Etiket arşivi: Nazım Hikmet

Fazıl Say haklı çıktı..


Fazıl Say haklı çıktı..

Soner Yalçın

 Soner Yalçın
 syalcin@sozcu.com.tr
 20 Temmuz 2014

Sizi birkaç yıl önce yapılan bir tartışmaya götüreceğim. Konu arabesk idi ve hedefte Fazıl Say vardı. Peki o tartışmayı bugün niye anımsatıyorum? Bunun iki nedeni var.
Biri; Erdoğan’ın vizyon toplantısına katılan ünlüler. Öbürü ise Fazıl Say’ın “İlk Şarkılar” albümü. Aslında size iki Türkiye’yi göstermek istiyorum. Nasıl mı?..
Makaleler de kitaplar gibi; yazılacak zamanı bekliyor.
Fazıl Say’ın “İlk Şarkılar” albümüyle ilgili yazmak istediklerim neredeyse bir yıldır bekliyordu.

Şimdi vakit geldi…

Ama… Önce bir tespitte bulunmalıyım:
Fazıl Say haksız mıymış? Facebook’ta
“Türk halkının arabesk yavşaklığından utanıyorum.” sözü başta “arabesk’in
ne olduğunu bilmeyen” arabeskçiler tarafından tepkiyle karşılanmıştı.
(İşin acı yanı Fazıl Say’a sol‘dan gelen “seçkincilik” eleştirisi idi!)
Kamuoyu geçen haftayı Cumhurbaşkanı adayı Erdoğan‘ın vizyon toplantısına katılan “ünlüleri” konuşarak geçirdi.
Sanatçı‘nın içi boşaltıldı ve medya artık herkesi “sanatçı” diye tanımlıyor!
Demek ne “sanatı” ne de “sanatçıyı” biliyorlar; vasatlığın göstergesi bu.
Ve aslında arabesk tam da budur. Açayım…

Müzikle ilgisi yok

Köşk adayı Erdoğan’ın vizyonuna yalnızca arabeskçiler destek verdi; bakmayınız bazılarının pop filan söylediğine ya da dizi oyuncusu olduğuna; hepsi arabesktir! Arabesk’in sadece müzik türüyle filan ilgisi yoktur.

  • Arabesk bir yaşam biçimidir; kültür’dür/kültürsüzlüktür ve
    temsilcisi Erdoğan’dır.

Arabesk bir kültürden diğerine geçiştir. Kent’in/burjuvazinin kimliksiz varoşa
yenik düşmesidir; “kültürel çöküştür.
Arabesk, aydınlanmanın, çağdaşlaşmanın karşıtıdır.
Arabesk, sadece kendi çıkarını düşünen siyasal kirliliktir.
Arabesk, insanın kendine yabancılaşmasıdır. (İşte tam da bu nedenle;
tecavüz mağduru Zerrin Özer ile tecavüz mağruru İzzet Yıldızhan, Erdoğan’ın
vizyon toplantısında yan yana geliverir! Bu “çimentonun” ahlakı; arabesk’tir!)

Bakınız…
Erdoğan’ın vizyon toplantısına, toplumun yozlaşmasıyla ortaya çıkmış “icracıların” gitmesi tesadüf mü? Bunu neden hiç tartışmıyoruz.
Evet, Erdoğan’ın vizyon toplantısında neden sanatçı yoktu?
Sanatçı bugün Türkiye’de neyi savunuyor? Sanatçı arabeskin karşıtıdır.
İşte o vizyon toplantısı, bizim önümüze bir gerçeği getirip koydu:

“Arabesk Türkiye’yi uyuşturuyor” diyen Fazıl Say’ın haklı olduğunu!

Arabeskçilerin yani kaderciliğe, kalitesizliğe, değersizleştirmeye Türkiye’ye
mahkum edenlerin Erdoğan’la kucaklaşması aslında hiç şaşırtıcı değil.
Arabesk, kapitalizmin en kültürsüz sistemidir. Köksüzdür.
Arabesk yozlaşmadır. Dün Erdoğan’a giden; yarın Erdoğan iktidardan düşünce
başka bir “vizyon” toplantısına gidecektir ve tabii arabesk hâlâ yaşıyor ise…

“Sahteciliğin Çekiciliği”

Fazıl Say’ı yazacaktım nerelere geldim.
Yine…
Fazıl Say’a geçmeden bir kişiyi tanıtmalıyım sizlere:

Theodor W. Adorno (1903-69), 20. yüzyılın önemli filozoflarından biriydi.
Frankfurt Okulu ya da Eleştirel Kuram olarak bilinen düşünce hareketinin kurucularındandı. Dünyada müzik sosyolojisinin akla gelen ilk ismiydi. Müzisyendi; Alman besteci Bernhard Sekles‘ten müzik dersleri aldı; beste çalışmaları yaptı.
Müzik kuramıyla ilgili düşünceleri devrim yarattı.

İlk tespiti şu oldu :

“Sonunda kültür endüstrisi müziği tamamen kendi denetimine sokmayı başardı.”

Adorno, “Aydınlanmanın Diyalektiği” kitabında caz ile ilgili ileri sürdüğü tez tartışma yarattı. Caz’ın, Amerika’ya özel bir olgu olarak değil, gelişmiş kapitalist toplumsal sistem içinde bir durum olarak ortaya çıktığını belirtti. Yani Adorno, caz müziğinin, kökeninden-tarihinden kopartılarak, popüler kültürün tüketim müziğine dönüştürüldüğünü yazdı:

“Kökü lümpen proletaryaya dayanan ve önceleri önemsiz bir sosyal olgu olan caz; iletişim endüstrisi (medya) tarafından yontulup cilalanarak, mütevazı ve şaşırtan özelliklerinden yoksun bırakıldı ve içi tümden boşaltıldı. Toplum, umutsuzlardan oluşan bir toplum, bu nedenle çetelerin ağına düştü. Bu durum kimi vasat romanlarda, filmlerde ve cazın biçeminde çok belirgin ortaya çıktı.”

Aydının kendi standartlarını düşürmesine Adorno, şiddetle karşı çıktı.
“Sahteciliğin çekiciliğine” kendini kaptıranları eleştirdi.
Bunun entelektüel üretkenliği tehdit ettiğini yazdı.
Adorno’yu niye hatırlattım? Şundan…

İlk Şarkılar

Fazıl Say benim dostum, kardeşim…
Fazıl Say Türkiye’nin en değerli sanatçılarının başında gelir.
İcracılığından daha önemlidir besteciliği.
Bu nedenle Fazıl Say’ı Fazıl Say’dan bile korurum.
Şunu demek istiyorum; sahteciliğin çekiciliğine kapılıp “piyasa müziği” yapmasına
karşı çıkarım.

Fazıl Say’ın “İlk Şarkılar” albümü Türkiye’de çok beğenilince ve çok satan müzik CD‘lerin başında yer alınca korktum. Diğer eserleri; gerek ABD gerekse Japonya’da listelere hep girdi. Türkiye’de ise ilk kez oldu. Hemen sorguladım, niye?
Ne yalan yazayım bu durum beni kaygılandırdı; “acaba” dedim, “yoksa” dedim. Sorularımın yanıtını bulmam tam bir yıl sürdü. Hayır, “İlk Şarkılar” piyasa müziği değil.
“İlk Şarkılar” Fazıl Say’ın entelektüel üretkenliğe devam ettiğinin güzel bir işareti.
Büyük ustalar; Metin Altıok‘u, Can Yücel’i, Cemal Süreya‘yı, Orhan Veli’yi, Nazım Hikmet‘i, Ömer Hayyam’ı ve Pir Sultan Abdal ile Muhyiddin Abdal’ı notalarla buluşturan büyük bir bestecinin eseri.

Bizi, yani Anadolu’yu dünya kültürüyle birleştiren “İlk Şarkılar”;
Türkiye’de giderek yozlaşan müziğin düşen çıtasını yukarı çekiyor.
Türkiye’nin muhafazakar / çorak ikliminde yeniden dirilen arabeske meydan okuyor. Yani…
Fazıl Say “sahteciliğin çekiciliğine” kapılmıyor. Ki…

Adorno’nun öğrencisi

Fazıl Say’ın hata yapmasına izin vermeyecek -sadece Fazıl’ın değil hepimizin-
bir “öğretmeni” var; Ahmet Say!
Bugün siz onu “Fazıl Say’ın babası” olarak tanıyorsunuz. Ama…
Ahmet Say entelektüel bir aydındır.
Yıllarca makaleler yazdı. Kitaplar yazdı. Dergiler çıkardı. Yayınevleri kurdu.
Bıkmadı. Yorulmadı. Türkiye’nin aydınlanma mücadelesinde meşale oldu.
Peki devlet ne yaptı:
Hep eziyet etti.
İşkence yaptı. Cezaevine attı. İşsiz bıraktı. Yasaklı etti.
Ahmet Say bu zor koşullarda yetiştirdi oğlu/öğrencisi Fazıl Say’ı.
O devlet:
Ahmet Say’a ne yaptıysa oğlu Fazıl Say’a da onu yaptı; zalimlik.
Bıkmadılar. Usanmadılar. Doymadılar…
Demem o ki:
Fazıl Say’ın hata yapmasına engel olacak en önemli kişi Ahmet Say’dır.
Bunu laf olsun diye söylemiyorum.

Bilmiyordum; Ahmet Say’ın yazdığı “Ağaçlar Çiçekteydi” adlı anı kitabından öğrendim.
“Fransa’da Liberation gazetesinde bir vesileyle ‘Adorno’nun öğrencisi olduğum’ yazıldı. Hem doğru hem yanlış: 1950’li yılların sonlarında Adorno, Frankfurt’ta ‘Diyalektik ve Estetik’ konulu birkaç hafta süren bir seminer vermişti, ona katıldım. Eğer öğrencisi olmak için bu yetiyorsa gazetede yazılan doğru…” (s. 130)

İşte iki Türkiye…
Biri arabesk’in iktidarını temsil ediyor.
Öbürü Cumhuriyeti!..
Siz sanıyor musunuz ki, sorun yalnızca Erdoğan’dır veya AKP’dir.
Sorun, kültürsüzleştirme politikasıdır.
Sorun, vasatlığın değil insanlığın estetik değerlerinin iktidar olmasıdır.
Evet:
Sevindirici olan Fazıl Say’ın haklı çıkmasıdır.
Ve Erdoğan’ın vizyonunda yalnızca bir avuç arabeskçinin olmasıdır.
Umutlu olmak için çok nedenimiz var…

CUMHURİYET – ARABESK KAVGASI

CUMHURİYET; Osman Hamdi Bey’in girişimiyle 1883’te kurulan; resim, heykel, mimarlık ve süsleme alanında eğitim veren Sanayi-i Nefise Mektebi’nin adını
Devlet Güzel Sanatlar Akademisi olarak değiştirdi.

DİĞERİ; Cumhuriyet ile birlikte kurulan Devlet Güzel Sanatlar Müdürlüğü, Devlet Opera ve Balesi, Devlet Tiyatroları’nı Bakanlar Kurulu tarafından seçilen 11 kişilik ekibin denetimine sokmak istiyor.

CUMHURİYET; 22 Ocak 1923 günü Bursa Şark Sineması’nda yaptığı konuşmada;

  • “İnsanlar mütekamil olmak için bazı şeylere muhtaçtır. Bir millet ki resim yapamaz, bir millet ki heykel yapamaz… İtiraf etmeli ki o milletin tarik-i terakki’de yeri yoktur.”  dedi.

Ülke savaştan yoksul çıkmasına rağmen 1924’te eğitim için Avrupa’ya sanatçılar gönderdi. Avrupa’dan dönenler Müstakil Ressamlar ve Heykeltıraşlar Birliği’ni kurdu
ve modern resmin temeli bu şekilde atılmış oldu. 15 Temmuz 1929’da Ankara
Türk Ocağı‘nda Hamdullah Suphi tarafından açılan sergiyi bizzat ziyaret etti.

DİĞERİ: Sergi açılışlarına gitmeyi tercih etmiyor. Bir keresinde Lütfi Kırdar Kongre ve Sergi Sarayı’nda 300 adetten oluşan tespih sergisine gitti.

CUMHURİYET; Cumhuriyet’in ilanından sonra, 11 Mart 1924 günü saraya bağlı olan Makam-ı Hilafet Muzikası, başkent Ankara’ya çağırdı ve orkestra adını, Riyaseticumhur Filarmoni Orkestrası olarak değiştirdi. 1 Eylül 1924 tarihinde Ankara’da kurulan Musiki Muallim Mektebi, Cumhuriyet Türkiye’sinin çağdaş eğitim kurumlarının ilk örneklerinden biri oldu. Ulusal müzik eğitimini yurt düzeyinde uygulanacak öğretim kadrosunu yetiştirmek için kurulan Musiki Muallim Mektebi, kuruluşundan iki ay sonra,
1 Kasım 1924 günü eğitime başladı. Sık sık gelip dersleri izlerdi. Öğrencilerle müzik üzerine sohbetler etti. Okulda her cumartesi akşamı verilen konserleri kaçırmadı.

DİĞERİ; Okullarda müzik-resim derslerini azalttı. Piyano ile alay etti; kemanı düğünlerde çalındığı için sevdi. Ankara’da Sibel Can’ı, İzmir’de Arif Şentürk’ü, Rize’de Davut Güloğlu’nu, İstanbul’da da Ferhat Göçer’i dinlemeyi tercih etti. Hatta Adnan Şenses ile şarkı bile söyledi. İstanbul’daki Cemal Reşit Rey Konser Salonu’na sadece sempozyumlar, paneller için gidiyor.

CUMHURİYET; Anadolu’nun halk müziğini bilimsel temellere oturtmak için 1936 yılında Macar müzik bilimci Bela Bartok’u Türkiye’ye davet etti. Bartok, 16-29 Kasım 1936 tarihleri arasında, Ahmet Adnan Saygun, Necil Kazım Akses, Ulvi Cemal Erkin ile birlikte, başta Osmaniye olmak üzere 14 ayrı yöreden 90 parça kaydetti. Aynı yıl Alman müzikolog Paul Hindemith’in yardımlarıyla Ankara Devlet Konservatuvarı kuruldu.

DİĞERİ; Aşık Veysel gibi Anadolu ezgilerini dünya kültür mutfağına taşıyan Fazıl Say’ın Türkiye’yi terk etmesi için elinden geleni yaptı. Okuduğu şiirlerden CD yaptırdı!

CUMHURİYET; Cumhuriyet mimarisini geliştirmek için mimar Bruno Taut’a, Ankara’da Dil-Tarih ve Coğrafya Fakültesi’ni inşa ettirdi. Mimar Clemens Holzmeister’e ise; başkent Ankara’nın en güzel binalarını yaptırdı.

DİĞERİ; Tarihi İstanbul siluetine zarar veren çalışmaların yapılmasına göz yumdu.Başta parti genel merkezi olmak üzere kimi binaları kendi çizdi!

CUMHURİYET; 1930’larda ulusun sanatı öğrenmesi tanıması için Ar Genel Direktörlüğü kurdu. AR dergisinin çıkarttı ve Ankara ve İstanbul başta olmak üzere çeşitli kentlerde sergiler düzenlenmesini sağladı. 1933’te Nurullah Berk, Abidin Dino, Zeki Faik İzer, Elif Naci, Cemal Tollu ve heykel sanatçısı Zühtü Müridoğlu gibi sanatçılar için “Yurt Gezileri’ düzenlenmesine önayak oldu. Türkiye’de heykelcilerin yeterli görülmemesi üzerine Heinrich Krippel gibi yabancı sanatçılar davet edildi.

DİĞERİ; Kars ziyaretinde, sanatçı Mehmet Aksoy tarafından yapılan İnsanlık Anıtı adlı heykeli “ucube” diye yıktırdı. İkinci Dünya Savaşı sırasında İsmet İnönü’nün Türkiye’nin önemli eserlerini, Hz. Muhammed’in kutsal hazinesini camiye koymasını, “Camileri ahır yaptılar” diye değerlendirdi.

CUMHURİYET; İlk ulusal opera temsillerinin yapılması için çalıştı, başardı. Özsoy Operası, 19 Haziran 1934 günü sahnelendi.

DİĞERİ; İstanbul Film Festivali’ne tam 28 yıl ev sahipliği yapan Emek Sineması gibi sanat merkezlerini AVM yaptırmak için yıktırdı. Devlet Tiyatroları’nı özelleştirmek için çabalıyor.

Cumhuriyet yaşıyor…
Diğeri ölümlü…
Cumhuriyet; sanki bugünleri görmüştü:

  • “Efendiler! Hepiniz milletvekili olabilirsiniz, bakan olabilirsiniz;
    hatta cumhurbaşkanı olabilirsiniz; fakat sanatçı olamazsınız…”

BİR İHTİMAL DAHA VAR!


BİR İHTİMAL DAHA VAR!

İşçi Partisi, Aydınlık ve Ulusal Kanal çevresinin Cumhurbaşkanlığı seçiminde Erdoğan, İhsanoğlu ve Demirtaş’ın dışında Cumhuriyetçi, laik ve demokrat güçlerin tercih edebileceği bir üçüncü aday çıkarmak için son dakikaya kadar mücadele ettiği biliniyor. Bu bağlamda CHP içinden bazı milletvekillerinin de desteğiyle Emine Ülker Tarhan’ın adaylığı gerçekleştirilmeye çalışıldı, ama aday olmak için gerekli olan 20 milletvekilinin desteği sağlanamadığından bu girişim başarısızlıkla sonuçlandı. Dolayısıyla Ağustos ayında Cumhurbaşkanlığı yarışı bir “BOP eş başkanı”, bir “Osmanlı hayranı İslamcı” ve bir “bölücünün” arasında olacak ne yazık ki…

Peki, Cumhuriyetçi, laik, demokrat güçler ne yapacak? Her şey bitti mi artık?

Örneğin Cumhuriyetçi güçler de 4 Temmuz akşamı Can Ataklı’nın Ulusal Kanal ekranlarından yaptığı gibi, isim vermeden, ama diğer bütün seçeneklerin olmazlığını vurgulayarak sonunda Ekmeleddin İhsanoğlu’na oy vereceğini mi ilan etmeli?

Cumhuriyetçi güçlerin kendilerine dayatılan Ekmeleddin İhsanoğlu seçeneği karşısında Can Ataklı gibi boyun eğmek dışında başka bir seçenekleri yok mu gerçekten?

Bu soruya bir yanıt vermeden önce, bir an için seçime Cumhuriyetçi güçlerin de bir adayla katıldığını varsayalım. Örneğin bir an için, Emine Ülker Tarhan’ın aday olması için gerekli olan 20 milletvekilinin imzasının elde edildiğini ve Tarhan’ın Cumhurbaşkanlığı seçimine 4. aday olarak katılma hakkını elde ettiğini düşünelim.

Peki, o zaman ne olacaktı?

10 Ağustos günü, sandık başına gidecek ve Emine Ülker Tarhan için oy kullanacaktık. Amaç, Emine Ülke Tarhan’ın Ekmeleddin İhsanoğlu’ndan daha fazla oy alarak ikinci tura kalmasını sağlamak ve böylece ikinci tur oylamada Erdoğan’a karşı Cumhuriyetçi oyların toplanacağı bir direniş cephesi yaratabilmekti. Emine Ülker Tarhan’ın adaylığının tartışıldığı günlerde, Erdoğan’ı durdurabilmenin tek formülü olarak, özelikle
Doğu Perinçek tarafından savunulan görüş bu değil miydi?

Bugün artık kesinleşti ki Cumhurbaşkanlığı seçimi sadece üç adayın katılımı ile yapılacak ve ne yazık ki bu stratejinin uygulanması mümkün değildir. Ama her şey yine de bitmiş değil.

Eğer Emin Ülker Tarhan seçime aday olarak katılsaydı, sandığa gidip onun birinci turda en çok oy alan iki adaydan biri olması için oy kullanacak olanlar, bence bugün de hâlâ bir şeyler yapabilirler. 10 Ağustos günü, yine sandığa gider ve BOŞ OY kullanırlar! Kısacası biz Cumhuriyetçi, laik demokrat güçlerin Cumhurbaşkanlığı seçiminde adayımız “BOŞ OY” olur!

Mesela bu şekilde davranılacak bir seçimde birinci tur sonunda şöyle bir sonuç ortaya çıkarsa bu nasıl yorumlanmalıdır?

ERDOĞAN: % 45

İHSANOĞLU: %22

DEMİRTAŞ: %7

BOŞ OY: %26

Bu durumda yasal olarak ikinci tur oylamaya Erdoğan ve İhsanoğlu katılma hakkını elde ederler. Ama birinci tur öncesinde Cumhuriyetçi, laik ve demokrat güçlerin birinci tur oylamada sandığa gidip BOŞ OY kullanacaklarının propagandası iyi yapılırsa,
şu açık bir şekilde görülecektir ki, yasal sonuç ne olursa olsun bu, toplumsal gerçeği yansıtmamaktadır.

Böyle bir davranış tarzının iki sakıncası vardır: 

Birincisi, açıktır ki hukuksal sonuç almak olanaklı olmayacaktır.
Yani en nihayetinde ikinci tur oylama yine Erdoğan ile İhsanoğlu arasında olacaktır.

İkincisi de bu biçimde BOŞ OY kullanmak amacıyla sandığa gidip bir anlamda gövde
gösterisi yapılsa bile, bu davranış en sonunda bu düzmece seçime, bu danışıklı dövüşe bir tür hukuksal geçerlilik, bir meşruiyet kazandıracaktır.

Ne var ki bu olumsuzlukların yanında elde edilecek bir kazanım vardır ki,
bence ilk iki sakıncayı dengeler.

Eğer Cumhurbaşkanlığı seçiminin birinci turunda BOŞ OY’ların sayısı en azından sıralamada ilk iki arasında yer alırsa, başka bir anlatımla BOŞ OY’lar Ekmeleddin İhsanoğlu’na verilecek oylardan daha çok olursa,  o zaman bu ülkede Cumhuriyetçi, laik, demokrat güçlerin hâlâ var olduğu; bu tür düzmece seçimlerle, dayatmalarla Cumhuriyeti tasfiye etme girişimlerine kimsenin meşruiyet kazandıramayacağı bütün dünyaya gösterilmiş olur.

Böyle bir seçenek Can Ataklı gibi, en sonunda boyun eğip “ne yapalım başka yapacak bir şey yok ki?” demeye getirerek üstü kapalı bir şekilde Ekmeleddin İhsanoğlu için destek vereceğini açıklamaktan çok daha onurlu ve çok daha işlevseldir.

Bu önerdiğim seçeneğin daha radikal olanı, hiç sandığa gitmemek ve seçime katılım oranını en azından yüzde 70 altına düşürmektir. Bu ikinci seçeneğin daha az göze batıcı ve ses getirici olduğunu düşünüyorum. Bu nedenle, eğer kitlesel olarak yapılabilirse ve sonunda boş oylar en azından % 20’ler düzeyine çıkarılabilirse,
sandığa gidip BOŞ OY kullanmanın da aslında Cumhuriyetçi, laik, demokrat güçlerin sesini duyurması için etkin bir yol olduğu açıktır.

Ayrıca böyle bir seçenek, Cumhurbaşkanlığı seçimi sonrasında gündeme gelecek CHP Olağanüstü Kurultay’ında Cumhuriyeti güçlerin elini güçlendirecek, Kılıçdaroğlu ve ekibinin tasfiyesini daha da kolaylaştıracaktır.

Kısacası, her şey bitmiş değil. Mücadele son dakikaya kadar sürmelidir. Hele ki sözkonusu olan Cumhuriyet, laiklik ve demokrasi mücadelesi ise umutsuzluğa kapılmak, teslim olmak asla düşünülmemelidir.

Ne güzel diyordu Nazım:

Mesele esir düşmekte değil,
Teslim olmamakta tüm mesele…

SERDAR ANT
5.7.2014

HALET ÇAMBEL’i Yitirdik…

Dostlar,

İzmir’den meslektaşımız, duyarlı insan Dr. Ceyhun Balcı, önceki gün yitirdiğimiz değer HALET ÇAMBEL‘i Türkiye’nin bu kıyamet gündemi içinde unutmadan değerlendirmiş.

Sağolsun..

Rahmetli Çambel ailesine bu ülke çok ama çok borçlu..

Toprakları bol olsun..

Kültür (ve de Turizm!) Bakanlığı üzerine düşen ne yapıyor, ne yapacak acaba??

İstanbul Üniversitesi ve kurucusu olduğu Prehistorya (Tarihöncesi) bilim dalı??

Sevgi ve saygı ile.
14 Ocak 2014, Ankara

Dr. Ahmet Saltık
www.ahmetsaltik.net 

=====================================

HALET ÇAMBEL ÜZERİNE

Image

Halet Çambel’i yitirdik..

Defne BENOL

Osmaniye’nin Kadirli ilçesindeki Karatepe’de bulunan Hitit yerleşmesinde 50 yılı aşkındır süren arkeolojik kazıları “kesintisiz” yöneten Halet Çambel, 1983 Ağa Han Mimarlık Ödülü’nü alan Nail Çakırhan’ın da hayat yoldaşı…

1916 doğumlu Halet Hanım,

Atatürk’ün yakın arkadaşlarından Hasan Cemil Çambel ile Berlin Büyükelçisi’nin kızı Remziye Hanım’ın kızları… yüksek öğrenim yaşlarına geldiğinde Ulu Önder’in isteği üzerine arkeoloji eğitimi için yurt dışına gidiyor ve Arnavutköy Amerikan Kız Koleji’ndeyken başladığı eskrim sporunda yine Atatürk’ün isteğiyle Olimpiyatlara katılarak Cumhuriyetin “ilk Türk kadın sporcusu” olarak Türkiye’yi temsil ediyor o yıllarda!

Hitler’in resmi tanışma davetini de “Cumhurbaşkanımız Atatürk’ün böyle bir talimatı yok” diyerek geri çeviren Çambel, ilerleyen yıllarda da Hollanda Kraliyeti Prens Claus Ödülünü (2005), Truva Kültür Sanat Özel Ödülünü (2003), Osmaniye Valiliği Üstün Hizmet Ödülünü (2003), Kültür ve Turizm Bakanlığı Kültür-Sanat Büyük Ödülünü (2010) ve 2 kez Adana Rotary Kulübü Hizmet Ödülü’nü, alıyor… Berlin’deki Alman Arkeoloji Enstitüsü Asil Üyesi ve yine Alman Tübingen Üniversitesi Şeref Doktorası (2004) sahibi.

***

Almanya’daki öğretim üyeliğinden yurda döndüğünde, 1950’lerde Karatepe kazılarında Hititlerin peşine düşen Halet Çambel’e mimar Turgut Cansever bir açık hava müzesi projesi çizince, yapımı da ancak Nail Çakırhan’ın “alaylı mimarlık yeteneği”yle mümkün olabilmiş; çünkü, Cansever’in “kolonsuz açıklıklar”ını dağın başında inşa etmek, her ustanın becerebileceği bir iş değil… böylece Tan Gazetesi’nin solcu ve devrimci yazarı Nail Çakırhan’la tanışmış.

İşte o başlangıcın günümüzdeki sonucu, Gökova Körfezi’nin ucunda, Karadeniz’den Akdeniz’e kadar tüm Anadolu kıyılarında, betonlaşmaya karşı doğasını ve yöresel mimarî kimliğini koruyabilen “Çakırhan evleri”yle bezenmiş “tek” yerleşme, Akyaka..

İsa Küçük’ün yazdığı ve teatral bir müzikli-şiirli gösteri olarak da sunulan  “Halet Abla Destanı”nda da şöyle geçiyor bu hayat yoldaşlığı:

“Ateş ve su / Kaynaştılar

Ateş sönmedi / Su yanmadı

Halet’e Nail oldu / Nail, Halet’e uydu

Bir sevgi doğdu…”

Destanda, yüzyılın “dayanışma kararı” da şöyle alınıyor:

“Kafamda ışıklı bir dünya var

Dedi Nail

O dünya ikimize de yeter

Dedi Halet…”

(Arkeoloji ve Sanat Yayınları: 0212 249 9226-www.arkeopera)

öylesi efsanevi bir birliktelik ki onlarınki Oktay Ekinci de 22 ağustos 2007’deki ÇED Köşesinde “tarihsel buluşma” olarak nitelendiriyor ve “birbirlerini birlikte var eden dayanışmaları”ndan ve “bu ülkeye beraber kazandırdıkları tüm değerler”den, “aynı dayanışmayı adeta bütünleşmiş bir yaşama dönüştüren efsanevi sevgileri”nden bahsederek öneriyor: “mimarlık ustası Nail Çakırhan ile arkeolojinin anası Halet Çambel’in heykelini ‘birlikte’ dikmeliyiz…”

Nail Çakırhan‘ın 1947-1950 yıllarında Sultanahmet ve Aydın cezaevlerinden
Çambel’e yazdığı mektuplar, “Canım Halet’im” hitabıyla kitaplaşmıştı..

***

50 yıldır kazıları yönettiği “Hierapolis-Kastabala” antik kentine çimento fabrikası kurulmasına ilk tepkiyi gösteren ve başlattığı “sivil direniş” çağrısıyla Osmaniye ve Adana’daki demokratik kuruluşları harekete geçirerek “Kastabala’yı kurtarma platformu”nun kuruluşunu sağlayarak oluşan kamuoyu baskısıyla fabrikaya antik kentten uzak yeni bir yer belirlenmesine neden olan da..

İstanbul Üniversitesi’ndeki “Prehistorya” bölümünü ülkeye armağan eden de..

92 yaşındayken “çalışmalar”ı sırasında kırılan kalçasındaki pilatin femurun filmini  ziyaretçilerine “artık bununla yaşayacağım” diyerek gösterirken bir yandan da “AKM kurtuluyormuş, doğru mu?” diye soran da…

“prehistorya kraliçesi” ve Osmaniye ilinde Hitit kazılarını yönettiği Karatepe yöresindeki tüm köylülerin, herkesin “abla”sı Halet Çambel..

Nazım Hikmet’le “1+1=1” adlı ortak şiir kitabı olan Nail Çakırhan’ın, ülkesinden kaçmak için değil, sosyalizmi öğrenmek için gittiği Sovyetler Birliği’nde tanıştığı Bayan Taisa hamileyken 1937’de Türkiye’ye döndüğünden hiç göremediği çocuğuyla ancak yıllar sonra buluşması için ısrarlı çabalar gösteren de..

“Boğaziçi’nde, yalnızca tarihsel yalıların değil, ‘gözden ırak’ eski ahşap evlerin de yaşatılması için ‘bir şeyler yapmalıyız’ dediği için Türkan Saylan’ı Oktay Ekinci’yle 80’lerin ortalarında sevgi yoldaşlıklarına tanıklık eden Arnavutköy’deki evleri
“Kırmızı Yalı”da .. tanıştıran da..

‘Prof. Dr. Halet Çambel İlköğretim Okulu’nun adı çok uzun olduğu için yöre insanının söylediği şekliyle ‘Halet Abla’ denilmesini isteyen de..

Akyaka’daki “Çakırhan Konutu”nun ulu ağaçlarla kaplı bahçesinde beldenin sanat yaşamına armağan olarak bir sergi mekânı var.. adı Nail Çakırhan-Halet Çambel Sanatevi..

Huzurla uyusunlar..

Sorgulanamayan İnançlar Neye Mal Oluyor?


Dostlar
,

Sayın Prof. Coşkun Özdemir, uluslararası bilimsel üne sahip bir tıp doktorudur ve bizim de İstanbul Tıp Fakültesi’nden hocamızıdır.. Sonraları ise onur duyduğumuz dostu ve savaşım arkadaşı.. Halen Kasder (Kas Hastalıkları Derneği) başkanı ve İstanbul’da emeklilik sonrası 15 yılı aşan bir süredir bu zor hastalığın kurbanlarına karşılıksız hizmet vermekte.. Çoook nitelikli emeği ve 60 yıllık hekimlik birikimiyle.
Yeşilköy’deki alçakgönüllü kiralık binada..

İstanbul Büyükşehir belediyesi her yıl taciz ediyor kira sözleşmesinin yenilenme(me)sinde.. Oysa belediyenin, kamu yararına çalışan bu tür dernek – vakıflara kendiliğinden destek olması gerek yasası gereği (5216 sayılı Büyükşehir Belediyesi Kanunu, md. 24/n).

Yandaş cemaat dernek – vakıflarına her türlü belediye olanağı cömertce (!?)
peş keş çekilirken, Coşkun Hocanın derneğine gerçek bedelle kiralanan binanın her yıl boşaltılması baskısı yapılıyor.. Hem taciz hem de yandaşlara ikram borcu / iştahı!?

Bu sitede, sık olmasa da, elimize geçen yazılarına sevinçle yer veriyoruz.
(http://ahmetsaltik.net/2013/08/29/akp-milletvekillerine-2/, 29.8.13;
http://ahmetsaltik.net/2013/09/13/kas-hastaliklari-dernegine-destek-olalim/, 13.9.13)

85’e dayanan kronolojik yaşına karşın, O, Cumhuriyet’in Büyük Atatürk‘ün Cumhuriyeti kutsal bir emanet bıraktıklarından -Türk Gençliği’nden- sayıyor pek haklı ve gururlu olarak..

21 Ekim 2013 günlü Cumhuriyet’in 2. sayfasında yer verilen 2 makale de hekimlere ait..
Dostluklarından övünç duyduğumuz Cumhuriyet Devrim’inin ürünü 2 hekim hocaya..
Onlar (Prof. Coşkun Özdemir ve Prof. Çağatay Güler) Büyük Atatürk‘ün

“Beni Türk hekimlerine emanet ediniz..”

buyurduğu ulusumuzun hekimlerinden..
(Prof. Güler’in sitemizde yer alan 2 yazısı için lütfen tıklayınız :
– http://ahmetsaltik.net/2013/10/22/nefret-etsinler-ama-yeter-ki-korksunlar/, 22.10.13
–  http://ahmetsaltik.net/2013/10/09/yoksul-ve-kor-bir-halk-saglikcisi/, 9.10.13)

Sevgi ve saygı ile.
22.10.13, Ankara

Dr. Ahmet Saltık
www.ahmetsaltik.net

==========================================

Sorgulanamayan İnançlar Neye Mal Oluyor?..

portresi
Prof. Coşkun ÖZDEMİR

“Türkiye’de bilgi ve yeteneklerle ilgisi olmayan bir politik yazın ortamı var. Çerçevesini politik kavgalar ve cehalet saptıyor. Gelişmiş ülkelerde entellektüel söylem,
politik söylemi etkileyebilir. Türkiye’de bu olası değil.
İslam potası içinde bir politik kültür çöküntüsü içindeyiz.”

Kurtuluş savaşımızın kahramanlarından Rauf Orbay saltanatın kaldırılmasına karşı çıkmış, “Boğazımdan saltanatın lokmaları geçmiştir. Yok edilmesine razı olamam.” demiştir. Mustafa Kemal’in silah arkadaşları Keçiören’de O’nu sorguladılar:

“Senin Cumhuriyet ilan edeceğin söyleniyor. Bu doğru mu?” diye.

Kaygılıydılar bu inanç sahibi kahramanlar. Mareşal Fevzi Çakmak
Köy Enstitülerine karşı durdu
Nâzım Hikmet’in 30 yıl mahkûmiyetini onayladığı gibi. dini bütün bir muhafazakârdı Atatürk’ün yanı başında yer alan mareşal. DP iktidarının ilk icraatı Arapça ezanı geri getirmek olmuştur. İnançlara saygılıydılar,
sandık demokrasisi başlamıştı. Demirel, sağcı ve solcu çocuklar sokaklarda birbirini vururken “Bana sağcılar suç işliyor dedirtemezsiniz” diye televizyona çıkıp
her türlü şiddeti kınamayı reddetmiştir.

İnanç sahibiydi o günün başbakanı. Darbeler geldi sol akımlara karşı, yeşil kuşak
(green belt) teorisinin etkinlik kazandığı ortamda. Sömürüye, emperyalizme karşı çıkan solcu gençleri asmayıp beslemek olmazdı. Asıldılar birer birer bu yiğit çocuklar. Nakşibendi kimlikli Özalın ardından Erbakan şeriat özlemi içinde

Olacak ama bakalım kanlı mı kansız mı?” diyordu.

Nihayet en radikal inanç sahipleri geldi iktidara. Liderleri,

  • “Cumhuriyet dönemi sona ermiştir artık, topluma İslami esaslar
    egemen olacaktır, İslama aykırı yasalar kaldırılacaktır,
    halk onaylarsa laiklik elbette kalkacaktır.” 

diyorlardı.90 yıllık cumhuriyet dönemi artık sona ermeliydi.

AKP iktidarı müziğin her türlüsünü günah sayan, örtünmeyen kadınları fahişe olarak damgalayan, İslami bisiklet ve İslami teknoloji yaratmayı amaçlayan muhteşem (!) profesörler yetiştirdi. Bir emekli profesör de rüyasında Nakşibendi şeyhini görüp bakanlığa, ciddiye alınarak işlem gören ve şeyhin ikazlarını içeren yazı yazdı.

Laikleri şişe geçireceğim; anlayacaklar laikliğin faziletini.”
Elin o…su bile kalkıp laikim diye çalım satıyor..
” diyen ajans müdürlerimiz oldu.

Üniversitelerimizde laikliğe, aydınlanmaya (akla da diyebiliriz), Darwin’e karşı
çok sayıda Prof. unvanlı öğretim üyemiz var. Diyanet işleri başkanı faylardan söz eden bilim insanlarını eleştirerek “Fizik söylüyorsunuz, hani söylemlerinizde metafizik nerede, Tanrı depremle kulları için bir sınav yapıyor..” buyuruyor.

Diyanet İşleri başkanı, İzmir’in irfan noksanlığını ele aldığı gibi henüz dünya bilim âleminde kabul görmemiş kök hücre tedavisi konusunda da fetva veriyor ve inanç sahibi hâkimlerimizle (kararı mahkeme veriyor) birlikte Sağlık Bakanlığı ve yerli bilim insanlarını aşarak bu tedavinin uygulanmasını sağlıyor. Güçlü inanç sahipleri
Türkiye’yi bir darül harp bölgesi olarak ilan ediyorlar.

Türbanlı iki genç kızımız Atatürk’ü değil Humeyni’yi sevdiklerini söyleyerek
dinlerini yaşamayı özgürlük ve bağımsızlıktan çok daha üstün tuttuklarını,
sömürgede bu olasılığın daha yüksek olabileceğini bildiriyorlar.

Bir başka genç kızımız “7.4 yetmedi mi siz inançsızlara?” diye soruyor açtığı pankartla.

Ergenekon ve Balyoz davalarında yüzlerce gazeteci, öğrenci, bilim insanının tutukluluk ve mahkûmiyet kararlarında sorgulanamayan güçlü inançların önemli
rol oynadığı sanırım yadsınamaz (eski Genelkurmay başkanına verilen
müebbet hapis cezasını az gören savcı
yı hatırlayınız).

Bir Başbakan’ın “Dindar ve kindar gençler yetiştireceğiz” deyişini de
başka türlü açıklayamayız. Ülkemizin yüzakı iki büyük hümanist eğitimci ve sanatçısı
Türkan Saylan ve Fazıl Say’ayöneltilen küfür ve karalamalarına da başka bir yorum getiremezsiniz.

Ekranlarda boy gösteren ve milyonlara “çalışan kadın ailesini dağıtır, eş yok eşitlik yoktur, hamile kadının sokaklarda görünmesi terbiyesizliktir..” diye öğüt veren muteber (!) konuşmacıya ne diyelim?

Müslüman kardeşler liderlerinden Seyyid Kutuptan (Allah’ın nizamını gaspeden demokrasidir) ilham alan inançlı İslamcılarımız da yakında
kahrolsun demokrasi” diye pankart açtılar.

Saçlarının teli görünürse günah olacağına inanan genç kızlarımız (kim bilir ne güzel saçları vardır) türban özgürlüğü (!) ile büyük sevinç yaşayıp Erdoğan’a teşekkür ettiler. Ama bu kızlar, bu inanç önceliği ve iktidar politikaları yüzünden kamplara bölünmüş, bilimden, sanattan uzaklaştırılmış iç karartıcı memleket manzaralarını göremiyor, fark edemiyorlar. Türban devrimi (!) her şeyi unutturuyor. Onlarla birlikte ülkeyi yöneten ve onun yazgısına egemen olanlar inançlara dayalı politikalarını yürütürken geçmişin akla, felsefeye öncelik veren İslam bilginlerini, akademi kuran
El-Memun’u, İbni Rüşt ve İbni Haldun’u, İbni Sina’yı hatta C. Şengör’ün
ısrarla anlattığı Fatih Mehmet’i okumuyor, anlamıyor ya da umursamıyorlar.

Bugün ülkemizde farklı bir İslam, farklı bir Kuran yorumu yapan ilahiyatçılar var.
Onlar da göz ardı ediliyor.

Soru soran doğruları, iyiyi güzeli arayan insanlar için birbirinden aydınlatıcı yazılar yazan bir bilge insan Doğan Kubanı da okumadıklarına eminim.

Gözlerini, yurtseverler için kahredici gerçeklere kapayıp kayıtsız şartsız
AKP’nin ileri demokrasi masalını övenler,
Nagehan ve Nazlı’lar, Türköne’ler, Metiner’ler vb. ekran gülü ayrıcalıklı konuşmacılar da okumaz O’nu.

Bakınız ne diyor son yazısında Kuban:

Türkiye’de bilgi ve yeteneklerle ilgisi olmayan bir politik yazın ortamı var.
Çerçevesini politik
 kavgalar ve cehalet saptıyorGelişmiş ülkelerde entellektüel söylem politik söylemi etkileyebilir. Türkiye’de bu olası değil.

İslam potası içinde bir politik kültür çöküntüsü içindeyiz.”

Son Söz                   :

Toplumsal bilinç temel insan haklarına, laiklik ve aydınlanmaya göre biçimlenmemişse orada demokrasi gelişemez, hukuk var olamaz ve çalışamaz.

MUSTAFA MUTLU : “Vatanı sattık bir pula Ne utanmaz köpekleriz”

Vatanı sattık bir pula Ne utanmaz köpekleriz’

Mustafa_Mutlu_portresi

MUSTAFA MUTLU

Edepsizlikte tekleriz
Kimi görsek etekleriz
Hak’tan da yardım bekleriz
***

Geldik vatan kavgasına
Düştük rütbe yağmasına
Daldık dünya safasına
Ne utanmaz köpekleriz.
***
İnsan mı neyiz seçilmez
Bir zehirdir ki içilmez
Tavrımızdan da geçilmez
Ne utanmaz köpekleriz.
***
Biz bakmadan sağ ü sola
Düşman girdi İstanbul’a
Vatanı sattık bir pula
Ne utanmaz köpekleriz.
***
Dalkavuklukla irtikâb (yiyicilik)
İşte etti bizi harab
Sen söyle ey Şevketmeab
Ne utanmaz köpekleriz.
***

Vatanın girdik kanına
Leke getirdik şanına
Cümlemizin bok canına
Ne utanmaz köpekleriz.
***

Yukarıdaki dizeler “Vatan Şairi” Namık Kemal‘e ait…
Durup dururken nereden mi hatırladım?

Durup dururken değil elbet; doksan yaşında olmasına karşın Türkiye’nin en genç,
en üretken ve en çalışkan yazarı, değerli ustam Hıfzı Topuz‘un, Namık Kemal’in hayatını anlattığı “Vatanı Sattık Bir Pula” isimli son kitabını okudum.

Daha önce Nazım Hikmet‘in ve Tevfik Fikret‘in romanlarını yazan Hıfzı Hoca,
bu son romanında Türk dilinin en iz bırakan şairlerinden Namık Kemal’i anlatıyor.
Hem de tüm yalınlığıyla!

O; 19’uncu yüzyılda İstanbul topraklarında yaşayan efsane bir şairdi. Neredeyse tüm şiirlerinde “vatan sevgisi”ni işledi.

Padişahı rahatsız eden şiirleri yüzünden baskı gördü ve Avrupa’ya kaçtı.

Yıllar sonra yurda döndüğünde yazdığı “Vatan Yahut Silistre” adlı oyun büyük yankı uyandırdı. Sultan’ın ve sadrazamların baskısına, keyfi yönetime ve zorbalığa karşı direndi.

Vatan aşkının ve özgürlüğün simgesi oldu.

Sürgünlere gönderildi, adını altın harflerle Osmanlı tarihine yazdırdı.

48 yıllık yaşamının 18 yılını sürgünde geçirdi.

2 Aralık 1888’de öldü…

***

Vatan Mersiyesi isimli şiirinin son kıt’asında diyor ki:

“Vatan eyvah hakir oldu, perişan oldu

Düşman İstanbul’a girdi bu da mı şan oldu

Memesinden dökülen süt yerine kan oldu

Vatanın bağrına düşman dayadı hançerini

Yoğimiş kurtaracak bahtı kara mâderini…”

***

Mustafa Kemal Paşa, Namık Kemal’in ölümünden tam 31 yıl sonra, 24 Aralık 1919’da Sivas’tan Ankara’ya giderken Kırşehir’e uğradı ve bu şiirin nakaratı olan son iki dizeyi Gençler Cemiyeti üyelerine değiştirerek okudu:

  • “Vatanın bağrına düşman dayasın hançerini,
    Bulunur kurtaracak bahtı kara maderini…”

***

Bugün artık ne Namık Kemal var, ne de Mustafa Kemal… Ama aynı hançere isyan eden milyonlarca genç, o ruhun hâlâ işbaşında olduğunu Haziran Direnişi‘nde gösterdi. Kısacası:

  • “Vatanın bağrına düşman dayasın hançerini,
    yine var,
    kurtaracak bahtı kara maderini…

Tüm türkülerim kaptan yoldaş – oğlum Baran için

Dostlar,

Yakın akrabamız saz sanatçısı – ozan – türkücü – savaşımcı eğilmeyen aydın
Sevgili Rahmi Saltuk’tan kısaca söz edelim hoşgörünüzle..

Çoook bedek ödeyen ama ödün vermeyeni bükğlmeyen devrimci sanatçı..

İzmir’de 9 Ekim 2013 günü Kültürpark Açıkhava Tiyatrosu’nda dinleyicileri ile buluşacak. Geçtiğimiz yıl 21 yaşındaki oğlu Baran’ı çoook acı biçimde yitirdi.. Yeni yeni kendine geliyor..

Teşekkürler Sevgili Rahmi, sesine ve sözüne sağlık..
Her şey gönlünce olsun..
Lütfen acını bal eyle ve sanat yaşamını üreterek sürdür..
Sesini de, sazını da cemalini de çook özledik..

Sevgi ve saygı ile.
06.10.13, Ankara

Dr. Ahmet Saltık
www.ahmetsaltik.net

=================================

Tüm türkülerim kaptan yoldaş, oğlum Baran için

Rahmi_Saltuk

Rahmi SALTUK

Uzun bir aradan sonra sahnelere dönüyor Rahmi Saltuk. Şimdilik tek konserle. 9 Ekim günü İzmir Kültürpark Açıkhava Tiyatrosu’nda dinleyicileri ile buluşacağı için heyecanlı. Konserin formatı da adı gibi ilginç.
“Türküler ve Anılar” adını verdiği konserde
her türkü ile ilgili yaşanmış anılarını aktaracak.

 

GAMZE AKDEMİR

  • “Tanrı Baba”, 
  • “Dağlarına Bahar Gelmiş Memleketimin”, 
  • “Acıyı Bal Eyledik”, 
  • “Terk Etmedi Sevdan Beni”, 
  • “Haydi Gülümse”…

Usta halk ozanı Rahmi Saltuk’un seslendirdiği, dillere düşmüş bestelerden
sadece birkaçı. Canlı bir konserde kendisinden dinlemeyeli epey bir zaman oldu.
Bu bekleyişe 9 Ekim’de, saat 21.00’de İzmir Kültürpark Açıkhava Tiyatrosu’nda vereceği konserle son verecek Saltuk. Her zaman olduğu gibi özgürlük ve demokrasi şöleni havasında geçmesi beklenen konseri “Türküler ve Anılar” başlığını taşıyor.

Rahmi Saltuk ile yeni konserini, müziğe adanmış yaşamını, seri sansürlendiği yılları, siyasetle mesafesini, sosyalizmi ve yürekten desteklediği Gezi’yi konuştuk.

– Rahmi Saltuk müziği bıraktı sananlar var, sayısı az da değil. 

– Maalesef. Kesinlikle müziği bırakmadım. Kendi isteğimle ara vermiş değilim.
Şimdi sağ, sol, herkesin bir etki alanı var. Küçültmek istemiyorum ama herkesin bir çöplüğü var açıkçası. O çöplükte horozlar var. Yani diyor ki Rahmi Saltuk, gelsin benim askerim olsun. Kimsenin askeri olmadım, olmam. Öyle gönül vermiyorum bir harekete. Ben hayatımı müziğe adadım; severek, isteyerek. Hukuk okudum ama avukatlık yapmadım. Tüm sıkıntılarına rağmen müziğin yanına bir şey koymadım. Müzik çok ciddi bir iştir. Yanına bir şey koydun mu o iş sulanmaya başlıyor. Şimdi televizyonda yoksun, basında arada bir Cumhuriyet’te haberin çıkıyor, sahnelerde de öyle çok olmayınca
yani bugünün Türkiye’sinde popüler olmayınca, bıraktın sanılıyor haliyle.

– 70 ve 80’lerde ise durum böyle değildi. 

– Popüler olmayı istemeden popüler olmuştum. 1983’te Şan Tiyatrosu’nda Egemen Bostancı ile konserlere başladığımda kuyruklar oluşurdu. Solo veriyordum konserlerimi. Anadolu’da solo konserler benle başladı. Bırakın illeri, ilçe ilçe bini aşkın konser verdim. Aynı yıl 5-6 Şubat’ta Ankara’nın ünlü, 1700 kişilik Arı Sineması’nda iki gün çıktım sahneye, ortalık yıkıldı. Biletler bir hafta önceden bitti. İzmir, Bodrum, Mersin’de biletler yine yok sattı. Mustafa Oğuz 9-10 Nisan’a Arı Sineması’nda tekrarını programladı konserin. Konserlerimde türkünün öncesinde “şimdi sıra büyük ozanımız Nâzım Hikmet’te, şimdi Ahmed Arif’te, Hasan Hüseyin’de” diye anonslarda
bulununca coşku daha da arttı, alkış kıyametti. Fakat bedelini ödettiler!

– Sansür! 

– Sansür… Önce üstü örtülü sonra açık açık. 83’te, ikinci Ankara konserinin üzerinden
üç beş gün geçmişken, Şan’dan aradılar Egemen Bostancı seninle görüşmek istiyor diye. Gittim, “Oğlum tehdit ettiler. Ya Rahmi Saltuk konserlerine son verirsin ya da salonu elinden alırız diyorlar” dedi. O anonsları geçmesem sakıncalı olmayacaktım. Zülfü yâre dokunmamış olacaktım çünkü. “Egemen abi, kızmam, darılmam, sen ticaretini yapıyorsun ben de türkülerimi böyle söylüyorum. Hadi sen salonuna kavuş
ben de seninle bu durumda ne yapalım ki çalışamayacağım” dedim.

Yasaklar hiç peşimi bırakmadı, nefes aldırmadı. 

– “Kimsenin askeri” olmamakla birlikte siyasetten göbeğinizi bütünüyle kesmediniz.

– 15 yaşında sosyalizme sempati duymaya başladım. Türkiye İşçi Partisi (TİP) kurulduğunda lise öğrencisi olarak sempati duyuyordum, 65’te de üye oldum.
Ama sonunda özellikle Yalçın Küçük yüzünden duruş değişince sıtkım sıyrılmaya başladı. Üst yönetimle de çok iç içe bir kişi olarak O’na her yerde karşı çıktım.
Sonra Filistin’le dayanışma geceleri yapılacaktı, 78’di sanırım. İstanbul’dakine katılamadım, bu da bir “kırılma” noktası oldu. Ankara’da sınavım vardı, hukuk fakültesini bitiriyorum. Bir grup genç geldi, ODTÜ’de de yapacağız diyerek davet ettiler. Bu arada yıllar sonra içlerinde MÜYAP Başkanı Bülent Forta’nın olduğunu da öğrendim.
90 ortalarında karşılaştık, hapisten çıkmış, “Abi, sen bize söz verdin ama gelmedin” dedi. Oysa söz verdim doğru ama gelmedim değil, gelemedim çünkü parti karşı çıktı
ve neredeyse başıma bir komiser diktiler yani. Bu önyargı da yıllar içinde sürekli
önüme çıkmıştır. İşte o bizim bilmem hangi etkinliğimize gelmemişti filan diye.
Biraz araştırsalar böyle olmadığını anlayacaklar. Sonunda bir daha hiçbir partiye
üye olmayacağıma dair kendime bir söz verdim ve partiden istifa ettim.

HADEP’in kuruluşuna beni ısrarla istediler mesela, gitseydim milletvekiliydim.

Ben sosyalist bir sanatçıyımİ;amacım sosyalist mücadeledir
.

Öyle devrimciyim, solcuyum demekle olmaz, yetmez. Evet, kimsenin askeri değilim. Şimdi yüzde yüz destek verdiğim, Türkiye’nin önüne müthiş bir ufuk açtığına inandığım Gezi Direnişi’ni böyle kullanmaya çalışanlar da var. Ben bunu yapmam.
Gezi’nin rüzgârına yamanmadım, yamanmam. Hiçbir olayın sırtına binmedim, binmem. Tüm türkülerimi geçen yıl yitirdiğim, “kaptan yoldaş oğlum Baran” için söylüyorum, söyleyeceğim.

– İzmir’deki konseriniz… Yeni bir format söz konusu değil mi?

– Evet, 9 Ekim’de saat 21.00’de Kültürpark Açıkhava Tiyatrosu’nda olacak.
Biletler Biletix’te satışta, gişe de açıldı. Format da şöyle; isminden de anlaşılacağı gibi “Türküler ve Anılar” şeklinde olacak. Özü, ağırlığı elbette türkü olmak üzere kısa anılar da paylaşacağım o türküye dair. 20 civarında türkü söylemeyi planlıyorum. Anılara da örnek verirsem; diyelim ki, “15’lere Ağıt”ı söylüyorum, bunu Deniz Gezmiş’e işgal günü şurada söylemiştim diyerek anlatacağım. “Gökte Yıldız 160” mesela, o türküye dair Behice Boran’la bir anım var onu paylaşacağım. Sonra “Altın Hızma Mülayim”,
o türküyü, meşhur, sosyalist blok daha dağılmamışken, 1973’teki Dünya Gençlik Festivali’nde Berlin’de bir İranlı klarnet sanatçısından aldım, bunun öyküsünü anlatacağım mesela. Özellikle gençlerle buluşma konusunda çok heyecanlıyım.
Genç kuşak seni tanımaz diyorlar, desinler. Gençlere güveniyorum.
Onlar bilir, beni de biliyorlardır.
(Cumhuriyet, PAZAR eki, 6.10.13)

30 Ağustos Zafer Bayramımız kutlu olsun!

Dostlar,

ADD Bandırma Şubesinin kuruluşundan bu yana özverili ve üretken başkanı (20 yıl oldu neredeyse!) dostumuz, Cumhuriyet’in gerçek öğretmenlerinden Sayın Melih Çınar,
30 Ağustos Zafer bayramımız için kutlama iletisi yollamış..

İletisi ile bir yandan ulusal coşku aşılarken bir yandan özlü tarihsel bilgi veiriyor ve geleceğe dönük çıkış önerileri koyuyor.

Ressam kmliği ile sanat boyutunu da elbette atlamıyor ve Nazım Hikmet’in unutulmaz dizeleriyle kısa kutlama iletisini daha da değerli kılıyor.

Kendisini kutlayarak, Bandırma ADD’de geçmişte yaptığımız pek çok aydınlanma etkinliğinde becerisini ve konukseverliğini… anımsayarak teşekkür ediyoruz.

30 Ağustos Utkusu (Zaferi) gerçekten, Türk tarihinde bir dönüm noktasıdır birçok bakımdan.. Biz de bu bağlamda, 140’ı aşkın yansıdan oluşan bir power point dosyasını (pdf olarak) sitemizde okuyucularımıza sunuyoruz.

  • Tüm ulusumuza ve mazlum uluslara kutlu ve mutlu olsun!

Bu görkemli utkuyu bizlere armağan edenlere, başta Başkumandan Mareşal Gazi Mustafa Kemal Paşa olmak üzere tüm dava ve silah arkadaşları ile sevgin (aziz) şehitlerimize bitmeyen – bitmeyecek olan sonsuz minnet ve şükranımız bir kez daha, alımız yerde olarak ifade ediyoruz..

Sevgi ve saygı ile.
Tekirdağ, 30.8.13

Dr. Ahmet Saltık
www.ahmetsaltik.net

================================

30 AĞUSTOS 2013 

Melih_Cinar_Bandirma_ADD_Bsk.

 

Melih ÇINAR 
ADD Bandırma Şube Başkanı     

 

 

Orta öğretim yıllarında bir şiir ezberlemiştik:

“ 26 Ağustos sabaha karşı
Topların çelik ağzı çaldı hücum marşı…” diye.

Sevr imzalanmış, yurdumuz işgale uğramış, İstanbul ve Boğazlar İngilizlerin denetimine verilmiş, Yunan Ege’yi, İtalyan’lar Antalya ve çevresini, Fransızlar Adana bölgesini paylaşmışlar, Pontuslar Karadeniz’e, Ermeniler Doğu Anadolu’ya göz dikmişler.

Böyle bir ortamda Vahdettin ve Damat Ferit hala günün emperyal gücü İngilizlerden
medet umuyor.

Ulusuna güvenen Mustafa Kemal ve arkadaşları hazırlıklarını tamamlamışlar,
26 Ağustos’ta (1922) topları ateşlemişler, altı ayda aşılamaz denilen mevziler altı saatte dağıtılmış, 30 Ağustos’ta ise kesin zafere ulaşılmıştı.

Kurtuluş savaşı bir destandır. Bu destanın mimarı Mustafa Kemal’dir. Böyle bir destanı “Yüzyıllarda bir gelen dahi…”başarabilir, böyle bir destanı:

“Sarışın bir kurda benziyordu.
Ve mavi gözleri çakmak çakmaktı.
Yürüdü uçurumun başına kadar,
Eğildi, durdu.
Bıraksalar
İnce, uzun bacakları üstünde yaylanarak
Ve karanlıkta akan bir yıldız gibi kayarak
Kocatepe’den Afyon Ovası’na atlayacaktı.”

dizeleriyle Nazım Hikmet şiirleştirebilirdi.

30 Ağustos Zaferi Lozan’ı hazırladı,
30 Ağustos Zaferi Cumhuriyeti hazırladı.
30 Ağustos Zaferi egemenliğin kayıtsız koşulsuz Ulusa verilmesini sağladı,
30 Ağustos Zaferi Türk Devrimi ve aydınlanmanın yolunu açtı.

Bugün ise Damat Ferit’lerin, Ali Kemal’lerin torunları birlik olmuşlar tarihten hiçbir ders almayarak emperyal güçleri arkalarında sanarak gazetelerde köşe, televizyonlarda program kapmışlar hem Cumhuriyet’e, hem Cumhuriyet’i kuranlara, hem de kollayanlara saldırıyorlar. O emperyal güçleri dost sanıyorlar. Bu adamlardan dostluk beklemeyiniz.

Atatürk 31 Temmuz 1920’de Afyon’da subaylara bakın ne demişti :

  • “İngilizler, milletimizi bağımsızlıktan mahrum etmek için, pek tabii olarak evvela onu ordudan mahrum etmek çarelerine giriştiler. Mütareke koşullarının uygulanması ile silahlarımızı, cephanelerimizi, bütün müdafaa vasıtalarımızı elimizden almaya çalıştılar. Sonra kumandanlarımıza ve subaylarımıza tecavüz ve taarruza başladılar. Askerlik izzetinefsini yok etmeye gayret ettiler. Ordumuzu tamamen lağvederek, milleti, bağımsızlığını muhafaza için muhtaç olduğu dayanak noktasından mahrum etmeye teşebbüs ettiler. Bir taraftan da müdafaasız, ordusuz bıraktıklarını zannettikleri milletin de izzetinefsine, her türlü haklarına ve mukaddesatına taarruzla milleti alçaklığa, boyun eğmeye alıştırmak planını takip ettiler ve ediyorlar.”

O günün emperyal gücü İngiltere böyle tertipler içinde. Bugünün emperyal gücü ABD, aynı oyunu yerli işbirlikçiler ile sahneye koymakta ve güzide ordumuzu itibarsızlaştırmak için tertip içinde tertip düzenlemektedir. Birileri sanıyor ki bu hep böyle devam edecek.

Oysa bugün Irak’ın, Mısır’ın, Libya’nın, Suriye’nin başına gelenlerin yarın bizim başımıza gelmeyeceğini kim garanti edebilir. İşte o zaman gene ülkemizi “Milletimizin azim ve iradesi” içinde halkımızın bağrından çıkmış ordumuz kurtaracaktır.

30 Ağustos Zafer Bayramımız kutlu olsun!

 

Son 1000 Yılda Türklerin Dünya Sanat ve Kültürüne Katkıları…

Dostlar,

Cumhuriyet Bilim – Teknik ekinde 19.4.13 günü yayımlanan aşağıdaki yazı dikkate değer.. Yazı formatını korumak adına pdf olarak ilginize sunuyoruz..

Sevgi ve saygı ile.
24.4.13, Ankara

Dr. Ahmet Saltık
www.ahmetsaltik.net

======================================

Son 1000 Yılda Türklerin Dünya Sanat ve Kültürüne Katkıları 
ve Geleneksel Türk Çini Sanatı

Yazıyı okumak için lütfen aşağıdaki erişkeyi (linki) tıklar mısınız??

1000_Yilda_Turklerin_Dunya_Sanat_Kulturune_Katkilari

Yazının son bölümü Geleneksel Türk Çini Sanatına ayrılmış ve şöyle bağlanıyor :

Geleneksel Türk Çini Sanatı

listemize konabilecek isimlerin seçimine devam ettiğimizde, sıralamada, katılanların oranı olarak,

(3) XIII. yüzyıl şairimizi Yunus Emre, %50’si,

(4) XX. yüzyıl şairimiz Nâzım Hikmet, %35’ü,

(5) Geleneksel Türk Çini Sanatı ve sanatçıları, %26sı

olarak ortaya çıkmaktadır. Bundan sonraki isimlerimiz (toplam tüm oyların yüzdesi olarak) şu şekilde sıraya girmişler:

(6) XVI. yüzyıl seyyahımız Evliya Çelebi ve ‘Seyahatname’si : %25,

(7) Minyatürler ve minyatür yapımcılarımız (anonim): %24,

(8) XII. yüzyıl mistik şairimiz Mevlana Celalettin %22,

(9) XIII. yüzyıl Beylikler Dönemi eseri Divriği Ulu Cami ve Şifahanesi: %20.

(10) XVI. Yüzyıl amiralimiz Piri Reis: %13

ve “Türk sanatında son 1000 yıl için ‘TOP TEN’ ” listesinde yer bulmuşlardır.

Anketin daha detaylı (Önemli maddi eserler, önemli edebi eserler, müzik, plastik sanatlar ve diğer eserler kategorileri için ayrıca yapılan analiz ve oylamalar, ayrı bir yazının konusu olarak bu ilk sunuma alınmamışlardır.)

SONUÇ

Bir ulusa ait oldukça farklı insan/kültür etkinlikleri arasında en önemli(ler)ini belirlemekteki güçlüklere yazımızın başında değinmiştik. Burada üzerinde durulan ve 2000 yılı başlarında kamuoyuna sunulan anket-soruşturmanın basit bir toplamlı istatistiksel değerlendirmesinde, seçici aydınlarımız, iki adı (Mimar Sinan ve
Mustafa Kemal Atatürk), 1000 yıldaki önemli kişilikler arasında büyük tercih farkları ile ön plana çıkarmışlardır.

Plastik sanatlar alanında ise “ilk beş” içinde yer alan geleneksel çini sanatımız,
dünya kültürel mirasında “en önemli Türk katkısı” olarak öne çıkmaktadır. Bu sanat ürünlerimizin farklı dünya müzelerini süslediği de göz önüne alınırsa, bu yargının gerçekten uzak olmadığını kabul etmekte zorlanmayız. Bu nedenle, ankete yanıt verenler açısından, mükemmel örneklerini XVI. ve XVII. yüzyıllarda veren klasik İznik çinilerinin Türklerce, son bin yılda yarattıkları sanat eserlerinin en başta geleni sayılmaktadır. Anketin Türk çini sanatı ile ilgili olmayan bölümlerinin de günümüz edebiyat, sanat ve politika gruplarının dikkatini çekmesini bekleyebiliriz.

Öbür yandan, ülkemizde yaşanan hızlı toplumsal değişime bağlı olarak, içinde bulunduğumuz 3. binyılda, var olan sanatsal ve bilimsel iklimin ne yönde ve nasıl “evrileceğeni” takip etmek açısından da anketin bu sonuçlarının önemli olduğu kanısındayız. Önümüzdeki dönemdeki benzeri çalışmalarla yapılacak karşılaştırmaların, toplumumuzdaki değişmenin yönünü ve gerçek boyutlarını kavramada önemli yararlar sağlayacağını düşünüyoruz.

Kaynakça:

[1] Umberto Eco, 2012,

[2] “Kitap-lık”, 2000, iki aylık edebiyat dergisi, sayı 39, (Ocak-Şubat 2000)

EK-1: “Kitap-lık” dergisi anketine yanıt veren sanatçılar listesi
(abecesel soyadı sırasıyla):

Lütfi Akad, Çetin Altan, Metin And, Afife Batur, Cengiz Bektaş, Halil Berktay, Halet Çambel, Adnan Çoker, Ferid Edgü, Metin Erksan, Semavi Eyice, Melih Ferdi, Hüsnü A Göksel, Ara Güler, Çelik Gülersoy, Mehmet Güleryüz, Aydın Gün, Bozkurt Güvenç, Talat S Halman, Halil İnalcık, Doğan Kuban, İlhan Mimaroğlu, Ahmet Oktay, İlber Ortaylı, Ünsal Oskay, Sami Şekeroğlu, M Celal Şengör, Tosun Terzioğlu, Yalçın Tura, Aydın Uğur, Artun Ünsal.

Mustafa Balbay: 21. Yüzyılda Türkler…

 

Cumhuriyet 31.03.2013

GÜNDEM
Mustafa Balbay

21. Yüzyılda Türkler…

Brezilya’nın Rio de Janeiro kentinde İsa heykelinin bulunduğu tepeye gitmek için bindiğim takside sohbet derinleşip Türkiye’den geldiğimi söyleyince, şoför gözünü yoldan ayırdı, bana döndü, seslendi:

Bizde sizden çok var…

Türkiye’den dünyanın her yerine göç olduğunu anlattım, yolu buraya da düşenler olabileceğini söyledim. Öyle değil” dedi,Brezilyada, çevre ülkelerde yüz binlerce el Türko var”.

Osmanlı’nın son döneminde Latin Amerika’ya göçen herkese “el Türko diye
kimlik verildiğini biliyordum ama, rakamın bu kadar yüksek olduğunu bölgeyi gezerken kavradım.

Şili’de rastgele tanıştığım ilk üç kişiden birinin adı, kendi söyleyişiyle Davvut” idi. Kendisini el Türko diye tanımlarken, bir çırpıda ailesinin Suriye’den Şili’ye uzanan öyküsünü anlattı.

Davvut, Türkiye’yi de şöyle tarif etti:

Farklı yerlerden getirilen toprakları etrafı sulu bir bahçeye koymuşlar;
Türkiye olmuş. Atatürk
ü tanıyorum. Çok reformcu bir lider.
Burada O’ndan zaman zaman söz edilir…

Güney Amerika gezim sırasında Arjantin’in devlet başkanı da yine el Türko diye anılan Carlos Menem’di.

Meksika’da da yıllar önce Kırım’dan göçmüş bir aile ile tanıştım. Evlerdeki en değerli şeyi tablo gibi duvara asmışlardı. O, bütün yer adlarının Tatarca olduğu
Kırım haritasıydı.

***

Özgürlükte 80 ülke dolaştım. Gezi izlenimlerimi 8 kitapta topladım.

  • Dünyanın hangi köşesine gittimse mutlaka Atatürk’le karşılaştım.

Dünyayı dolaştıkça Atatürk’ün küresel ölçekte büyüklüğüne de tanık oldum.

Gezilerimin Orta Asya ve Balkanlar’ı kapsayan bölümlerinde doğal olarak
bu coğrafyalarda yaşayan Türkler ana konumdu. Ancak öteki coğrafyalarda da girişte aktardığım gibi çok geniş bir yelpazede Türklerle karşılaştım.

Soğuk Savaşın sona ermesi, iki kutuplu dünyanın bitmesi ile birlikte Türklerin yaşadığı bölgelerde de yeni devletler ortaya çıktı. Orta Asya’daki Türkler 300 yıllık aradan sonra kalıcı, bağımsız devletler kurarak tarih sahnesindeki yerini aldılar.

Balkanlar’daki Türkler, 20. yüzyıl boyunca yitirmedikleri kimliklerini 21. yüzyıla taşıdılar. Geçen iki yüzyılda etrafımızdaki coğrafyadan Anadolu’ya taşınanlar vatan” kavramını Türkiye ile bütünleştirdiler.

Orta Asya’dan Balkanlar’a Türk dilli alan” adını ilk İtalyanlar ve Almanlar taktılar. Sonra bilim insanlarının da benimsediği bir tanım oldu.

Nâzım Hikmet ne güzel tarif ediyor:

Dört nala gelip Uzak Asyadan
Akdenize bir kısrak başı gibi uzanan
Bu memleket bizim.

***

Dünyanın önde gelen Türkologlarının %80’i Alman ve Rus. Genel olarak üzerinde birleşilen rakama göre, bugün 11 milyon kilometrekarelik bir alanda 300 milyon insan,
6 ana grupta Türkçe konuşuyor.

Ülkeden ülkeye Türkçeler arasında çok fark var gibi görünse de ortak paydalar
çok daha fazla. Kırgızistan’da 10 yaşlarındaki bir çocukla tanışırken adının Kunduz” olduğunu söyleyince, değişik bir hayvan” diye söze girdim. Sözümü kesti,
güneşi gösterdi. Harfleri biraz yumuşatınca anladım ki, adı Gündüz” demekti.

  • 21. yüzyılda Türkler dünya sahnesinde nasıl yer alacak?

Bugünlerde Prof. Niyazi Berkesleyim. Yani son 300 yıllık tarihimizdeki herkesleyim. Prof. Berkes Türkiyede Çağdaşlaşma” kitabında 1699 Karlofça Antlaşması’ ndan başlıyor, o gün Osmanlı’nın yenilgisiyle birlikte, Neden gerilemekteyiz” sorusuna yanıt aramaya girişiyor. Bütün çabaları, git-gelleri bilim insanı titizliğiyle anlatan Prof. Berkes, kafasına koyduğunu başaran tek liderin Atatürk olduğunu vurguluyor, şöyle diyor:

  • Ben, Türk çağdaşlaşmasının geçmişinin iniş-çıkışlarına dayanarak
    yine ileri sürüyorum ki; ne denli geri dönme çabaları olursa olsun
    hiçbiri tarihsel oluşumu durduramayacaktır.
    Tersine daha da ileriye itecektir…

Bugün Türkiye’nin içinde bulunduğu gerilim ne olursa olsun,
Prof. Berkes’in altını çizdiği gerçek değişmeyecek.

Türklük kavramı, anayasa maddeleri arasında pazarlık konusu yapılacak kadar
dar değildir.

Türklük kavramı Turanla Kuran arasında sıkıştırılacak bir değer de değildir.

Dünya devletleri orta-uzun vadeli stratejiler çizerken,
21. yüzyılda Türkler ne yapacak sorusunu da hesaba katıyorlar.

Ne diyor atasözü:

  • Bir planın yoksa başkalarının planının parçası olursun.

Naci BEŞTEPE : BİRLEŞE BİRLEŞE KAZANACAĞIZ


E. Tümg. Naci BEŞTEPE

Naci_Bestepe_portresi

BİRLEŞE BİRLEŞE KAZANACAĞIZ      

Bugün (24 Mart 2013 Pazar), Ankara Yenimahalle Belediyesi Nazım Hikmet Kültür Merkezi’nde, ADD öncülüğündeki VATAN-CUMHURİYET VE EMEK BİRLİKTELİĞİ‘nin düzenlediği, Anayasa ve Türkiye Gündemi konulu,  ANKARA BULUŞMASI’nı izledim.

2000 kişilik salona 5 bin kişi gelmişti.

Daha önce görmediğim coşkulu bir kitle vardı.

Konuşmacılar izleyicileri, izleyiciler konuşmacıları ateşledi.

Karşılıklı çok güzel etkileşim oldu.

Bu kalabalık, ilgi ve coşkuda; organizasyonun iyi planlanıp uygulanması yanında,
21 Mart NEVRUZ ve BÖLÜNME mitinginin yarattığı tepkinin de etkili olduğunu değerlendirdim.

Başta ADD Genel Başkanı Sayın ÇÖLAŞAN olmak üzere çorbada tuzu bulunan herkesin kutlanmayı hakkettiğini söylemeliyim.

Kısaca konuşmacılardan aldığım vurguları aktarayım.

– ÇYDD Başkanı Prof. Aysel ÇELİKEL;

Cumhuriyetle al-ver olmaz.

Her şeyini Atatürk Cumhuriyetine borçlu bir Türk vatandaşı olarak dayatılan sisteme teslim olmayacağım.

 Ankara Barosu Başkanı Prof. Metin FEYZİOĞLU;

Ver padişahlığı al özerkliği.
Sevr’i hortlatmayız, Lozan’ı vermeyiz.
Görev belgemiz Atatürk’ün Gençliğe Hitabı’dır.

 Türk Hukuk Kurumu Başkanı Sabih KANADOĞLU;

Yurdun bütünlüğü, ulusun bağımsızlığı tehlikededir. Ulusun bağımsızlığını yine ulusun  azim ve kararı kurtaracaktır.

 – Gazi Koray GÜRBÜZ;
Annemin göz yaşlarının hesabını kim verecek?
Madalyalarımızı Öcalan’a mı verecekler?
Vücudumuzun kalan kısmını da vatanımızın bütünlüğü ve ulusumuzun birliği için vermeye hazırız.
Anaların gözyaşının alçakça kullanılmasına asla izin vermeyeceğiz.

– Eğitim-İş Sendikası Başkanı Veli DEMİR;

1980’de Türkiye 45 milyonken 2.5 milyon sendikalı vardı.
Bugün, 75 milyonluk ülkede yalnızca bir milyon sendikalı var.

 Şair ve gazeteci Ataol BEHRAMOĞLU;

Cellat hukukunu reddediyorum. Bunlar hem hakim, hem savcı hem cellat..
Antiemperyalist, aydınlanmacı, yurtsever cephede buluşmalıyız.

– BMC İşçileri Temsilcisi;

Kanuni Sultan Süleyman, eş başkanlık yapacağına aç işçilerini doyur.

– Engelliler Federasyonu Başkanı Turhan İÇLİ;

Yoksullar ve sakatlar, diktatörlüğü sürdürmek için oy deposu haline getirilmek istenmektedir. Ulusal değerler kadar halkın sosyal durumu da gözetilmelidir.

 TGB Eski Başkanı ve Aydınlık Gazetesi Genel Yayın Yönetmeni İlker YÜCEL;

Çözüm iktidar olmaktır. İktidar mücadelemizi sürdüreceğiz.
Parça parça  direne direne değil, BİRLEŞE BİRLEŞE KAZANACAĞIZ.
      Gençlik vardır. Deneyiminizden yararlanmak istiyoruz.

    – Gazeteci- Yazar Bekir COŞKUN;

      Kötü gidişe dur demek için siyasi partiler aklını başına toplamalıdır.
AKİL ADAMLAR topluyor, sizler SAKİL ADAMLAR mısınız?
Gerekiyorsa Meclisi  terk edin.

 – İstanbul Barosu Başkanı Ümit KOCASAKAL;

Ülke işgal altındadır!
      Milli görüşten gelip ABD emperyalizmi ile işbirliği yapanlarca işgal gerçekleştirilmiştir.
Muhalefet milletvekilleri Meclisi terk etmeye hazır olmalıdır.
      Başı kapalı ulusalcı kadını, başı açık işbirlikçiye tercih ederim.
Siyasallaşacağız.

    – ADD Genel Başkanı Tansel ÇÖLAŞAN;

Cumhuriyetten mağdur olduğunu iddia eden dinciler ile bölücüler (feodal ağalar) Cumhuriyete karşı iş birliği halindedir.

AKP’li milletvekillerinin çoğu da vatan-millet ve Cumhuriyet için oy kullanacaktır. Yoksa tarih ve millet onları affetmeyecektir. İhanet edenler olarak yazılacaklardır.

Görevimiz; köy köy, mahalle mahalle halkı aydınlatmak, buradan alınan mesajları iletmektir.
Çağrı yaptığımızda hazır olun.
İlk çağrı; 8 Nisan’da hep beraber SİLİVRİ’de olacağız.

********************
      Ulusal birlikteliğimize, vatanın bütünlüğüne, cumhuriyet değerlerimizi korumaya olan kararlılığımızı yineleyerek ve güven tazeleyerek ayrıldık salondan.
Bir kez daha teşekkürler bu günü bize yaşatanlara.