Etiket arşivi: Orhan Veli

Yerin altında can veren 301 emekçi unutulmadı

ŞÜKRÜ KARAMAN
GAZETECİ

14 Mayıs 2022 Cumhuriyet

Ocakta çıkan yangından ötürü 301 madencinin yaşamını yitirdiği Soma faciasının üzerinden 8 yıl geçti.

13 Mayıs 2014 tarihinde meydana gelen ve Türkiye Cumhuriyeti’nin en büyük maden kazası olarak arşivde yerini alan iş cinayetinde yaşamlarını yitiren gariban emekçileri her yıl saygı ile anıyor Türkiye.

Saatlerce göçük altında kurtulmayı bekleyen işçilerin cansız bedenleri çıkarıldığında gözyaşları sel olmuş, ailelerin feryatları göğü delmişti. Türkiye acılı ailelerle birlikte ağlamıştı yerin yüzlerce metre altında, “Bir avuç kömür için” yaşamlarını yitiren emekçilere.

Yaptıkları zor ve kutsal görev kadar yüce gönüllüydü o madenciler. Göçükten sağ çıkarılan işçilerden birinin sedye kirlenmesin diye “Çizmelerimi çıkarayım mı?” sözleri hâlâ belleklerdeki yerini koruyor. Böylesine alçakgönüllü emekçilerdi onlar.

ACILAR KATLANDI

O acı, kahredici görüntüler göz önüne geldiğinde, anımsandığında yürekler yeniden dağlanıyor. İş cinayetinin üzerinden sekiz yıl geçmesine karşın, ailelerin ilk günden beri dile getirdiği adalet feryatları hâlâ sürüyor.

Ocakta yeterli önlemleri almayarak kazaya davetiye çıkaran firma sahibi ve yöneticilerin sorumsuzluklarının bedelini ödemeden cezaevinden tahliye olmaları yıllardır adalet arayan madenci ailelerinin acısını daha da katladı.

Emekçilerin ailelerine verilen sözler orada kaldı, büyük çoğunluğu yerine getirilmedi, acıları ile baş başa kaldılar. Babası ekmek parası uğrunda öldüğünde çocuk olanlar bugün birer delikanlı ve genç kız olarak yaslı şekilde öğrenimlerini sürdürüyor.

KÖTÜ BİRİNCİLİK

Dünyanın en zor mesleğidir maden ve kömür işçiliği. Yerin yüzlerce metre altından kömür çıkarmak için girdikleri ocaklarda her an ölüm ile burun burunadır eli yüzü kömür karası ile kaplanmış maden emekçileri.

Orhan Veli’nin ,

  • “Alnımdaki yüz karası değil kömür karası.
    Böyle kazanılır ekmek parası”

diye tanımladığı maden işçiliği, kömür işçiliği en zor, zor olduğu kadar saygı duyulması gereken mesleklerin başında gelir. Ocaktaki grizu patlamasından ya da yangından göçük altında kalarak yaşamlarını yitirmeleri veya sakat (engelli) kalmaları maden işçilerinin yazgısıdır adeta.

Onlar bu yazgıyı, umarsızlıktan, işsizlikten bilerek, kabullenerek inerler yerin yüzlerce metre altındaki ocaklara, her an göçük altında kalma kaygısı ile ekmek uğruna sallarlar kazmayı. Ölüm riski çok fazla olsa da başka şansları, seçenekleri yoktur onların kömür işçiliğinden gayrı. Tek amaçları asgari ücret veya biraz üzerindeki maaşla ailesini geçindirebilmek, muhannete muhtaç olmadan yaşamlarını sürdürebilmek, çocuklarının geleceğini garanti (güvence) altına almaktır.

Beklenmedik bir göçük, yangın veya grizu patlaması yaşamlarını sonlandırır, geride gözü yaşlı eş, ana, baba ve çocuk bırakarak göçerler bu fani dünyadan. Birlikte çalıştığı arkadaşının cenazesini ocaktan ağlayarak çıkarırlar, dönerler ocağa yine sallarlar kazmayı. Bir avuç kömür için, bir ömür verirler.

KÂĞITTA KALMAMALI

  • Türkiye  günde beş emekçinin yaşamını yitirdiği iş kazalarında Avrupa’da birinci, dünyada üçüncü sırada.

Övünülmeyecek Avrupa şampiyonluğu hiç yakışmıyor ülkemize. Kötü birincilikten kurtulmak için kaçak ocakların ve işyerlerinin daha fazla denetimine, önlem almalarına, sıkı kurallara ve emekçi eğitimine gereksinim var.

İş cinayetlerine daha fazla kurban vermemek için Soma faciasının ardından 2014 yılında imzalanan 176 sayılı  “Madenlerde Güvenlik ve Sağlık Sözleşmesi” ile taraf olduğumuz iş güvenliğine ilişkin 155, 187 sayılı ILO sözleşmeleri ve ilgili yasalar ödünsüz uygulanmalı, kâğıt üzerinde kalmamalı.

Alarm Zilleri Çalıyor

Sanatsal bir havayla dillerde Orhan Veli;

Cep delik, cepken delik, 
Kol delik, mintan delik,
Yen delik, kaftan delik,
Kevgir misin be kardeşlik!”
Kulaklarda çınlıyor, iktidarın nağmeleri;
Türkiye uçuyor, ekonomisi coşuyor
*
Ekonominin neresi coşuyor diye bakınca sağa sola, Hazine ve Maliye Bakanlığı verileri (20. 08.21) çıktı karşımıza. “Merkezi yönetim brüt borç stoku 31 Temmuz itibariyle 2.032,3 milyar TL (yazıyla 2 trilyon 032 milyar, 3 yüz milyon TL) olarak gerçekleşmiştir. Borç stokunun 869,7 milyar TL tutarı TL cinsi, 1.263,6 milyar TL tutarı ise döviz cinsi borçlardan oluşmaktadır.”

Türkiye’nin brüt dış borcu 450 milyar dolar, net dış borç 268 milyar dolar. Tablo böyle olunca, matematik bilgimiz zorlanıyor, RTE’nin “Merkez Bankası Döviz rezervi 115 milyar dolara ulaştı” sözü karşısında… Borç bini aşınca yeni borçlar bulmak gerekince, İktidar düştü yine para bulmanın derdine. Akla ilk gelen tabii ki vatandaşın kendisi. Geliri paylaşırken sırtını dönen RTE-AKP, Paraya sıkıştı ya, yüzünü çevirdi Vatandaşa, Millete.

  • Gönderiyor İBAN’ı, artırıyor vergileri, yapıyor zamları…

Elektriğe, doğal gaza %15 zam, Gelecek filmin reklamı gibi. Bir de asıl film girince gösterime, Yaşayarak göreceğiz Memleketin ve Milletin hal-i pürmelal’ini…
*
Bütçenin geliri 1,101 trilyon TL, gideri 1,346 trilyon TL. Daha baştan açık var 245 milyar TL. Gelirin %83,8’i (922,7 milyar TL) vergiler, Vergilerin yaklaşık % 70’iyse dolaylı vergiler. Yani yediğimiz ekmeği, içtiğimiz suyu, elektriği, gazı… satın alırken, Varsıl, yoksul ayırmadan, fark bile etmeden ödediğimiz vergiler… Bazılarının vergi borcu siliniyor ya… Onlardan değil senden benden toplanan vergiler. Ekonomi coşmuş da taşmış, sel gibi geliyor, Tabii ki Halkın üstüne…
*
Türkiye’nin borcu arttıkça… Vatandaşın cebi, sofrası daraldıkça… Nasihatler, öğütler çoğalıyor. Emine hanımın yarım porsiyonluk nasihati de yetmedi, Devreye Diyanet İşleri girdi.

  • “Peygamber yemeği sulu yaptırırdı, yanında ekmeği bol tutardı. Günde bir öğün makarna, eti de kurbandan kurbana yerdi…”

Yok edemedikleri yoksulluğu ve açlığı… Kutsal değerlerimizi, dini, peygamberi bile kullanarak yanlışlarını örtmek için kullanan, İktidar hırsı ile gözleri körelmiş, vicdanları kararmış kişiler için söylenecek söz yoktur.

Ekonomide çalan Alarm Zilleri

RTE-AKP siyasetinin ekonomide iflasını haber vermektedir… Bu iflastan en büyük zararı gören ve görecek olan ise Ülkemizdir, Halkımızdır, tün Yurttaşlarımızdır. Alarm Zilleri asıl bizler için çalmaktadır. Yok edecekleri 3 Y’den bir diğeri olan yolsuzluğun da mızrağı artık çuvala sığmıyor. Üstünü örtmek ve unutturmak için ne kadar önlem almış olsalar da, “Gerçeklerin bir gün ortaya çıkma” huyuna engel olamadılar.

Eski Çevre ve Şehircilik Bakanı Erdoğan Bayraktar çıktı ortaya ve anlattı 17-25 Aralık’ta yaşadıklarını. “Dosyamda ne varsa, hem tapeler hem teknik takip doğrudur hem de benim telefon konuşmalarım A’dan Z’ye kadar doğrudur. Sayın Cumhurbaşkanım beni hırsız çuvalının içine koydu ve attı” dedi.

RTE-AKP’den çıt yok.

Bu açıklamaları takip edecek bağımsız yargı da yok. Yalnızca Cemil Çiçek, “Bu dosyalar Yüce Divan’a gitmeliydi. Gitseydi ve bir karar çıksaydı, bugün bunlar konuşulmazdı” dedi, pişmanlık kokan bir öz eleştiri verircesine… Ortalıkta dolaşan, AKP içinde %90’nının itirafçı olacağı sözleri, RTE-AKP’nin 19 yıllık iktidarının iç yüzünü ortaya döküyor.

  • Alarm Zilleri, AKP’nin bir siyasal parti olarak bitişini duyuruyor.

*
Hafta içinde Yargıtay binasının ve Adli Yılın açılış töreninde çalan Alarm Zilleri ise, Türkiye Cumhuriyetinin Demokratik Laik, Hukuk Devleti niteliklerinin yok sayıldığını duyurdu. Yüksek Yargının yeni binası DİB’nın dualarıyla açıldı. Binanın içine geçiliyor Adli Yılın açılış töreni yine DİB’nın dualarıyla başladı. Bu gösterinin anlamı, RTE-AKP’nin Devletin yönetiminde dinsel kurallara ve ritüellere öncelik verdiğinin ve vereceğinin açık ilanıdır. Bu ilanın Yüksek Yargı organı olan Yargıtay’da yapılması, Hukukun da dinsel kurallara göre düzenleneceğinin ilanıdır. Son dönemde, kamuya ait tüm açılışlarda ve devlet törenlerinde Cumhurbaşkanın yanında vekili gibi yer alan DİB’nın dualarıyla törenler başlamaktadır.

Verilen bu mesaj RTE-AKP’nin Türkiye Cumhuriyetinin geleceği ile ilgili hedefini açıkça göstermektedir. Muhalefetin sessizliği, Demokratik Laik Cumhuriyetin güvencesiyiz söylemlerine olan inancı ve güveni zedelemektedir. Bu çalan Alarm Zilleri, Demokratik Laik Cumhuriyetin ve Hukuk Devletinin nasıl bir tehlike altında olduğunu duyurmaktadır. Duymak istemeyenlere, duyup da inanmayanlara, duyup da gülüp geçenlere… Duyurulur.
*
101 yıl önce 4 Eylül günü başlayan ve 11 Eylül’de sonuçlanan Sivas Kongresi‘nin anlamını Kongrenin Başkanlığını yapan Mustafa Kemal şöyle tanımlıyor.

  • “Burada bir milletin kurtuluşunu hazırlayan kararlar verildi.”

Kongrenin önderliğini yapan Mustafa Kemal Atatürk’ü, Kurtuluşumuzun ve Kuruluşumuzun ilk kararlarının alındığı ve adımlarının atıldığı Sivas Kongresinin tüm üyelerini saygıyla ve minnetle selamlıyorum.
*
Bugün çalmakta olan Alarm Zilleri karşısında, 101 yıl öncesinin iradesini ve kararlılığını göstermek, tüm Cumhuriyet Yurttaşlarının, hepimizin sorumluluğu ve görevidir.

Çağdaş Türkiye’nin aydınlık yüzleri; Avrupa Üçüncüsü olan Kadın Voleybol Milli Takımımızı, Paralimpik Olimpiyat Şampiyonu olan Kadın Goalbol Milli Takımımızı kutluyorum.

Fazıl Say haklı çıktı..


Fazıl Say haklı çıktı..

Soner Yalçın

 Soner Yalçın
 syalcin@sozcu.com.tr
 20 Temmuz 2014

Sizi birkaç yıl önce yapılan bir tartışmaya götüreceğim. Konu arabesk idi ve hedefte Fazıl Say vardı. Peki o tartışmayı bugün niye anımsatıyorum? Bunun iki nedeni var.
Biri; Erdoğan’ın vizyon toplantısına katılan ünlüler. Öbürü ise Fazıl Say’ın “İlk Şarkılar” albümü. Aslında size iki Türkiye’yi göstermek istiyorum. Nasıl mı?..
Makaleler de kitaplar gibi; yazılacak zamanı bekliyor.
Fazıl Say’ın “İlk Şarkılar” albümüyle ilgili yazmak istediklerim neredeyse bir yıldır bekliyordu.

Şimdi vakit geldi…

Ama… Önce bir tespitte bulunmalıyım:
Fazıl Say haksız mıymış? Facebook’ta
“Türk halkının arabesk yavşaklığından utanıyorum.” sözü başta “arabesk’in
ne olduğunu bilmeyen” arabeskçiler tarafından tepkiyle karşılanmıştı.
(İşin acı yanı Fazıl Say’a sol‘dan gelen “seçkincilik” eleştirisi idi!)
Kamuoyu geçen haftayı Cumhurbaşkanı adayı Erdoğan‘ın vizyon toplantısına katılan “ünlüleri” konuşarak geçirdi.
Sanatçı‘nın içi boşaltıldı ve medya artık herkesi “sanatçı” diye tanımlıyor!
Demek ne “sanatı” ne de “sanatçıyı” biliyorlar; vasatlığın göstergesi bu.
Ve aslında arabesk tam da budur. Açayım…

Müzikle ilgisi yok

Köşk adayı Erdoğan’ın vizyonuna yalnızca arabeskçiler destek verdi; bakmayınız bazılarının pop filan söylediğine ya da dizi oyuncusu olduğuna; hepsi arabesktir! Arabesk’in sadece müzik türüyle filan ilgisi yoktur.

  • Arabesk bir yaşam biçimidir; kültür’dür/kültürsüzlüktür ve
    temsilcisi Erdoğan’dır.

Arabesk bir kültürden diğerine geçiştir. Kent’in/burjuvazinin kimliksiz varoşa
yenik düşmesidir; “kültürel çöküştür.
Arabesk, aydınlanmanın, çağdaşlaşmanın karşıtıdır.
Arabesk, sadece kendi çıkarını düşünen siyasal kirliliktir.
Arabesk, insanın kendine yabancılaşmasıdır. (İşte tam da bu nedenle;
tecavüz mağduru Zerrin Özer ile tecavüz mağruru İzzet Yıldızhan, Erdoğan’ın
vizyon toplantısında yan yana geliverir! Bu “çimentonun” ahlakı; arabesk’tir!)

Bakınız…
Erdoğan’ın vizyon toplantısına, toplumun yozlaşmasıyla ortaya çıkmış “icracıların” gitmesi tesadüf mü? Bunu neden hiç tartışmıyoruz.
Evet, Erdoğan’ın vizyon toplantısında neden sanatçı yoktu?
Sanatçı bugün Türkiye’de neyi savunuyor? Sanatçı arabeskin karşıtıdır.
İşte o vizyon toplantısı, bizim önümüze bir gerçeği getirip koydu:

“Arabesk Türkiye’yi uyuşturuyor” diyen Fazıl Say’ın haklı olduğunu!

Arabeskçilerin yani kaderciliğe, kalitesizliğe, değersizleştirmeye Türkiye’ye
mahkum edenlerin Erdoğan’la kucaklaşması aslında hiç şaşırtıcı değil.
Arabesk, kapitalizmin en kültürsüz sistemidir. Köksüzdür.
Arabesk yozlaşmadır. Dün Erdoğan’a giden; yarın Erdoğan iktidardan düşünce
başka bir “vizyon” toplantısına gidecektir ve tabii arabesk hâlâ yaşıyor ise…

“Sahteciliğin Çekiciliği”

Fazıl Say’ı yazacaktım nerelere geldim.
Yine…
Fazıl Say’a geçmeden bir kişiyi tanıtmalıyım sizlere:

Theodor W. Adorno (1903-69), 20. yüzyılın önemli filozoflarından biriydi.
Frankfurt Okulu ya da Eleştirel Kuram olarak bilinen düşünce hareketinin kurucularındandı. Dünyada müzik sosyolojisinin akla gelen ilk ismiydi. Müzisyendi; Alman besteci Bernhard Sekles‘ten müzik dersleri aldı; beste çalışmaları yaptı.
Müzik kuramıyla ilgili düşünceleri devrim yarattı.

İlk tespiti şu oldu :

“Sonunda kültür endüstrisi müziği tamamen kendi denetimine sokmayı başardı.”

Adorno, “Aydınlanmanın Diyalektiği” kitabında caz ile ilgili ileri sürdüğü tez tartışma yarattı. Caz’ın, Amerika’ya özel bir olgu olarak değil, gelişmiş kapitalist toplumsal sistem içinde bir durum olarak ortaya çıktığını belirtti. Yani Adorno, caz müziğinin, kökeninden-tarihinden kopartılarak, popüler kültürün tüketim müziğine dönüştürüldüğünü yazdı:

“Kökü lümpen proletaryaya dayanan ve önceleri önemsiz bir sosyal olgu olan caz; iletişim endüstrisi (medya) tarafından yontulup cilalanarak, mütevazı ve şaşırtan özelliklerinden yoksun bırakıldı ve içi tümden boşaltıldı. Toplum, umutsuzlardan oluşan bir toplum, bu nedenle çetelerin ağına düştü. Bu durum kimi vasat romanlarda, filmlerde ve cazın biçeminde çok belirgin ortaya çıktı.”

Aydının kendi standartlarını düşürmesine Adorno, şiddetle karşı çıktı.
“Sahteciliğin çekiciliğine” kendini kaptıranları eleştirdi.
Bunun entelektüel üretkenliği tehdit ettiğini yazdı.
Adorno’yu niye hatırlattım? Şundan…

İlk Şarkılar

Fazıl Say benim dostum, kardeşim…
Fazıl Say Türkiye’nin en değerli sanatçılarının başında gelir.
İcracılığından daha önemlidir besteciliği.
Bu nedenle Fazıl Say’ı Fazıl Say’dan bile korurum.
Şunu demek istiyorum; sahteciliğin çekiciliğine kapılıp “piyasa müziği” yapmasına
karşı çıkarım.

Fazıl Say’ın “İlk Şarkılar” albümü Türkiye’de çok beğenilince ve çok satan müzik CD‘lerin başında yer alınca korktum. Diğer eserleri; gerek ABD gerekse Japonya’da listelere hep girdi. Türkiye’de ise ilk kez oldu. Hemen sorguladım, niye?
Ne yalan yazayım bu durum beni kaygılandırdı; “acaba” dedim, “yoksa” dedim. Sorularımın yanıtını bulmam tam bir yıl sürdü. Hayır, “İlk Şarkılar” piyasa müziği değil.
“İlk Şarkılar” Fazıl Say’ın entelektüel üretkenliğe devam ettiğinin güzel bir işareti.
Büyük ustalar; Metin Altıok‘u, Can Yücel’i, Cemal Süreya‘yı, Orhan Veli’yi, Nazım Hikmet‘i, Ömer Hayyam’ı ve Pir Sultan Abdal ile Muhyiddin Abdal’ı notalarla buluşturan büyük bir bestecinin eseri.

Bizi, yani Anadolu’yu dünya kültürüyle birleştiren “İlk Şarkılar”;
Türkiye’de giderek yozlaşan müziğin düşen çıtasını yukarı çekiyor.
Türkiye’nin muhafazakar / çorak ikliminde yeniden dirilen arabeske meydan okuyor. Yani…
Fazıl Say “sahteciliğin çekiciliğine” kapılmıyor. Ki…

Adorno’nun öğrencisi

Fazıl Say’ın hata yapmasına izin vermeyecek -sadece Fazıl’ın değil hepimizin-
bir “öğretmeni” var; Ahmet Say!
Bugün siz onu “Fazıl Say’ın babası” olarak tanıyorsunuz. Ama…
Ahmet Say entelektüel bir aydındır.
Yıllarca makaleler yazdı. Kitaplar yazdı. Dergiler çıkardı. Yayınevleri kurdu.
Bıkmadı. Yorulmadı. Türkiye’nin aydınlanma mücadelesinde meşale oldu.
Peki devlet ne yaptı:
Hep eziyet etti.
İşkence yaptı. Cezaevine attı. İşsiz bıraktı. Yasaklı etti.
Ahmet Say bu zor koşullarda yetiştirdi oğlu/öğrencisi Fazıl Say’ı.
O devlet:
Ahmet Say’a ne yaptıysa oğlu Fazıl Say’a da onu yaptı; zalimlik.
Bıkmadılar. Usanmadılar. Doymadılar…
Demem o ki:
Fazıl Say’ın hata yapmasına engel olacak en önemli kişi Ahmet Say’dır.
Bunu laf olsun diye söylemiyorum.

Bilmiyordum; Ahmet Say’ın yazdığı “Ağaçlar Çiçekteydi” adlı anı kitabından öğrendim.
“Fransa’da Liberation gazetesinde bir vesileyle ‘Adorno’nun öğrencisi olduğum’ yazıldı. Hem doğru hem yanlış: 1950’li yılların sonlarında Adorno, Frankfurt’ta ‘Diyalektik ve Estetik’ konulu birkaç hafta süren bir seminer vermişti, ona katıldım. Eğer öğrencisi olmak için bu yetiyorsa gazetede yazılan doğru…” (s. 130)

İşte iki Türkiye…
Biri arabesk’in iktidarını temsil ediyor.
Öbürü Cumhuriyeti!..
Siz sanıyor musunuz ki, sorun yalnızca Erdoğan’dır veya AKP’dir.
Sorun, kültürsüzleştirme politikasıdır.
Sorun, vasatlığın değil insanlığın estetik değerlerinin iktidar olmasıdır.
Evet:
Sevindirici olan Fazıl Say’ın haklı çıkmasıdır.
Ve Erdoğan’ın vizyonunda yalnızca bir avuç arabeskçinin olmasıdır.
Umutlu olmak için çok nedenimiz var…

CUMHURİYET – ARABESK KAVGASI

CUMHURİYET; Osman Hamdi Bey’in girişimiyle 1883’te kurulan; resim, heykel, mimarlık ve süsleme alanında eğitim veren Sanayi-i Nefise Mektebi’nin adını
Devlet Güzel Sanatlar Akademisi olarak değiştirdi.

DİĞERİ; Cumhuriyet ile birlikte kurulan Devlet Güzel Sanatlar Müdürlüğü, Devlet Opera ve Balesi, Devlet Tiyatroları’nı Bakanlar Kurulu tarafından seçilen 11 kişilik ekibin denetimine sokmak istiyor.

CUMHURİYET; 22 Ocak 1923 günü Bursa Şark Sineması’nda yaptığı konuşmada;

  • “İnsanlar mütekamil olmak için bazı şeylere muhtaçtır. Bir millet ki resim yapamaz, bir millet ki heykel yapamaz… İtiraf etmeli ki o milletin tarik-i terakki’de yeri yoktur.”  dedi.

Ülke savaştan yoksul çıkmasına rağmen 1924’te eğitim için Avrupa’ya sanatçılar gönderdi. Avrupa’dan dönenler Müstakil Ressamlar ve Heykeltıraşlar Birliği’ni kurdu
ve modern resmin temeli bu şekilde atılmış oldu. 15 Temmuz 1929’da Ankara
Türk Ocağı‘nda Hamdullah Suphi tarafından açılan sergiyi bizzat ziyaret etti.

DİĞERİ: Sergi açılışlarına gitmeyi tercih etmiyor. Bir keresinde Lütfi Kırdar Kongre ve Sergi Sarayı’nda 300 adetten oluşan tespih sergisine gitti.

CUMHURİYET; Cumhuriyet’in ilanından sonra, 11 Mart 1924 günü saraya bağlı olan Makam-ı Hilafet Muzikası, başkent Ankara’ya çağırdı ve orkestra adını, Riyaseticumhur Filarmoni Orkestrası olarak değiştirdi. 1 Eylül 1924 tarihinde Ankara’da kurulan Musiki Muallim Mektebi, Cumhuriyet Türkiye’sinin çağdaş eğitim kurumlarının ilk örneklerinden biri oldu. Ulusal müzik eğitimini yurt düzeyinde uygulanacak öğretim kadrosunu yetiştirmek için kurulan Musiki Muallim Mektebi, kuruluşundan iki ay sonra,
1 Kasım 1924 günü eğitime başladı. Sık sık gelip dersleri izlerdi. Öğrencilerle müzik üzerine sohbetler etti. Okulda her cumartesi akşamı verilen konserleri kaçırmadı.

DİĞERİ; Okullarda müzik-resim derslerini azalttı. Piyano ile alay etti; kemanı düğünlerde çalındığı için sevdi. Ankara’da Sibel Can’ı, İzmir’de Arif Şentürk’ü, Rize’de Davut Güloğlu’nu, İstanbul’da da Ferhat Göçer’i dinlemeyi tercih etti. Hatta Adnan Şenses ile şarkı bile söyledi. İstanbul’daki Cemal Reşit Rey Konser Salonu’na sadece sempozyumlar, paneller için gidiyor.

CUMHURİYET; Anadolu’nun halk müziğini bilimsel temellere oturtmak için 1936 yılında Macar müzik bilimci Bela Bartok’u Türkiye’ye davet etti. Bartok, 16-29 Kasım 1936 tarihleri arasında, Ahmet Adnan Saygun, Necil Kazım Akses, Ulvi Cemal Erkin ile birlikte, başta Osmaniye olmak üzere 14 ayrı yöreden 90 parça kaydetti. Aynı yıl Alman müzikolog Paul Hindemith’in yardımlarıyla Ankara Devlet Konservatuvarı kuruldu.

DİĞERİ; Aşık Veysel gibi Anadolu ezgilerini dünya kültür mutfağına taşıyan Fazıl Say’ın Türkiye’yi terk etmesi için elinden geleni yaptı. Okuduğu şiirlerden CD yaptırdı!

CUMHURİYET; Cumhuriyet mimarisini geliştirmek için mimar Bruno Taut’a, Ankara’da Dil-Tarih ve Coğrafya Fakültesi’ni inşa ettirdi. Mimar Clemens Holzmeister’e ise; başkent Ankara’nın en güzel binalarını yaptırdı.

DİĞERİ; Tarihi İstanbul siluetine zarar veren çalışmaların yapılmasına göz yumdu.Başta parti genel merkezi olmak üzere kimi binaları kendi çizdi!

CUMHURİYET; 1930’larda ulusun sanatı öğrenmesi tanıması için Ar Genel Direktörlüğü kurdu. AR dergisinin çıkarttı ve Ankara ve İstanbul başta olmak üzere çeşitli kentlerde sergiler düzenlenmesini sağladı. 1933’te Nurullah Berk, Abidin Dino, Zeki Faik İzer, Elif Naci, Cemal Tollu ve heykel sanatçısı Zühtü Müridoğlu gibi sanatçılar için “Yurt Gezileri’ düzenlenmesine önayak oldu. Türkiye’de heykelcilerin yeterli görülmemesi üzerine Heinrich Krippel gibi yabancı sanatçılar davet edildi.

DİĞERİ; Kars ziyaretinde, sanatçı Mehmet Aksoy tarafından yapılan İnsanlık Anıtı adlı heykeli “ucube” diye yıktırdı. İkinci Dünya Savaşı sırasında İsmet İnönü’nün Türkiye’nin önemli eserlerini, Hz. Muhammed’in kutsal hazinesini camiye koymasını, “Camileri ahır yaptılar” diye değerlendirdi.

CUMHURİYET; İlk ulusal opera temsillerinin yapılması için çalıştı, başardı. Özsoy Operası, 19 Haziran 1934 günü sahnelendi.

DİĞERİ; İstanbul Film Festivali’ne tam 28 yıl ev sahipliği yapan Emek Sineması gibi sanat merkezlerini AVM yaptırmak için yıktırdı. Devlet Tiyatroları’nı özelleştirmek için çabalıyor.

Cumhuriyet yaşıyor…
Diğeri ölümlü…
Cumhuriyet; sanki bugünleri görmüştü:

  • “Efendiler! Hepiniz milletvekili olabilirsiniz, bakan olabilirsiniz;
    hatta cumhurbaşkanı olabilirsiniz; fakat sanatçı olamazsınız…”

Pierre De Ronsard : SONNET


Dostlar
,

Sayın Levent Ertürk aağıdaki şiiri paylaşıyor..

Bu Pazar şiirimiz, modern Fransız şiirinin öncülerinden kabul edilen
Pierre De Ronsard‘a ait (1524-85). Bir asilzadenin oğlu olarak şatoda doğan Ronsard, gencliğinde sağır kaldi. Bir süre sonra kendini edebiyata verdi.
Pastoral, romantik ve ölüme ilişkin temaları işlediği “sonnet” tarzı şiirleri ile
çığır açtı. İlerleyen yaşlarında Helene adlı bir kıza aşık oldu ve
O’na “Son Maceram” adını verdi. Ne var ki aşkına bir karşılık alamadı.
Helene için yazdığı: “İhtiyarladığıniz zaman, akşam vakti, ocak başında …”
diye başlayan sonnet’i Fransız şiirinin klasiklerinden biri oldu.
Gününüz aydın olsun.
***
Sevgi ve saygı ile.
Pertek – Tunceli, 11.8.13

Dr. Ahmet Saltık
www.ahmetsaltik.net
divider_yesil_fiyonk
S O N N E T
Bir çiçek demeti gönderiyorum size;
Kendi elimle kopardım bu çiçekleri;
Yarına kadar hepsi döküleceklerdi
Biri çıkıp akşamdan onları dermese.
 
Size güzel bir ders olmalı bu hadise:
İstediğiniz kadar güzel olun şimdi,
Kaybedeceksiniz elbet bu güzelliği,
Bu çiçekler gibi solacaksınız siz de.
 
Zaman geçiyor, sultanım, geçiyor zaman.
Zaman değil geçen, en güzel çağı ömrün;
O büyük dalga bizi de alacak bir gün.
 
Göçüp gittiğimiz gün biz de bu dünyadan
Unutulur sevdiğiniz, sevildiğiniz.
Sevmeğe bakın geçmeden güzelliğiniz.
Pierre De Ronsard
(Çeviri: Orhan Veli)
divider_yesil_fiyonk

 

Prof. Dr. Öztin Akgüc : Kurban Bağışı

Cumhuriyet 19.10.2012

Prof. Dr. Öztin Akgüc

Kurban Bağışı

 

Şehit haberleri duyulduğunda, cenazeleri geldiğinde açık söyleyeyim, ne ağlıyorum, ne “Şehitler ölmez vatan bölünmez” türüden sloganlar atıyorum, ne yüreğim yandı, dağlandı edebiyatı yapıyorum ne de cenaze namazlarında saf tutuyorum. Acıma, eziklik, bir şey yapmama ya da yapamama utancı duyuyor, yaşananların haksızlık olduğunu düşünüyorum. Gerçekten genç insanların ölümü, ailelerinin acıları, haksızlığa uğradıkları kanısı, insanda en azından anlatımı güç bir burukluk yaratıyor. Şehitler için elimizden bir şey gelmiyor, en azından gazilerimizi, şehit ailelerini zaruretten uzak, maddi gereksinimleri karşılanmış, gelecekleri güven altına alınmış olarak yaşatalım. Bu toplumsal bir borcumuz, bir görevimizdir. Bu görevi kuşkusuz öncelikle devletin yerine getirmesi gerekir. Ancak devletin bu görevi, bu vecibeyi özenle, yeterince cömertlikle, kişilere ve şehit ailelerine gereken saygı ile yerine getirmediğini gözlemliyoruz. Bir şekilde bu eksikliğin giderilmesi gerekiyor. Türk Silahlı Kuvvetleri Mehmetçik Vakfı, bu vecibenin yerine getirilmesinde önemli araç, belki de başlıca kanal. Gazilere, şehit ailelerine, onların saygınlıklarını da koruyarak yardım etmekle haksızlık giderilemiyor, acılar dindirilemiyor. Ancak muhtaç duruma düşmeleri bir ölçüde önlenebiliyor. Maddi olanak sağlamak, hiçbir şekilde acıyı dindirmez, yapılan haksızlığı gidermez, düzeltmez; bunun da bilincinde olalım.

Mehmetçik Vakfı’nın ana kaynağı bağışlardır. Kurban bağışı, vakfın gelirleri içinde ne ölçüde pay taşıyor? Bilmiyorum ancak kurban bağışlarının Mehmetçik Vakfı’na yapılması gerektiğine inanıyorum. Böylece dolaylı da olsa şehit ailelerine ulaşılabiliyor. Bağış, bir şeyler yaptık anlamına gelmez. Vicdanımızı da rahatlatmaz ama böylece acılı ailelerden özür dilemiş oluyoruz.

  • Mehmetçik Vakfı’na bağış, kurban kesme koşulu olmadan da yapılabiliyor.

Vakfa kurban bağışı nakden yerine getirilse, yine de amaca hizmet edilmiş olacaktır.

Çizmeden yukarı çıkmayayım, ama semavi (hak) dinlerin, Tanrısal olan ve bir peygamber tarafından vahiy yoluyla algılanarak insanlığa yayılan dinlerin, özünde haksızlığa isyan, adalet duygusu, adalet özlemi vardır. Müslümanlık, öncelikle ve özellikle haksızlığa başkaldırıdır. Adalet, dayanışma, hoşgörü, başkalarına zarar vermeme, dürüstlük, her açıdan temizlik dinin özüdür. Madem ki dinimizde dayanışma, yardım, alçakgönüllülük, mahviyet asıldır.

  • Gösterişli kurban kesme ritüeli yerine, günümüzde Mehmetçik Vakfı’na bağış, kanımca amaca ve öze daha uygun bir davranıştır.

Aydınlanma, öze uygun davranış için dini kişisel, siyasal ve ticari istismardan kurtarmamız, emperyal güçlerin araç olarak kullanmalarını da önlememiz gerekiyor.

  • Laikliğin, Müslümanlık karşıtlığı değil; tersine, Müslümanlığı yücelteceği görüşündeyim.

Türkiye, günümüz yönetimi altında dahi diğer İslam ülkelerine göre daha çağdaş bir yapıya, konuma sahipse, bu laiklik sayesindedir. Laik bir Müslüman, dincilere kıyasla Müslümanlığın özünü daha iyi temsil eder ve dine saygınlık da kazandırır.

Günümüz koşullarında Orhan Veli’nin

Neler yapmadık bu vatan için
Kimimiz öldük kimimiz nutuk söyledik..

dizeleri dilimizde perseng.

Nutuk söylemek, slogan atmak, cenaze namazında görüntü vermek yerine,
Mehmetçik Vakfı’na bağış yoluyla, zor durumda olan gazilerimize, şehit ailelerine ulaşabilirsek, yine de yetersiz olsa da daha anlamlı bir iş yapmış, dinimizin özüne uygun bir davranış göstermiş oluruz.