi’yim, dinimizi korumak için buraya geldim” diyerek, mihrabın yanındaki sancağı alıp dışarı çıktı… Tekbir sesleriyle cemaati ve orada toplanan kalabalığı sancağın altına davet ediyordu…

Menemen’deki alay komutanı, bunları dağıtmak için Kubilay’ı görevlendirmiş, o da bir manga askerle meydana gelmişti. Mangasını bir yana koyarak tekbir getiren Derviş Mehmet’in yakasına yapıştı.

– Siz kimsiniz? Haydi dağılın bakalım!..

– Ben Mehdi Mehmet’im be adam, sen kim oluyorsun?

Kalabalıktan açılan ateşle yaralanıp yere düşen Kubilay sürüne sürüne Müftü Camisi önündeki merdivenlere gelebildi. Avının yerde çırpındığını gören Derviş Mehmet, torbasından çıkardığı tırtırlı bağ bıçağıyla Kubilay’ın boğazını bir koyun gibi keserek başını gövdeden ayırdı. Avının kesik başını, caminin önündeki şimşir taşa vurarak kanını silkeledi. Kesik başı yeşil sancağa takarak tekbir getirmeye başladılar…

Menemen olayını anlamak için Derviş Mehmet ve beş meczup arasından suçlu aramak yetmez; onları Mehdilik hezeyanına sürükleyen zihinsel serüven okunmalıdır. Saltanat kaldırılmış, Cumhuriyet ilan edilmiş, hilafet kalkmış, 1925’te tarikatlar kapatılmıştı. Medrese ve tarikatlar desteksiz ve işlevsiz kalmıştı. Şirke bulaşmış bu yapılar Cumhuriyete nefret kusuyordu.

15 Haziran 1926’da İzmir’de Atatürk’e bir suikast girişimi olmuş, 19 kişi asılmıştı (13 Temmuz 1926). Bu suikasttan dört sene sonra da bu facia ortaya çıkmıştı. Hakimiyeti Milliye olayın arkasında olanları işaret ediyordu:

  • “Tekkeleri kapadık fakat dervişler yaşıyor!
  • Medreseleri kapadık, halifeliği kovduk fakat saltanatın nimetleri hâlâ zihinlerinde…
  • Şapkayı giydirdik fakat hâlâ bizi tekfir ediyorlar…”

AYNI İRTİCA KURUTULMALI

Hilmi Ziya Ülken, Yunus Nadi ve Hamdullah Suphi olayı milli bir Kerbela görüyor, Necip Fazıl Hakimiyeti Milliye’de yeşil irticanın kanını kurutmalı diyordu. Şöyle:

“…Dünya kuruldu kurulalı bu kadar küçük bir hadise, bu kadar büyük bir baş doğurmadı. Ne 31 Mart ne Şeyh Sait isyanı, mahiyet ve ruh olarak Menemen hadisesiyle boy ölçüşemez… Mesul Derviş Mehmet ve avenesi değildir. İrtica buz dağları gibi suyun yüzüne sivri bir uç çıkardı. Mesul bu uç değil, buz dağının heyet-i mecmuasıdır. Bu ucu tepelemekle, hiçbir nişane bırakmamakla dağı kaldırmış olmayız. O dağı tuzla buz etmek lazım. Mesuller, suyun yüzüne çıkmayanlar, o birkaç kişiye sinsi sinsi omuz verenlerdir. ”

Necip Fazıl’ın cümlesi şöyle bitiyordu: “…Gözüme görünen şeyi açıkça, tertipsiz ve imansız söylüyorum. Eğer inkılabı zayıf tutarsan, eğer inkılabın yüreğini, hassasiyetini ve sinirlerini temsil etmezsen, bıçağın ters tarafı ile yirmi dakikada kesilen Kubilay’ın kafasında sana tevcih edilen akıbeti seyredebilirsin…”  (Hakimiyeti Milliye, 5 Ocak 1930)

Bu satırların sahibi Necip Fazıl yıllar sonra Atatürk ve Cumhuriyet havariliğinden vazgeçip, kimlik ve kişiliğini inkâr ederek Süper Mürşit olunca irticanın koynuna bizzat kendisi sığınacak, bu yazılarını da çöp sepetine atacaktır.

Abdülbaki Gölpınarlı ise tarikat taassubunun irrasyonel yüzünü Nakşilerde görüyordu:

“… Tarikat yobazı, her şeyi Tanrı tecellisi görür fakat kendine uymayanları Yezit diye dışlar. Şeriat yobazına göre Müslüman yalnız kendisidir; kendine uymayanlar dinsizdir. Başını ustura ile kestirmeyen, sakalını çembervari bırakmayan, başına bere giymeyeni gavur sayar; her yeniliğe düşmandır…”

Tarikatlar kapatıldığı tarihte (1925) İstanbul’da 16 tarikat ve 438 tekke faaldi. Sadece İstanbul’ da Nakşiliğin 60’dan fazla tekkesi vardı. Olguları hipnotize edip hurafeye güncellik veren bu yapılarda Kurtuluş Savaşı şöyle yorumlanırdı:

“…Büyük Zafer, Yunan hezimeti diyorlar… Bunların hepsi uydurmadır… Onların yaptığı nedir bilir misiniz? Avlunuza bir köpek gelmiş, siz de hoşt deyip kovalamışsınız, hepsi bundan ibaret…”

Hurma kültüründen beslenen tarikatlar Kubilay’ın kesik başını hiç üzerlerine almazlar. Halbuki sinsi irtica yılanı Menemen’de bir öğretmenin başını keserek intikam almıştı. Derviş Mehmet, kavradığı taassup bıçağıyla tekbir getire getire avına saldırırken Cumhuriyetin de boğazına sarılyordu

AYNI ZİHNİYET

Menemen olayının ardından bir divanı harp kurulup bir soruşturma başlatıldı. Manisa’daki emekli imam Rizeli Laz İbrahim’in, Erbilli Esat’ın bölge halifesi ve bazı müritlerin Esad Efendi’nin köşkünde misafir edildiği ortaya çıktı.

Yargılanan 105 sanıktan çoğu beraat etti, 37 kişiye idam kararı verildi. Esat Efendi dahil 6 kişinin cezası yaş haddinden hapse çevrildi. TBMM tarafından 31 idam kararı onaylanarak 4 Şubat 1931 günü Menemen’de infaz edildi.

  • Cumhuriyetin yasakladığı tarikatler, günümüz iktidarı tarafından serbest bırakılmıştır.

Medrese ve tarikatların karşı çıkmadığı, tek bir yenilik yoktur. Batı kilisesi kendi alanına çekildiği halde bunlar ortaçağ çukurundalar.

Tarikat ve medrese kültürünün, sosyal hayata düzen verme, ileriyi geride arama, gerekirse kan dökme anlayışı değişmiş sayılmaz.

Menemen’den 63 yıl sonra (2 Temmuz 1993) Madımak Oteli’nde, 33 aydının benzin dökülüp yakılması, Kerbela’dan farksızdır.

Otel yakılırken yükselen “Allahuekber” sesleriyle, Tanrı katından destek arandığı açıktır.

15 Temmuz FETÖ kalkışması da aynı kültürün devamıdır…

 

Seçim seferberliği sapkınlıkları ve sandık

GÜNCEL22.12.2022, BİRGÜN

Haziran 2018 seçimleri üzerinden 4 yıl, altı ay geçti; 2023 seçimlerine ise 6 ay bile kalmadı. Sandık tarihi yaklaştıkça, seçim sapkınlıkları da sıklaşmaya başladı (Sapkın: Doğru yoldan ayrılmış olan Türkçe Sözlük, TDK, s.2031).

En geç 18 Haziran’da yapılacak seçimin sandığına giden yol, belirsizlik ve tuzaklarla dolu. Seçmen iradesinin sandığa düzgün biçimde yansımaması ve sonuçlanmaması için ilan edilen bir tür seferberlikte, Kişi+Parti+Devlet birleşmesi belirleyici.

Sevk merkezi Saray… Ne kadar kişinin çalıştığı, statülerinin ne olduğu, ne kadar harcama yapıldığı bilinmiyor; tıpkı, inşaatının bilinmezleri (hukuk süreci ve maliyeti vb.) gibi. Bilinen şu: Yürütme, politika tekeline sahip tek kişide. Bu nedenle, 9 politika kurulunun başkanı da aynı kişi.

Buna karşın Saray, siyaset sarmalında.

Anayasa’ca siyaset dışı tutulan CB yardımcısı ve bakanların çoğu, adeta “siyaset sarhoşu.”

Yürütme ve siyaset tekeli, “talimatları” ile hareket ettikleri şahsa ait olduğu halde, sevdaları “siyaset çamuru.”

Bütçe görüşmeleri vesilesiyle TBMM adeta bir “siyaset sahası”. Öyle ki, CB yrd. ve bakanların çoğunun söz ve tavırları, “boynum, kıldan ince kılıçtan keskince” deyişinin teyidi:

Talimat” söylemi sürekliliği: Saray’a karşı ‘boynum kıldan ince’, istifa hakkım bile yok.

Seçim siyaseti” sürekliliği: 2002 seçimlerinden bu yana sürekli seçimlere girmiş ve bu serüvenleri 2071’e dek sürecekmiş gibi, TBMM’deki demokratik muhalefete yönelik söylemleri, ‘boynum kılıçtan keskince’ tavrını sergiler gibi. Örnek: ‘Cumhurbaşkanı adayı diye bir vesayetçi aradığınızı biliyoruz. Güçlendirilmiş değil küflendirilmiş sistem önerilerinizle bu millete geri adım attıramayacaksınız’ (F. Oktay, CB yrd.,TBMM, 16.12.2022).

Sapkınlıklar serisinden seçmeler:

S.1: YASALAR

Seçim yasası değişikliği ile “Türk seçim hukuku ilkeleri” çöpe atıldı.

Sansür yasası ile, düşünce ve ifade özgürlüğünün asgari gerekleri yadsındı.

Vergi Usul…” torba yasası ile “inanç mı, para mı” ikilemiyle Alevi toplumuna nifak sokuldu.

Elektrik Piyasası…” torba yasa önerisine, ‘piyasa ekonomisi’ dahil Anayasa’nın emredici (buyurucu) birçok hükmünü askıya alacak ve özgürlükleri boğacak birçok madde tepiştirildi.

Liman: Anayasa Mahkemesi’nin esastan iptal kararına karşın, sözleşme süresi dolan liman işletme hakları, 49 yıllığına uzatılacak.

OHAL: OHALİİK dosyaları ilgili kurumlara aktarılarak OHAL örtülü biçimde sürdürülecek.

-Sendika: Toplu sözleşme üzerinden kamu görevlileri sendikaları arasında ayrımcılık derinleştirilecek

Bütçe: Kaynağı ve harcama kalemleri meçhul 200 milyarlık borçlanma yasası, geçmişe yürütülecek.

S. 2: ANAYASA DIŞILIK

  • Anayasa bütününde çok sayıda emredici ve yasaklayıcı hükmün ihlali olarak,
    hukuk dışı uygulamalar süreklilik kazandı.

Öncü Saray; ancak TBMM de, AKP-MHP’nin talimat algısıyla Anayasa’ya açıkça aykırı yasaları oylayabiliyor.

Siyasal nitelikli yargı kararları,
Saray güdümündeki savcı ve yargıçların,
adil yargı adına yüz kızartıcı iddianame ve kararlara imza atmaları yetmiyormuş gibi,
bunlara açıklamalar da eklendi.

İBB Başkanı Sn. E. İmamoğlu kararı ve YSK Başkanı’nın ihsas-ı rey oluşturan açıklaması, seçilmişlere yönelik Saray operasyonlarının son örneği.

S. 3: ANAYASA DEĞİŞİKLİĞİ

Gol atmaya benzetilen Anayasa değişikliği konu, zaman, ortam ve koşullar bakımından anayasacılık sürecine tamamen (tümüyle) yabancı olup, bir cinsiyetin ‘saç teli’ne ve ‘aile tanımı’na indirgendi.

Bu fırsatçı girişim de seçim sandığına endeksli: Demokratik muhalefeti (CHP, HDP, İYİ P. vd.) ve seçilmiş temsilcilerinin çoğunu hapishanelere doldurduğu Kürt seçmenlerin oylarını parçalamak.

Değinilen her sorun, ayrı yazıların konusunu oluşturacak nitelikte.

  • Özetle; seçim güvenliği, sandık ve oy günü ile sınırlı değil; seçim yolu, sürekli tuzaklarla bezeli.

Hepsi, siyasal iktidarın el değiştirmesini önlemeye yönelik.

Bu nedenle,

Mesele para ise, gerisi teferruat, iktidar bekası ise, gerisi tufan’! zihniyetine karşı,

  • Mesele vatan ise, gerisi teferruat’ anlayışına yaraşır yol ve yöntem üzerine yoğunlaşma zamanı.