Yazar arşivleri: Ahmet SALTIK

Ahmet SALTIK hakkında

Atılım Üniversitesi Tıp Fakültesi Halk Sağlığı Anabilim Dalı Öğretim Üyesi Prof. Dr. Ahmet SALTIK’ın özgeçmişi için manşette tıklayınız: CV_Ahmet_SALTIK Hekim (Halk Sağlığı Profesörü), Hukukçu (Sağlık Hukuku Uzmanı) Mülkiyeli (Kamu Yönetimi - Siyaset Bilimci)

SİYASAL DİNCİLİK NEDİR?

Prof. Dr. Halil Çivi
İnönü Üniv. İİBF Eski Dekanı

SİYASAL DİNCİLİK dinin ve dinsel değerlerin ilahi, uhrevi, kutsal yapıdan soyutlanıp, dünyevi ideoloji biçimine dönüştürülerek iktidar olma ve iktidarda kalma aracı olarak kullanılmasıdır.

Siyasal dincilik dindarlık değil dinbazlıktır, dinden çıkar devşirmektir.

Siyasal ve ekonomik çıkarcılığı din ambalajına sararak, toplumu din ve Allahla aldatmaktır.

Bu süreç, yani dinin siyasal bir araca dönüştürülmesi, “Halifelik” adı altında Emevi, Muaviye iktidarı ile başlamış ve din görünümlü bir saltanat ideolojisine bürünerek tarih boyu süregelmiştir. Atatürk dönemi dışında, özellikle 1950’den başlayarak ideolojileştirilmiş din maskeli iktidarlar, günümüze dek kesintisiz sürmektedir.

Siyasal rejim gerçek anlamıyla tam laikleşmeden din sömürüsü bitmez. Çünkü dinciliğin panzehiri laiklik ve çoğulcu demokrasidir.

  • Türkiye Cumhuriyeti, demokratik ve laik bir anayasal düzen üzerine kurulmuştur.

Laiklik ve demokrasi karşıtlığı, aynı zamanda anayasal rejim karşıtlığı demektir.

Laiklik bireyler, toplum ve devlet olmak üzere, 3 düzeyde, çok özetle şöyle açıklanabilir:

  • Bireysel açıdan laiklik din ve vicdan özgürlüğüdür.

Laik rejimlerde birey dinler ve mezhepler arasında istediğini seçebilir ya da inançsız kalabilir. Kimse kimsenin dinine, mezhebine ya da inançsızlığına karışamaz. Bireylerin her türlü İnancı ya da inançsızlığı devlet ve hukuk güvencesindedir.

Sosyolojik ya da toplumsal açıdan laiklik çoğulculuğun keşfidir. Sivilleşmedir. Teokratik, tekçi (monist) bir kültürden (ekinden) çoğulcu (pluralist) bir kültüre terfi etmektir. Çoğulculuk ve farklılıklara dayalı dayalı inançlar demokrasisidir. Farklı inanç sahipleri ya da inançsızlarla birlikte dostça ve barış içinde bir arada yaşayabilmektir.

Devlet açısından laiklik, din ve devlet işlerinin mutlaka her yönüyle birbirinden ayrılmasıdır. Devletin her türlü farklı inanç kümelerine karşı, yansız ve eşit uzaklıkta kalmasıdır. Nimette, külfette, hukuk karşısında, kamu hizmetlerinden yararlanmada ve kamu görevlisi olmada hiçbir ayrımcılık yapmamaktır. Irkına, rengine, cinsiyetine, dinine, mezhebine… bakmadan herkesin istisnasız (ayrıksız) yasalar önünde eşitliğidir.

  • Demokratik, laik ve sosyal bir hukuk devleti olmanın anlamı tam da budur.

TBMM’de utanç günü

DR. CEYHUN BALCI
ESKİ İZMİR TABİP ODASI YÖNETİCİSİ

06 Nisan 2023, Cumhuriyet

Ülkeler ve toplumlar için utanç günleri vardır. Kıvanç ve övünç günleri hiç unutulmaz. Ama utanç günleri her nedense bellek engeline takılır. Hükümetin veya Meclisin aldığı bir karar utanca veya övünce gerekçe olabilir.

Aklımızdan hiç çıkmayan utanç gerekçelerinden biri, Türkiye’nin Cezayir’in bağımsızlığı konusunda BM’de kullandığı “çekimser” oydur. O Cezayirliler ki koyunlarında Atatürk’ün görseliyle yürümüşler, “Ya istiklal ya ölüm!” sözünü rehber edinmişlerdir.

1 Mart 2003’teki tezkere oylaması ise yakın tarihimizin övünç gerekçelerinden birisi olarak her geçen yıl belleğimize daha derinden kazınmaktadır. Her şey hazırken, oldu bitti denirken TBMM kendine yakışanı yapmış, işgalciye yardım ve yataklığa “hayır” demiştir.

Yakın zamanda, Suriye yangınına benzin dökecek ölçüde ileri gidişimize varan emperyalist seviciliğimiz bir başka utanç sayfasıdır. Birkaç gün önce TBMM bir utanç sayfası daha eklemiştir tarihine. Bu olgudaki acı verici ayrıntı tek bir aykırı sesin işitilmemesidir.

  • Bir tek el bile kalkmamıştır NATO’ya karşı.

NATO’CULUK

  • Yalnızca 276 vekil oylamaya katılmıştır. Dincisi, liberali, iktidarı, muhalifi, kaldıysa Kemalisti ve onlara eklenen sosyalisti arasından biri bile “hayır” diyememiştir.

Gündelik siyasette mangalda kül bırakmayanlar, biribirlerine insanı utandıracak sözlerle saldıranlar, bu tarihsel oylamada istençlerini NATO’culuğa bırakmakta sakınca görmemişlerdir.

Bu oylamada çektiğimiz “sıfır” sayısı, alnımızda kara bir leke olarak çoktan yerini almıştır. Birkaç gündür siyaseti seccadeye saygısızlık açmazına sıkıştıranlar, NATO’culuk ortak paydasında buluşmuşlardır.

  • Bir suç örgütü olan NATO’dan çıkılması hiç kuşkusuz önde gelen dilektir.

Ama bu olana dek, suç örgütünün genişlemesine eldeki yetki gereğince engel olmak da bir o kadar önemli değil midir?

Türk siyasetinin büyük oyuncularının NATO’culuktan yarar umdukları, NATO’culuğa dayanarak güç toplamak istedikleri bir kez daha tüm açıklığıyla ortaya çıkmıştır. Belli ki hemen tüm siyasetçilerin her fırsatta dillerinden düşürmedikleri “vesayet” bu utanç gününde ete kemiğe bürünüp TBMM’de kol gezmiştir. Kol gezmekle kalmamış NATO’cu anlayışı bir kez daha şaha kaldırmıştır.

BİR, SIFIRDAN BÜYÜKTÜR

Sayıları az da olsa sosyalist olduklarını ileri süren milletvekillerine de bir çift söz söylemek gerekir: Elbette sayıları böylesi bir utancı engellemeye yetmezdi. Ama tarihe not düşmek için fazlasıyla yeterliydi. Bir, sıfırdan büyüktür.

TBMM’de, “Bağımsızlık benim karakterimdir!” sözünü rehber edinecek tek bir kişinin yokluğu acı vericidir. TBMM, 117 yıl önceki 31 Mart’a, Cumhuriyetin 100. yılında bir yenisini eklemiştir.

DÜNYA SAĞLIK GÜNÜNDE PARASI OLANA SAĞLIK

TOPLUMCU TIP - SINIFIN SAĞLIĞI: AKİF AKALINDr. Akif AKALIN
Halk Sağlığı Uzmanı

(AS: Bizim kısa katkımız yazının altındadır..)

Dünya Sağlık Örgütü (DSÖ) bu yıl, 7 Nisan 2023 Dünya Sağlık Günü’nü, “Herkese Sağlık” (Health for All) teması altında kutluyor. Aslında anımsanacağı gibi “Herkese Sağlık” sloganının özgün biçimi “2000’e dek Herkese Sağlık” (Health for All by the Year 2000 – HFA – 2000) idi. Olmadı. Dolayısıyla DSÖ’nün bu yıl yeniden önümüze koyduğu “Herkese Sağlık”, Örgütün yarım yüzyıllık hedefidir.

DR. AKİF AKALIN YAZDI- DÜNYA SAĞLIK GÜNÜNDE PARASI OLANA SAĞLIK

HERKESE SAĞLIK:
NEREDEN NEREYE…

1970’li yıllarda Herkese Sağlık sloganındaki “sağlık” sözcüğü, örgütün bugün 21. yüzyılın ilk çeyreğinin sonuna yaklaşırken kullandığı “sağlık” sözcüğünden çok farklı bir anlam taşıyordu.

1970’li yıllarda “sağlık” dendiğinde, DSÖ Anayasası’nda yer alan tanım akla geliyordu. DSÖ Anayasası sağlığı, biyo-psiko-sosyal bir yaklaşımla,

  • “Yalnızca hastalık ve engelliliğin  olmayışı değil, aynı zamanda bedensel, ruhsal ve toplumsal (sosyal) bakımdan tam bir iyilik durumu” olarak tanımlıyordu.

Sağlık, insanların toplumsal (sosyal) ve ekonomik olarak üretken bir yaşam sürebilmelerine olanak veren bir “iyilik” durumu olarak kavranıyordu. Bu çerçevede “Herkese Sağlık”, insanların sağlıklı bir yaşam sürdürebilmelerinin önündeki engellerin kaldırılması olarak anlaşılıyordu.

1970’lerin sağlık gündemine bakıldığında, sağlıkta ana sorunların daha çok beslenme yetersizliği, sağlıksız barınma koşulları, içme suyuna erişim ve eğitim gibi “tıbbi olmayan” konulara odaklandığı görülür. Sağlık sistemlerinin “Temel Sağlık Hizmeti” yaklaşımıyla güçlendirilerek herkesin sağlığa kavuşabileceği öngörülür.

Dahası 1970’lerin belgelerinde Herkese Sağlık karşımıza salt sağlık alanında değil, tarımda, sanayide, eğitimde, iletişimde, imarda sağlık için ortak eylem programlarıyla çıkar. Sağlık kalkınmanın ayrılmaz bir parçasıdır. 1978 Alma Ata Bildirgesi de “2000 Yılında Herkese Sağlık” için adaletli bir “Yeni Uluslararası Ekonomik Düzen-YUED” önerir.

1980’li yıllardan başlayarak dünyada “toplumcu” düşüncenin gerilemesi ve toplumsal (sosyal) yaşama “bireyciliğin” egemen olmaya başlamasıyla birlikte DSÖ Anayasası’ndaki sağlık tanımı “resmen” değiştirilmese de, tıbba ve sağlık hizmetine egemen olan biyomedikal yaklaşım sağlığı “fiilen” biyolojiye ve sağlık hizmetini “tıbbi hizmetlere” indirgedi. (AS: Medikalizasyon…)

1990’larda sağlık sistemleri bir yandan “Temel Sağlık Hizmeti” yaklaşımından uzaklaşarak “sağaltım (tedavi) ” odaklı duruma gelirken, öte yandan 20. yüzyılda daha çok devlet hizmeti olarak örgütlenen sağlık hizmetleri özelleştirildi ve piyasalaştırıldı. Sağlık hizmeti piyasada alınır – satılır bir mal (meta), sağlık da sermaye için üzerinden kâr sağlanan bir yatırım – ticaret alanına dönüştürüldü.

SAĞLIĞIN YATIRIM-KÂR ARACINA DÖNÜŞTÜRÜLME SÜRECİ

Dünyada 1917 Ekim Devrimi ile temel insan hakları arasına giren sağlık, Emperyalistler arası İkinci Dünya Paylaşım Savaşı sonrasında başta İngiltere olmak üzere, sermaye egemenliği altındaki coğrafyaların önemli bir bölümünde (ve Türkiye’de) “sosyalleştirildi” (Nusret Fişek).

Emekçilerin tarihinde “altın yıllar” olarak kabul edilen 1950 – 70 döneminde sosyalizm tehdidi karşısında işçi sınıfına büyük ödünler vermek zorunda kalan sermaye, sağlık alanında sosyalist ülkelerde emekçilerin sahip olduğu hakların büyük bir bölümünü kapitalist ülkelerin işçilerine de tanıdı. Bu dönemde kapitalist ülkelerde bir yandan işyerlerinde İşçi Sağlığı ve İş Güvenliği hizmetleri, öte yandan Birinci Basamakta Genel Pratisyenlik yaygınlaşmaya başladı.

1970’li yıllarda sosyalist hareketin içine düştüğü (ve bugün sürmekte olan) ideolojik bunalım, işçilerin ve emekçilerin 1980’lerde “toplumcu” düşünceden uzaklaşması ve “bireyci” dünya görüşünü benimsemesiyle “altın yılların” sonunu getirdi.

Bu sürecin en önemli köşe taşlarından biri, Dünya Bankası’nın (DB) 1993’de yayınlanan “Sağlığa Yatırım Yapmak” (Investing in Health) başlıklı raporu oldu. DB raporunda sağlıkta finansmanın kamudan, özele doğru yönlendirilmesinin gerekliliği vurgulanırken, aynı dönemde Uluslararası Para Fonu da (IMF) kendisinden borç isteyen ülkelere dayattığı Yapısal Uyum Programları’nda (SAL)  kamusal sağlık giderlerini kısma ve sağlığı özel sektöre açma koşulu getiriyordu.

DSÖ’nün geleneksel kamucu gündemini bırakarak, DB’nca dayatılan neoliberal gündemi benimsemesi, kendisini örgütün “Dünya Sağlık Raporu – 2000” başlıklı belgede gösterdi. Sonraki yıllarda DSÖ, sağlık alanındaki tek sorun adeta “finansman” sorunuymuş gibi davranmaya başladı.

2000’li yıllarda sağlık hızla “finansallaşırken”, sağlık hakkı da “sağlık hizmetine erişebilme” hakkı olarak kabul edilmeye başlandı. Nitekim 21. yüzyılda DSÖ tarafından ortaya atılan ve
7 Nisan 2023 Dünya Sağlık Günü’nde de sağlık sorunlarına “çözüm” olarak önerilen “Evrensel Sağlık Kapsamı” (Universal Health Coverage), Herkese Sağlık hedefine ulaşmanın anahtarı olarak sunuluyor.

DSÖ’NÜN 2023 DÜNYA SAĞLIK GÜNÜ İLETİLERİ

Örgüt, 2023’te dünyanın sağlık sorunları olarak şunların altını çiziyor:

  • Dünya nüfusunun %30’u temel sağlık hizmetlerine erişemiyor”.
  • “İki milyara yakın insan, katastrofik (yıkıcı) veya yoksullaştırıcı sağlık giderleriyle karşılaşıyor”.

DSÖ sorunlara çözüm olarak Evrensel Sağlık Kapsamı (UHC)  öneriyor. Örgüte göre Evrensel Sağlık Kapsamı, akçalı (mali) koruma ve nitelikli temel sağlık hizmetlerine erişim sunacak, insanları yoksulluktan kurtaracak, ailelerin ve toplulukların iyiliğini teşvik edecek, halk sağlığı bunalımlarına (krizlerine) karşı koruyacak ve bizi “Herkese Sağlığa” doğru ilerletecek.

Örgüt herkese sağlığı bir “gerçeklik” durumuna getirmek için şunlara gereksinim olduğunu söylüyor:

  1. Nitelikli sağlık hizmetine erişim
  2. Nitelikli, insan – merkezli bakım sunan sağlıkçılar
  3. Evrensel Sağlık Kapsamı’na yatırımı yüklenen (taahhüt eden) politika yapıcılar

DSÖ hala “Temel Sağlık Hizmeti” yaklaşımıyla güçlendirilmiş sağlık sistemlerinin, sağlık ve iyilik hizmetlerini insanların yakınına getirmekte en etkili ve maliyet – etkili yöntem olduğunu savunmayı sürdürüyor, ama “sosyal adalet” kavramı üzerine kurulmuş olan Temel Sağlık Hizmeti kavramının, “sosyal adaletsizlik” ilkeleri üzerine kurulmuş bir dünyada nasıl olanaklı olabileceğini söylemiyor.

NE YAPMALI?

Aslında sağlık sorunlarının nereden kaynaklandığını ve çözüm için ne yapmak gerektiğini çok iyi biliyoruz, ama bunlar için gerekli politik kararlılıktan (iradeden) yoksunuz.

Örneğin sağlıkta en temel sorunlardan biri olan eşitsizliklerin kaynağının özel mülkiyet olduğunu biliyor, ama özel mülkiyete son vermek ve ortaklaşa mülkiyete dayalı bir toplumsal (sosyal) düzen örgütlemek için gerekli politik istenci (iradeyi) ortaya koyamıyoruz.

Son birkaç yılda başımıza gelen yıkımlar (felaketler), sağlık sorunlarının artık değer sömürüsüne dayalı bir toplumsal düzende çözülemeyeceğini gösterdi. Gerek pandemi sürecinde (Kovit-19), gerekse Kahramanmaraş depreminde sermaye birikiminin gereksinimleri ile halkın sağlık gereksinimlerinin “uzlaşmaz” bir çelişki içinde olduğu apaçık görüldü.

Sermaye, pandemi sürecinde “her ne pahasına olursa olsun çarklar dönecek” dayatmasıyla salgına karşı gerekli “toplum düzeyli” önlemlerin alınmasına izin vermedi. Oysa Türkiye gibi “birey düzeyli” (bireysel temelli) önlemlerle yetinmeyerek bunları toplum ölçeğinde önlemlerle destekleyen ülkeler, Türkiye ile kıyaslanamayacak ölçüde az yitik verdiler.

  • Yine deprem sürecinde yaşadıklarımız, sermaye düzeni içinde hiçbir sağlık sorununu çözemeyeceğimizi bir kez daha kanıtladı.

Sermayenin bir an önce yeni inşaatlara başlayabilmek için, henüz enkaz altından çığlıkların yükseldiği günlerde, enkaz altında kalanların kurtarılması yerine, enkaz kaldırma çabasına girmesi asla unutulmayacak.

DSÖ’NÜN “ÇÖZÜMÜ”

Son olarak DSÖ’nün sağlık sorunlarına “çözüm” olarak önerdiği Evrensel Sağlık Kapsamı’na (ESK) bir göz atalım.

DSÖ ve Dünya Bankası’nın yıllardır şampiyonluğunu yaptığı ve Sürdürülebilir Kalkınma Hedefleri arasına da alınan ESK, sonunda “sınırlı” bir hizmet paketinin finansmanından başka bir şey değildir. Dahası bu sınır, “en az – asgari” sağlık hizmeti paketinin neleri kapsayacağını açıkça belirten “evrensel” bir sınır da değildir.

Bir örnek ile ne demek istediğimizi anlatmaya çalışalım: Kanada’da yaşayan “herkes”, prim (AS: prim = ek vergi!) ödesin – ödemesin, yaşadığı eyaletin sağladığı “asgari” (en az) sağlık güvencesine sahiptir. Ancak bu “an az sigorta paketi” dışında isteğe bağlı, bedelini ödeyerek satın alabileceğiniz “tamamlayıcı sigorta” paketleri vardır.

Asgari pakete sahip bir Kanadalı diş sorunu yaşadığında, yalnızca “çekim” için ücret ödemez. Dişini dolgu veya kanal tedavisi ile kurtarmak isterse ya cepten ek ödeme yapmak ya da “tamamlayıcı” sigorta poliçesi satın almak zorundadır.

İşte DSÖ’nün sunduğu ESK böyle, bedelini ödeyemeyenlerin asgari (en az), bedelini ödeyebilenlerin gereksindiği ölçüde sağlık hizmetine erişebildiği, eşitliksizçi bir çözümdür.

Öte yandan birçok deneyim, kamu sigortalarının hizmeti yalnızca kamusal sağlık hizmeti sunucularından değil, özel sektörden de satın almasının, halkın parasının özel sağlık sektörüne aktarılmasıyla sonuçlandığını göstermiştir. Böylece ESK bir tür kamusal kaynakları özel sektöre aktarma düzeneğine dönüşmektedir.

Tarih, bugüne dek denenen finansman (akçalama) modelleri içinde en eşitlikçi ve verimli modelin, sağlık hizmetlerinin “genel bütçeden” finanse edildiği Semaşko modeli olduğunu göstermiştir.
===================================================
Dostlar,

Değerli meslektaşımız Halk Sağlığı Uzmanı Dr. Akif AKALIN, sağolsun, konuyu yetkinlikle ve kapsamlı irdeliyor yazısında.

DSÖ resmi web sitesinde (who.int) kapsamlı yazı, belge, yazanak (rapor) ve görsellere erişilebilir:
(World Health Day 2023: Health For All (who.int)

75 years of improving public health

World Health Day 2023

On 7 April 2023  ̶  World Health Day  ̶  the World Health Organization will observe its 75th anniversary.

In 1948, countries of the world came together and founded WHO

– to promote health,
– keep the world safe and
– serve the vulnerable, so everyone, everywhere can attain the highest level of health and well-being.

WHO’s 75th anniversary year is an opportunity to look back at public health successes that have improved quality of life during the last seven decades.

It is also an opportunity to motivate action to tackle the health challenges of today –  and tomorrow.

Join WHO on a journey to achieve Health For All.

#HealthForAll   #WHO75
***
Küresel toplumun ve o arada Türkiye’nin de hızla usunu başına devşirmesi ve neo-liberal vahşetin çıkmaza sürüklediği tüm sömürgen politikalardan hızla sıyrılması kaçınılmazdır.

Üstteki “Evrensel Sağlık Kapsamı-UHC” yaklaşımı 3 eksende adımlar atmayı gerektiriyor :

1. Hiçbir insan sağlık güvencesi dışında kalmayacaktır (Herkese sağlık!)
2. Kapsanan sağlık hizmetleri olabildiğince geniş olacaktır.
3. Cepten ödemeler en aza çekilecektir. 

Kamusal sorumluluklasağlık temel bir insan hakkı” olarak yaşama geçirilmeli ve koruyucu sağlık hizmetlerine, TEK TIP – TEK SAĞLIK felsefesiyle yaklaşarak kesin bir öncelik verilmelidir.

Bu tümelci (integre) kamusal politika, daha az sağlık gideriyle daha sağlıklı bir toplum üretmeye en elverişlidir; en yüksek maliyet – etkili yoldur..

HERKESE SAĞLIK diliyoruz, Dünya Sağlık Örgütü 75. yaşını bitirirken.. (Türkiye kurucu üye!)

Not : Bu akşam 21:30’da, Atılım Üniv. Tıp Fak. Öğrenci Birliği’nin dileği ve konuğu olarak

  • DÜNYA SAĞLIK GÜNÜ – 75. YIL

temalı bir konuşma yapacağız sanal ortamda..
Güncelleme : Bu etkinlik gerçekleştirildi.. Cem, Afra ve emek veren öğrencilerimize teşekkür ederiz.

Sevgi ve saygı ile. 07 Nisan 2023, Ankara

Prof. Dr. Ahmet SALTIK MD, BSc, LLM  
Atılım Üniv. Tıp Fak. Halk Sağlığı (Toplum Hekimliği) Uzmanı
Hekim, Hukukçu-Sağlık Hukuku Uzmanı, Mülkiyeli
www.ahmetsaltik.net       profsaltik@gmail.com
facebook.com/profsaltik     twitter : @profsaltik

YSK: Anayasal değil, siyasal tercih

Bu kural, 2014’te uygulandı ve buna göre yine ilk kez RTE, CB seçildi.

Bu kurala 2017’de dokunulmadı ve aynı kurala göre RTE, 2. kez CB seçildi.

2017 değişikliğinde, TBMM kararı ile 3. kez adaylık yolunu açan bir hüküm kondu (md.116/3); ama, “iki defa” ve “kişi” kaydı aynı kaldı.

YSK, RTE’nin 3. kez aday olup olamayacağı konusunda 30 Mart günü karar verdiğini açıkladı. Aday listelerini 31 Mart günü kesinleştirdi. Karar gerekçesini ise sonradan yazdı ve 3 Nisan’da yayımladı.

GEREKÇE OLMADAN…

Bütün mahkemelerin her türlü kararları gerekçeli olarak yazılır”.

Bu Anayasa kuralı (md.141/3), YSK kararları için de geçerli.

Bu nedenle, 3. kez adaylık itirazının reddine ilişkin 30 Mart günlü YSK açıklaması sırasında karar henüz hukuken doğmamıştı.

Ne var ki, 31 Mart günü CB aday listesini kesinleştirdi.

Gerekçeli karar ise 3 Nisan günü yayımlandı.

Bu bile daha baştan Anayasa’ya aykırı…

VURGULU SİYASAL TAHLİL

YSK, kararında siyasal tahlillere girerek, “2017 yılında Anayasamızda köklü değişiklikler yapılmış olup, … parlamenter hükümet sistemine son verilerek başkanlık sisteminin temel özelliklerini gösteren ‘Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi’ne geçildiği görülmektedir.”.

Bu kavramın nerede yazılı olduğu konusunda hiçbir referans yok. Devamla parlamenter rejim yergisi ile 2017 kurgusu övgüsü ile bezeli cümlelerin ardından şu itirafta bulunuyor:

Anayasa değişikliği öncesinde Anayasanın öngördüğü parlamenter sistemdeki ‘Cumhurbaşkanı’ ile değişiklik sonrasında kabul edilen yeni Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemindeki ‘Cumhurbaşkanı’ –kullanılan lafız dışında– hiçbir bakımdan özdeşlik taşımamaktadır.”

Övgüyü bu kez CBHS yadsımasına dönüştüren YSK, akla ziyan bir saptama ile sonuca varıyor:

CB RTE’nin görev süresi, “Cumhurbaşkanı ve TBMM seçimlerinin birlikte yapıldığı bir önceki seçim tarihi esas alınarak belirleneceğinden ve ‘birlikte yapılan ilk seçim’ tarihi 24 Haziran 2018 olduğundan, birinci dönem beş yıllık görev süresi bu tarihten itibaren başlayacaktır”.

Ne var ki, bütün bu saptamaların madde 101/2 ile ilgisi yok; çünkü bu hüküm açık.

OKUMAKTAN KAÇINDIĞI…

Bu norma göre seçilen kişi, en çok iki kez seçilebilir. Kural aynı ve hiç kesintiye uğramadı: “Bir kimse en fazla iki defa seçilebilir.

Kişi de aynı: 2014 ve 2018’de aynı kişi seçildi.

2007 Anayasa değişikliğinde yazılan kuralın sürekliliği, 2017’de açıkça doğrulandı. Şöyle ki; 2017 Anayasa değişikliğinin yürürlüğe girişi ile ilgili hüküm (yürürlük maddesi), madde 101 için, ‘bu madde’ değil, ‘bu maddede yapılan değişiklikler’ diyor.

75, 77, 78 ile 101inci maddelerinde yapılan değişikler, birlikte yapılacak ilk Türkiye Büyük Millet Meclisi ve Cumhurbaşkanlığı seçimlerine ilişkin takvimin başladığı tarihte,“ (2017: md.21/b).

Şu halde, Cumhurbaşkanının görev süresi beş yıldır. Bir kimse en fazla iki defa Cumhurbaşkanı seçilebilir.” kuralı, zaten yürürlükte olduğu için, bu “değişiklikler” dışında kaldı.

  • Yanlı siyasal tahliller yapan YSK, Anayasa okuması yapmıyor!

ÇİFTE MAĞDURİYET

Oysa sürekliliği açık ve bağlayıcılığı kesin olan md.101/2’ye istisna öngören md.116/3, siyasal tercih olanağını öngörmüş bulunuyor:

Cumhurbaşkanının ikinci döneminde Meclis tarafından seçimlerin yenilenmesine karar verilmesi halinde, Cumhurbaşkanı bir defa daha aday olabilir” (f.3).

CB’nin 10 Mart kararı ile seçim kampanyasını başlatması karşısında şöyle noktalamıştım geçen haftaki yazımı:

CHP, HDP, İYİ P., Deva P., Gelecek P., Saadet P., Demokrat P. ve TİP ile demokratik hukuk devleti savunucusu bütün siyasal partilerin bu yolda kamuoyu oluşturma görevi tarihsel; zira, Anayasa çiğneyen kişi mağduriyet üretemez, tam tersine ülke için mağduriyet yaratır.”

10 Mart meydan okumasına, Anayasa’ya dayalı değil, siyasal tercih bezeli YSK kararı eklenince, seçim güvenliği kaygısı ile seçmen mağduriyetinin daha da derinleştiği açık.

  • Haliyle, demokratik hukuk devleti savunucularının görevi, artık çok daha ağır ve tarihsel.

BÖYLE SEÇİM OLUR MU?

Rifat Serdaroğlu
DOĞRU Parti Genel Başkanı

Genişletilmiş Büyük Ortadoğu Projesinin “Eşbaşkanlığını” kabul etmiş bir Başbakanınız veya bir Cumhurbaşkanınız varsa, üstelik bu kişi yurt dışında haksız edinilmiş mal varlığına sahipse ve bunun belgeleri yabancı istihbarat örgütleri tarafından ele geçirilip bir şantaj aracı olarak kullanılıyorsa, T.C. Devletinin emperyalistler tarafından ele geçirilmediğini söyleyecek bir tane “Siyasal Bilimci” veya “Siyasal Stratejist” bulabilir misiniz?

Peki “Köpekbalığı” olarak nitelendirilen emperyalist devletlerin, muhalefet partilerini de ele geçirmek istemeyeceklerini iddia edecek biri var mı?

Devletin dinamik kurumları teker-teker çökertilirken, bir tetikçi Savcı – bir ahlaksız Polis – bir de sahte dijital kanıt ile Türk Ordusunun 85-95 yaşındaki Komutanları, gazeteciler, aydınlar hapse atılıyorsa ve cinayet işleyen terör örgütü militanları AKP tarafından Meclise taşınıyorsa ülkede huzur ve güvenlik olduğunu söyleyecek bir kişi bulunur mu?

  • Anayasa buyruğu ile seçimi yönetmekle görevlendirilen devlet kurumları bizzat Anayasayı ihlal suçu işliyorsa, ve yaptıkları gayet normal karşılanıyorsa, kimi kime şikayet edeceksiniz?

Bugün YSK’ya bir itiraz dilekçesi daha vereceğiz!

Ama önce bir gerçeği yazalım :

Bir toplumda huzurun ve esenliğin olması yönetim biçiminden çok, HALKIN AHLAK DÜZEYİ İLE İLİNTİLİDİR.

Adalet ve asalet duygusuna sahip çıkmayı becermiş, AHLAKLI BİREYLERDEN VE  YÖNETİCİLERDEN oluşan toplumlar, yönetim biçiminden bağımsız olarak huzurlu toplumlar olacaktır. Aksi hüsran ve kaostur (karmaşadır).

Gelelim YSK’ya yapılacak itiraza :

7393 sayılı MV seçimi yasasında yapılan değişiklikler 06 Nisan 2022’de Resmi Gazetenin aynı gün ve 31801 sayılı baskısında yayınlandı ve yürürlüğe girdi. Bu tarihten bir yıl geçmeden yani 06 Nisan 2023’ten önce yeni seçim yasası kullanılamaz. Bu biiir!

Anayasa madde 67’nin ek fırkası:
Seçim yasasında yapılan değişiklikler, YÜRÜRLÜĞE GİRDİĞİ tarihten başlayarak 1 (BİR) yıl içinde yapılacak seçimlerde uygulanamaz. Bu ikiii!

YSK, 13 Mart 2023 tarihli 2023/99 sayılı kararı ile, CB ve MV seçim takviminin başlangıç tarihi olarak 18 Mart 2023 Cumartesi gününün kabul edildiğini karara bağladı. Bu üüüç!

Bu Anayasa hükümlerine göre 06 Nisan 2022’de yürürlüğe giren YENİ SEÇİM YASASI, YSK kararına göre seçimlerin başlangıç tarihi olan 18 Mart 2023 tarihinde KULLANILAMAZ. Çünkü Anayasa buyruğu olan 1 yıl süre geçmemiştir.

Seçim, salt oy verilen gün değildir. YSK seçimin başlangıç takvimini açıkladığında, seçim Anayasal olarak başlamış olur. Bu da dört!

YSK, 14 Mayıs 2023’te yapılacak seçimde YENİ SEÇİM YASASINI uygulamaya almakla, Anayasayı çiğneme (ihlal) suçu işlemiştir.

DOĞRU Parti bu gün “Seçimlerin İptali” için YSK’ya itiraz edecek ve YSK kararından sonra AİHM’e de başvuracaktır.

Tüm Anayasa Hukukçularının ve DOĞRU Parti Hukukçularının kanısı bu yöndedir.
Peki, İktidar ve Muhalefet partileri bu konuda itiraz edebildiler mi?
Lütfen, yazının başındaki 1. ve 2. paragrafları bir daha okur musunuz?
Bu itirazı yapıp tarihe not düşmek için, gerçek anlamda bağımsız, yerli ve milli olmak gerekir.

Uyumakta olan toplumumuza verdiğimiz rahatsızlık için özür dileriz.

DOĞRU Parti toplumumuzun haklarını ve Anayasamızı, toplumumuza karşın savunmaya sürdürecektir…

Sağlık ve başarı dileklerimle, 06 Nisan 2023

Neden Cumhurbaşkanına hakaretten ceza verilemez?

Orhan Kemal Cengiz

Av. Orhan Kemal Cengiz

Orhan Kemal Cengiz Avukat, yazar ve insan hakları savunucusudur. Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi mezunudur. İzmir Barosu’nun insan Hakları Merkezi ve İşkenceyi Önleme Grubunun kurucularındandır. 1997-1998 yıllarında Londra’da, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’ne açılan davalar üzerinde çalıştı. Uzun yıllar dini azınlıkların avukatlığını yapan Cengiz, İnsan Hakları Gündemi Derneği’nin kurucusu ve 2003-2012 yılarında başkanı oldu. Tahir Elçi İnsan Hakları Vakfı yönetim kurulu üyesi ve Özgürlük Araştırmaları Derneği Danışma Kurulu üyesidir. Yerli ve yabancı pek çok yayında köşe yazarlığı yapmıştır. İnsan hakları hukuku alanında pek çok eseri bulunmaktadır. Umut Ağacı isimli romanı 2019 yılında yayımlandı.

Sayın Kılıçdaroğlu’nun TCK 299. madde’de düzenlenen Cumhurbaşkanına hakaret suçunu kaldıracaklarını söylemesi çok isabetlidir.
Çünkü kaldırılacak olan, doğrudan kendisi
AİHM tarafından mahkûm edilmiş bir maddedir.

İktidarın tepesindeki insanları övmek dünyanın her yerinde serbest. Çin’de, Kore’de, Rusya’da, Komünist Parti’yi, Putin’i, Kim Jon-un’u dilediğiniz kadar övebilirsiniz. Ama yalnızca demokrasilerde iktidarın tepesindeki insanları eleştirebiliyorsunuz.

Türkiye’de son on yıllarda sürekli kafamıza kakıldığı biçimde sandık, tek başına demokrasinin ölçütü falan değildir. Elbette sandık, demokrasinin nirengi noktalarından biridir. Ama o sandıktan çıkanların yaptıkları tüm yanlışlar için her an hesap vermeye hazır olmalarıdır demokrasi aynı zamanda.

Basın özgürlüğü, ifade özgürlüğü, muktedirleri eleştirme özgürlüğü bu nedenle çok önemlidir. Bunların olmadığı bir yerde hiçbir biçimde muktedirlerden hesap sorulamaz. AKP’nin 20 yılı aşkın iktidarı boyunca biz bu açıdan çok gerilere gittik. İktidarı eleştirmek bir suç olarak görülmeye başlandı.

  • Dünya’da Cumhurbaşkanına hakaret nedeniyle en çok dava açılan bir ülke durumundayız.

Son 7-8 yılda 200 binden çok kişiye soruşturma açıldı. Neredeyse 50 bin kişi sayın  Cumhurbaşkanı’na hakaret ettiği gerekçesiyle yargılandı. Yıllar içinde “hakaret” eşiğinin gittikçe düştüğüne tanık olduk. İlk başlarda Erdoğan’ı kişisel olarak hedef alan sert eleştiriler “hakaret” kabul edilirken, giderek ve büyük bir hızla, siyasal eleştirilerin hepsi bu kapsama girmeye başladı. Bu davalarda, en başından başlayarak büyük bir eşitsizlik var.

Bir yanda bir gazeteci, bir yazar, sıradan bir vatandaş oturuyor; öbür yanda sayın Cumhurbaşkanının vekilleri… Bu “güç dengesindeki” muazzam eşitsizlik, kolayca mahkumiyetlere dönüşüyor. Türkiye’deki bu durum en başından beri Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin ürettiği içtihatlarla büyük bir çatışma içinde…

AİHM, güçlü olanın, iktidar sahibinin, sıradan insanlara göre çok daha fazla eleştiriye açık olması, çok sert eleştirileri bile tolere etmesi (hoş karşılaması) gerektiğini söylüyor. Güç sahiplerinin kendilerini bilerek ve isteyerek bütün eylem ve işlemlerin eleştirileceği, her daim (sürekli) toplumun gözetimi altında oldukları bir pozisyona (konuma) koyduklarını belirtiyor. Yani, gülü seviyorsanız dikenine katlanacaksınız; iktidarı istiyorsanız her türlü eleştiriye de açık olacaksınız…

Demokratik bir toplumda devlet başkanları, hükümet başkanları, iktidar sahipleri, eleştiriler karşısında, sıradan vatandaşlardan daha çok korumaya sahip olamazlar. Türkiye’nin demokrasi yönünde atacağı önemli adımlardan biri de bu maddeden kurtulmak olacaktır.

Türkiye’nin sayın Erdoğan’a hakaret nedeniyle ilk mahkumiyetlerinden birisi de sayın Erbil Tuşalp’in, başbakan olduğu dönemde kendisine yönelttiği eleştiriler nedeniyle tazminata mahkûm edilmesi nedeniyle olmuştur. Tuşalp, oldukça sivri bir dille, hicvederek sayın Erdoğan’ı sert bir biçimde eleştirmiş ve bunun sonucunda da tazminat ödemek zorunda kalmıştı.

Dikkatinizi çekerim, bir ceza davası söz konusu değildi, bir özel hukuk davasıydı Tuşalp’i hedef alan. AİHM o tazminat nedeniyle Türkiye’yi mahkûm etti. “İktidar sahipleri, hiciv de içinde olmak üzere, her türlü eleştiriye katlanmak zorundadırlar” dedi.

O gün, Tuşalp’in, sayın Erdoğan’a karşı kullandığı sözleri bugün kullanmaya kalksanız, ertesi gün gözaltına alınır, tutuklanırsınız.

Türkiye bütün Avrupa Konseyi ülkeleri içinde devlet başkanına “hakareti” ayrı bir suç olarak kabul eden birkaç ülkeden biri. Bunu nereden biliyoruz? Fransa eski Cumhurbaşkanı Sarkozy’nin kendisini sert bir dille eleştiren bir vatandaşın açtığı davada Fransa’nın yaptığı savunmadan öğreniyoruz… Havaalanında bir Fransız yurttaş, en masum çevirisi “Defol zavallı geri zekalı,” olabilecek (Casse toi pov’con) bir pankart açtığı için 30 Euro para cezasına çarptırılmıştı.

Fransa AİHM önünde yaptığı savunmada, devlet başkanına hakaret suçunun sadece kendi ülkelerine özgü olmadığını, İspanya, İtalya, Hollanda, Polonya ve Türkiye’de de bu konuda ceza hükümlerinin bulunduğunu belirtmişti. Bu ülkelerde bu yasaların pek çok uygulaması olmadığını biliyoruz. Bu 30 Euro için de Fransa mahkûm oldu.

  • AİHM altını çizerek, demokratik toplumda devlet başkanlarının kendilerine yönelen ifadeler ve eleştiriler nedeniyle fazladan bir “korumaya” mazhar olamayacaklarını belirtti.

Türkiye için “Cumhurbaşkanına hakaret” konusunda, zurnanın zırt dediği yer, Vedat Şorli / Türkiye davasıdır. Bu davada AİHM, Cumhurbaşkanına hakaret suçlamasını düzenleyen TCK 299. maddesinin adeta ultrasonunu çekti ve sorunun maddenin kaleme alınma biçiminden kaynakladığını belirtti.

AİHM, güçlü olanın, iktidar sahibinin, sıradan insanlara göre çok daha fazla eleştiriye açık olması, çok sert eleştirileri bile tolere etmesi (içine sindirmesi) gerektiğini söylüyor.

Şorli/Türkiye davasında TCK 299. maddenin doğrudan kendisi mahkûm edilmiştir. AİHM açıkça, bu madde değişmeden sorunun ortadan kalkmayacağını belirtti. Ben bu yazıyı yazarken, Türkiye’nin kim bilir hangi köşesinde, kim bilir hangi gerekçelerle yeni bir “Cumhurbaşkanına hakaret” davası hazırlığı yapılıyor. Ama o dava için kullanılacak maddenin oğrudan kendisi çoktan mahkûm edilmiş durumda…

Sayın Kılıçdaroğlu’nun TCK 299. madde de düzenlenen Cumhurbaşkanına hakaret suçunu kaldıracaklarını söylemesi bu yüzden çok isabetlidir. Kaldırılacak olan, doğrudan kendisi AİHM tarafından mahkûm edilmiş bir maddedir.

Demokratik bir toplumda devlet başkanları, hükümet başkanları, iktidar sahipleri, eleştiriler karşısında, sıradan vatandaşlardan daha çok korumaya sahip olamazlar. Türkiye’nin demokrasi yönünde atacağı önemli adımlardan biri de bu maddeden kurtulmak olacaktır.  

ÇARŞAMBA İĞNELERİ – 5 Nisan 2023

Türk Vatandaşı Naci BEŞTEPE

KAÇAKÇI

Uluslararası Tahkim Mahkemesi, Kuzey Irak’tan petrol ithal ettiği için Türkiye’yi Irak Merkezi Yönetimi’ne 1.4 milyar dolar tazminat ödemeye mahkum etti.

Kişisel çıkarlar için ülkemizi kaçakçı da yaptılar…

BİRLİK

Cumhurbaşkanı Danışmanı Kalın, “AKP, MHP, BBP ve HÜDA PAR arasında öteden beri taban, gönül ve hafıza birliği olduğunu” söyledi.

O birlik sizin; akıl, bilim vatan ve millet bizim olsun…

CİHATÇI

Batman’da bir Hizbullahçı, Erdoğan’a destek verirken Kılıçdaroğlu, Akşener ve İnce’ye meydan okudu. “Cihada hazırız, tarikatlara dokunanın kafasını keseriz” dedi.

Fikir iktidarda…

AHLAKSIZ

Yobaz İmam H. Konakçı, zinanın kanıtlanması için en az dört kişinin kılıcın kınına girdiğini görmesi gerektiğini, İslam’ın günahı örttüğünü söyledi.

Ahlaksızlığına İslam’ı alet ediyor…

DİL

RTE, iki hafta önce, deprem nedeniyle bu seçimlerde kavga dilini kullanmayacaklarını açıklamıştı.

Akşener’e “Beni kendinle uğraştırma” diyerek tehdit etti. İYİ Parti kurşunlandı.

Ya kavgacı olsaydı?..

BALİSTİK

İyi Parti binasına atılan kurşunun 150 m uzaklıktaki inşaat bekçisinin tabancasından çıktığı balistik raporu ile doğrulanmış.

O raporu verenler ya tabanca görmemiş ya balistik eğitimini camide almış…

ÖZÜR

Balistik raporu üzerine İYİ P’nin RTE‘den özür dilemesi istendi.

Bozacının tanığı şıracı…

YÜKSEK

Yüksek Seçim Kurulu (YSK) Başkanı Ahmet Yener, Recep Tayyip Erdoğan’ın 3. kez aday olamayacağı yönündeki itirazları reddettiklerini duyurdu.

Yüksek mi?..

FETÖCÜ

RTE, AKP İzmir İl Başkanlığı’na Gülen’in Pensilvanya’daki çiftliğine giden, orada kalan ve gözaltına alınan, M. Bilal Saygılı’yı atadı.

Aynı hamurun suyu, aynı kökün soyu…

SATIŞ

Kızılay Başkanı Kerem Kınık, çadır satışı konusunda, “Kızılay bu işi yeni de yapmıyor, Atatürk’ün emri ile İsmet Paşa’nın onayı ile yapılan çadır satışları var” demişti. Konuyla ilgili belge uydurduğu ortaya çıktı.

Yalancı satıcı…

TÜİK

TÜİK’e göre yıllık enflasyon %50.51, Mart ayı enflasyonu %2.9’muş.

Geçen ay 9 lira olan soğan 30 liraya çıkmış.

TÜİK’e inanıyorum!..

ENİŞTE

Samsu0n Üniversitesi Rektörü Mahmut Aydın’ın, akademik yetersizliği nedeniyle 19 Mayıs Üniversitesi ile ilişiği kesilen eniştesi Muhammed Ali Yılmaz’ı öğretim üyesi olarak atadığı ortaya çıktı.

Eniştede yeterlilik aranmaz…

DÜZELTME

28 Mart 2023 “ İKİZ” başlıklı iğnede BALYOZ yerine 28 Şubat yazmıştım, düzeltirim. Uyaran dostlarıma teşekkürler.

Güç ve sadelik ilişkisi

Üstün Dökmen
Üstün Dökmen
02 Nisan 2023, Cumhuriyet Pazar eki

Kendini zayıf hisseden (duyumsayan) görünüşe önem verir, büyük saraylar, yazlıklar yaptırır, yatlar alır, özgüveni eksik kişiler markalı giyinirler, konuşurken araya yabancı dilden kelimeler sıkıştırırlar.

Tüm canlılar yarına kalmak ister, yarına kalma isteği Evrim sürecinin temelini oluşturur. Aslan geyiği yiyerek geyik ise aslandan kaçarak yarına kalmaya çalışır. İnsan da yarına kalmak ister, ancak insan kaliteli (nitelikli) yaşayarak ve bu kalitenin dozunu (niteliğin düzeyini) kendisi ayarlayarak yarına kalmak ister. Hayvanlar yarına kalabilmek için içgüdüleriyle vücutlarını (bedenlerini) kullanıp güçlü ve caydırıcı görünmeye çabalarlar. İnsan ise hemcinslerine gücünü, kıyafetiyle (giysisiyle), atıyla, arabasıyla, yaşadığı evle göstermeye, en azından hissettirmeye (duyumsatmaya) çalışır.

Hayvanların işi kolaydır; hayvan, görüntüsüyle, sesiyle rakibini kaçırdığında amacına ulaşır. Ancak insanın işi zordur, insanın ikilemleri vardır. İnsan hem kendisinden korkulmasını ister hem sevilmek ister, hem böbürlenmek ister hem alçak gönüllü desinler ister. Bir de Türk dilinde “Aşırı tevazu kibirden gelir” biçiminde bir söz vardır, bu söz ne düzeyde tevazu (alçakgönüllülük) göstereceğimiz konusunda bizi iyice sıkıntıya sokar. (Eski Türk hakanları konuklarının önüne altın tabak, kaşık koyarken kendileri tahta tabak, kaşık kullanırlarmış. Her halde bu davranış, tevazu göstererek kendini yüceltme anlamı da taşıyordu.)

KEDİ, REİS, MÜDÜR

Kediler, özellikle yavru kediler sizden korktuklarında sizi korkutmak amacıyla sırtlarını kamburlaştırıp iri gözükmeye çalışırlar ve “Pıh!” diye ses çıkarırlar. Bu onların evrimsel geçmişlerinden gelen otomatik bir davranıştır. İnsanın erkeği karşısındakini sindirmek için dikleşir, tepeden bakmaya çalışır, insanın kadını ise öfkelendiğinde ellerini yumruk yapıp beline dayar, hem hacmini büyütür hem de gerektiğinde saldırabileceğini ima eder.

Afrika’da, Asya’da, Amerika’da eskinin kabile reisleri güçlü gözükmek ve saygınlık kazanmak amacıyla başlıklarına kartal veya hindi tüyleri taktılar, kabaran bir hindi veya tavus kuşu gibi görünmeye çalıştılar. Sovyetler Birliği’nde subayların şapkalarının ön tarafı alışılmıştan daha yüksekti, subayın heybetli görünmesini sağlardı. Bugün müdürler, amirler, patronlar başlarına tüy takamazlar ancak kasıntılı davranışlarla, asık suratlarla ve çevre düzenlemesiyle güçlü oldukları izlenimini vermeye çalışırlar. Gözlemlere göre başka ülkelerde ve bizde insanların rütbeleri büyüdükçe imzaları, masaları ve makam koltukları da büyümektedir. Bazı kurumlarda genel müdürün kullandığı giriş kapısı ve asansör ayrıdır.

Kimi kurumların konferans salonlarının ön tarafına protokol koltukları, onların önüne de üzerlerine su konulan sehpalar yerleştirilir. Bunu gördüğümde yarı şaka yarı ciddi, “Arkadaşlar ön tarafa protokol için su koyarak iyi etmişsiniz, tamam da, ya arkadaki ölümlüler de susarsa ne yapacağız?” derim.

Hitler, Mussolini benzeri diktatörler, abartılı el-kol hareketleriyle, bağırarak, hakaret ederek ve kasıntılı bir biçimde gruba (kümeye) tepeden bakarak otorite kurmaya çalışmış, kabadayılık sergilemişlerdir. Çok korkan çok korkutur. Gerçek otorite sahipleri ise sadelik içindedirler, bilgileriyle, bilgelikleriyle, yöneticilik becerileriyle insanları etkilerler.

TOPKAPI’DAN DOLMABAHÇE’YE

Osmanlı padişahları askeri ve ekonomik açıdan güçlü oldukları dönemde Topkapı Sarayı’nda oturdular. Bu saray, Batı’daki ve Çin’deki benzerlerine oranla çok mütevazı idi. Bu dönemde Osmanlı padişahları Avrupalı elçileri huzurlarına kabul etmeden önce İstanbul’da altı ay civarında (dolayında) bekletirlerdi. Bu bir güç gösteriydi. Altı ayın sonunda elçi Topkapı Sarayındaki Arz Odası’nda Padişah’ın huzuruna çıkardı. Arz Odası taş zeminli genişçe bir odaydı, kapının çapraz köşesinde taht bulunurdu, yan duvarda ise padişaha mahsus bir lavabo vardı. Bu kadar; oda eşya ile doldurulmamıştı, padişahlar güçlerini elçilere göstermek için altın tavanlı bir salona, altın kaplama süslü koltuklara ihtiyaç duymazlardı.

Devir değişti. Osmanlı, askeri ve ekonomik gücünü kaybetti (yitirdi). 19. yüzyılda Dolmabahçe Sarayı yapıldı. Dolmabahçe İstanbul için muhteşem bir saraydı, merdivenlerinde kristal trabzanları, tavanında tonlarca altın kaplama vardı. Fakat Avrupalı elçiler bir gün bile bekletilmeden padişahın huzuruna kabul edilirdi. Kabul töreninde elçi etkilensin diye sarayın içinde dolaştırıla dolaştırıla padişahın huzuruna çıkarılırdı. Elçi adeta bir müze gezmiş gibi olurdu. Elçiler gördüklerinden etkilenirler miydi? Muhtemelen (olasılıkla) hayır, çünkü bu sarayın kendilerinden alınan borç parayla yapıldığını bilirlerdi.

Yükseliş, hatta duraklama devrinde Osmanlı itibarını (saygınlığını) muhteşem (görkemli) bir sarayla değil; askeri, ekonomik ve kültürel (ekinsel) gücüyle sağlamıştı.

  • Kendini zayıf hisseden görünüşe önem verir, büyük saraylar, yazlıklar yaptırır, yatlar alır. Özgüveni eksik kişiler markalı giyinirler, konuşurken araya İngilizce veya Osmanlıca kelimeler sıkıştırırlar.

GÜÇ ve SADELİK

Gerçek güç ve sadelik birlikte ortaya çıkar. Sekiz yıl içinde imparatorluk sınırlarını iki katına çıkaran Yavuz Selim, gayet (oldukça) sade giyinir, az yer, mücevher takmazdı. Mısır seferi dönüşünde kendisi için hazırlanan karşılama törenine katılmamak için saraya gizlice girmişti. Bir kişinin artıları ve eksileri bulunabilir, ancak kendini yeterince güçlü hissediyorsa (duyumsuyorsa) sadelik içindedir.

Ve son olarak gerçekten güçlü olanın sadeliğine ilişkin muhteşem (görkemli) bir örnek:

Atatürk eğer isteseydi onca öğrenciyi Avrupa’ya göndermez, onca fabrikayı yaptırmaz, şan olsun diye Çankaya’daki bağ evinden onlarca kat büyük bir saray yaptırabilirdi. O’nun şanı kendinden menkuldü (kaynaklıydı). O kendine sadece (yalnızca) Söğütözü’nde çocukluk hayali olan tek göz bir kulübe, kendi ifadesiyle bir ‘’Koliba’’ yaptırmıştır. Küçük Mustafa’nın, büyük Atatürk’ün kolibasını görmenizi dilerim.

Not: Koliba’nın batı cephesinin camı kırık. Düzelecektir.

SECCADE KUTSAL MI?

Prof. Dr. Halil Çivi
İnönü Üniv. İİBF Eski Drkanı

İslam inancına göre Allah, istisnasız (ayrıksız), evren ve dünyanın her yerinde hazır olduğu için, halk ibadetlerindeki secde yerini “Allah dost, toprak post” özdeyişi ile tüm yeryüzü olarak tanımlamıştır.

Mümin secdesini seccadeye değil, Allah adına toprağa yapar. Seccade yere, üzerine secde edilmek için değil, hijyenik açıdan ibadet yerine yalnızca temiz bir yüzey sağlama görevi sağlamak için yayılır. İnsanlar seccadeye değil, Yaradan’a hürmeten toprağa secde ederler.

Yine inanışa göre, Allah insanı, su, hava ve ateş ile birlikte topraktan yaratmıştır. Ayrıca toprak ya da doğa, tüm canlılarla birlikte, insan soyuna barınma beslenme ve yaşama olanakları sağlar. Hürmet gösterilmesi gereken şey seccade değil, doğa ve dar anlamda topraktır.

Hatta kimi yurttaşlarımız, Mekke, Medine ya da Kerbela toprağından kendilerine secde alınlığı yapar ve namaz kılarken bu özel topraklara secde ederler.

Ayrıca seccade, olağan olarak, ibadet anında serilir ve ibadet bitince, temiz kalabilmesi ve yeniden kullanılabilmesi için katlanıp kaldırılır.

Camilerde, bürolarda ya da evlerde, yere serilip kaldırılmayan seccade görünümlü halı ya da kilimler… seccade değil yer yaygısıdır, döşeme görevi görür. Üzerinde gezilebilir. Camilerde namaz kılmaya gidenler, cami tabanına serili ve seccade görünümlü halı yaygıları görebilirler.

İnsan ve toprak arasındaki ilahi yaratılış mitini görmezden gelip, seccade ya da benzeri hijyenik ve temizlik amaçlı yaygıları kutsallaştırıp siyaset mezesi yaparak inanç sömürüsü yapmak, inanç, ahlak, akıl ve mantıkla bağdaşmaz.

Allah hepimize akıl ve sağduyu ihsan etsin.
Cahil ve fırsatçıların dolduruşuna gelip toplumsal barışı bozmaktan uzak durmak gerekir.
***
İNCE İNCE !

Anayasal açıdan, “Demokratik, laik ve sosyal bir hukuk devleti” olan Türkiye Cumhuriyeti’ nin üzerine YAPAY olarak İNCE İNCE bir kar serpintisi ile birlikte siyasi hava biraz ayaza çeker gibi oldu. Bu yapay ve ince ince sepintiyi MART DOKUZU soğuklarına benzettim.
Şimdiye dek, hiçbir Mart dokuzu soğuğu bahar çiçeklerinin açmasını, sıcak, bol meyveli ve güzel yazların gelmesini engelleyememiştir. Ayrıca bu serpinti, toprağı nemlendirip, tavını daha da iyileştirdiği için belki de siyasal hasadı bollaştırabilir.

  • Umutsuz olmaya gerek yok. Çünkü kışın sonu bahardır.

Can ve seçim güvenliği

Örsan K. Öymen
Örsan K. Öymen
03 Nisan 2023, Cumhuriyet

 

Çok partili serbest seçimli bir ülkede, yönetime aday olan muhalefet liderlerinin can güvenliği ve seçimlerde hile yapılıp yapılmayacağı tartışma haline gelmişse; o ülkede çok partili serbest seçimli düzen büyük risk altındadır.

Türkiye ne yazık ki AKP ve MHP yüzünden bu duruma kadar düşmüştür!

Bir ülkede demokrasinin, cumhuriyetin, yani halkın egemenliğine dayalı bir yönetim biçiminin var olması altı koşula bağlıdır:

1) Çok partili serbest seçimli düzen.
2) Yasama, yürütme, yargı arasında güçler ayrılığı.
3) Düşünceyi ifade, yayın, medya ve örgütlenme özgürlüğü.
4) Laiklik.
5) Ekonomik ve sosyal adalet.
6) Demokrasi ve cumhuriyet konusunda temel eğitim düzeyi.

Söz konusu altı koşulun birisi veya birden çoğu değil, hepsi birden sağlanmışsa, o ülkede demokrasiden ve cumhuriyetten söz edilebilir.
***
Türkiye’de ekonomik ve sosyal adalet sorunu ile demokrasi ve cumhuriyet konusunda temel bir eğitim düzeyine ulaşılması sorunu, Cumhuriyetin kuruluşundan beri, hiçbir zaman çözülemedi.

Ancak 1923 yılından itibaren (başlayarak), laik bir düzenin kurulması ve yasama, yürütme, yargı arasındaki güçler ayrılığının sağlanması; 1950 yılından itibaren (başlayarak), çok partili serbest seçimli bir düzenin kurulması; 1961 yılından itibaren (bu yana) düşünceyi ifade (açıklama), yayın, medya ve örgütlenme özgürlüğünün güvence altına alınması konularında büyük reformlar ve devrimler gerçekleşti.

AKP’nin iktidar döneminde ise, belli bir ölçüde, çok partili serbest seçimli düzen hariç (dışında), demokrasi yolundaki kazanımların tamamı (tümü) ortadan kaldırıldı, sivil dikta rejimi kuruldu.

Son yıllarda, AKP’nin seçimleri kaybetme (yitirme) olasılığının ortaya çıkmasıyla birlikte, AKP, geriye kalan son kazanımı da, çok partili serbest seçimli düzeni de yok etmeye başladı.
***
Referandumda mühürsüz oyların sayılması; İstanbul seçimlerinin tekrar edilmesi (yinelenmesi); seçilmiş belediye başkanlarının yerine hukuka aykırı biçimde kayyum atanması; HDP’li liderlerin hukuka aykırı biçimde tutuklanması; İstanbul Büyükşehir Belediyesi başkanına kumpas “davasıyla” siyaset yasağı getirilmesi; HDP’nin seçimlerden kısa bir süre önce kapatılmasının planlanması; AKP’li ve MHP’li yöneticilerin, muhalefet liderlerini, onların can güvenliğini tehlikeye atacak biçimde, hedef haline (durumuna) getirmeleri ve tehdit etmeleri, yaşanan olgulardır.

Önümüzdeki genel seçimlerde muhalefete düşen en zorlu görevler şunlardır       :

1) Doğu ve Güneydoğu Anadolu ile deprem bölgesini kapsayıp OHAL ilan edilen 11 ilde sandık güvenliğinin sağlanması.
2) Depremzedelerin oy kullanabilmesinin sağlanması.
3) Afganistan, Irak, Suriye, Sudan, Somali gibi ülkelerden ithal “seçmenin” devreye sokulmasının önlenmesi.
4) Yurtdışındaki ve/veya içindeki bazı (kimi) odakların siber suç eylemleriyle dijital-elektronik seçim verisi sistemlerine müdahale etmesinin önlenmesi.
5) Başta cumhurbaşkanı adayı Kemal Kılıçdaroğlu olmak üzere, muhalefet liderlerinin can güvenliğinin en üst seviyede (düzeyde) sağlanması.

Can güvenliğini İçişleri Bakanlığı’nın, seçim güvenliğini Yüksek Seçim Kurulu’nun sağlaması gerekirken, bunların sağlanmasının da muhalefet partilerine kalması, bir hükümet için elbette utanç verici bir durumdur!

Ancak hükümette ve ortaklarında utanma duygusu diye bir şey kalmadığı için, sorumluluğu muhalefet partilerinin üstlenmesi kaçınılmazdır!