Etiket arşivi: Enver Paşa

Her ölüm acıdır ancak…

Üstün Dökmen
Üstün DÖKMEN
06 Kasım 2022, Cumhuriyet

Dört gün sonra 10 Kasım. Yukarıdaki başlığı nasıl tamamlamak istersiniz? “Her ölüm acıdır ancak bazıları daha acıdır” şeklinde mi, yoksa “Her ölüm acıdır ancak bazı ölümler gerçek bir ölüm değildir” şeklinde mi?

Bence her ikisi de geçerli. Bütün ölümler acıdır, kaybedilen bütün yakınlar için yas tutulasıdır, bütün değerli insanların, iz bırakanların, insanlara hizmet etmişlerin ölümleri acıdır ancak tarihimiz açısından Mustafa Kemal Atatürk’ün ölümü kayıplarımızın en acısıdır ve aynı zamanda bazı ölümler, bu arada onun ölümü de gerçek anlamda bir yok oluş değildir.

EMSALİ OLMAYAN BİR KAYIP

Olaya amatör tarihçi gözüyle baktığımda, bir anlamda öznel (sübjektif) bir değerlendirme yaptığımda, tarihimizde çağdaşlarını ve daha sonra yaşayacakları derinden etkilemiş pek çok ölüm vardır. Kanımca Oğuz Kağan’ın ölümü acıydı, İlteriş Kağan’ın, Kapağan/Kapgan Kağan’ın, Bumin, İstemi, Bilge kağanların, Attila’nın (Atlı Han’ın), milyonluk Haçlı ordularına az sayıdaki askerleriyle karşı çıkan, bir direk gibi Anadolu çadırını ayakta tutan Selçuklu hükümdarlarının, Selahaddin Eyyubi’nin, Sultan Alparslan’ın, Mevlana’nın, Fatih’in, Mimar Sinan’ın, Süyümbike’nin, daha nicelerinin ve Atatürk’ün ölümleri acıydı. Ancak sanırım içlerinde en acısı Atatürk’ün ölümüydü. Onun ölümü üzerinden henüz kısa süre geçti, bu yüzden üzerimizdeki etkisi nedeniyle yeterince nesnel (objektif) değerlendirme yapamıyor olabiliriz. Onun ölümüne ilişkin yargımızın ne ölçüde doğru olduğunu torunlarımız söyleyecekler ve torunlarına ileteceklerdir.

Atatürk’ün kaybının emsali olmayan bir kayıp olduğu görüşü sadece bizlere ait değil, bu konuda bir anekdot da var. 10 Kasım 1938’de öğle saatlerine doğru Atatürk’ün öldüğünü ülkedeki herkes duymuştu. O sırada öğrenci olan annemden ve daha pek çok kişiden dinlediğime göre İstanbul Üniversitesi’nde misafir öğretim üyesi olan bir Alman profesör koşup ağlamakta olan dekana gider ve “Atatürk ölmüş, derse gireyim mi, girmeyeyim mi” diye sorar. Dekan ona, “Bu konuda bir kural yok, nasıl isterseniz öyle yapın, sizin ülkenizde böyle birisi öldüğünde ne yapılıyorsa öyle yapın” diye cevap verir. Alman Hoca ise “Benim ülkemde bugüne kadar böyle birisi hiç ölmedi” der.

Dedem, babam doğmadan önce şehit olmuş. Babam, Atatürk’ün naaşının Dolmabahçe’den alınıp Yavuz Zırhlısı’na bindirildiği film televizyonda ne zaman gösterilse ağlardı. Babam, bir de Ayşecik filmlerinde Ayşecik, haksız yere hapse düşen babasının yanağını tel örgüler arkasından öpünce ağlardı ve her defasında çocuksu bir safiyetle, “Yahu böyle şeyleri niçin gösteriyorlar?” diye kızardı. Galiba Atatürk, bütün milletin olduğu gibi babasız büyümüş babamın da atasıydı. Anzaklı (AS: Anzak olacak) anneler, Gelibolu’da ölen oğullarının anısını kucaklayan Atatürk’e yazdıkları cevabi mektupta, “Artık siz bizim de atamızsınız” demişlerdi. Galiba Atatürk’ün ölümü, dünyadaki bütün güzel yürekli insanların bir kaybıydı ve galiba babamın hiç tanımadığı Anzaklı (AS: Anzak bir yer adı değil, bir kabile, Anzak olmalı) kız kardeşleri vardı.

KAYIP SAYILMAYAN BİR KAYIP

Atatürk artık fiziksel olarak yaşamıyor ancak ülkemiz insanı üzerindeki etkisi hâlâ sürüyor. “Bir insanın gerçek ölümü hiç kimse tarafından anılmadığında gerçekleşir” diye bir görüş vardır. İkinci Dünya Savaşı sonrasında ortaya çıkan liderlerden hangisi milletinin zihninde ve dilinde onun kadar yaşıyor şimdi? Galiba o liderlerin hemen hepsi sonsuzluğa erişti fakat bir tek o, milletine verdiği sonsuz güzelliklerden ötürü hâlâ, beğeniyle, sevgiyle, teşekkürle anılıyor bugün.

Çünkü O milletine ;

– bağımsız olmayı,
– onurlu yaşamayı,
– kendini değerli hissetmeyi,
– Cumhuriyetle yaşamayı,
– pozitif bilimle yaşamayı,
– kadın-erkek eşitliği dahil eşitlik içinde,
– tebaa olmadan yaşamayı hediye etti.

O, sadece küçük Ülkü’nün elinden tutup yürümedi, yaşamakta olan ve yaşayacak tüm küçük kızların elinden, Türk kadının elinden tuttu. Kadınlarımız ve onların çocukları bu eli bırakmayacaklardır.

Her 10 Kasım’da aklıma gelen bir olay var. Atatürk, ölümünden önceki son Cumhuriyet Bayramı’nda Dolmabahçe’de hasta yatağındaydı, törenlere katılamamıştı. Törene katılan Kuleli Askeri Lisesi öğrencileri gemiyle okullarına dönüyorlardı, sarayın önünde gemiyi durdurdular, “Atamızı görmek istiyoruz!” diye bağırmaya başladılar. Pencereye çıkan bir hekim eliyle, bağırmayın, yolunuza devam edin işareti yaptı. Gençler susmadılar, Atatürk onları işitti, ne olduğunu sordu. Söylediler. “Beni pencereye götürün” dedi. Artık yürüyemiyordu, kucaklayıp pencere önündeki koltuğa oturttular, eliyle genç askerlerini selamladı. Onu görünce gençler adeta çıldırdılar, o an bazı öğrencilerin postallarını çıkarıp üniformalarıyla suya atladıkları, ona doğru yüzdükleri görüldü. O, yaşarken de öldükten sonra da bir çekim merkeziydi. (Bu olayı yaşayanlardan hayatta olanlar varsa onları bulmak, yoksa bile o günü onlardan dinlemiş çocuklarına, torunlarına ulaşmak çok ilginç olsa gerek.)

ENVER PAŞA’YA ELEŞTİRİ VE ATATÜRK

Enver Paşa’nın ölümünü izleyen aylardan birinde Çankaya’daki akşam sofrasında bir kişi onun ülkeye verdiği zararları saymaya başladı. Enver Paşa’nın hatası gerçekten çoktu. Şimdiki değerlendirmemize göre Enver Paşa yaptığı onca hatanın yanı sıra bir de Mustafa Kemal Paşa’ya büyük ihtimalle bezdiri (mobbing) uygulamıştı ancak buna rağmen Mustafa Kemal Paşa, Enver Paşa aleyhine konuşulmasını istemedi ve “Enver bir güneş gibi tuluğ etmiş (doğmuş), bir güneş gibi de gurup etmiştir (batmıştır). İkisinin arasını tarihe bırakalım.” dedi. Çünkü Enver Paşa, Balkanlar’da “Hürriyet Kahramanı” olarak ortaya çıkmış, Türkmenistan’ın hürriyeti için savaşırken de Bolşevikler tarafından şehit edilmişti. O günün dünyasında çok sevilirdi; pek çok çocuğa, bu arada Enver Sedat’a onun adı verilmişti.

Atatürk’ün Enver Paşa’ya ilişkin yukarıdaki sözü onun yüce gönüllüğünün bir ifadesiydi. Enver Paşa bir güneş gibi doğmuş, bir güneş gibi batmıştı, ikisinin arası tarihe bırakılmalıydı. Bence benzer şekilde Mustafa Kemal Atatürk de bir güneş gibi ancak defalarca doğmuştur, Anafartalar’da doğmuştur, Samsun’da doğmuştur, Sakarya’da, Dumlupınar’da doğmuştur ve ülkesine Cumhuriyeti, özgürlüğü, eşitliği, çağdaşlığı getirdikten sonra bir güneş gibi batmıştır. Enver Paşa olayından farklı olarak bugün bizler Atatürk’ün doğuşuyla batışı arasında yaptıklarını sadece tarihçilere bırakmayacağız, tarihçi olmayan bizler de telaffuz edeceğiz ve yazacağız.

‘Ermeni soykırımı’ diyenlere…

Prof. Dr. Türkkaya ATAÖV

Cumhuriyet, 30 Nisan 2022

ABD Başkanı Biden’ın uzun Osmanlı-Ermeni ilişkisinde 1915’in 24 nisanını “soykırım” diye nitelemesi tarih yönteminin yansız bir değerlendirmesi değil, bir iç siyaset zorlaması, bize karşı da bir baskıdır. Yoksa, yalnız kendi anadilinde okuma becerisi olan Biden S.J. Shaw, J. McCarthy, H. W. Lowry,  C.F. Dixon-Johnson, F. Valyi, R. de Nogales, K.S. Papazian, P. Price, M.A. Shaikh, E. Tashji, S.A. Weems, E. Feigl ve benzerlerinin güvenilir kitaplarının kapaklarını bile herhalde görmemiştir.

1915 olaylarının nedeni Van’da başlayan Ermeni terörünü ve onların tek yanlı kan dökümünü, ayrıca baskın, işgal, kitlesel kıyım ve askerlerimizle kadınlara saldırılarını çevre il, kent ve köylere yansıtmalarıdır. Uzun dostça ilişkilerin yerini genişlemeci Çarlık Rusyası’nın, Katolik Fransız ve Protestan Anglo-Sakson, ayrıca Amerikan din yayıcılarının Ermenileri yüreklendirmeleri, giderek silahlandırmaları aldı. Örneğin, Van’da Rus Konsolosu Binbaşı Kamsaragan Ermeni yurttaşlarımıza askerlik eğitimi veriyordu. İstanbul’daki ABD Büyükelçisi Morgenthau’un iki çevirmeni-danışmanı Ermeniydi. Tek yanlı bilgileri bu ikisinden alıyordu.

ENVER PAŞA’NIN ÖNERİSİ

Oysa, 1915’te Van’a görevle giden E.H. Niles ve A.D. Sutherland adlı iki Amerikalı, o ildeki Türk-Müslüman Mahallelerinin bütünüyle yanıp yıkıldıklarını, erkeklerin öldürüldüğünü, geri kalan ailelerin de kaçmaya çalıştıklarını saptamışlar, Ermeni mahallesindeyse hiçbir müdahale olmadığını görmüşlerdi. Ermeniler Van’ı Osmanlı’dan ayırdıklarını açıkladılar, başlarına da tüm kapıları Rus askerlerine açan A. Manukyan geçti. Bu gerçeği anlatan ortak yazanakları Ermeniler ABD Kongre kitaplığından yok ettiler. Aynı gerçeği Osmanlı asker-sivil görevlileri de İstanbul’a bildirince Enver Paşa önce Ermenilerin değil, Türklerin yer değiştirmelerini düşündü. Kararı verecek olan içişlerinden sorumlu Talat Paşa, Ermenileri Halep ve Şam gibi güneyde cepheden uzak yerlere yollamayı önerdi. Parası olan tren gibi bir araçla da gidebilirdi. Yolda kafilelerin birkaçına saldıran birtakım siviller oldu. Büyük çoğunluk yeni yerlerine salimen vardı. Zaten, birkaç yüz bin Ermeni de yerlerinde bırakılmış ya da Batı Anadolu’ya götürülmüşlerdi. Saldırı haberi İstanbul’a geldiğinde, yakalanan sanıklara ağır cezalar verildi. Bunlar 1915’teki Osmanlı yargılamalarıdır. Ceza görenler Müslümanlar oldu. Suçlu Ermenileri Ruslar, Fransızlar ve İngilizler koruyorlardı.

ÇARPICI İTİRAF

Batı Hıristiyan dünyası Ermenileri, Hz. İsa’nın tek ya da çift kişiliği üstüne farklı yorum nedeniyle bir tür aforoz etmişti. Ermeni Kilisesini 1461 gibi erken bir tarihte tanıyıp ona devlette resmi yer veren Osmanlı Türkleridir. Tartışılan 1915 yılıysa da 1913’te Osmanlı Dışişleri Bakanının Gabriel Noradunkyan adlı Ermeni olduğu bilinmelidir. Yahudi kökenli ABD büyükelçisinin 1915 olaylarına eğildiği söylenen kitabı Ermenilerle birlikte yazılan, Amerikan Devlet Bakanı Robert Lansing’in sayfa sayfa okuyup dilediği gibi değiştirdiği ve Burton J. Hendrick gibi ünlü yazarın para karşılığında baştan yazdığı bir metindir. “Görgü tanığı” dedikleri elçi (Filistin’e gitmesi dışında) İstanbul’dan dışarıya adımını atmamıştı; meslekten emlakçıydı; Ermeni sorununu da bilmezdi. Elçinin Amerika’daki ailesine mektuplarını bile patronun danışmanı Ermeni M. Şinopyan yazıyordu. Öteki danışmanı Arşak K. Şmavonyan’ı Washington’a dönerken yanına alıp götürdü. Bu iki Ermeniyle Paris’teki baştemsilci Bogos Nubar Anadolu’nun neredeyse çoğunu kapsayan bir “Büyük Ermenistan” haritası çizdiklerinde Fransız bakanın tepkisi, “Ama buralarda hiçbir yerde çoğunluğunuz yok ki!” olmuştu…

Cumhuriyet sırat köprüsünden geçiyor

GANİ AŞIK
E. CHP KAYSERİ MİLLETVEKİLİ/MÜFTÜ
Cumhuriyet, 18 Nisan 2022

Birinci Dünya Savaşı’nda Harbiye Nazırı ve Başkumandan Vekili Enver Paşa’nın otoriterleşen büyük gücü nedeni ile Batılılar, özellikle de Almanlar, Türkiye’yi, “Enver’in Ülkesi” anlamında “Enverland” olarak tanımlıyorlardı. Enver Paşa kuşkusuz büyük bir siyasi güce sahipti ama üstünde sadrazam ve padişah vardı. Siyasi ve hukuki garabet örneği olarak partisinin genel başkanı, ülkenin de cumhurbaşkanı sıfatlarını taşıyan Erdoğan’ın üzerinde başka bir otorite ve güç yok. Erdoğan’ın siyasal genetiklerinden şekillenen Adalet ve Kalkınma Partisi’nin (AKP) ideolojik kodları ile laik cumhuriyetin kodları örtüşmüyor.

Türkiye’nin “Recep’in Ülkesi”ne dönüştürüldüğünün binlerce örneği varsa da sadece kuvvetler ayrılığına özet bir değinme ile yetinelim: İşleyişine ya da işlemeyişine bakarak  parlamento eşittir Erdoğan ve ulusal irade tutsak. Yürütme, ana muhalefet liderini bile kapısından çevirecek kadar evlere şenlik. Özellikle siyasi veya siyasetle bağlantılı cinayet davalarında kararı yargıçların vermediğinin açık kanıtı, yüksek perdeden atıp tuttuktan sonra Kaşıkçı dosyasını katiline iade ederek bağımsız Türk devletinin yargı egemenliğinin dolarla takas edilmesidir. Hukuk devletinin üç vazgeçilmezi de işlemez durumda…

DEVLETİ YIKIYORLAR

Batı’nın Atatürk rahatsızlığı; onun antiemperyalist, tam bağımsız ve çağın aydınlığı ile buluşmuş Türkiye idealinden kaynaklanır. Osmanlı’nın batışında payı olan, Cumhuriyeti de uçurumun kenarına taşıyan tarikat, cemaat ve güdümlerindeki örgütlenmelerin Atatürk düşmanlığı cehalet ve emperyalizme köleliktendir. “Dava”ları Türkü Arap, Türkiye’yi Arabistan yapmaktır.

Sayıları on binleri aşan tarikat yurtları ve gökdelen altı şer yuvalarında körpe dimağlar, Cumhuriyetle vuruşacak savaşçı eğitimi alıyor ve Türkiye Batı Ortaçağı’na evriliyor. 

Devlet ve millet olarak böyle bir ortamda sırata benzer bir kader köprüsü üzerinde yalpalayarak ilerliyoruz. Kimi ulema, “Sırat bir köprü değil, cennet ehli için genişleyen, cehennemlikler için daralan yoldur” der. Yaklaşan Cumhurbaşkanlığı seçimi ve genel seçimlere doğru ilerleyen yolumuzun, ortaçağcılara mı, Atatürk’ün has evlatlarına mı daralacağı veya genişleyeceği, gizlerle dolu ciddi bir sorun olarak ülkenin gündeminde.

Son çıkardıkları Seçim Yasası’ndan da anlaşılacağı gibi, Türkiye’nin yaklaşan kader seçiminde sandığa giden yolda kendilerine geçiş üstünlüğü, muhalefete bariyer planlıyorlar. Bu yasa ile sağlanan ek imkânlarla (olanaklarla) bürokratik, yönetsel ve siyasal zorbalıklarla, gerekirse de ellerindeki devlet gücü ile yine bir “Atı alan Üsküdar’ı geçti” hazırlığındalar. Başarıları, Cumhuriyetin ölümüdür.

  • Devlete ve demokrasiye sahip çıkmak gibi bir yurttaşlık görevi ile yüz yüze ve ulusal tarihimizin zor bir dönemecindeyiz.

94. YILINDA 30 AĞUSTOS’un, 9 EYLÜL 1922’nin GÜNCEL ANLAMI

98. YILINDA 30 AĞUSTOS’un,
9 EYLÜL 1922’nin GÜNCEL ANLAMI


Prof. Dr. Ahmet SALTIK MD, MSc, BSc
Ankara Üniv. Tıp Fak. Halk Sağlığı Uzmanı
Sağlık Hukuku Uzmanı, Siyaset Bilimi – Kamu Yönetimi (Mülkiye)
www.ahmetsaltik.net    profsaltik@gmail.com


Giriş                                                       :

Onlar (Yunanlar) zafer ve megalo idea için dövüştüler.
Fakat Türkler ocaklarını ve yurtlarını korumak için savaştılar.

(A. H. Lybeyer, “Türk’ün Ateşle İmtihanı” H.E. Adıvar, Atlas Kitabevi, İst., 1994, s. 177)

Osmanlının Milli Savunma Bakanı (Harbiye Nazırı) Enver Paşa ve arkadaşlarının son derece yanlış, serüvenci politik kararları ile 1. Dünya Paylaşım Savaşı’na Almanların yanında giren (1914) Osmanlı Devleti, bağlaşığı (müttefiki) Almanya’nın yenilmesiyle; Mustafa Kemal Paşa öncülüğünde Çanakkale gibi kimi savaşlarda ciddi askeri başarılarına karşın yenik sayılmış, ateşkes (mütareke, silah bırakışması) istemek zorunda kalmıştı.

Mondros Ateşkes Anlaşması’nın kurallarını çiğneyen Batılı işgalciler, Megalo İdea veya
Büyük İyonya düşleri ile kışkırttıkları Yunan komşumuzu silahlandırarak Batı Anadolu’ya sürmüşler ve 15 Mayıs 1919’da İzmir işgal edilmişti.

Son Osmanlı Padişahı 6. Mehmet Vahidettin tarafından kabul edilen önce 30 Ekim 1918 Mondros Ateşkesi (Mütarekesi), sonra da 10 Ağustos 1920’de bağıtlanan Sevr Anlaşması ile, Osmanlı İmparatorluğundan geriye kalan en az bin yıllık anavatan toprakları Anadolu da
Batılı emperyalistlerce hızla işgal edilmiştir!

Mütareke İstanbul’u Çaresiz                               :

…….

Kurtuluş Savaşı Örgütleniyor                             :

…….

Büyük Taaruz”a Hazırlık                                  :

…….

Büyük Taarruz ve Sonuçları                               :

……

Sonuç                                                                     :

Emperyalizmin sömürgeleri, Türk Ulusunun UNESCO’nun 1979 kararıyla da onaylandığı üzere yeryüzünün ilk ve tek anti-emperyalist bağımsızlık savaşını başarmış olmasından cesaret alarak tutsaklığa başkaldırıyor ve Atatürk’ün savaşım yöntemini örnek alarak başarılı oluyorlar.

Bu görkemli tarihsel dönüşüm ve başarının uluslararası kıvancı, Yüce Atatürk’ün önderliğindeki Ulusumuzundur. Bu yüzdendir ki, hazımsız ve kinci emperyalizmin
ülkemizle görülecek büyük hesabı vardır!

Geleceği, bize Yüce Atatürk’ün kutsal emaneti Türkiye Cumhuriyetinin parlak geleceğini,
Cumhuriyet ordusunun aydınlık beyinli, yiğit yürekli ve yurtsever subayları ile biz Kemalist aydınlar el ele Ulusumuza öncülük ederek, “tüm ulusçu ve cumhuriyetçi güçleri bir araya” getirerek kuracağız.

Bu duygularla ulusumuzun ve Ordumuzun ve milletimizin 30 Ağustos Zafer Bayramı’nı
ve 9 Eylül 1922’yi, İzmir’in 3,5 yıl sonra Yunan işgalinden kurtarılışını kutluyoruz.

………

===========================================

Dostlar,

6 sayfalık uzunca yazımızın tümünü okumak için lütfen tıklar mısınız??

93._YILINDA_30_AGUSTOS’un_9 Eylul_1922’nin_Guncel_Anlami_30.8.2015

30_Agustos_Kutlamasi

Bir kez daha kutlu olsun Büyük Zafer

30 Ağustos Utkusu ve uzantısı, tamamlayıcısı 9 Eylül 1922!

İzmir’in ve Ege’nin emperyalistlerin maşası Yunanların işgalinden kurtarılışının 98. yılı!

9 Eylül 1922 ile ilgili görsel sonucu

Mustafa Kemal Paşa Başkomutanİsmet Paşa ise Batı cephesi komutanı idi. Türkiye’nin işgalden kurtaran bu 2 yengin (muzaffer) ve saygın komutan ve devlet adamı için R.T. Erdoğan Başbakan iken ne acı, ne yazık, ne utandırıcı ve ne uyandırıcı ki, “2 ayyaş” nitelemesini kullanabilmişti..

Haziran 2013 Gezi isyanının tetikleyicisi oldu bu acı, haksız, yanlış ve çok sorumsuz.. sözler..

  • Erdoğan özür dilemedi hala, mutlaka dilemeli oysa..
    Tarihin şaşmaz hakemliğine ve yargısına bırakıyoruz Erdoğan’ı ve iftirasını.. Son anavatan toprağı Anadolu’nun bile son Osmanlı padişahının işbirliği ile emperyalistlerce işgaline son veren, Sevr’i yırtıp Lozan’ın yolunu açan, Türkiye’nin kurtuluş zaferi olan 9 Eylül 1922‘yi,

Üstelik bu yıl, “pandemi” bahanesiyle, inanılmaz bir ikiyüzlülükle 30 Ağustos anmalarının yasaklanmasına bile yeltenildi.. Kamuoyunun haklı ve şiddetli tepkisi ile geri adım atmak zorunlu oldu.. Ne denli zavallılık…

Adına AKİT denen gazete olduğu ileri sürülen ceride, “ANIT KABİR ” yerine “ANIR KABİR” yazdı.. Sonra da sahibinin sesi edasıyla maddi hata gerekçeli özür diledi!??
Biz de yuttuk!
Zırva öyle büyük ki, hiçbir tevil kaldırmıyor, kaldıramaz..
Mutlaka yasal işlem yapılmalı ve hak ettikleri cezaya çarptırılmalıdırlar..
RTÜK hazretleri gece yarısını bekle(ye)meden hemmen, en ağır yaptırımını koymalıdır..

  • Ölen insanın anısına bile saygı göster(e)meyen önce insan, sonra da müslüman olabilir mi??

98 yıl sonra bir kez daha coşku ile anıyoruz.

Büyük Zaferde en küçük emeği olan herkesi, şehitlerimizi sonsuz bir minnet ve şükranla anıyoruz.

Sevgi ve saygı ile.

30 Ağustos 2020, Tekirdağ

SAKARYA MEYDAN MUHAREBESİ

SAKARYA MEYDAN MUHAREBESİ

Prof. Dr. Süleyman Çelik

Sakarya Zaferinin 97. Yıl dönümü, ulusumuza kutlu olsun…

Atatürk, Nutuk’da Sakarya Meydan Muharebesinden şöyle söz eder: “23 Ağus­tos gü­nün­den 13 Eylül gününe ka­dar, bu­gün­ler de dâhil ol­mak üze­re, yir­mi iki gün ve yir­mi iki ge­ce bilâ-fâsıla de­vam eden, Sa­kar­ya Mel­ha­me-i Kübrâ­sı, ye­ni Türk dev­letinin ta­ri­hi­ne; ci­han ta­ri­hin­de en­der olan bü­yük bir mey­dan mu­ha­re­be­si misâli kay­det­ti.” (Nutuk, 1927, s. 449)

Çok büyük ve kanlı savaş anlamına gelen Melhame-i Kübrâ, dinsel öykülerde de geçer ve bazı öykülerde “Kıyamet Savaşı” olarak nitelenen Armageddon ile özdeşleştirilir.

Sakarya Meydan Muharebesi, düşmana öldürücü vuruşun yapılarak kesin zaferin elde edildiği Büyük Taarruz’un gölgesinde kalmıştır. 13 Eylül’ün, art arda büyük ulusal coşku ile anılan / kutlanan 26 Ağustos, 30 Ağustos ve 9 Eylül tarihlerinin hemen ardından gelmesinin de Sakarya Zaferi’nin gölgede kalmasında rolü vardır.

  • Oysa Sakarya Zaferi, Ulusal Kurtuluş Savaşımımızın kaderini değiştiren çok önemli bir zaferdir.

Sakarya Zaferi’ne kadar Milli Mücadele, basit bir isyan hareketi / eşkıyalık olarak görülüyor; işgalci emperyalistler Padişahtan isyanın bastırılmasını istiyorlardı. Padişah, çıkardığı yerel isyanlarla bunu beceremeyince, İngilizlerden lojistik destek sağlayarak, üzerimize Kuvay-ı Muhammediye adını verdiği bir ordu gönderdi, ama gene başaramadı. Bunun üzerine, İngilizler bu işi Yunanlılara (AS: Yunanlar olmalı) yaptırmak istedi ve onları üzerimize saldı.

22 gün, 22 gece aralıksız sürdüğü için dünya savaş tarihine, en uzun meydan muharebesi olarak geçen Sakarya Meydan Muharebesinin kazanılması, Ankara’da bir çete değil, ciddiye alınacak bir “GÜÇ” olduğunu dünyaya kabul ettirdi.

Sovyetler o tarihe kadar, emperyalizme karşı bir mücadele verdiğimiz için bize sıcak yaklaşmış, teşvik etmiş ama yardım etmemişti.

Osmanlı Ordusunun tamamını onlara teslim edecek kadar dost bildiği Almanlar, yenilgiden sonra yüzüne bakmayınca Berlin’den Moskova’ya geçen Enver Paşa, bu kez Bolşeviklere sığınmış ve eğer kendisini destekleyecek olurlarsa Sovyetler Birliğine katılma sözü vermiştir. Bunun üzerine Sovyetler, kullanılmaya elverişli görmedikleri Mustafa Kemal Paşa yerine kullanılmaya hazır Enver Paşa’yı desteklemeye karar vermişlerdir. Enver Paşa Batum’da, derlediği Bolşevik kuvvetlerle Anadolu’ya yürümeyi beklerken Sakarya Zaferi’nin kazanılması Sovyetlerin planlarını değiştirmelerini sağladı.

  • Lenin, “düşmanımın düşmanı dostumdur” mantığı ile, “Mustafa Kemal elbette bir sosyalist değil, ama akıllı bir anti-emperyalist. Başarısı emperyalizme büyük bir darbe olacaktır” dedi ve Ankara’ya yardım emrini verdi.

Sovyet Devrimi’nden sonra Rusya’nın, İngiltere ile 1. Dünya Savaşı öncesi yaptığı gizli anlaşmalar açıklanınca İngilizlerin, parçalanacak Osmanlı topraklarının paylaşımı konusunda herkese mavi boncuk dağıtmış olduğu görüldü. Bunun üzerine Fransa ve İtalya, iki yüzlü İngiltere’ye güvenlerini yitirdiler. Askeri dehasının yanında diplomatik bir dahi de olan Atatürk, bu durumu değerlendirip, Fransa ve İtalya ile anlaşma yaparak İngiltere’yi karşımızda yalnız bıraktı, hatta bu ikisi işgal ettikleri yerlerden çekilirken, bazı malzeme, silah ve cephanelerini de bize bıraktılar.

Ezilen ve sömürülen tüm dünya halkları Sakarya Zaferi’ni kendi zaferleri olarak algıladılar ve Ankara’ya yardım kampanyaları düzenlediler. Başta Hindistan Müslümanları (Pakistanlılar) olmak üzere bazıları önemli maddi destek verirken bazıları da manevi destekleri ile moral verdiler…

Sakarya Zaferi’ne kadar “tüm Anadolu’yu ele geçirip ‘Megalo İdea’yı gerçekleştirerek Bizans’ı yeniden kurmak”, büyük hayali ile yaşayan Yunanlıların (AS: Yunanların) moralleri çöktü. Artık saldırıyı bırakıp kazandıkları toprakları elde tutmak için savunmayı düşünmeye başladılar. Yunanlılarla (AS: Yunanların) birlikte, başta Vahdettin olmak üzere, işbirlikçi hainlerin de moralleri bozuldu

Buna karşılık ordumuzun ve halkımızın morali düzeldi, umudu arttı ve Mustafa Kemal Paşa’ya tüm varlığı ile güvenmeye başladı. Atatürk’ün deyimiyle, “topyekûn savaş” koşulları oluştu. Cephedeki  ordu kadar cephe gerisindeki tüm halk, elinde avucundaki her şeyini verdiği gibi yaşlı çocuk, kadın erkek herkes seferber oldu ve Büyük Zafer’in önü açıldı

Bu konuda güzel bir yazı okuyup daha ayrıntılı bilgi edinmek ve gururlanmak istiyorsanız, sevgili Sinan Meydan’ı öneriyorum:

https://www.sozcu.com.tr/2018/yazarlar/sinan-meydan/sathi-mudafaa-veya-sangarios-cikmazi-sakarya-destani-2617129/
=================================================
Dostlar,

Sevgili dostumuz, ADD Samsun Şubesi önceki başkanlarından, 19 Mayıs Üniv. Tıp Fak. emekli öğretim üyesi Prof. Dr. Süleyman Çelik hocamızın iletisini, tatil dönüşü yolculuğumuz nedeniyle yeni gördük ve hemen paylaşıyoruz..

Sakarya Meydan Savaşının 22 gün – 22 gece süren cehennem ortamında gözünü kırpmadan ülkemiz – vatanımız için canlarını feda eden aziiiiiiz şehitlerimizin anısı önünde sonsuz bir minnet ve şükranla eğiliyoruz. Merhum gazilerimizin de..

Tekalif-i Milliye Yasası” insanlık tarihine geçmiştir.  Halkın elinde ne varsa, 2’sinden 1’ini Orduya ödünç vermesi istenmiş ve yoksul Anadolu halkı bu büyük özveriyi üstlenmiştir. Polatlı’ya dek Ankara’ya yaklaşan (75 km) ve Ankara’yı alıp Milli Mücadeleyi bitirmeyi planlayan İngiltere’nin maşası Yunanlar, Sakarya’nın batısına püskürtülmüş, ilerlemeleri durdurulmuştur. Meydan Savaşı’nın top sesleri Ankara’dan duyulmaktadır! 1. Meclis’te Kayseri’ye taşınma tartışmaları yapılabilmiştir.

Bu savaş bir “subay savaşı” oldu adeta.. Ordu’dan kaçanlar, yeterli asker toplayamama… nedenleriyle, ne denli yurtsever subay varsa cepheye sürüldü. Ağır can yitikleri oldu ve bunun 26 Ağustos Büyük Taarruzu sırasında eksikliği çok ağır hissedildi. Arada yalnızca 12 ay var.. Bir ölüm – kalım savaşı için olağanüstü yokluklar ve Osmanlı Saltanatının da düşmanla işbirliği yaparak engellemelerine karşın 200 bine yakın bir ordu toplamak son derece zor oldu.

Mustafa Kemal Paşa‘nın dehası, özverisi, yürekliliği (cesareti) ve görkemli başarısı karşısında şapka çıkarmamak olanaklı mı??

Bu vatan ve bağımsızlık – özgürlük kolay kazanılmadı. Uğruna ödenen bedel, yeryüzünde belki de an ağır bedel oldu. Hiç akıldan çıkarmamak, asla nankör olmamak, vefalı olmak ve tarih bilinciyle ulusal duruş sergilemek, kazanımları her durumda korumak.. tarihsel yükümümüzdür.

Sevgi ve saygı ile. 16 Eylül 2018, Ankara

Dr. Ahmet SALTIK
Ankara Üniv. Tıp Fak. – Mülkiyeliler Birliği Üyesi
www.ahmetsaltik.net     profsaltik@gmail.com

BALKAN FACİASI

BALKAN FACİASI


Dostlar
,

Geçtiğimizn yüzyıl başlarında yaşanan Balkan faciası, yakınçağ insanlık tarihinin
en büyük trajedilerinden biridir.

Balkanlarda 7 (yedi) milyon dolayında Müslman Türk nüfus ve Batı Trakya’yı, Makedobya’yı.. yitirmiştir Osmanlı’nın serüvenci politikaları..
Enver Paşa, Sarıkamış’ta 90 bine yakın vatan evladını kör Panturanist – Panislamcı ihtirasları ve hesapsızlığı yüzünden korkunç açlık ve soğuğa kurban verirken;
Mustafa Kemal Paşa gergef gergef KURTULUŞU örüyordu.

Site okurlarımızdan Dostumuz Sayın Suna Gürkem hanımefendi,
içimizi parçalayan yansılar göndermiş..

Sakin sakin izlemek ve günümüze bağlamak, ders çıkarmak
elde kalan son vatan toprağı ANADOLU’da olağanüstü dikkatli biçimde YAŞAM – SAĞKALIM KAVGASI vermek zorundayız.
En küçük hata hakımız, risk alma şansımız yok!

İzlemek için lütfen tıklar mısınız??

Balkan_faciasi

Sevgi ve saygı ile.
08 Kasım 2015, Ankara

Dr. Ahmet SALTIK
www.ahmetsaltik.net
profsaltik@gmail.com

MUSTAFA KEMAL’e YAPILAN BÜYÜK AYIP


MUSTAFA KEMAL’e YAPILAN BÜYÜK AYIP

portesi

Soner YALÇIN
Twitter: hsoneryalcin
e-mail: syalcin@sozcu.com.tr

 

SÖZCÜ, 15 Mart 2015
http://www.sozcu.com.tr/2015/yazarlar/mustafa-kemale-yapilan-buyuk-ayip-772119/ 

Çanakkale Savaşı sonrası dağıtılan bildirilerde zaferi kazanan komutanın adı yoktu.
Yahya Kemal, İleri gazetesi sahibi Celal Nuri’ye, “Birinci sayfaya Mustafa Kemal’in bir resmini koysanıza; zaferin sahibini milletten saklamak, böyle bir zafer kazanan insanı yüceltmemek milli bir günahtır” dedi. Celal Nuri, Mustafa Kemal’in arkadaşlarından bir fotoğraf buldu. Gazetenin birinci sayfasına koydurdu;
haberi elleriyle yazdı. Tam baskıya girecekti ki, Polis Müdürü Bedri’nin adamları gazeteyi bastı. Enver Paşa’nın selamını getirmişlerdi:

“Başarı askerindir. Kişiyi sivriltmeye gerek yoktur!”

Celal Nuri fotoğrafı ve yazıyı çıkardı. Aradan 100 yıl geçti…
Bugün kimileri Mustafa Kemal adını söylemeden Çanakkale Savaşı anlatıyor!

Peki…

Mustafa Kemal, Çanakkale’de insanları kıskandıracak kadar neyi başarmıştı?..

Mustafa Kemal’in bir grup askerle birlikte cephede çektirdiği fotoğraflardan biri…Mustafa Kemal, Birinci Dünya Savaşı’ndan başarılarıyla takdir toplayan şöhretli bir
Paşa olarak çıktı…

Savaş başladığında “sürgündeydi”; Sofya’da Ataşe Militer idi. Kurmay Yarbay’dı…
Osmanlı’nın savaşa katıldığını öğrenince görev almak için hemen temaslara başladı.

Tarih: 20 Ocak 1915.

Görev emrini aldı; yeni kurulmakta olan 19. Piyade Fırka (tümen) Kumandanlığı.
Tekirdağ Yarkışla mevkiindeki tümenin daha karargahı bile yoktu…
3. Kolordu’ya malzeme taşıyan küçük bir gemiyle Tekirdağ’a geldi. Emrinde üç alay vardı; Türklerden oluşan 57. Alay ile Araplardan oluşan 72. ve 77. alaylar.
Arap askerler yeterli eğitimden yoksundu. Askerlerini savaşa hazır hale getirmek için
kısa zamanı vardı. Düşman yaklaşıyordu…
İngiliz-Fransız ortak deniz kuvvetleri boğazları geçerek Rusya’ya ulaşmak istiyordu.
19 Şubat’ta ilk denemeyi yaptılar.
 Başarısız oldular. Tekrarlayacakları kesindi.
Mustafa Kemal askerleriyle birlikte 22 Şubat’ta Çanakkale’ye doğru yola çıktı…

ENVER’E MEKTUP

İngiliz-Fransız gemileri 25 Şubat ve 18 Mart’ta Boğaz’ı geçmeyi yine başaramadılar. Donanmanın geçişini sağlayacak büyük bir deniz ve kara harekatı başlatmak amacıylaGeneral Sir Ian Hamilton kumandasında Akdeniz Seferi Kuvvetleri’ni kurdular.

Osmanlı da, Çanakkale Boğazı ve Gelibolu Yarımadası’nın savunulması amacıyla
25 Mart’ta Alman General Otto Liman von Sanders komutasında 5. Ordu’yu kurdu.

Alman Sanders hızla teftiş ettiği Gelibolu’daki savunmaları yetersiz buldu.
Sahillerde hafif uyarı kuvvetleri bırakıp daha büyük kuvvetlerin Bolayır’da konuşlanmasını istedi. Mustafa Kemal bu stratejiye karşı çıktı;
kumsaldaki savunmaları güçlü tutmak gerektiğini belirtti.
İşin özünde Çanakkale Savaşı’nın Alman komutanların eline bırakılmasına da karşıydı.

Enver Paşa’ya bir mektup yazarak, Alman komutanların Osmanlı ülkesini ve askerlerini tanımadığını belirterek komutayı almasını rica etti. Israrları boşa gitti. Bu arada Sanders, 57. Alay’ın yerini de değiştirmek istedi ama Mustafa Kemal, çıkartmanın yapılacağı yere en yakın noktalardan biri olacağını düşündüğü Bigalı Köyü‘nde kalmak istedi.
Gerçekten de… İngiliz General Hamilton, asıl çıkarmalar dışında göstermelik çıkarmalar yaparak 5. Ordu’yu kandırmak isteyecekti.

“ÖLMEYİ EMREDİYORUM”

Tarih: 25 Nisan 1915.
Fransızlar Anadolu Yakası’ndaki Kumkale’ye şaşırtma saldırısı düzenledi.
İngilizler Gelibolu’nun güney ucundaki İlyas Baba Burnu’na saldırırken,
30 bin 50 kişilik Avustralya ve Yeni Zelanda Kolordusu/Anzaklar,
Arıburnu ve Kabatepe arasındaki kumsala çıkarma yaptı.

Amaçları Arıburnu’ndan yarımadayı ikiye bölmekti.
Yarımada işgal ediliyor ve fakat Alman General Sanders, Bolayır’dan kıpırdamıyordu.
İşgali duyan Mustafa Kemal birliklerini alarma geçirdi. Taarruz için emir bekliyordu.
Saat 06.30 olmuştu ve Alman Sanders’ten cevap yoktu.
Fazla bekleyemedi; düşmanın Arıburnu bölgesine yerleşmesine meydan vermemek gerekiyordu. Tarihin akşını değiştirecek kararı verdi. Bir süvari bölüğü, bir sıhhiye bölüğü ve bir dağ bataryasıyla takviye ettiği 57. Alay’a taarruz emri verdi.
Kuşkusuz… Böyle bir inisiyatifi almanın ağır yükü vardı;
suçlu görülerek mesleğinden uzaklaştırılabilir, hatta idam edilebilirdi.

Bunları düşünmedi ya da önemsemedi. Tehlike her türlü kaygıdan önemliydi…
57. Piyade Alayı, Conkbayırı doğrultusuna ilerlerken Mustafa Kemal, durumu yakından incelemek amacıyla yanına emir subayını ve birkaç atlı muhafız erini alarak Conkbayırı’na gitti.
Vadi atla geçmeye elverişli olmadığından atı bırakıp yürüdü.
Conkbayırı’na düşmandan önce yetişmeyi başardı.
Avusturyalılar sahilde iki sırtı ele geçirmişti. Hedeflerinde Topçular sırtı vardı.
Aksilik, Türk askeri de çekiliyordu.

Mustafa Kemal, çekilmekte olan askerlerin önüne geçti; “neden çekiliyorsunuz?” diye sordu. “Cephanemiz kalmadı” dediler.
Mustafa Kemal “Düşmandan kaçılmaz! Düşmanla savaşılır! Cephaneniz yoksa süngünüz var!” diyerek askerlere süngülerini taktırdı ve mevziye yatmalarını emretti. Zaman kazanmak istiyordu. Yüksek sesle süngü taktırması üzerine Teğmen Tulloch,
Türk subayının askerlerini ateş etmeye hazırladığını sanarak durdu.
Bu durma emri savaşın kaderini değiştirdi.
Mustafa Kemal ilk psikolojik savaşı kazandı. Ve ardından, 57. Piyade Alayı’na emrini verdi:

“Ben size taarruz etmeyi emretmiyorum;
ölmeyi emrediyorum…”

CEBİNDEKİ SAAT

İngilizlerin Arıburnu’na çıkardığı kuvveti 15 bindi.
Mustafa Kemal’in emrindeki asker sayısı ise 5 bin. Buna karşın Mustafa Kemal
düşmanı sahile kadar sürüp Conkbayırı’nı ele geçirdi.

Sanders anılarında, “Kendisi 25 Nisan sabahı 19. Tümen ile kendi kararıyla muharebeye müdahale ederek düşmanı sahile kadar sürmüş ve bundan sonra üç ay durmaksızın kırılmaz bir direnç ve inatla şiddetli taarruzlara başarıyla karşı durmuştu” demesine rağmen; 27 Nisan günü Mustafa Kemal’e yardım etmesi için
bir Alman Binbaşı gönderdi. Mustafa Kemal bunu kendine yapılmış bir hakaret olarak değerlendirdi ve Alman Binbaşı‘yı hemen başından uzaklaştırdı.

1915 yazı ortalarına kadar İngilizler ve Fransızlar Çanakkale’deki yenişememe halini kırmak için kuvvetlerini 14 tümene çıkardı. Yeni planları, Anzak askerlerinin Conkbayırı’nı alması ve Bombasırtı’nı zapt etmesiydi. Bu arada 20 bin askerden oluşan
iki tümen de Suvla‘ya çıkacaktı.

Harekat 6-7 Ağustos gecesi başladı.
Alman Sanders Bolayır’daki 7. ve 12. tümene Suvla Koyu’na hareket emrini verdi.
Albay Fevzi’nin (Çakmak) birliklerinin toplanması ve intikali vakit aldı.
Keza albay, birliklerin yorgun olduğunu savunarak taarruzun ertesi gün yapılmasını istedi. Sanders emrine uymadığı için Albay Fevzi’yi azlederek yerine
Mustafa Kemal’i tayin etti.
O artık Kurmay Albay’dı…
16. Kolordu, 9. Tümen ve Alman Yarbay Willmer’in komutasındaki üç taburdan oluşan Anafartalar Grubu‘nun komutanıydı.
Göreve gelir gelmez 6 taburluk ana kuvvetine taarruz emri verdi; Mehmetçik süngüleri takılı sessizce hareket ederek düşmanı ileri mevzilerinde gafil avladı.
İngilizler geri çekildi.
17 bin Mehmetçik’in ve 25 bin İngiliz’in öldüğü bu cephe savaşıyla ilgili resmi
İngiliz tarihi şöyle yazacaktı;

“Türk karşı taarruzunun planı, hayranlık vericiydi.”

Bu arada Mustafa Kemal’in savaşa bizzat katılımı askerlerine bireysel cesaret konusunda örnek oldu. Öyle ki…
Mustafa Kemal, cebinde bulunan saati sayesinde ölümden döndü;
mermi saate saplanmıştı. (Bu saatini, hatıra olarak Sanders’e hediye etti.)

SEBEBİ KISKANÇLIK

Mustafa Kemal, düşmanın bir ileri adım atmasına izin vermedi.
Siperlerinden çıkamıyorlardı. General Hamilton’u görevden aldılar;
yerine General Charles Monro atandı.
 Cephede yaptığı incelemelerin ardından
Monro, 3 Kasım 1915’te İngiliz Yüksek Savunma Konseyi’ne görüşünü,

“Gelibolu tahliye edilmelidir.” şeklinde bildirdi.

Osmanlı cephesinde de görev değişikliği vardı…
Takdir belgelerine, madalyalara boğulan Mustafa Kemal Çanakkale’den ayrılmak zorunda kaldı.
Sebebi kıskançlık idi…

Enver Paşa, 26 Ekim 1915’te gönderdiği emriyle Mustafa Kemal’i, Anafartalar Grubu içinde bir ast birlik komutanlığına atadı! Bu Mustafa Kemal’in adeta cezalandırılması demekti. Onur kırıcı durumu elbette kabul edemezdi; istifa etti.
Sanders araya girdi. İstifasını geri aldırtıp bir aylık hava değişimiyle İstanbul’a gitmesini sağladı.
Mustafa Kemal, 10 Aralık 1915’te Anafartalar Grubu Komutanlığı’nı
Fevzi (Çakmak)’a bırakarak Çanakkale’deki savaştan ayrıldı.

10 gün sonra da İngilizler Çanakkale’den çekildi…
Böylece 8,5 ay/259 gün süren Çanakkale muharebeleri son buldu.
Mustafa Kemal, düşmanın rahatça Çanakkale’den tahliye olmasını eleştirdi.
Belki de bu nedenle görevden uzaklaşması sağlanmıştı; kim bilir!..

ASKERİ DEHASININ SEBEBİ

Mustafa Kemal’in Çanakkale’deki başarısın sebebi neydi?

Kuşkusuz zekiydi; gerçekçiydi. Bir o kadar da kendini geliştirmeyi bildi.
Mekteb-i Harbiye’deki ilk yılında Ahmet Refik’in Clausewitz’den çevirdiği
“Savaşın İdaresinde Temel İlkeler” kitabını okudu.
Savaşta galip gelmenin; zeka, mantık ve akıl gibi unsurlarla birlikte kişisel becerilerin de
önemli olduğunu kavradı.
En sevdiği öğretmenlerinden Trabzonlu Yarbay Nuri‘den taktik dersleri alarak,
gerilla savaşını öğrendi.
Subayın vazgeçilmezi, entelektüel gelişimini sürdürmekti.
Kitap ve gazeteyi elinden düşürmedi.
1904-05 Rus-Japon Savaşı’nı güçsüz Japonların nasıl kazandığına kafa yordu. Moltke ve Napolyon‘un seferleri başta olmak üzere askeri tarih araştırmaları yaptı.
Kıta hizmetine çıkıp Osmanlı Ordusu’nun halini görünce, Berlin Askeri Akademesi’nin eski müdürü General Karl Litzmann’ın takım, bölük ve taburların eğitimine dair eserini 1909’da Almanca’dan çevirdi: 

“Takımın Muharebe Talimi.”

Aynı yıl 19 Ağustos ile 1 Eylül arasında yapılan tatbikatı analiz eden,
“Cumalı Ordugahı: Süvari, Bölük, Alay, Tugay Liva ve Talim Manevraları”

eserini yazdı.
1910’da Fransa’ya giderek Fransız Ordusu’nun Picardie manevralarını gözlemledi. Dönüşünde, “Bölüklerin Muharebe Talimi” broşürünü yazdı.
Osmanlı 5. Kolordu Erkan-ı Harbiyesi’nin iki günlük harita tatbikatını inceleyerek,
“Tatbik ve Tatbikat Gezisi” eserini kaleme aldı.

Yüzbaşı Andre Constantin, Albay Biobat ve sosyolog Gustave Le Bon’un asker ve
toplum psikolojisi üzerine eserlerini okudu.

Çevresindeki herkesin “Ordu ve Donanma Mecmuası” ile “Askeri Gazete”yi okumalarını istedi.

Trablusgarp günlerinde subaylardan muharebe tecrübelerini yazmasını istedi.
Sofya’da “Zabit ve Kumandan ile Hasbıhal” kitabı üzerinde çalıştı.

Uzatmayayım… Çanakkale’deki başarısı hiç tesadüf değildi.
19. Piyade Fırkası’na geldiğinde ertesi gün subaylara şu konuşmayı yaptı:

“Bir ordunun ruhu subaylardır. Subay ne kadarsa ordu da o kadardır.
Askere örnek olun. Kendinizi iyi yetiştirin. Sırf askeri bilgiyle iyi asker olunmaz. Okuyun.
Sanata ilgi duyun. Hayata bakın. Düşünen asker olun. Hepinizden askerlerinizin ruhunu-beynini, yurt sevgisiyle kararak, bilgiyle donatarak eğitmenizi istiyorum. 

Gözüm her an üzerinizde olacak! Görevde yanlışlığı bağışlamam, bağışlayamam.”

İşte bunun sonucudur:

Mustafa Kemal Çanakkale’deki başarıları nedeniyle şu madalyaları aldı:

– 23 Mart 1915: Alman İmparatoru I. Ferdinand’dan Aziz Alexander Nişanı,
– 30 Nisan 1915: Osmanlı Padişahı Mehmet Reşat’tan Gümüş İmtiyaz Madalyası,
– 1 Eylül 1915: Osmanlı Padişahı Mehmet Reşat’tan Gümüş Liyakat Madalyası,
– 28 Aralık 1915: Alman İmparatoru Wilhelm’den saygın Demir Haç Madalyası,
– 17 Ocak 1916: Osmanlı Padişahı Mehmet Reşat’tan Altın Liyakat Madalyası…

Evet, Mustafa Kemal askeri dehasını Çanakkale’den sonra da göstermeye devam edecekti.

======================================

Dostlar,

Değerli araştırmacı gazeteci – yazar Soner Yalçın‘ı bu önemli yazısı için kutluyoruz
ve teşekkür ediyoruz..

Yazıda birkaç fotoğraf ve çizim de var. Bunlarla birlikte bütün olarak okumak için
yazının pdf biçimi aşağıdaki erişkeden (linkten) çağrılabilir..

MUSTAFA_KEMAL’e_CANAKKALE’DE_YAPILAN_BUYUK_AYIP_ONER_YALCIN

Sevgi ve saygıyla.
17.3.2015, Ankara

Dr. Ahmet SALTIK
www.ahmetsaltik.net
profsaltik@gmail.com

ÇANAKKALE’de YARBAY MUSTAFA KEMAL’İN KATKISI

PROF. AZMİ GÜRAN’DAN PROF. CEMİL KOÇAK’A
ve PROF. İLBER ORTAYLI..

ÇANAKKALE’de
YARBAY MUSTAFA KEMAL’İN KATKISI

Lale Gurman
16.03.2015
Değerli Dostlar,

Şu an (16 Mart 2015) Ulusal Kanal’da Prof. İlber Ortaylı 100. Yılında Çanakkale Savaşları konusunda konuşuyor ve diyor ki,

“Bazı odaklar var, bunlar Çanakkale Savaşlarının Mustafa Kemal tarafından değil,
Alman General Liman von Sanders tarafından kazanıldığını söylerler. Bu son derece büyük bir safsatadır. Kaldı ki General Sanders’in Alman ordusu içinde bile değeri yoktu.”

Altta, bu “odaklardan biri” olan Sabancı Üniversitesi profesörlerinden Cemil Koçak’a
çok önemli bir yanıt da Prof. Azmi Güran’dan.

Bu odakları iyi tanıyalım ve lütfen tanıtalım.

Dostlukla,
Lâle Gürman

The Moore School of Electrical Engineering University of Pennsylvania

Yer Sabancı Üniversitesi, tarih 23 Ekim 2010, konuşmacı Prof. Cemil Koçak:

Yarbay Mustafa’nın (bu Mustafa Kemal oluyor!) Çanakkale zaferiyle uzak,yakın bir ilgisi yoktur. Zafer Alman general Liman von Sanders’e aittir. İstanbul hükümeti ve Alman general Yarbay Mustafa’yı 5-10 kişiyi bile yönetmekten aciz bularak
gözden uzak kalsın diye Gelibolu’ya göndermişti. Yarbay Mustafa döneminin
en yeteneksiz askeriydi. Tesadüfler ve şansı yaver gitmeseydi emekli olup
kahve köşelerinde sürünüp gidecekti.

Muhterem Cemil bey.

Yukarida  5 sene once soylediginiz sozunuz tesadufen elime gecti.

Cemil bey, siz guya tarih profesoru imişsiniz. Sasirdim dogrusu. Bilir misiniz,  ABD’de
Ataturk ve Turkiye icin neler nesredildigini? Her sene Ataturk hakkinda 2-3 kitabin piyasaya ciktigini.  2400 adedin ustunde Ataturk ve Ataturk Turkiye’si hakkinda yazilan ne varsa listesini su 217 sayfalik kitapta bulursunuz.

Kitap dunyanin en buyuk kütuphanesi Library of Congress tarafindan 1984’te nesredildi, BM’nin 1981 yılını Ataturk Yılı olarak ilan edilmesinden sonra.  Paylaşım Savaşları) harplerinde zafer kazanan bir Alman generalin ismini yazar misiniz lutfen?

Cemil bey, ben 1. Cihan Harbi ve İstiklal Harbini yasamis neslin evladi ve Ataturk devrini yasamis Cumhuriyet cocuguyum. Sizin bu yalanlarinizi, sacmalarinizi, uydurmalarinizi yutmam.

Siz lutfen Liman von Sanders’in Ataturk’un dehasini, vizyonerligini, ileri goruslugunu
kabul ettikten sonra kumandayi biraktigini von Sanders’in notlarindan, kayitlarindan
okuyun da ogrenin.

Ataturk hayatinda hicbir işi tesadufe, sansa birakmamistir. Sans herketin basina gelmistir.
Fakat o sansi zamaninda gormek, yakalamak, iste onu herkes yapamiyor. Hitler’in de eline
pek çok sans geçti. Hem de nasil. WW II’den önce Almanya her branşta dunyanin en ileri gelen memleketiydi. Hitler o sansi nasil yok etti, siz bilmezsiniz. Ilk basta Yahudileri ezmekle.
Ama ben bilirim. O günleri yasadigim icin bilirim. Ne kadar Yahudi sanatçı,
bilim adamlarin Turkiye’ye geldiklerini bilirim. Hatta bazilari benim hocamdi.

Asagida Fritz Neumark’in kitabi var. Zuflucht am Bosporus. (Bogazicinde İktica). Amazon.de de satiliyor. Hic olmazsa sizi cehalet hastaligindan kurtarir.

Bakin yeni bir kitap daha cikti. Tanidigim tarihci US Col. Austin Bay tarafindan:

Austin Bay : Ataturk; Lessons in Leadership from the Greatest General.
2011. 202 sayfa.

Bunlari lutfen okuyun da Cemil bey layikiyla profesor unvanini tasiyin.

Hurmetler

Dr. Azmi Güran
Ph.D. Prof. Eng.

====================================

Dostlar,

SÖZCÜ‘nün usta araştırmacı – yazarlarında Sayın Soner Yalçın tam sayfa yazdı
15 Mart 2015 günü :

Enver Paşa‘nın gazetelere baskı yaparak Mustafa Kemal’in Çanakkale kara savaşlarındaki görkemli başarısının yayımlanmasını nasıl engellediği…

Sevgi ve saygıyla.
17.3.2015, Ankara

Dr. Ahmet SALTIK
www.ahmetsaltik.net
profsaltik@gmail.com

Büyük Facia 100. Yılında : HEPİMİZ DAVACI OLMALIYIZ!


Dostlar
,

Birikimli tarih araştırmacısı ve yazarı dostumuz Sn. Zeki Sarıhan, gündem karmaşası içinde gözden kaçan 1. Dünya Paylaşım Savaşını 100. yılında irdeledi. Önemli bilgiler ve önermeler içeriyor.. Bu ağır faturadan emperyalizm sorumlu. Ve biz insanlar birbirimizle uğraşacak yerde asıl hedef olarak insanlık düşmanı emperyalizm ile boğuşmalı ve ondan davacı olmalıyız.

Sevgi ve saygı ile.
6.11.2014, Ankara

Dr. Ahmet Saltık
www.ahmetsaltik.net

=====================================

Büyük Facia 100. Yılında : HEPİMİZ DAVACI OLMALIYIZ!

portresi

 


Zeki Sarıhan

 

 

Türkiye yakın tarihinin en karanlık dört yılı olan 1. Dünya Savaşı’na girişimizin
100. yılını arkamızda bıraktık. Bu savaşın 100. Yıldönümünü ile ilgili birkaç bilimsel toplantı, birkaç kitap ve makale yayımı yapıldı. Belki önümüzdeki iki ay içinde
birkaçı daha yapılacak ama olayı gerektiği kadar önemle ele aldığımız söylenemez.

İlginç bir tarihsel rastlantıdır: Cumhuriyet’in ilan edildiği 29 Ekim 1923’ten 9 yıl önce yani 29 Ekim 1914 günü, “Devlet benim” diye düşünen ve kendini çok kudretli gören bir adam, Enver Paşa, bir emrivaki ile Osmanlı İmparatorluğunu savaşa soktu. O, iradesini Almanlara teslim etmişti. Yanına üç arkadaşını daha alarak Almanlarla gizli bir anlaşma yapmıştı. Ama gerek İttihat Terakki’nin Merkezi Umumisi içinde, gerek yöneticileri arasında böyle bir savaşın devleti felaketin içine atmak olduğunu düşünenler vardı.

1914’te Türkiye yarı sömürge bir ülke, borçlarını ödeyemez durumdaydı.
İmparatorluk, büyük devletlerin çıkar çatışmaları nedeniyle varlığını sürdürebiliyordu.
İki büyük emperyalist grubun dünyayı yeniden paylaşmak için tutuştukları bu savaşta Türkiye’nin izlemesi gereken biricik yol, tarafsız kalarak, ikisinin de düşmanlığını
üzerine çekmemek, onların çekişmelerinden yararlanarak durumunu güçlendirmekti.

29 Ekim’de Cumhuriyetin ilanını, resmi ve özel törenlerle kutladığımız halde, aynı gün 100. yılına geldiğimiz büyük felaketi neredeyse unutmamızın nedeni, tarihten gerekli dersi çıkarmamış olmamızdır. 1. Dünya Savaşı örneğinde savaş siyasetinin millete nelere mal olduğunu öğrenecek bir millet, bir daha böyle serüvenlere kalkışacak olanlara fırsat vermez. Fakat hâlâ hayret edilecek bir tutumla bu savaşa girmemizin zorunlu olduğunu savunanlar vardır! Bu gibiler, ya dışarıya bağlılığın kendileri için getireceği bir yükümlülüğü hesap ederek kendilerini mazur göstermeye çalışacak olanlar, ya da serüven peşinde koşmaya hevesli kişilerdir. Oysa 1939’da patlayan 2. Dünya Savaşı’nda iki blokun da Türkiye’yi kendi yanlarında savaşa sürükleme çabalarına karşılık devlet, Enver Paşa politikalarından çıkardığı dersle bu isteklere
karşı koymasını bilmiş ve Türkiye’yi 2. Büyük Savaş felaketinden korumuşlardır.

MİLLET SAVAŞA NASIL SOKULDU?

İngiliz ve Almanlar dünyanın yeniden paylaşılmasına hazırlanırken Türkiye’ye bu savaşta kendi tarafında yer almasını istediler. Enver Paşa kararını çoktan vermişti. İngilizlerin “Tarafsız kalın toprak bütünlüğünüzü garanti edelim.” önerisini kabul etmedi. İngiliz donanmasının sıkıştırdığı iki Alman savaş gemisinin Çanakkale Boğazından geçip İstanbul’a gelmesinden sonra bile devletin bu savaşa katılıp katılmaması tartışılmaktaydı. Enver Paşa ise çoktan kararını vermişti. Amiral Suşon’a şu emri verdi:

“Bütün filo Karadeniz’de manevra yapmalıdır. Müsait bulunduğunuz anda Rus filosuna hücum ediniz. Muhasemata başlamazdan evvel, bu sabah size verdiğim gizli emri açınız.” Gizli emirde ise şöyle yazmaktadır:

“Rus filosunu arayınız ve nerede bulursanız harp ilan etmeksizin hücum ediniz.”

Filoya bu emri neden Almanlar değil de Enver Paşa vermiştir? Nedeni, Enver Paşa’nın ölmesi veya yenilmesi halinde iş başındakilerin “Biz savaşa girmeyi kendiliğimizden istemedik. Haberimiz yok iken Almanlar bizi sürüklediler ve bir şey yapamadık.” demelerinin önünü kesmektir. Bu emir gereğince 27 Ekim’de Karadeniz’e açılan filo,
29 Ekim günü Sivastopol’ü topa tutar. Bu baskının amacı, “Ruslar Karadeniz’de gemilerimize saldırdı.” biçiminde açıklanacak ve böylece savaşa girmek istemeyen bakanları da bir emrivaki karşısında bırakmaktır. Bunun üzerine Ruslar Doğu Anadolu’dan Osmanlı topraklarına girerler. [1]

Mustafa Kemal Paşa, 1 Aralık 1921’de Meclis’te yaptığı konuşmada,

Milleti bugün idam sehpasında bulunduran fiillerin ve hareketlerin kaynağı hayaldir, hissiyattır.” diyerek 1. Dünya Savaşı’na girişin bu hissiyatın ta kendisi olduğunu söylemiştir. Kendi siyasetlerini bununla karşılaştırarak şunları söylemiştik:

“Büyük hayaller peşinden koşan, yapamayacağımız şeyleri yapar gibi görünen sahtekâr insanlardan değiliz.” 

Mustafa Kemal Paşa’ya göre, büyük ve hayali şeyleri yapmadan yapmış gibi görünmenin bütün dünyanın düşmanlığı, kini ve garazı bu memleket ve
bu millet üzerine çekilmiştir. [2]

SAVAŞIN MALİYETİ KORKUNÇ

Savaş, bütün taraflar için büyük felaketlere neden oldu. Bu savaşta Rusya 4.700.000, Almanya-Avusturya-Macaristan bloğu 2.700.000, Fransa 1. 840.000,
Sırbistan 1.330.000, İngiltere 1.000.000, Romanya 360.000, İtalya 880.000,
Belçika 100.000 insan yitirmiştir. Bunların toplamı 15.130.000 kişi tutuyor.[3]

Yenigün gazetesinin verdiği rakamlara göre Harbiumumi’deki kayıplar “Müthiş bir yekûn” tutmaktadır. Bu savaşta 10 milyon kişi ölmüş, 14 milyon kişi yaralanmış,
6 milyon kişi ağır hasta olmuş, 6 milyon kişi kaybolmuştur. Bunların toplamı
36 milyon kişidir. Maddi kayıpların toplamı ise 2 milyar 700 milyon altındır. [4]

Türkiye’nin bu savaştaki yitiklerine ilişkin rakamlar da Millî Mücadele yıllarında verilmekteydi. Dersaadet gazetesi savaştan önceki 34 milyon nüfusun 13 milyona indiğini, savaş giderlerinin ise 146.284.227 lirayı bulduğunu yazmıştır.[5]

İkdam, “Harbiumumi’ye dair siyah liste” başlığı ile verdiği haberde 2.850.000’e ulaşan Osmanlı ordusundan bir milyonunun mahvolduğunu yazmıştır. [6]

17 Şubat 1922 tarihli Osmanlı ordusunun sıhhiye tebliği yayımlanmıştır.
Buna göre 501.000 Osmanlı askeri ölmüştür. [7]

Osmanlı ordusunun savaşta askeri durumuyla ilgili istatistik çalışmaları
Büyük Taarruz’dan 14 gün önce sonuçlanabilmiştir. Buna göre seferberlik başlangıcında ordu mevcudu 150.000 kişidir. Seferberlik ilan edildikten sonra 1.920.000 kişi toplanmıştır. Savaş sırasında en yüksek mevcut 2.850.000’e çıkmıştır.

Asker ve subay olarak adları belli şehitlerin sayısı 50.000’dir. 35 bin kişi de savaşta aldığı yaralar sonucunda ölmüştür. Hastalıktan yaşamını yitirenlerin sayısı 240.000’dir. Adları belirlenememiş şehitlerin sayısı ise 325.000’dir. Savaşta 400.000 kişi yaralanmıştır. Yitik, tutsak, hasta ve kaça (firar) toplamı 1.065.000 kişidir. Ateşkes başlangıcında bu ordudan devletin elinde yalnız 560.000 kişi kalmış bulunuyordu.

1922 Ağustosunda işgal altında bulunan Trakya ve İzmir dışında, 1. Dünya Savaşı’nda Türkiye’nin yitirdiği toprakların yüzölçümü 1.600.000 km2’dir.[8]

Türkiye’nin 1. Dünya Savaşı’ndaki yitikleri ise Tevhidiefkâr gazetesi tarafından
“dehşet” olarak nitelenmektedir. Gazetenin verdiği rakamlar şöyledir:

Yaralananları ve hastalananların toplamı 3.059.200, bunlardan tedavi edilenlerin toplamı 2.107.841, şehitlerin ve hastanede ölenlerin toplamı 501.091.
Engelli kalanların sayısı 891.364. [9]

HEPİMİZ DAVACIYIZ

1. Dünya Savaşı, büyük bir yenilginin acısından ve Türk nüfusun mahvından başka, ülkede yaşayan azınlıkların da büyük acılar yaşamasına neden olmuştur. Şimdi Türkiye 1915 Ermeni Tehcirinin 100 yılına hazırlanmaktadır. Türklerin Ermenileri, Ermenilerin de Türkleri suçlaması sürecektir.

  • Oysa hepimizin dünyaya egemen olmak için milliyetleri birbirine düşüren emperyalizmin yakasına yapışmamız ve ondan davacı olmamız gerekiyor.

Birkaç yıl önce yayımlanan bir araştırma, Ermeni tehcirinin Almanların bir projesi olduğunu kuşkuya yer bırakmayacak kesinlikle anlatıyor.[10] Musul ve Konya Valilikleri sırasında Ermenileri göç ettirmediği için görevden alınan Mehmet Celal Bey
daha 1918’de şöyle yazıyordu:

“Hepimizin mağduru felaketi bir. Binaenaleyh Türkler de, Araplar da, Ermeniler gibi davacıyız. Biz de adalet istiyoruz. Birbirimizde kusur bulmaktan ise el ele verip medeniyet dünyasında adalete el uzatmak ve yüzyıllardan beri kardeşçe yaşamış olan Arapları, Türkleri ve Ermenileri bu duruma getirenlerin cezasını istemek ve henüz vakit geçmemiş ise bundan böyle yine kardeşçe yaşamaya çalışmak pek uygun olur.”[11] (3 Kasım 2014)

[1] Yusuf Hikmet Bayur, Türk İnkılâbı Tarihi, C. III, 1914–1918 Genel Savaş, Kısım 1, Türk Tarih Kurumu, 1991, s. 229 ve devamı.
[2] Atatürk’ün Bütün Eserleri, Cilt 12, İstanbul, 2003, Kaynak Yayınları, s. 123, 124.
[3] Hâkimiyeti Milliye, 20 Mart 1921.
[4] Yenigün, 29 Aralık 1921; Açıksöz 3 Ocak 1922.
[5] Dersaadet, 29 Temmuz 1920.
[6] İkdam, 15 Şubat 1922.
[7] İkdam, 17 Şubat 1922; Açıksöz, 22 Şubat 1922.
[8] Akşam, 12 Ağustos 1922.
[9] Tevhidiefkâr, 15 Aralık 1921.
[10] Hüseyin Hasançebi, Osmanlı Ermeni Olayı,Sahne-i Facia, İstanbul, 2010,
Pencere Yayınları,
[11] Vakit, 13 Aralık 1918, Radikal 26-7.4.2014

TÜRKÇE DİL BAYRAMIMIZ KUTLU OLSUN!


TÜRKÇE DİL BAYRAMIMIZ KUTLU OLSUN!

Dostlar,

Sayın Aydoğan Kekevi (dog.kekevi@t-online.de) aşağıdaki makalesini bizlerle paylaştı sağolsun.. Biz de yarın kutlayacağımız 81. Dil Bayramımız adına sizlere sunuyoruz. Sağolsun Sn. Kekevi, bir yandan “TÜRKÇE DİL BAYRAMIMIZ KUTLU OLSUN!” demekte bir yandan da ağdalı bir Osmanlıca kullanmakta..

D ü z e l t m e    n o t u                  :

Dostlar,

Sayın Aydoğan Kekevi’den aşağıdaki düzeltme notunu aldık :

*****

Saygın Ahmet SALTIK bey iyi akşamlar;

Önce söz konusu yazıyı sitenizde yayınladığınız için sağolunuz.

Yalnız, dikkatinizden kaçmış, söz konusu yazı benim değil iletiden de görüleceği gibi
Sn. Güzide Filiz TUZCU’nundur.

Ben yalnızca paylaşıcı / dağıtıcı konumundayım.

Sitenizde söz konusu yazıda bu ad değişikliğini yapar, yanlışlığı düzeltirseniz sevinirim.

*****

Biz de elbette düzeltir, Sn. Kekevi’den ve Sn. Tuzcu’dan özür dileriz.
Gerçekten dikkatimizden kaçmış.

Bu arada Sn. Kekevi “Öztürkçeci” olduğunu belirterek 2 makalelerini de lütfetmişler.
Bu 2 değerli makaleyi değerlendireceğiz sitemizde yer vermek üzere..

1. Osmanlıca “Zorunlu Ders” olmuş; şimdi sıra Türkçe’nin “Seçmeli Ders”
    olmasında (mı?).. (5 sayfa)

2. METROPOL- MEGAPOL (2 sayfa)

*****

Sn Güzide Filiz TUZCU’nun yazısını özüne dokunmadan yer yer güncel (arı da değil!) Türkçe sözcükleri koyduk..

Yüce ATATÜRK‘ün Türk dili hakkında önemli bir söylemini sunarak katkı vermek isteriz..

  • “Milli his ile dil arasındaki bağ çok kuvvetlidir.
    Dilin milli ve zengin olması, milli hissin gelişmesinde başlıca etkendir. Türk dili, dillerin en zenginlerindendir. Yeter ki, bu dil şuurla işlensin. Ülkesini, yüksek bağımsızlığını korumasını bilen Türk milleti,
    dilini de yabancı diller boyunduruğundan kurtarmalıdır.”

Ata_ve_Inonu_Kayseri'de

Sevgi ve saygı ile.
25.9.13, Ankara

Dr. Ahmet Saltık
Dil Derneği Üyesi
www.ahmetsaltik.net

=====================================

TÜRKÇE DİL BAYRAMIMIZ KUTLU OLSUN!

Güzide Filiz TUZCU
(gftuzcu@hotmail.com)

Millet olarak, söz konusu bu Bayramın gerçek değerini anlayabilmemiz için, belleğimizi tazelememiz, bir başka deyişle geriye dönüp “tarihimize bakmamız” gerekmektedir…

Türk Dili – Kültürü ve Tarihi, Osmanlı İmparatorluğu’nun özellikle  son yüzyıllarında tümüyle ihmal edilmiş, bir kenara itilmiş hatta tümden yok varsaılmıştır. Bilindiği üzere Osmanlı hanedanı “Arapça ve Farsça” dillerinden karışık, halkın anlayamadığı
yapay bir dil” (A.S.:Osmanlıca!) benimsemiş ve  “Türk Dilini” küçümseyerek,
(AS: özellikle) arka plana atmıştır.”Kanuni Sultan Süleyman’ın şeyhülislâmı Ebusuud Efendi, insan – doğa ve
Allah sevgisini bir nakış gibi  işleyen – ölümsüz büyük Türk Ozanı Yunus Emre‘nin “Türkçe Şiirlerini” bile yasaklamış ve bu şiirleri okumanın dinsizlik sayılacağına dair fetva vermi
ştir.”
  (Kaynak: Necdet Sakaoğlu, Osmanlı Eğitim Tarihi, İletişim Yay. İstanbul, 1991, syf. 22)Hatta Osmanlılar, Türklerin Kuran’ı ana dilleri olan Türkçe okumalarını bile yasaklayarak, Kuran ayetlerini Türklerin anlamalarını yüzyıllarca engellemişlerdir. İslâm’da baskı ve zorlama kesinlikle olmadığı halde Osmanlı padişahları ve yöneticiler, İslâm dini adına Türklere baskı, zulüm ve yasaklar uygulamışlardır.
Bu yüzden Türkler, kendi dinlerinden, kimliklerinden ve tarihlerinden habersiz yaşamışlardır…Anımsatmak isteriz ki, o çok bilinen ve haklı olarak övünülen ve dünyada bilinen en eski Alfabe “Futhark Alfabesi – yani aslında Türk Runik Harfleri Alfabesiyle” yazılmış olan “Orhun Abideleri Yazıtları” bile, Türkler tarafından değil, 19. yüzyılda yabancılar tarafından bulunmuş ve gün ışığına çıkarılmıştır. 

1923 – 38 döneminde “Antik Tarihin” tarafsız bir şekilde araştırılması ve ortaya çıkarılması için yine Mustafa Kemal Atatürk öncü olmuştur. Ancak 1938 sonrasında, maalesef  yine Osmanlı dönemlerine geri dönülmüştür…

Oysaki daha gün ışığına çıkarılmayı ve dünya kamuoyuna duyurulmayı  bekleyen
göz kamaştıran nice Türk Yazıtları ve Tarihi Eserleri vardır. Hatta Türkiye’de bulunan müzelerimizde “Antik Türk Tarihine” ait değerli tarihi eserlere “Helenistik” diye
etiketler konulmuş olması oldukça üzücü ve  düşündürücüdür…

Anımsatmak isteriz ki, söz konusu “Türk Değerleri ve Antik Mirasımız“, oldukça geç bir tarihte, ancak 2. Meşrutiyet’te (1908) İttihat ve Terakki’nin “Türkçülük Akımı” düşünceleri doğrultusunda Osmanlıda önem kazanmaya başlamıştır… Ancak Türklerin çok geç de olsa uyanmaları, kimliklerinin, dillerinin ve tarihlerinin farkına varmaları,
ülke yönetimi dahil, ülkede pek çok şeye egemen olan Osmanlının gayrimüslim ve gayri-Türk tebaasını oldukça rahatsız ve tedirgin etmiştir
.

Bu bağlamda 1908 – 14 dönemi oldukça çalkantılı, sıkıntılı bir dönem olmuş; siyasal, iktisadi, ticari  ve dış politika açısından ülkede gerekli istikrar sağlanamamıştır.
Daha sonra da bilindiği üzere 1. Dünya (AS: Paylaşım) Savaşı çıkmış, Enver Paşa ve ekibi Almanya saflarında savaşa katılmaya karar vermiş ve Mustafa Kemal Paşa‘nın bütün itiraz ve uyarılarına rağmen, Türk ordularını Alman komutanların emrine vermişlerdir. Herkesin bildiği üzere Osmanlı İmparatorluğu savaş sonunda büyük bir yenilgiye uğramış, emperyalist Batılı devletler daha önce kararlaştırmış oldukları gibi, “Türkleri, Anadolu’dan tümüyle atıp, yok etmek, “İslâm dünyasına esaslı bir gözdağı – ders vermek üzere” bir idam fermanı niteliğinde olan Mondros Mütarekesi‘ni ve daha sonra da, kimi yabancı gözlemci ve yazarların bile oldukça haksız buldukları “Sevres Antlaşması‘nı” Osmanlı yönetimine imzalatmışlardır.

Şayet bütün bu haksız uygulamalara, işgallere ve zulümlere, Mustafa Kemal Paşa ve değerli silah arkadaşları da sessiz kalsalardı ve deselerdi ki;

  • Karşımızda dünyanın en güçlü koskoca devletleri var, bizler de kim oluyoruz? Onlara nasıl kafa tutarız? Bizler onlara itaat etmek zorundayız, başka elimizden ne gelir ki? Bizler gözümüzü kaparız – görevimizi yaparız, padişahtan ve Osmanlı hükümetinden yana oluruz, saltanatımızı kurtarırız ve keyfimize bakarız…

Allah korusun bugün ne Büyük T.C. Devleti vardı, ne onurlu,  haysiyetli ve özgür bir yaşantımız vardı, ne baş tacı ettiğimiz güzel dinimiz, ne camilerimiz, ne de göklerde şerefle dalgalanan şanlı Türk Bayrağımız…

Ne de bu gün kutlanacak olan bir “Dil Bayramımız” olacaktı…
Ayrıca ne Türk Tarih Kurumumuz, ne Türk Dil Kurumumuz,
yani hiçbir şeyimiz olmayacaktı…

Büyük Türk Milletini “derin bir gaflet (AS : aymazlık) uykusundan uyandıran,
onlara şanlı ve köklü kimliklerini, dillerini, kültürlerini ve tarihlerini anımsatan;
Türkleri padişahlara ve padişahların buyruğundaki görevlilere kul ve köle olmaktan kurtaran ve milletinin yeniden kendisine güven duymasını sağlayarak, onları özgür, onurlu – saygın bireyler yapan; milletini ve ülkesini kalkındırmak, eğitmek, refahını (AS : gönencini) sağlamak ve sonunda en ileri uygarlık düzeyine taşımak için

var gücüyle, gece -gündüz çalışan, bu uğurda çok sevdiği askerlik mesleğini, gençliğinden başlayarak bütün yaşamını, hatta canını bile ortaya koyan Büyük Atatürk‘ün önünde bir kez daha saygıyla eğiliyor, büyük minnet duygularımızı
ve engin sevgilerimizi arz ediyoruz..