Etiket arşivi: Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi

UĞURSUZ ÜNİVERSİTE

UĞURSUZ ÜNİVERSİTE  (*)

portresi

 

Suay Karaman

 

 

Değerli katılımcılar,

Adalet ve Demokrasi Haftası olarak adlandırılan 24-31 Ocak arasında başta Uğur Mumcu ve Muammer Aksoy olmak üzere yitirdiğimiz tüm yurtsever aydınlarımızı anmaktayız. Yitirdiğimiz tüm değerlerin ışıklar içinde yatarak, bizleri aydınlattığı inancıyla hepinizi dostlukla selamlayarak sözlerime başlıyorum.

Cumhuriyet yönetimi, eski tüzükle yönetilen Darülfünun’u Cumhuriyet Devrimlerine uygun bir şekle getirerek, 1 Nisan 1924’te 493 sayılı yasayla İstanbul Darülfünunu’nu kurmuştur. Genç Cumhuriyet yöneticileri, Darülfünun’dan çok şey beklemişler ancak beklediklerini bulamamışlardır. İstanbul Darülfünunu, genç cumhuriyet aydınlanmacılarının beklediği iyileşmeye, gelişmeye ve ilerlemeye ulaşamadığı gibi, yapılan pek çok devrime ya sessiz kalmış ya da karşı çıkmıştır. İşte uğursuz üniversite böylece ortaya çıkmaya başlamıştır.

Bu yüzden eğitim alanında köklü değişiklikler yapılarak, 1 Ağustos 1933’te İstanbul Üniversitesi kurulmuştur. 1933 Üniversite Devrimi ile yeniden kurulan üniversite, özerk bir yapıya kavuşmamasına karşın belirli dönemlerde atılımlar yaparak, bilimsel niteliğini ve devrimci çizgisini yükseltmiştir.

18 Haziran 1946’da 4936 sayılı Üniversiteler Kanunu çıkarılarak, üniversiteler hem bilimsel, hem de yönetsel özerkliğe kavuşmuş ve yönetimde katılımcılık ilkesi getirilmiştir. 27 Mayıs 1960 Devriminden sonra 28 Ekim 1960’ta çıkarılan 115 sayılı yasa ile 4936 sayılı Üniversiteler Kanunu’nun bazı maddeleri özerkliği genişletici şekilde değiştirilerek, katılımcı yönetimi ve demokratikleşmeyi artırıcı nitelikler sağlanmıştır. Üniversitelerin özerk oluşları da, ilk kez 1961 Anayasası’nın 120. maddesinde açık ve net biçimde yazılarak güvence altına alınmıştır. 12 Mart 1971 muhtırasının ardından 7 Temmuz 1973’te, hem antidemokratik, hem demokratik hükümler içeren 1750 sayılı Üniversiteler Kanunu çıkarılmıştır. Antidemokratik hükümler Anayasa Mahkemesi tarafından iptal edilince, önceki yasalara göre en özgürlükçü yasa konumuna gelmiştir.

12 Eylül 1980 darbesinden sonra 6 Kasım 1981 tarihli 2547 sayılı Yüksek Öğretim Kanunu (YÖK) çıkarılmıştır. Bu yasa, Ocak 1981’de Şili’deki faşist cuntanın çıkardığı yasanın kötü bir kopyasıdır. Bu yasayla çağdaş, demokrat ve özerk üniversite yok edilmiştir. Üniversitelerimiz 35 yıldır bu yasayla yönetilerek, uğursuz üniversiteye kalıcı geçiş sağlanmıştır. Bu YÖK dönemini uğursuz üniversite olarak anmak yanlış sayılmaz. YÖK yasasıyla birlikte üniversitelerde toplu tasfiyeler başlamış, akademisyenler susturulmuş, öğrencilere disiplin cezaları verilmiştir. Özerklik tümden ortadan kaldırılmış, yöneticiler atamayla gelmiştir. Üniversite harçları artırılmış ve eğitimin özelleştirilmesinin yolu açılmıştır. Şimdi bu uğursuzlukların bazılarını yakından görelim.

YÖK’ün kurucusu ve 1981-92 arasında on bir yıl YÖK Başkanı olarak görev yapan Prof. Dr. İhsan Doğramacı döneminde üniversiteler açık açık doğranmıştır ve 1402 sayılı Sıkıyönetim Yasası gerekçe gösterilerek yüzlerce ilerici akademisyenin görevine son verilmiştir. İhsan Doğramacı, üniversitelerden özgür düşünceyi kovmak için pek çok şey yapmış, bilimden ve aydınlanmadan yana olan her şeye savaş açmıştır. İstediği kişilerin, sahte jüri kurarak doçent olmasını bile sağlamıştır. Bir devlet kurumunun başındaki kişi olarak, Bilkent Üniversitesi adıyla ilk özel üniversiteyi kurmuştur. Böylelikle eğitimin piyasalaşması adına önemli bir adım atılmıştır.

Prof. Dr. İhsan Doğramacı’nın ilk basımı 1952’de 14. ve son basımı 2000 yılında yapılan “Annenin Kitabı” başlıklı bir çocuk bakım kitabı bulunmaktadır.  Bu kitabında ABD’li bilim insanı Dr. Benjamin Spock’un (1902-98) ilk baskısı 1946’da yapılan “Çocuk Bakımı ve Eğitimi” (Baby and Child Care) adlı dünyaca ünlü kitabından, kaynak göstermeden alıntılar (aşırma/intihal) yaptığı, ilk kez 29 Kasım 1981 tarihli Cumhuriyet Gazetesi’nde Uğur Mumcu tarafından yazılmıştı. Bu olayın hukuksal süreci 10 Mayıs 2006 tarihinde Doğramacı lehine sonuçlanmıştır ancak vicdanlarda Doğramacı aklanmamıştır. Bu işin peşini bırakmayan Prof. Dr. Hasan Yazıcı, 15 Nisan 2014’te Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nde açtığı davayı kazandı ve İhsan Doğramacı’nın aşırma (intihal) yaptığına karar verildi. İşte böyle bir kişinin üniversitelerin başına geçmesi, uğursuzluk olarak değerlendirilmelidir. Bu olaydan cesaret alarak, günümüzde de birçok akademisyen aşırma yapmaktadır ve uğursuz üniversitede artık aşırma olağan sayılmaktadır.

Gericiliğe ve tarikatlara bırakılan üniversitelerde imamların da içinde olduğu bazı gruplar, etkinliklere katılmaya başlamıştır. 1994’te Erciyes Üniversitesi’nin açılışını Diyanet İşleri Başkanı Mehmet Nuri Yılmaz yapmış ve şunları söylemişti: “İlim ve akıl, dini teyit eder. İlmi öğrenin, yayın; gizleyip günaha girmeyin.” Gelinen bu nokta bilimi ve üniversiteyi derinden yaralamış ve küçük düşürmüştü. Ancak tepki veren olmaması, uğursuz üniversitenin hızla yayılmasını sağlamıştır.

Şimdi sizinle ilginç bir örnek paylaşacağım. 2006 yılında TOBB Ekonomi ve Teknoloji Üniversitesi Tarih Bölümü’nde Prof. Dr. unvanıyla işe başlayan, Çin Halk Cumhuriyeti, Sincan Uygur özerk bölgesinden gelen Alimcan Ziyai adlı bir kişi aynı zamanda üniversitede rektör danışmanı oldu. Bu unvanlarıyla birçok yerde konferanslar veren bu kişinin, Urumçi Üniversitesi ile yapılan yazışmalar sonucunda, lisans eğitiminin bile olmadığı ortaya çıktı. Bu yüzden TOBB ETÜ Rektörlüğü tarafından 2008 yılında görevine son verildi. Bu kişi daha sonra Nisan 2009’da Gazi Üniversitesi, Yabancı Diller Yüksekokuluna, Eski Çince Eğitimi için Yrd. Doç. kadrosuyla alınmak istendi. Ancak jüride bulunan Çin’in Sincan Uygur özerk bölgesinde doğmuş ve Xinjiang Üniversitesi Tarih Fakültesinden mezun olan Doç. Dr. Varis Çakan, Urumçi Üniversitesi ile yazışarak, Alimcan Ziyai’nin makale ve evraklarının sahte olduğunu ve diploması olmadığını belgeleyerek, geçer not vermedi. Bunun üzerine Doç. Dr. Varis Çakan jüriden çıkartılarak, yerine Konya Selçuk Üniversitesi Türk Dili Bölümünden Yrd. Doç. Dr. başka bir akademisyen atandı. Böylece Alimcan Ziyai, Mart 2010’da Gazi Üniversitesi Yabancı Diller Yüksek Okulu Çince bölümünde Yrd. Doç. Dr. olarak göreve başlatıldı, hem de hiçbir belgesi olmadan! Üstelik 2547 sayılı YÖK yasasına göre, profesör olarak atanan bir kişi, başka bir üniversiteye yardımcı doçent olarak atanamazken…

Günümüzde uzmanlık alanının dışında ders veren, bilgisiz ve yetersiz birçok akademisyenlerin olduğu uğursuz üniversitelerde, sahte diplomaların ve unvanların uçuştuğu, merkezi sınavlarda sahteciliklerin yapıldığı, bilimin nasıl film haline getirildiği, tüm değerlerin para ile ölçüldüğü bir ortamda öğrencilerin bilgi ve kültür düzeylerinin en alt düzeylerde yetiştirildiği tüm açıklığıyla görülmektedir. Aile şirketi gibi olan üniversiteler de vardır; ailenin tüm bireyleri aynı üniversitede akademisyen olarak ya da idari kadrolarda görev yapmaktadırlar.

Sabancı Üniversitesi’nde Prof. Dr. Cemil Koçak, velilere verdiği konferansta “Aslında onbaşı bile olamaz” dediği büyük önderimiz Mustafa Kemal Atatürk için şunları söylemişti: “Yarbay Mustafa’nın Çanakkale zaferiyle uzak yakın bir ilişkisi yoktur. Zafer; Alman generali Liman von Sanders’e aittir. İstanbul hükümeti ve Alman generali, Yarbay Mustafa’yı 5-10 kişiyi bile yönetmekten aciz bularak gözden uzak kalsın diye Gelibolu’ya göndermiş. Yarbay Mustafa döneminin en yeteneksiz askeriydi. Tesadüfler ve şansı yaver gitmeseydi, emekli olacak, kahve köşelerinde sürünüp gidecekti.” Ülkesinin yakın tarihini bilmeden tarih konferansı vermeye kalkan böyle bir profesör ile bu akademik unvanları böylelerine verenler, uğursuz üniversitenin görüntüsüdür.

Sabancı Üniversitesi’nden Prof. Dr. Fikret Adanır, Hamburg’daki bir panelde sözde Ermeni soykırımını kabul ettirmek için tarihimizi ve arşivlerimizi kirleterek, Türkiye’ye, Osmanlı’ya ve Türkler’e iftira kusarak; “Türkler soykırımı yapmasalardı ulus olamazlardı..” gibi gerçek dışı söylemlerde bulunmuştu.

Koç Üniversitesi Hukuk Fakültesi Dekanı Prof. Dr. Bertil Emrah Öder, “Yeni Anayasa’dan Türklük kalkmalı. Anayasa’nın temeli din olmalı” demişti. CHP parti meclisinin eski üyesi ve Anayasa Hazırlık Komisyonu çalışma grubunda olan Bertil Emrah Öder, laiklik kavramının tartışmaya açılmasıyla özgürlükler alanının genişleyeceğini ileri sürmüştü.

Koç Üniversitesi’nin düzenlediği “Öz yönetim nedir?” konulu panelde konuşan HDP milletvekili Sabahat Tuncel, PKK teröristlerinin kazdıkları hendekleri savunarak, bu hendekleri neden kazdıklarını ve bu bölgelerde öz yönetimin nasıl geliştirildiğine ilişkin fikirlerini aktardı.

Boğaziçi Üniversitesi Sosyoloji Bölümü Öğretim Üyesi Yrd. Doç. Dr. Nazan Üstündağ, İnsan Hakları Haftası dolayısıyla düzenlenen paneldeki konuşmasında; “Hendekler yeni mücadele mekanizmalarıdır. Özyönetim öz savunmayla gelir” ifadesini kullanarak, teröristlerin kazdığı hendeklere övgüler yağdırdı. Bu gibi panellerin olduğu uğursuz üniversitelerden ve diğer uğursuz üniversitelerden bazı uğursuz akademisyenler de, yayınladıkları bildirilerle, PKK terör örgütüne desteklerini sunmuşlardır.

Yıldırım Beyazıt Üniversitesi Hukuk Fakültesi Dekanı’nın, Tayyip Erdoğan’ın elini öpmek için yerlere kadar eğilmesi, üniversitelerin ortaçağ karanlığındaki medreselere doğru kayarak, uğursuzlaştığını göstermesi açısından önemlidir. Muş, Alpaslan Üniversitesi Rektörü Prof. Dr. Nihat İnanç; “Düşünebiliyor musunuz, amfide film gösterimleri, tiyatrolar, konserler düzenliyorlar..” diyerek ODTÜ yönetimini hedef alan söylemleri de uğursuz üniversite içinde değerlendirilmelidir.

Trakya Üniversitesi İlahiyat Fakültesi öğretim üyesi Prof. Dr. Hüseyin Sarıoğlu’nun, çocuk pornosu arşivlediği ortaya çıkarılmıştı ve bu akademisyenin yabancı dergilerde tek bir yayını olmadan Türkiye Bilimler Akademisi (TÜBA) üyeliğine atandığı belirlenmişti. Necmettin Erbakan Üniversitesi İlahiyat Fakültesi öğretim üyesi Prof. Dr. Orhan Çeker’in söylemleri insanın kanını donduracak niteliktedir: “Kadın yüzünü de kapamalı, Kadının evden çıkması caiz değil, Saç boyama caiz değil, Parfümlüye cennet haram, Dekolte giyinen, tahrik eden kadının tecavüze uğraması sürpriz değil.”

Şimdi Diyanet İşleri Başkanı ki kendisi de akademisyendir, uğursuz üniversitelerde bir moda başlattı: her üniversiteye cami yapımı kampanyası. Bilim yuvalarına, ibadet yerleri yapılması için düğmeye basıldı ve uğursuz üniversiteler cami yapma yarışına başladılar. Hatta Ege Üniversitesi kampüsünde cami yapılabilmesi için imar planında değişiklik bile yapıldı.

Diyanet İşleri Başkanı Prof. Dr. Mehmet Görmez’in; “Sekülerizm dinlerden kaynaklanan şiddeti de geride bırakarak dünyayı topyekün bir savaşın içine soktu.” söylemi, aklı örümcek ağıyla sarılmış bir ilahiyat profesörü için normal görülebilir. Aydınlanma Devriminden payını alamayanların bulunduğu uğursuz üniversite, ülkemizi hızla ortaçağ karanlığına sürüklemektedir.

Son günlerde Diyanet İşleri Başkanlığı Din İşleri Yüksek Kurulu’ndan insanlıkla, vicdanla, ahlakla bağdaşmayacak açıklamalar gelmektedir. Laik ülkede fetva adı ile topluma yutturulmak istenen bu saçmalıklardan bazıları şunlardır:

  • Nişanlılar el ele tutuşamaz,
  • Müslüman bir kişi Alevi bir kızla evlenemez,
  • Babanın öz kızına şehvet duyması haram değildir.Ülkemizde 196 kamu ve özel üniversite bulunmaktadır ve içlerinde 86 ilahiyat fakültesi vardır. Bu fakültelerde üç binin üzerinde akademisyen çalışmaktadır. Ama hepsi uğursuz üniversite üyesi olduğu için, bu saçmalıklara seslerini çıkartamamaktadırlar.

Uğur Mumcu’nun 27 Haziran 1975’te Kanıksamak” adlı yazısında “Demokratik bir toplum için en büyük tehlike, yolsuzluklara, karanlık cinayetlere ve haksızlıklara karşı kamuoyunun duyarlığını yitirmesidir. Yaşadığımız olaylar demokrasimiz için bir utanç sayfasının kanlı satırlarıdır. Unutmayalım ki bazı insanlar cinayetlere, haksızlıklara ve yolsuzluklara susarak da katılmış olurlar.” sözlerini anlayamayan uğursuz üniversite ve akademisyenleri ile sorunları aşmak olanaksızdır.

Anayasa Mahkemesi kararlarına göre siyasal İslam’ın simgesi olan türban ile bugün yükseköğretimde derslere girmek yasaktır. Bu konuda Danıştay ve Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi kararları da, siyasal İslam’ın simgesi olan türbana geçit vermemektedir. Ancak Ege Üniversitesi öğretim üyesi Prof. Dr. Rennan Pekünlü, türbanlı öğrencileri sınıfa almadığı gerekçesiyle açılan davada, iki yıl bir ay hapis cezasına çarptırılmıştır. Öbür benzer davaları da sürmektedir. Uğursuz üniversite budur işte.

YÖK’ün ağır baskısı sonucunda, üniversite personeli suskun duruma getirilmiştir. Ülkemizde hukuk yok edilirken, hukuk fakültelerinden ses çıkmamaktadır. Sanat katledilirken, güzel sanatlar fakültelerinden ve konservatuvarlardan ses duyulmamaktadır. Buna benzer daha birçok örnek sıralanabilir. Her şeyin para karşılığı olduğu bu uğursuz üniversitelerle, ülkemizin aydınlığa kavuşacağına inananlar, en basit deyimle saftırlar.

Üniversite, gençlere yalnızca bilgi veren yer değil, yaşamda doğru davranış yolunu bulmaya çalıştıran, bunun için de düşünme alışkanlığı veren yerdir. Uğursuz üniversiteler, Uğur Mumcu’nun fikirlerini özümseyen yurtsever akademisyenlerle aydınlanacak, uğurlanacaktır. Bundan hiç kuşkunuz olmamalıdır, Atatürk’ün ilke ve devrimleri yolumuzu aydınlatacaktır. Uğurlu, aydınlık ve çağdaş üniversitelerde buluşmak üzere hepinize saygılarımı sunuyorum.

İlk Kurşun Gazetesi, 1 Şubat 2016.
(*) 23. Adalet ve Demokrasi Haftası çerçevesinde 28 Ocak 2016’da TÜMÖD’ün düzenlediği “Uğur’suz Üniversite ve Gençlik” adlı etkinlik konuşması.

======================================

Dostlar,

23. Adalet ve Demokrasi Haftasını dün kapatmıştık.. Ancak çok değerli dostumuz, düşün ve eylem insanı, 27 Mayıs Devrimcilerinden Suphi Karaman‘ın oğlu Gazi Üniversitesi Öğr. Gör. sevgili Suay Karaman‘ın yukarıdaki yazısını paylaşmadan edemezdik. Bize bu gün ulaştı ve bu çok önemli derlemeyi mutlaka site okurlarımıza sunma gereği duyduk. Bu yazı, tarihçileri açısından önemli bir not düşeüme işlevi de taşıyor. Bizim de üyesi olduğumuz TÜMÖD’ün Genel Yazmanı olan Sayın Suay Karaman’a salt yüreklilikle konuşmakla kalmayıp bir de konuşma içeriğini yazılı metne dönüştürdüğü ve yayımlayarak paylaştığı için teşekkür etmeliyiz ve ediyoruz..

Biz de bu sürece yakından tanıklık ettik. 1971’de 4936 sayılı Üniversiteler yasasına göre tıp öğrencisi olduk. 1973’te 1750 sayılı Üniversiteler yasası sürecinde tıp eğitimimizi tamamladık ve asistanlığımızda Ankara’da TÜMAS üyesi olduk.. 12 Eylülcüler 2547 sayılı YÖK düzenini getirdikten sonra (6 Kasım 1981) 1988’de İdari Yargı kararıyla Üniversite’ye atanarak öğretim üyesi olduk.. Sistemle boğuşa boğuşa ilerledik.. Doçentliğimiz de yargı kararıyla alınabildi.. Bu 2 süreci değişik zamanlarda sitemizde yazdık. Doğramacı biz Hacettepe’de öğrenci ve asistan iken rektör idi.. Öğretim üyeliğine başladıktan sonra  da yıllarca YÖK başkanı olarak gene “patronumuz” (!) idi.. Tanık olduğumuz öyle çok olay var ki.. Zaman zaman bu sitede yansıttık. Emekliliğimiz yaklaştı (Kasım 2020) ama özerk – özgür bir üniversitede keyifle çalışamadık. Özgürlük alanımızı, dğerlerimizi bizler yaratmaya, genişletmeye çabaladık hep..

Yitiren ülke ve kuşaklar olmuştur ve giderimi (telafisi) neredeyse olanaksızdır.
Ancak AYDINLANMA kazanacaktır yine de.. Bizler, Mustafa Kemal’in çocukları olarak;

15 Temmuz 1921, Sakarya Savaşı sürerken Ankara’da Maarif Kongresi toplayan Mustafa Kemal Paşa’nın şu yönergesi (direktifi) rehberimiz oldu, olmayı sürdürecek :

  • “Ulusal bir eğitim programından söz ederken, eski devrin bütün hurafelerinden sıyrılmış, Batı’dan ve Doğu’dan gelen yabancı etkilerden uzak ve ulusal yapımızla uyumlu bir kültür kastediyorum.”

    Büyük ATATÜRK‘ün 1 Kasım 1937 TBMM konuşmasındaki sözleri de :

  • “..Büyük Davamız, en uygar ve en kalkınmış Millet olarak varlığımızı yükseltmektir.
    Bu, yalnız kurumlarında değil, düşüncelerinde köklü, bir inkilap yapmış olan Büyük Türk Milletinin dinamik idealidir. Bu ideali en kısa zamanda başarmak için fikir ve hareketi beraber yürütmek zaruriyetindeyiz. Bu teşebbüste başarı, ancak türeli bir planla ve en rasyonel tarzda çalışmakla mümkün olabilir. Bu nedenle, okuyup yazmak bilmeyen tek vatandaş bırakmamak; memleketinin büyük kalkınma savaşının ve yeni çatısının istediği teknik elemanı yetiştirmek; memleket davalarının ideolojisini anlayacak, anlatacak, nesilden nesile yaşatacak fert ve kurumları yaratmak; işte bu önemli ilkeleri en kısa zamanda sağlamak, Kültür Bakanlığının üzerine aldığı ağır zorunluluklardır.

    İşaret ettiğim ilkeleri, Türk Gençliğinin beyin yapısında ve Türk Milletinin bilincinde daima canlı bir halde tutmak, üniversitelerimize ve yüksekokullarımıza düşen başlıca görevdir..”

Sevgi ve saygı ile.
1 Şubat 2016, Ankara

Dr. Ahmet SALTIK
www.ahmetsaltik.net
profsaltik@gmail.com

‘Erdoğan ve ailesinin IŞİD ile bağlantısı var’!

‘Erdoğan ve ailesinin
IŞİD ile bağlantısı var’!

Suriye muhalefetinden Heysem Menna, Can Dündar ile Erdem Gül’ün tutuklanmasını, Cumhurbaşkanı Erdoğan hakkında ‘teröre destek’ suçlamasıyla açtıkları uluslararası davada, ‘kanıt’ olarak mahkemeye sunacaklarını söyledi.

'Erdoğan ve ailesinin IŞİD ile bağlantısı var'
Yurt Gazetesihttp://www.yurtgazetesi.com.tr/gundem/erdogan-ve-ailesinin-isid-ile-baglantisi-var-h101210.html23 Aralık 2015 Çarşamba 17:13

Sputnik, Heysem Menna ile yaptığı röportajın 2. bölümünde Suriye’ye silah ve para akışı,
IŞİD petrolünün satışı ve Türkiye’nin rolü kısımlarını yayınladı. Menna, Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan hakkında AİHM’de yaptıkları yasal girişime ilişkin önemli bilgiler paylaşırken,  Can Dündar ve Erdem Gül’ün tutuklanmasının ‘Türkiye yönetiminin teröre destek verdiğinin kanıtlarından biri’ olarak değerlendirdi.

‘ELİMİZDE DÜNDAR ve GÜL’ÜN YAYINLADIKLARINDAN DAHA ÇOK
KANIT VAR’

Menna, ellerindeki pek çok kanıttan sadece birinin, Dündar ve Gül tarafından yayımlandığını belirtiyor. Hem Ankara’da hem Lahey’de ‘adalet ve güç’ kavramlarının birbirinden ayrı tutulmadığını ifade eden Menna’ya göre, bu ayrım yapıldığı takdirde, Erdoğan hakkında çok sayıda dava açılabilir. AB’nin bir kararı sayesinde IŞİD’in petrol satabildiğine dikkat çeken Menna, Erdoğan ve ailesinin bu ticaretle bağlantılı oldukları yönündeki iddialar için ise ‘Tümüyle reddetmek imkânsız’ diyor. Panama Devlet Başkanının bir dönem IŞİD petrolünün satışı için oluşturulan ağa benzer bir şebeke de yer aldığını anımsatan Menna’nın Kuzey Irak Kürt Bölgesel Yönetimi Başkanı Mesud Barzani’ye de bir uyarısı var:

– Çok fazla mayının üzerinde yürüyor.

Menna’nın Sputnik’te yer alan röportajı şöyle:

‘MÜSİAD VE AKP İLE GÖRÜŞTÜK’  

Suriye’de çatışmalar başladığından bu yana sizinle temasa geçen istihbarat servisleri ve diplomatlar olduğundan bahsetmiştiniz. Sizden neler istendi ve karşılığında neler vaat edildi?   İstihbarat misyonu taşıyan herhangi bir tarafla temas kurmayı ve görüşmeyi başından itibaren reddettim. Örneğin Suudi Arabistanlı Bender Bin Sultan’ın Suriye dosyasından sorumlu olduğu dönemde onunla görüşmeyi reddettim. Onlara eski Dışişleri Bakanı Suud el Faysal’la görüştüğümü bildirdim. Çünkü ben Suriye muhalefetinin güvenlik sorumlusu değil siyasetçiyim. Dolayasıyla güvenlik ya da istihbarat yetkilisiyle görüşmem. Diplomatik ve siyasi taraflara gelince; İsrail dışında farklı ülkelerin diplomatları ve siyasetçileriyle temas ve görüşmelerimiz oldu. Birçoğuyla da dolaylı ya da dolaysız diyaloğumuz oldu. Türkiye’de AKP’ye yakın MÜSİAD‘la, krizin ilk iki yılında AKP’li yetkililerle, bazen de muhalif siyasetçilerle temaslarımız oldu ve Türkiye muhalefetiyle ilişkilerimiz hala devam ediyor. Lübnan’dan ise
8 Mart ve 14 Mart hareketleri bizimle temaslar kurdu. Bölge ülkelerinin devlet başkanları ve dışişleri bakanlarının da bizimle temasları oldu.

‘TEHDİTLERE MARUZ KALDIK, ABD ELÇİSİ GİTTİ BİZ YERİMİZDEYİZ’

Bazı talepler sunulduğu gibi bazı tehditlere de maruz kaldık. Örneğin ‘bunu önerip gündeme getirmezseniz’ ya da ‘bunu yapmazsanız’ ya da ‘Doha’ya gelip ulusal koalisyona katılmazsanız dışlanacaksınız’ dediler. Biz de ‘dışlayın’ dedik. Amerika’nın eski Suriye Büyükelçisi Robert Ford’a ‘Suriye’de Paul Bremer’in Irak’ta oynadığı role benzer bir rol oynamak istiyorsan eğer, beni görmene ve görüşmene gerek yok’ dedim. Dolayısıyla o gitti ve yerine başka biri geldi ve biz hala yerimizde duruyoruz. Fransa’nın, İngiltere’nin ve diğer ülkelerin elçileri gitti ve biz hala demokratik ve laik Suriye için mücadele etmeye devam ediyoruz.

‘YARDIM VEREN EMİR DE VERİR’

Suriye’ye ağırlığını cihatçıların oluşturduğu binlerce yabancı militan nasıl geldi ve kimler tarafından silahlandırıldılar? Bildiğiniz gibi biz silaha ve silahlanmaya karşıyız ve hala Suriyeliler olarak silahlanma meselesini elimizden kararı alan büyük bir felaket olarak görmekteyiz. Bunu her zaman bir cümleyle özetledim: Siyasi güç olarak toplam yıllık bütçemiz seyahat, bölge ve dünya ülkelerine ziyaretlerimiz dâhil, 10 Kalaşnikof’un fiyatından daha azdır. Dolayısıyla biz Kalaşnikof istiyorsak, şu ya da bu ülkeden para isteyip alabiliriz. Bir Fransız atasözü ‘yardım veren emir de verir’ der. Kimse sana karşılıksız bir şey vermez. Ne yazık ki silahlanma elimizden kararımızı aldı.

‘ASLAN PAYINI CİHATÇILAR ALDI’

Silahlanma öncelikle Libya’dan başladı. Libya’dan militanlar Suriye’ye geçti, Libya’dan gemilerle silahlar taşındı.  Ardından Trablus’tan cihatçı selefi gruplar ve silahlar geldi. Şu an birçoğu ya öldü ya da tutuklandı. Daha sonra Körfez ülkelerinden ve özellikle Suudi Arabistan ve Katar’dan para ve silah gelmeye başladı. Kuveyt’ten para geliyordu. Bununla birlikte selefi şahıslar, tankların başına geçip ‘Ben Suriye devriminin yanındayım’ demeye başladı. Daha sonra güneyde, kuzeyde operasyon odaları kuruldu. Bu operasyon odalarını bölge ve dünya ülkeleri yönetiyordu. Bu ülkeler de silah akışını, kimin yardım alacağı ya da almayacağını kontrol ediyordu. Özgür Suriye Ordusundaki komutanlar ve Suriye ordusundan ayrılan subaylardan öğrendiğimiz kadarıyla aslan payını alanlar ılımlılar değil İslami cihatçı akımlardı.  Bu da cihatçı, selefİ, tekfirci grupların ılımlı tarafların zayıflaması pahasına güçlenip palazlanmasına yol açtı. Sonunda doğuda İŞİD, İdlib’de Nusra Cephesi’nin komutasındaki Fetih ordusu ortaya çıktı.

‘DÜNDAR VE GÜL’ÜN TUTUKLANMASI TERÖRE DESTEĞİN KANITI’

Türkiye Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan hakkında “teröre destek verdiği” iddiasıyla dava açtınız.

Elinizde kanıtlar olduğunu söylemiştiniz. Bu ithamınıza kaynaklık eden ne gibi kanıtlar var elinizde ve dava şu an hangi aşamada? Türkiye ‘Roma Statüsü’ne taraf olmadığı için davayı Uluslararası Ceza Mahkemesi’nde değil, merkezi Strazburg’da olan Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nde açtık. Bir sonuca ulaşacağımıza inanıyoruz. Şu an Türk yargısının bu konuda aktif olup olmadığı aşamasındayız. Konunun Türkiye yargısı tarafından tartışılmasının önünde engel teşkil eden yargı sorunları var. Elimizde Türkiye’de bu konuda konuşan herkesin soruşturma ve kovuşturmaya maruz kaldığına ilişkin deliller var.

Son dönemde Cumhuriyet gazetesinden iki gazetecinin, elimizde bulunan birçok delilden birini yayımlamaları nedeniyle uzun bir tutukluluk ve yargılanma süreciyle karşı karşıya olduklarına ilişkin bir kanıt var. Bu da Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’ne, Erdoğan’ın teröre destek verdiğine ilişkin sunacağımız kanıtlardan biridir. Çünkü mahkeme ulusal aşamayı yani
Türk yargısını beklemeden davayı başlatma ve dosyayı açma imkânına sahip. Şu an elimizde Türk yargısının bu konuda hiçbir şey yapmadığı ve hiç kimsenin girişimde bulunmasına izin vermediğine dair kanıtlar var.

‘ADALET VE GÜÇ BİRBİRİNDEN AYRILIRSA ERDOĞAN YARGILANIR’

Türkiye muhalefeti, Recep Tayyip Erdoğan’ın, Suriye’de çok sayıda savaş suçu işlediğini
ve bir gün bu nedenden ötürü yargılanacağını söylüyor. Sizce Erdoğan savaş suçu işledi mi
ve yargılanabilir mi? Şu ana kadar devam eden temel sorun adalet ve güç kavramlarının birbirinden ayrılmamasıdır. Bu ayrılık sadece Ankara’da değil, Lahey’de de yapılsaydı Erdoğan’a karşı çok sayıda yargı süreci başlatılır ve davalar açılabilirdi. Fakat Erdoğan şu an iktidarda. Erdoğan döneminde değiştirilen, bağımsızlığı ortadan kaldırılan ve kısıtlanan yargı otoritesinin bu işi yapamayacağını biliyoruz. Bazı davalara ilişkin soruşturma açmaya çalışan savcıların nasıl uzaklaştırıldıklarını, dışlandıklarını ve görevden alındıklarını da biliyoruz.
Bu tür girişimlerde bulunan gazetecilere büyük baskı uygulandı ve kuşatma altına alındılar. Kanımca demokrasinin adalete üstün gelmesi, yargının bağımsızlığını isteyen demokratların sesini pekiştirecek herhangi bir değişim, bize Suriye konusunda işlenen, teröristlerin Türkiye topraklarında barındırılması, eğitilmesi, terör gruplarının finanse edilmesi ve onlardan
maddi kazanç elde edilmesi gibi suçlardan hesap sorulduğunu görme olanağı sağlayacaktır.

‘TÜRKİYE IŞİD’LE BAĞLANTI KURMAK İÇİN YASA ÇIKARDI’

Uluslararası toplum, BM Güvenlik Konseyi kararları ve hatta Türk kanunları bu suçları kınamakta ve cezalandırılmasını öngörmektedir. Bir noktaya dikkat çekmek isterim;
Türkiye’de, MİT Müsteşarının terör gruplarıyla temas kurmasına olanak sağlamak amacıyla özel bir yasaya ihtiyaç duyuldu. Fakat bu yasa, Türkiye’deki toplumsal bileşenler arasındaki birlik ve bütünlüğün korunmasına hizmet etme, Kürt halkıyla toplumun diğer bileşenleri arasında barışın sağlanması yönünde kullanılacağı yerde, İŞİD’le bağlantı ve ilişki kurmak için kullanıldı.

‘ERDOĞAN AİLESİ İLE IŞİD PETROLÜ BAĞLANTISI TÜMÜYLE REDDEDİLEMEZ’

IŞİD’in Suriye’den çaldığı petrolün dünya pazarına nasıl ve kimler tarafından satıldığına ilişkin Birleşmiş Milletler’e bir rapor sundunuz. Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan ve ailesinin IŞİD petrolünden dolaylı yollardan kazanç elde ettiğine ilişkin iddialar için ne söylersiniz?
Bu iddiayı tümüyle reddetmek mümkün mü? Doğrusunu söylemek gerekirse, bu iddiaları tümüyle reddetmek mümkün değil. Suriye’nin tarihi eserlerinin satıldığına dair deliller de var. Aynı zamanda elimizde Suriyeli işadamlarının bunu Suriye’de yaptıklarına ve Kuzey Irak Kürdistan Bölgesi’nden dört Kürt işadamının bu işe bulaştıklarına dair deliller var. Bunlar Halep’teki fabrikaların yağmalanıp satılması, tarihi eser kaçakçılığı ve petrol ticaret dâhil her işe bulaşmışlardır.

‘IŞİD PETROLÜ AB YASASI SAYESİNDE SATILIYOR’

IŞİD petrolü hangi güzergâhlardan, nasıl geçiyor? Satın alan ülkeler, bunun IŞİD petrolü olduğunu ya da kaynağının şaibeli olduğunu bilmiyorlar mı? Ne yazık ki Avrupa Birliği, Suriye hükümetinden petrol satın alınmasını yasaklayan ve Suriye muhalefetinden alınmasına izin veren bir karar çıkardı. Biz buna karşı çıktık ve iki taraftan da satın alınmasının yasaklanması gerektiğini belirttik. Siz Suriye’ye çok sayıda yaptırım uyguladınız ve bu yaptırımlar muhalefet için de geçerli olmalı. Yaptırım kararı açık ve net değildi. ‘Silahlı muhalefetin içinde teröristler, radikal İslamcılar ve daha ılımlılar var’ dedik. Buna rağmen karar bu konulara açıklık getirmeden günümüze kadar olduğu gibi kaldı. Karar AB açısından kara bir lekedir.
Petrol, Orta Amerika’daki uyuşturucu gibi bir maddedir. Satışı doğrudan değil, birbirine bağlı zincir halkaları aracılığıyla gerçekleşiyor. Örneğin benim 100 varil petrolüm varsa bunu bir aracıya teslim ediyorum. Aracı da petrol varillerini bir başka aracıya teslim ediyor ve ikinci aracı petrolü herhangi bir ülke ya da tanınan bir şirkete ulaştırıyor. Petrolü son olarak teslim alan ülke ya da şirket, terörle alakası olmayan bir işadamından aldığını söylüyor. Bilinen bu şebeke, Avrupa’da mafya içinde para aklama meselesinde ‘Fransız Bağlantısı’ olarak adlandırılıyor. İtalya mafyası parasını Marsilya ve Monte Carlo’da aklıyor ve bu paranın Fransa’dan geldiğini iddia ediyordu. Bölgede olduğu gibi biri petrol aldığını söyler, fakat bu petrol YPG’den de gelmiş olabilir. Kaynağını bilmiyoruz çünkü bir işadamından, Suriye toprakları ve İŞİD’in kontrolü altındaki topraklar dışında satın aldı.

PANAMA DEVLET BAŞKANI HATIRLATMASI  

Bugün, bu hırsızlık ve sahtekârlığın kolaylıkla geçiştirilmesi mümkün değil. Bildiğiniz gibi ABD bu tip bir şebeke kuran Panama Devlet Başkanını kaçırmıştı. Panama Devlet Başkanı mafyadan alıp Panamalı iş adamlarına satıyor, işadamları da mafyanın mallarını normal pazarda satıyordu. Bugün de aynı mekanizmayla karşı karşıyayız ve buna sessiz kalmamız mümkün değil. Satılan bu petrolün parasıyla sadece Suriye’de, Humus’ta ve Paris’te değil, Ankara’da da çocukları öldürmek için silah ve militan satın alındığını biliyoruz. Powertrans şirketinin bu petrol ticaretiyle herhangi bir şekilde bağı var mı? Barzani’ye yakın olan bir işadamının da adı gündeme gelmişti…   Yargı mücadelesi verdiğimiz için şu an isim vermeyi uygun bulmuyorum ve tüm bunların yargı yoluyla ortaya çıkmasını tercih ediyorum. Ayrıca davanın şahsi olarak benim adımla değil, sekiz İnsan Hakları Örgütü tarafından açıldığına da dikkat çekmek istiyorum. Şu an elimizdeki tüm bilgileri açıklamaktan yana değiliz. Fakat şunu söylemek isterim; Interpol ve terörle mücadeleden sorumlu BM komisyonunun elinde bu işe bulaşmış isimlerle ilgili uzun listeler var.

Konuyla ilgili BM’ye rapor sunmanızın üzerinden ne kadar vakit geçti?
Bu raporla ilgili süreç hangi aşamada?

BM’ye sunduğumuz rapor, IŞİD petrolünü dünyaya satan kişileri de içeriyor. Tek bir cepheden değil, tüm taraf ve cephelerden isimler var. Şu ana kadar BM’ye altı rapor gönderdik. Son olarak da Ekim ayının sonlarına doğru, Ahrar’uş Şam’a ilişkin bir rapor göndermiştik. Bizden Ahrar’uş Şam’a ilişkin bilgiler istendi ve Riyad toplantısına davet edilen bu örgüte ilişkin rapor hazırladık.

‘BARZANİ MAYIN ÜZERİNDE YÜRÜYOR’  

Irak Kürt Bölgesi Yönetimi’nin IŞİD petrolünün satın alınmasındaki rolü, bu konuda tedbirsiz davrandığı sık sık dile getiriliyor. Buna karşın, özellikle son dönemde ABD, Suudi Arabistan
ve Türkiye’nin Barzani yönetimiyle ilişkileri daha da ilerlemiş durumda. Bu ülkeler IŞİD petrolünün satılmasında rolü olduğu iddialarına rağmen neden Barzani yönetimine karşı
sert tedbirler almıyorlar? Bence Barzani birden fazla mayının üzerinde yürüyor. Bölgesel ve uluslararası ittifaklarının koruması altında görünüyor. Fakat bu koruma uzun sürmeyecek.
Kürt davasının savunucuları olarak Kürdistan bölgesinin bir model oluşturmasını, adının birçok meseleyle anılmamasını ve bağlantılı olmamasını umardık ve hala umuyoruz. Çünkü Kuzey Irak Kürdistan Bölgesi Barzani’den ibaret değil. Barzani’nin yeniden başkan seçilmesi konusunda sorunlar olduğunu biliyoruz. Demokratik ilkeler pahasına, başkanlık koltuğunda kalmak için
her yola başvuruyor. Bugün bir şekilde bölgesel bir saflaşmada yer almakta. Bu bölgesel saflaşmanın yalnızca kendisine ve hükümetine değil Kürdistan bölgesine de olumsuz yansımaları olması kaçınılmaz.

===============================

Dostlar,

Savlar çok ciddi.. Bakalım, göreceğiz gelişmeleri.
Dileriz RTE bu işlere bulaşmamış olsun..
Ama öyle çok bulgu ve sav var ki..
Örneğin Damat Albayrak neden Bakan ve neden Enerj ve Doğal Kaynaklar Bakanı??

Sevgi ve saygı ile.
24 Aralık 2015, Ankara

Dr. Ahmet SALTIK
www.ahmetsaltik.net
profsaltik@gmail.com

Erdem Gül’den Aziz Sancar mesajı

 

Erdem Gül’den Aziz Sancar mesajı

Silivri’de tutuklu bulunan Cumhuriyet Gazetesi Ankara Temsilcisi Erdem Gül,
Nobel Ödülü kazanan Türk bilimadamı Aziz Sancar‘ı bir mesajla kutladı.
Mesajı CHP Milletvekili Ali Şeker okudu.
www.cumhuriyet.com.tr, 11 Aralık 2015 Cuma

[Haber görseli]

Tutuklu gazeteciler Can Dündar ile Erdem Gül‘e destek olmak ve dayanışma sergilemek için Silivri Cezaevi önünde başlatılan ‘Umut Nöbeti‘ nin 9. gününde, öğleden sonra da
Cumhuriyet Gazetesi Pazarlama ve Reklam Koordinatörü Ayşe Sözeri Cemal, Kazete Genel Yayın Yönetmeni Berrin Gürçay Dilekçi, Türkiye Gazeteciler Sendikası’nın eski Genel Başkanı Ercan İpekçi, Anadolu Ajansı’nın eski çalışanları Tuncay Yıldırım, Metiner Erdem ve
Hüsnü Erdem nöbet tuttu.

Nöbet tutan gruba, Dündar ile Gül’ü ziyarete gelen CHP İstanbul Milletvekili Ali Şeker,
Bursa Milletvekilleri Nurhayat Altaca Kayışoğlu ve Ceyhun İrgil ile İzmir Milletvekili
Aytun Çıray da destek verdi.

CHP İstanbul Milletvekili Ali Şeker, Can Dündar ve Erdem Gül’e uygulanan tecrit koşullarının devam ettiğini belirterek, “Hâlâ bir arada değiller, ayrı ayrı koğuşlarda kalıyorlar. Sadece tecrit değil, tutuklu yargılanmaları da doğru bir yaklaşım değil. Tutukluluğu kabul edilmiş gibi bir anlayış oluşmasın. Tecrit değil, tutukluluk hallerinin de sona ermesini talep ediyorlar. Özellikle bunu belirttiler. Sadece tecrit kalkınca hallerine razı olacaklarmış gibi bir anlayışı kabul etmek mümkün değil..” diye konuştu.

[Haber görseli]

ERDEM GÜL’ÜN MESAJI…

Ali Şeker, ziyaret sırasında Erdem Gül’ün kendisine verdiği Nobel Kimya Ödüllü bilimadamı Aziz Sancar ile ilgili mesajı kameralara göstererek okudu. Şeker, Gül’ün el yazısıyla yazdığı ve imzasının bulunduğu mesajı şu şekilde aktardı:

“Bu toprakların bilim insanı Aziz Sancar’ın Nobel Ödülü’nü aldığı töreni büyük bir gururla izledim. Maalesef kötü haberlerle şerbetlenmiş bir ülkeyiz. Bu kadar kötü haber arasında
Sayın Sancar’ın ödülü ilaç gibiydi. Sancar’a teşekkür ediyorum. Kutluyorum. Bu ülkenin
her şeye rağmen iyi haberlerinin çoğalacağı günlerin yakın olduğunu düşünüyorum.”

Şeker ayrıca, Dündar ile Gül’ün tahliye taleplerinin reddedilmesiyle ilgili olarak da,

“Yaptığı eylem ve fiillerle bir terör örgütüne üye olmadan, ona destek olmak noktasında bir suçlama getirilmişti. Burada itirazın reddinde sayılan suçlarda ‘Terör örgütüne üye olmak’, kendisi sanki özel bir çabayla bu belgeleri elde etmişçesine bir uygulama içine girmiş gibi
bir suçlama var. İtirazın reddedilmesi ile ilgili karardaki suçlamalar tamamen mahkemede yapılmayan suçlamalar. Çok ciddi bir özensizlik var. Baştan savma bir ret kararı var.
Bu ciddiyetsiz tutum da ayrıca üzerinde durulması gereken bir konu” ifadesini kullandı.

“TEK BİR SOMUT GEREKÇE YOK”

CHP Bursa Milletvekili Nurhayat Altaca Kayışoğlu da, “Ret kararında hiçbir şekilde tek bir somut gerekçe yok. Tek bir cümle geçiyor, o da yeni bir delilin bulunmamış olması ve delillerin karartılma ihtimalinin bulunması. Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi‘nin birçok kararında açıkça deniyor ki, ‘Özgürlükten mahrumiyet ancak ve ancak nesnel olarak doğrulanabilir gerekçelerle desteklenmelidir.’ Burada ne nesnel gerekçeler var ne somut gerekçeler var. Hepimiz biliyoruz, tabiî ki öznel bir bedel ödetme duygusu var. Dolayısıyla ortada karartılacak hiçbir delil yok. Lehe bir delil çıkma ihtimali bu nedenle zaten yok. Mahkemenin gerekçesi hukuka, Evrensel İnsan Hakları Sözleşmelerine, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin bütün kararlarına aykırıdır. Bu nedenle; bu haksız, hukuksuz, yasal dayanaktan yoksun mahkeme kararından bir an önce hukuk adına dönülmesi gerektiğini düşünüyoruz..” şeklinde konuştu.

CHP Bursa Milletvekili Ceyhun İrgil ise “Erdem Gül ve Can Dündar’ın tutuklanması, ‘Ben sana gösteririm’ hukukunun pratik uygulamasıdır. O yüzden, bir intikam hissiyle hukuk kurallarının böylesine kişilere özel uygulanması, aynı zamanda tecrit edilmeleri, toplumdan uzaklaştırılmaları ve bunun bir intikam aracı olarak gösterilmesi, toplumun diğer düşünen insanlarına, diğer aykırı düşünen insanlarına gözdağı vermek için uygulandığını görüyoruz. Bu da, bunun en güzel örneklerinden biridir. Ama tarih bu kararı verenleri asla unutmayacak. Elbette tarih bu insanları yargılayacak ve göreceksiniz, zaman ve tarih Can Dündar’ları,
Erdem Gül’leri haklı çıkaracak..” diye konuştu.

“Umut Nöbeti”nin öğleden sonraki bölümünü tutanlardan Cumhuriyet Gazetesi Pazarlama ve Reklam Koordinatörü Ayşe Sözeri Cemal de, Can Dündar, Erdem Gül ve diğer tüm tutuklu gazetecilerle dayanışma için geldiğini söyleyerek,

“Onların çok haksızca, utanç verici bir şekilde tutuklandıklarını düşünüyorum. Can Dündar benim Genel Yayın Yönetmenim. Tutuklanacağını bile bile, son güne kadar toplantısını yaptı. Biz O’nu Gazete’de bekliyoruz. Çok öfkeliyiz. Umutsuz muyuz? Hayır değiliz. Ama en yakın zamanda O’nu yanımızda, görevinde istiyoruz.” dedi.

Nöbet tutan isimlerden Türkiye Gazeteciler Sendikası’nın eski Genel Başkanı Ercan İpekçi de şöyle konuştu:

“Biz burada çok nöbetler tuttuk. Ergenekon davasında, KCK davasında yargılanan meslektaşlarımız için ‘Adalet için bekliyoruz’ pankartıyla burada, Çağlayan’da çok bekledik. Şimdi umut için bekliyoruz; fakat gene adalet için bekliyoruz. Sadece Erdem Gül ve
Can Dündar’ın özgürlüğü için değil bu umut bekleyişi, adalet talebi. Cezaevinde, hapislerde 30’dan fazla meslektaşımız var hâlâ. Onların dışında, düşüncelerinden dolayı, demokratik taleplerinden dolayı tutuklanmış, gözaltına alınmış, yargılanan binlerce, hatta onbinlerce yurttaş var; öğrenciler, avukatlar, politikacılar, sendikacılar, akademisyenler, yazarlar var.
Biz sadece meslektaşlarımızın değil, bütün demokrasi mücadelesinde mağdur edilmiş olan insanların özgürlüğü için bu nöbeti tutuyoruz.”

Kazete Genel Yayın Yönetmeni Berrin Gürçay Dilekçi de,

Haber alma özgürlüğümüz engelleniyor. Can Dündar ile Erdem Gül, sadece bir gazeteci olarak haber yaptılar. Bu hepimizin yaptığı; işimiz bu. Bu nedenle, bu en temel insan hakları ihlalidir. Bir an önce özgürlüklerine kavuşmalarını diliyoruz. Bizler de burada ancak psikolojik destek vermek açısından veya onların yanlarında olmamız gerektiği açısından buradayız.
Buna bütün örgütlerin ve sivil halkın destek vermesini istiyoruz..” diye konuştu.

===========================================

Dostlar,

Can Dündar ve Erdem Gül’e dayanç diliyoruz; dayanışmamızı belirtiyoruz.
Apaçık hukuk dışılığın derhal sonlandırılarak,
gerekiyorsatutuksuz” yargılanmalarını istiyoruz.

Bu davada ilgili Mahkemelerin hukuk öğrencilerinin bile yapmayacağı traji – komik hatalarını izlemek bizi çok üzüyor.. Ne adına? Niçin?? Ergenekon – Balyoz.. gibi davalarda
kumpas – tertip tuzakların çökertilmesi ve hukuk dışına çıkan savcı – yargıçların başına gelenler öyle taze ki.. Niçin bu olup bitenlerden ders alınmaz?

Hele hukuk adamlarının varlık nedeni hukukun üstünlüğünü –
yargının bağımsızlığını sağlamak ve her tekil somut olayda
adaleti ger
çekleştirmek değil mi??

Erdem Gül’e, içinde bulunduğu haksız – hukuksuz “hücrede tecrit” uygulamasına karşın
harman yürekli davranışı ile Nobel Ödüllü Türk Yurttaşımız Prof. Aziz Sancar‘a
kutlama iletisi yazmasını saygı ve teşekkür ile karşılıyoruz..

Türk Ulusunun tarihsel kadim birikimi bu sorunları ve sorunları doğuran politik kuşatmayı mutlaka aşacaktır.. Dik durmak ve dayanışmak zamanıdır..

****

NOBEL ödül töreninde 10 Aralık 2015 günü Stockholm’de (İsveç’in başkenti)

  • “Ödülünü Mustafa Kemal ATATÜRK’e adayan”
  • “Türklüğünüzü unutmayın…”

diyen yüce bilgin Prof. Aziz Sancar‘a sonsuz bir saygı ve şükranla..

Sevgi ve saygı ile.
12 Aralık 2015, Ankara

Dr. Ahmet SALTIK
www.ahmetsaltik.net
profsaltik@gmail.com

TBB : GAZETECİLER CAN DÜNDAR ve ERDEM GÜL’ÜN TUTUKLANMASI HUKUKA AYKIRIDIR

tbb_logosu
GAZETECİLER CAN DÜNDAR ve
ERDEM GÜL İÇİN

DERHAL ÖZGÜRLÜK TALEP EDİYORUZ

 

I. GAZETECİLER CAN DÜNDAR ve ERDEM GÜL’ÜN TUTUKLANMASI
HUKUKA AYKIRIDIR

  1. Tutuklama bir ceza değildir.
    Tutuklama yalnızca, kanıtların karartılması veya şüphelilerin-sanıkların kaçması
    somut tehlikesi
    varsa uygulanması gereken bir tedbirdir.
  2. Kamuoyunda “MİT TIR’ları Soruşturması” olarak bilinen soruşturmada, şüpheli olarak
    adı geçen gazetecilerin şu ana dek kaçmamış olmaları ve kamuoyunun sürekli önünde
    yer almaları, kaçma-saklanma somut olasılığının bulunmadığının kanıtıdır.
    Soruşturma konusu, esas olarak, yayımlanmış bir haber olduğuna göre,
    kanıtların karartılmasından da söz edilemeyeceği açıktır.
  3. Şu durumda gazetecilerin tutuklanması, daha önce siyasal içerikli pek çok ceza soruşturması ve davasında kamuoyunun yakından izlediği üzere bir önlemr olarak uygulanmamıştır. Bu yapılan,

    Ceza Muhakemesi Kanunu’na, Anayasa’ya ve Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’ne aykırılığı tartışmasız bir baskı ve yıldırma amaçlı keyfiliktir.

  4. Hukuka aykırılığı açık olan bu keyfi kararın verilebilmiş olması, Sulh Ceza Hâkimliklerinin siyasal iktidarın yeni sopası olduğu yolundaki savların da kanıtı niteliğindedir.

II. GAZETECİLERİN YAPTIKLARI BİR HABERDEN DOLAYI
SOMUT OLAYDA SUÇLANMASI HUKUKA AYKIRIDIR

  1. Anayasamıza göre basın özgürdür ve sansür edilemez.
    Basın özgürlüğü ortadan kaldırılırsa vatandaşlar,
    “siyasal iktidarın uygulamaları hakkında bilgi edinme hak”larını yitirirler.
    Böylece siyasal iktidarlar denetimsiz kalır.
    Tarih, denetimsiz kalan siyasal iktidarların toplumları yıkıma sürüklediği
    nice örneklerle doludur
    ve Tarih, ondan ders almayanlar yüzünden yineler.
  2. Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi de, basın özgürlüğünün önemine değindiği çeşitli kararlarında basın özgürlüğünün, “demokratik bir toplumda” en temel özgürlükler arasında olup; basının “…siyasal yaşamın bekçisi…” olduğuna işaret etmiştir (Lingens v. Avusturya 1986). Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nin ifade özgürlüğünü koruma altına alan
    10. maddesi bağlamında, basına, hazırlık çalışmalarını ve haber kaynaklarının gizliliğini de kapsayan en geniş koruma sağlanmıştır. Bu bağlamda gazetecilere haber kaynaklarını açıklamaları için buyruk verilemeyeceği gibi (Goodwin v. Birleşik Krallık 1996), bilgileri sızdıran resmi görevlilerin belirlenmesi amacıyla gazetecilerin evi ve işyeri bile aranamaz
    (Roemen ve Schmit v. Lüksemburg 2003). Gazetecilere tanınan haber kaynakları hakkında susma olanağı, gazetecilerin kişisel bir ayrıcalığı değildir; her bireyin haber alma hakkının korunmasına ilişkin bir haktır.Unutulmamalıdır ki; demokrasilerde ifade özgürlüğü asıl, sınırlanması ise istisnadır.

    Ulusal mahkemelere düşen görev, basın özgürlüğünün koruyucusu olmak ve onu demokratik bir toplum için ölçüsüz olan her türlü müdahale karşısında korumaktır.

  3. Gazetecilerin yayımladıkları bu haberler nedeniyle suçlanmasına dayanak olarak gösterilen bütün hükümler, Anayasamızın 90/5. maddesinin buyurucu kuralı ışığında yorumlanmalıdır. Buna göre, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin özgürlükçü içtihadı, aksine yorumlara daima üstün gelmeli, gazeteciler mesleklerini yürüttükleri için ceza tehdidine uğramamalı ve özgürlük kısıtlamalarına tabi tutulmamalıdır. Gazetecinin yayımladığı haberin içeriğinde Devlet sırrı
    yer aldığı iddia ediliyorsa, bu bilgileri yasa dışı yollardan elde edenler veya sızdıranlar soruşturulsa bile, bunları yayımlayan gazeteciler suçlanamaz.

Gazeteciler Can Dündar ve Erdem Gül’ün tutuklanması ve soruşturulması, yukarıda açıkladığımız nedenlerle demokrasimize ağır zarar vermiştir. Öte yandan bu tutuklama, haberin içeriğine ilişkin siyasal iktidar temsilcilerinin yaptığı yalanlamalarla da
önemli bir çelişkiye düşmektedir
. Şöyle ki :

  • Haberin içeriği, yetkililerce söylendiği gibi gerçek dışı ise, ortada ifşa edilen
    bir Devlet sırrı yoktur!
  • Haberin içeriği gerçek ise, bu durumda soruşturulması gereken gazeteciler değil, 
    terör örgütüne silah ve mühimmat sağlayanlardır.

Dolayısıyla adı geçen gazeteciler hakkında ceza soruşturması açılmış ve tutuklama kararı verilmiş olmasının etkisi, yalnızca uluslararası camiada Türkiye’yi demokrasi ve insan hakları standartları açısından aşağılara çekmekle kalmayacaktır. İşaret ettiğimiz büyük çelişki,
ülkemizi açıklanması son derece zor ve sonuçları uluslararası hukuk açısından ağır olabilecek
bir çıkmaza da sokacaktır.

Türkiye bunu hak etmemektedir.
Dileriz yargı eliyle verilen bu zararı, en kısa sürede yine yargı telafi eder.

Türkiye’nin dört bir yanının ateş çemberiyle sarıldığı bu dönemde siyasal iktidara düşen
görev ise, özgürlük kısıtlamaları ve baskıcı uygulamalara son vermek suretiyle
toplumun kutuplaşmasını önlemek, birlik beraberliği sağlamak ve böylece krizleri
el birliğiyle aşmamıza öncülük etmektir.

Türkiye Barolar Birliği olarak hukuksuzlukların karşısında dimdik durmaya devam edeceğimizi bir kez daha hatırlatıyor;

Gazeteciler Can Dündar ve Erdem Gül için derhal özgürlük talep ediyoruz.

Ulusal ve uluslararası hukuka aykırı bu kararla ilgili adli ve idari soruşturma açılması için de bu gün Hâkimler ve Savcılar Yüksek Kurulu’na başvuracağımızı
kamuoyunun bilgisine sunuyoruz. 

Saygılarımızla.

TÜRKİYE BAROLAR BİRLİĞİ
http://www.barobirlik.org.tr/Detay66145.tbb 

============================================

Dostlar,

Türkiye Barolar Birliği, gerçek anlamda bir hukuk dersi veriyor.
Gerçekten tam bir bilimsel metin!
Bu bağlamda, Sayın TBB Başkanı Ceza ve Ceza Usul Hukuku Uzmanı
Prof. Dr. Metin Feyzioğlu ve çalışma arkadaşlarına şükran borçluyuz.

İyi ki varlar ve iyi ki AKP’li fanatik kadroların elinde değil Türkiye Barolar Birliği..
Toplum bu gibi kurumlar üzerinden soluk alabiliyor AKP’nin bunaltan baskısında.

Bu metin, adeta bir bilimsel makale titizliği ile yazılarak kaynaklar gösterilmiş.
AİHM’nin yerleşik – istikrarlı, bağlayıcı içtihat kararları örnek verilmiş.

Can Dündar ve Erdem Gül hakkında tutuklama kararı veren Sulh Ceza Yargıçlığı
bu temel hukuk bilgilerinden yoksun mudur? Mahkemede/yargılamada duruşmaya / incelemeye ara verip daha kıdemli yargıçlara, hukuk hocalarına danışamaz mıydı?
Normalde, Hukuk fakültesinin arka kapısından mezun olmayan her hukukçunun bilmesi gereken temel kurallar bunlar. İlgili Sulh Ceza Yargıçlığı bu temel bilgilerden yoksun olarak tutuklama kararı verdi ise bu “korkunç” bir durumdur.

Yok eğer, gerekli teknik hukuk bilgisine sahip olunduğu halde, ulusal ve uluslararası hukuk ayaklar altına alınarak hukukdışı yönlenimlerle (saiklerle) tutuklama kararı verildi ise
bu daha da korkunçtur ve sonu olmayan bir hesaptır.

Yanlış hesap mutlaka döner.
Ergenekon – Balyoz vb. tertip davalarda görevlerini hukuka uygun yapmayan yargı üyelerinin (savcı ve yargıçların) hazin durumu ortadadır.
Bir bölümü yurt dışına kaçmıştır, bir bölümü Silivri Cezaevindedir..
Bu bakımdan, HUKUKUN ÜSTÜNLÜĞÜNÜ savunmak herkesten önce yargıçların – savcıların işidir, vazgeçilmez meslek etiği gereğidir hatta giderek varlık nedenleridir.

HSYK‘nın, hukuku ayaklar altına alan ilgili yargıç – savcılar için hızla gereğini yapmasını, yüksek ADALET ülküsünün ülkemizde hep yaşatılmasını diliyoruz..

Cumhuriyet Gazetesi emekçileri Can Dündar ve Erdem Gül‘ün;

– 5271 sayılı Ceza Muhakemeleri Yasası (md. 100; Tutuklama nedenleri),
– Anayasa (md. 90 /son özellikle dikkate alınarak – Uluslararası Antlaşma ve Sözleşemeler)
– AİHM’nin yerleşik içtihatları (düşünce ve haber alma özgürlüğü hk. örnek kararlar)
– AİHS temel kurallarına uygun olarak (ifade ve basın özgürlüğü..)

derhal serbest bırakılmalarını ve
yargılanacaklarsa tutuksuz muhakeme yapılmasını bir kez daha acilen diliyoruz.

Bu arada, Bay RTE’nin ikide bir insanları kamuouyu önünde linç ederek hedef göstermesi, doğrudan dava açıp – açtırması patolojik davranışına mutlaka son vermesi gerekiyor..

TBB’nin net saptamasını bir kez daha yineleyelim..
Cumhuriyet Gazetesi emekçileri Can Dündar ve Erdem Gül‘ün tutuklanması

Ceza Muhakemesi Kanunu’na, Anayasa’ya ve Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’ne aykırılığı tartışmasız bir baskı ve yıldırma amaçlı keyfiliktir.

Sevgi ve saygı ile.
29 Kasım 2015, Ankara

Dr. Ahmet SALTIK
www.ahmetsaltik.net
profsaltik@gmail.com

“Soykırım” emperyalist bir yalandır

“Soykırım” emperyalist bir yalandır

portresi_kravatli

 

Yılmaz ÖZDİL
SÖZCÜ, 17.10.15

 

Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi, 100 yıllık iftiranın davasında, Doğu Perinçek lehine karar verdi. Böylece, evrensel hukuk resmen tescil etti:

Ermeni soykırımı iddiası emperyalist bir yalandır.
*
12 Mart muhtırasında tutuklandı.  20 seneye mahkum edildi. Üç sene yatırıldı.
12 Eylül darbesinde tutuklandı. Sekiz seneye mahkum edildi. Beş sene yatırıldı.
1990’da tutuklandı. Üç ay yatırıldı.
1998’de tutuklandı. 10 ay yatırıldı.
2008’de tutuklandı. Müebbete mahkum edildi. Altı sene yatırıldı.
*
İki saniye boş bıraktılar kardeşim…
“Soykırım” iddiasını mahkum ettirdi, Türkiye Cumhuriyeti devletini beraat ettirdi.
Hal böyleyken…
“1915 soykırımdır” diyen Ermeni kökenli milletvekilini Meclise taşıyan AKP,
19 milyon oy aldı.
“1915 soykırımdır” diyen Ermeni kökenli milletvekilini Meclise taşıyan Yeni CHP,
12 milyon oy aldı.
“1915 soykırımdır” diyen Ermeni kökenli milletvekilini meclise taşıyan HDP,
altı milyon oy aldı.
“Ermeni soykırımı iddiası emperyalist bir yalandır” diyen Doğu Perinçek,
yalnızca 161 bin oy aldı.
*E bu durumda, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi sayın ahalimizden daha iyi bilecek
değil herhalde!

Bence gene içeri atılsın Doğu Perinçek
Dışarda kalınca başımıza iş çıkarıyor, sayın partilerimizi “yalancı” durumuna düşürüyor, “emperyalistlerin şahidi”durumuna düşürüyor.

==================================

Dostlar,

Avrupa İnsan Hakları Mahkemesinde 15 Ekim 2015 günü kazanılan
Doğu Perinçek / İsviçre davasının ülkemiz kazanımları görkemlidir.
Ne yazık ki AKP iktidarı bir yandan, davacı Vatan Partisi Doğu Perinçek olduğundan
bu büyük ulusal kıvancı görmezden gelmekte; bir yandan da AB – ABD’nin yönlendirmesiyle
haksız Ermeni savlarıyla / iftirasıyla aymaz bir uzlaşma çabası içinde bulunmaktadır..

Bu politikanın milli olduğu söylenebilir mi??
Türkiye’nin belini kıracak gaflet içindeki dış politika, AKP’nin güttüğü gayrı milli politikadır.
AKP Türkiye’nin yaşamsal çıkarlarını savunMAmakta, kendisini iktidara getiren
Batı güdümünde hareket etmektedir.. Bu onursuz durum kabul edilemez ve sürdürülemez..

Vatan Partisi Doğu Perinçek, bir yurttaşın ülkesine verebileceği en değerli katkılardan birini daha vermiştir. Bu aydın insanın 70+ yıllık yaşamının 11 yıl dolayında çok uzun bir bölümü haksız yere, salt Solcu – Devrimci – ATATÜRKÇÜ olduğu için zindanlarda geçirilmiştir.. Perinçek yine de yaşama ve ülkesine küsmemiş, Devrimci – ATATÜRKÇÜ savaşımını
bilgece sürdürmüştür.

Şu yüce gönüllülüğe bakar mısınız ?!

* Görkemli evrensel hukuk – dış politika başarısını kendi kişiliğine mal etmeyerek
bir takım çalışması olarak sunmakta ve en önemlisi de
VATAN SAVUNMASINDAKİ MEHMETÇİĞE armağan etmektedir..

Bin selam olsun bu soylu duruşa…
Unutulmasın, unutturulmasın, çok yönlü diplomatik gerekleri yerine getirilsin diye,
usta ve haksever yazar Yılmaz Özdil‘in geçen haftaki yazısını özellikle paylaşıyoruz.

Sevgi ve saygı ile.
27 Ekim 2015, Ankara

Dr. Ahmet SALTIK
www.ahmetsaltik.net
profsaltik@gmail.com

TÜRBANLI BÖREK

TÜRBANLI BÖREK

 portresi_Anit_Kabir'de

Suay Karaman 

 

 

1 Kasım 2015’te yapılacak genel seçimler için açıklanan Bakanlar Kurulunda aileden sorumlu Bakanın türbanlı bir kadın olması, yıllardır laikliğe indirilen darbelerin en büyüklerindendir.

Türban başörtüsü değildir. Yıllardır türbana, başörtüsü diyerek, toplumun algılarını değiştirmek isteyenler, Orta çağ karanlığına geri dönmeyi arzulayan çağ dışı kimselerdir. Anayasa’da tanımını bulan laiklik ilkesi (AS: md. 24), Anayasa Mahkemesi ve Danıştay kararlarında vurgulandığı gibi, siyasal İslam’ın simgesi olan türbana geçit vermemektedir.
Yani kamusal alanda türban yasağı devam etmektedir.

Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi türban yasağının, Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nin din ve inanç özgürlüğü ile eğitim alma hakkına ilişkin düzenlemelerine aykırı olmadığına karar vermiştir.

Demokrasi ilkesi yönünden başkalarının hak ve özgürlükleri ile kamu düzeninin korunması amacıyla getirilen bu yasağın meşru olduğunu karara bağlamıştır.
Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi; türbanı siyasi İslam’ın simgesi olarak kabul etmiştir.

Tayyip Erdoğan 1996’da yaptığı bir konuşmada şunları söylemişti: ‘

  • ‘Tutturmuşlar laiklik elden gidiyor, diye!.. Yahu bu millet istedikten sonra laiklik tabii elden gidecek!.. Sonra nedir bu laiklik Allah aşkına?.. Bu ne menem şey?.. Çıkıyor İçişleri Bakanı, ‘Devlet dine karışır’ diyor. Eeee.. gerisini niye söylemiyorsun?.. Din devlete karışır demiyorsun!..”

AKP milletvekili Hüsnü Tuna 25 Ocak 2008’de Konya’da yaptığı konuşmada;

  • “Üniversitelerde kılık kıyafet serbest olursa, kamu hizmetinde yasak devam eder mi?
    İnşallah hedefimiz kamu hizmetlerinde de, yani kamu hizmeti veren personellerde de
    böyle bir yasağın olmamasıdır.”
    demiştir.

29 Ocak 2008’de AKP Kadın Kolları Başkanı ve milletvekili Fatma Şahin,

  • “Türbanda adım adım gideceğiz, önce mezuniyet, sonra memuriyet.” demişti.

AKP’nin Bakaracı ve makaracı eski bakanlarından Egemen Bağış ise,
türbanın Mecliste de serbest olması gerektiğini savunmuştu. 

12 Eylül 2010 halkoylaması öncesinde “türban sorununu biz çözeriz” söylemini ortaya atan yeni CHP’nin Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu, 21 Eylül 2010’da Berlin’de yaptığı açıklamada;

“Ben bugün için laikliğin tehlikede olduğunu düşünmüyorum.
Eğer tehlikede dersek bunun altını doldurmak lazım, askıda kalır, gerekçelendiremem.” demişti.

Yeni CHP’nin kimi yöneticileri de TBMM’de türbanlı milletvekili olmasını arzu ettiklerini söylemişlerdi.

Anayasa Mahkemesi kararıyla laikliğe karşı eylemlerin odağı olduğu kanıtlanan
siyasal iktidarın hukuk tanımazlıkları ve sessiz muhalefetin gizli desteğiyle 31 Ekim 2013’te TBMM’ye türbanlı milletvekilleri girmişti. Bunun üzerine yeni CHP Genel Başkanı milletvekillerinin türban takmasından mutlu olduğunu söyleyerek, “Parlamentoda gerçekten bir tarih yazdık” diyebilmişti. Cumhuriyet’e meydan okumayı, anayasayı ve hukuku çiğnemeyi tarih yazılması olarak nitelendirenlerin sığ bilgilerinin ve çapsız ufuklarının son aşaması ihanettir. Tarihin ve toplumun bu ihanetleri affetmeyeceğinin de bilinmesi gerekmektedir.

Şeriat yasalarını savunan bu türbanlı bakanın aynı zamanda üniversitede profesör unvanlı
bir akademisyen olması da, YÖK’ü ve eğitim sistemini sorgulamakta çok geç kaldığımızın kanıtıdır. Börek ile evliliği ilişkilendirip şaşırtıcı bir gündem yaratarak dikkatleri başka yöne çekme taktiğini başarıyla uygulayan bu türbanlı Bakan, ülkemizin çürütüldüğünün fotoğrafıdır. Türbanlı Bakanın börek söylemi üzerine, birçok insan sosyal medyada bu traji-komik durumla dalga geçti. Mizah, bu karanlık zihniyetin başa çıkmakta zorlandığı bir olgudur ki bunun örneğini Gezi olayları sırasında hep birlikte gördük.

Ancak esprileri uzatmak ve gelinen ciddi aşamayla dalga geçmek bizlere birşey kazandırmaz. Bunun yerine kadınlı – erkekli hep birlikte alanlara inebilme cesaretini gösterebilseydik, karanlıktan çıkış yolu bulmak daha kolay olurdu. Unutmamalıyız ki; tepkileri eritmenin bir yöntemi olan sosyal medyada yapılan ucuz kahramanlık ve gösteriler, duyarsız bir toplum yaratabilmenin de gizli yolunu açmaktadır.

Türkiye’de laiklik ilkesi terk edilerek;
– din, devlete egemen kılınmak istenmekte ve
– İslam devleti arzulanmaktadır.

Bunun yanında siyasal İslam’ın simgesi türban ile tüm yolsuzluklar, ahlaksızlıklar ve pislikler örtülmek istenmektedir. Sosyal medyadan alanlara inerek, yapılan tüm bu yanlışlara “dur” demek için bilinçli ve kararlı biçimde yapılacak örgütlü mücadeleye gereksinim vardır.

================================

Dostlar,

Sevgili kardeşimiz Suay Karaman’a bu “nefis” yazısı için teşekkür ederek paylaşıyoruz.

Türkiye, kurgulu bir terör – kan – şehitler sarmalına sokuldu ve ülkenin tüm yaşamsal sorunları ötelendi, örtüldü.. Bir hengamede, Laik Türkiye Cumhuriyeti’nin bir Bakanı “Türbanlı” olarak hepimize dayatıldı..

Türkiye Cumhuriyeti’nin ilk türbanlı Bakanı
Davutoğlu’nun kurduğu 63. seçim hükümetinde Prof. Ayşen Gürcan (İstanbul Ticaret Üniv.), Aile ve Sosyal Politikalar Bakanı görevine getirildi. Gürcan, TÜRGEV üyesi. TÜRGEV, bilindiği gibi, içeriden ve dışarıdan kimilerinin, her nedense, dev bağışlar (yüz milyon Dolar’a dek!) yapmak için yarıştığı, yaptığı “hikmetli” bir vakıf.. Bay RTE’nin oğlu Bilal’in vakfı..Basında, “Müslüman bir kadının börek yapmasını bilmemesi halinde ailesinin dağılacağı..” sözlerinin O’na ait olduğu savlandı.

Yazıklar olsun bu AKP anlayışına! Ya Anayasa Mahkemesine ne demeli? Hem “laikliğe karşı eylemlerin odağı AKP” suçlaması yapacaksın hem de oylama cinlikleri ile “kapatma” yerine “para cezası” ile yetineceksin ve bugünlerin “yeşil kaldırım taşlarını” döşeyeceksin..
Önceki Başkan Haşim Kılıç‘ın kulakları çook çınlayacak bu gidişle..

Sevgi ve saygı ile.
08.09.2015, Datça

Dr. Ahmet SALTIK
www.ahmetsaltik.net
profsaltik@gmail.com

Ahmet Hakan’ın Doğu Perinçek’le röportajı


Ahmet Hakan’ın Doğu Perinçek’le röportajı

Ahmet Hakan'ın Doğu Perinçek'le röportajı

Hürriyet yazarı Ahmet Hakan Genel Başkanımız
Doğu Perinçek’le tam sayfa röportajını yayınladı.

Ahmet Hakan : Fethullah’ın adamlarının temizlenmesini desteklerim. Gülen’in devlet mekanizmasındaki varlığının temizlenmesi hususunda Erdoğan’la işbirliği yapmaya
hazır imajı verdiniz. Duruşunuz böyle mi gerçekten?

DOĞU PERİNÇEK : Hayır. Yok. Bizim dediğimiz şu: Üzerlerine gidiyor madem, tutmayın. Niye tutuyorsunuz? Mesela yolsuzluk nedeniyle Tayyip Erdoğan’ın üzerine gidildiği zaman “Bunu Fethullahçılar yapıyor” diyerek nasıl engellemiyorsanız, aynı şekilde Fethullah Gülen’in devlet kadrolarındaki adamlarının üzerine gidildiği zaman da engellemeyin. Burada doğru ve halkı bir şey var. Onun yanında olmak lazım.

Ahmet Hakan: İşçi Partisi idiniz, Vatan Partisi oldunuz.
Partinizin adını neden değiştirdiniz?

DOĞU PERİNÇEK: Biz vatan toprağındaki tüm sınıfları kucaklayan bir programa sahibiz. “Vatan Partisi” adı bizim yıllardır düşündüğümüz bir isimdi. Bir vesile arıyorduk.
Partimize katılmaların olması buna vesile oldu.

Ahmet Hakan: İsim çok mu önemli?

DOĞU PERİNÇEK: Çok önemli değil. Fakat bize toplumda hep “Niye sizin adınız İşçi Partisi? Bir tek işçiler mi size üye? Niye toplumun tamamını kucaklamıyorsunuz?” deniliyordu.
Biz de “Partimizin adı böyle” diyorduk.

Ahmet Hakan: Partinize kimler katıldı? İsim verebilir misiniz?

DOĞU PERİNÇEK: Çok seçkin isimler var. Apo’yu yargılayan yargıç Turgut Okyay
Eski Genelkurmay İstihbarat Başkanı İsmail Hakkı PekinEski Meclis Başkanvekili ANAP‘lı Hasan Korkmazcan… Milliyetçi kesimin cefakâr isimlerinden Yaşar OkuyanEski İstanbul Valisi Erol Çakır… Hepsi “Atatürk’te birleştik” sloganıyla Vatan Partisi’ne geldiler.

Ahmet Hakan: Ne kadar oy alacaksınız?

DOĞU PERİNÇEK: Beş milyon oy alıp barajı geçmeyi hedefliyoruz.
Bazı anketlerde oylarımızın yükseldiği görülüyor.

Ahmet Hakan: Girdiğiniz her seçimde binde ile ifade edilen oranlarda oy alıyorsunuz
ama sizin hiç moraliniz bozulmuyor. Bunu nasıl başarıyorsunuz?

DOĞU PERİNÇEK: ABD, Türkiye‘yi bölmek için bir operasyon yaptığında Türk Silahlı Kuvvetleri ile Vatan Partisi’ne yöneliyor. Demek ki Türkiye‘nin en büyük partisi biziz.

Ahmet Hakan: Oy önemli değil mi?

DOĞU PERİNÇEK: Oyu önemsiz görmüyoruz ama küresel merkezlerden bakıldığında milletin bütünlüğünü ve Atatürkçülüğü savunan bir parti olarak görülüyor ve
hedef alınıyoruz.
Demek ki uluslararası çapta varlığı hesaba katılan güçlü bir partiyiz.
Yüzde 10 barajı bizim gibi partiler için getirildi. Baraj olmasa bizim alacağımız oyu
kimse tahmin edemez.

Ahmet Hakan: Seçim gecesi sonuçlar ortaya çıktığında siz ne yapıyorsunuz?
Bir çöküş yaşamıyor musunuz?

DOĞU PERİNÇEK: Üzüntü duymamak elde değil. Ama kendimize güvenle ve metanetle karşılıyoruz. Hedeflerimize inanıyoruz. “Bu aşılacak diyoruz..” yani.

Ahmet Hakan: Kısa süre önce Suriye‘ye gittiniz, Esad’la görüştünüz. Esad sonuçta
halkını katletmiş, binlerce insanın ölümüne yol açmış biri… Nasıl görüştünüz,
nasıl elini sıkabildiniz?

DOĞU PERİNÇEK: Bizim gözümüzde Esad, emperyalizme karşı mazlum milletlerin direnişinde cephedeki liderdir. Emperyalizmin saldırıları karşısında kaçmadı, dik durdu, ülkesine bağlı kaldı ve halk O’nu başında tuttu.

Ahmet Hakan: Kendi halkını öldürmedi mi?

DOĞU PERİNÇEK: Her kurtuluş savaşı, bir içsavaştır. Mustafa Kemal‘e bakalım.
Kurtuluş Savaşı’nın başında Akyazı, Düzce, Biga, Konya, Yozgat isyanlarını bastırmadı mı? Neydi o isyanlar? İngiliz liralarıyla örgütlenen şer kuvvetler. Mustafa Kemal onları bastırdı ve ezdi.

Ahmet Hakan: Ama bizim Suriye‘de gördüğümüz şöyle bir şey: Arap Baharı‘nın etkisiyle Suriye halkı sokaklara çıkıp protesto gösterileri yapmaya başladı. Bu sivil gösteriler,
Esad tarafından kanlı bir şekilde bastırıldı. Silahsız, sivil eylemciler öldürüldü.

DOĞU PERİNÇEK: Humus gibi yerlerde Müslüman Kardeşler‘in o tür kalkışmaları oldu.
E şimdi PKK kalkışma yapsa…

Ahmet Hakan: Ama bir dakika… Silahsızdı o insanlar. İlk protesto hareketi sivil ve silahsızdı.

DOĞU PERİNÇEK: Kalkışmanın Suriye‘de bir haklılığı yok. Onu bastırmak oradaki rejimin görev ve sorumluluğu… Ama kanlı mı oldu, hukuk ne kadar uygulandı, bunları bilmiyoruz. Doğru bilgiler üzerinden değerlendirme yapmalıyız ve bu konuda bize verilen bilgilerle sınırlıyız. Ama şunu çok iyi biliyoruz: Beşar Esad Suriye‘nin bütünlüğünü, bağımsızlığını, hoşgörüsünü ve laikliğini temsil ediyor. O bakımdan sıktığımız el, sıcak bir eldi.

Ahmet Hakan: Kanlı bir el değil miydi yani?

DOĞU PERİNÇEK: Kanlı bir el değildi. Sıcak bir eldi. Bir dost eli. Beşar Esad,
Mustafa Kemal soyundan gelen bir adam. Mustafa Kemal 1920’lerde ne yaptıysa,
Beşar Esad bugün onu yapıyor. O dönem Mustafa Kemal’e “katil” diyorlardı.

Ahmet Hakan: Siz ısrarla şu kronolojiyi ihmal ediyorsunuz: Önce demokratik taleplerle sokağa çıktı insanlar… Ardından Esad’ın bu gösterilere kanlı biçimde müdahalesi geldi.
İç savaş ve dışarıdan müdahale, bu katliamın ardından geldi. Kronoloji böyle.

DOĞU PERİNÇEK: Acaba öyle mi? Müslüman Kardeşler, biz ona münafık kardeşler diyoruz, Ortadoğu’da örgütlüler. Bunların Türkiye‘de de uzantıları var. Bunların iki özelliği var: Antiemperyalist İslam’ı temsil etmiyorlar ve mezhepçiler. Bu insanların kalkışmalarını bastırmak bir rejimin hakkı. Ama o bastırma sırasında sizin dediğiniz şeyler olmuşsa,
bunlar gerçekleşmişse tabii eleştirilir. Buna da bir şey demiyoruz.

Ahmet Hakan: Esad için antiemperyalist diyorsunuz ama sonuçta başta ABD olmak üzere Batılı güçler “Esad’lı çözüm” falan demeye başladılar. Buna ne diyorsunuz?

DOĞU PERİNÇEK: ABD ve Batı yenildi. Bu noktaya geldiler. Neden?
Çünkü o eli bükemediler. Şimdi bükemedikleri eli öpmek zorunda kaldılar.

Ermeni soykırımı yapıldı’ diyen de özgürce konuşmalı.

Ahmet Hakan: Bazı Batı ülkeleri, “Ermeni soykırımını inkâr suçu” diye bir suç getirdiler. Siz de buna karşı mücadele ettiniz. Oralara gittiniz, tarif edilen suçu işlediniz.
Benim merak ettiğim şey şu: Sizin yönettiğiniz bir ülkede bir insan özgürce
Ermeni soykırımı olmuştur” diyebilecek mi?

DOĞU PERİNÇEK: Bizim yönettiğimiz Türkiye‘de “Ermeni soykırımı yapılmıştır” diyenler de serbestçe konuşacak. Zaten şu anda da serbestçe konuşuyorlar.

Ahmet Hakan: “Ermeni soykırımını inkâr suçu”nu işlediniz ama size destek de
Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi‘nden geldi.

DOĞU PERİNÇEK: Biz bir zafer kazandık. Bunu bağnaz milliyetçiler başaramazdı.
Sorunu bir Türk-Ermeni kavgasına getirerek böyle bir başarı kazanılmaz. Biz bu davada Ermenilere yönelik en küçük bir ithamda bulunmadık, onları incitmemeye dikkat ettik,
hatta onları koruyan söylemler belirledik. Mesela “Bu bir emperyalist yalan” dedik. Mücadeleyi fikir özgürlüğü alanına oturttuk.

Ahmet Hakan: Ama yine de ifade özgürlüğü gibi bir Avrupa değeri sayesinde
size hak verildi.

DOĞU PERİNÇEK: O değerler Avrupa‘nın değerleri değildir. İnsanlığın değerleridir. Uluslararası değerlerdir.

Ahmet Hakan: Ermeni soykırımı yalansa… 1914’te ne olmuştur?

DOĞU PERİNÇEK: Bütün belgeler, Rus Çarlığı’nın mahkeme raporları… Bunların hepsi karşılıklı bir kırım olduğunu anlatıyor. Tek taraflı Türklerin yaptığı bir kırım değil.
Ziya Gökalp‘in tabiriyle “mukatele”. 

KARŞILIKLI KIRIMLAR OLDU

Ahmet Hakan: “Mukatele”, karşılıklı öldürme demek. Silahlı Ermeni çeteleri ile silahlı Türk askerleri arasında cereyan eden olaylar için bunu söyleyebiliriz. Ama olaylarda elinde silah olmayan sivil Ermenilerin de katledildiğini görüyoruz. Tehcir kararıyla yollarda perişan biçimde öldüklerini görüyoruz. Bu “mukatele” denilerek geçiştirilecek bir şey mi?

DOĞU PERİNÇEK: Bunu hiç inkâr etmedik. Davayı kazanmamızın bir nedeni de bu.
İnkâr etseydik kazanamazdık.

Ahmet Hakan: İnkâr etmediğiniz şey nedir?

DOĞU PERİNÇEK: Karşılıklı kırımlar oldu. Sivil insanlar da katledildi. Fakat bunların sorumluları da zaten yargılandı. Osmanlı devletinin kurduğu mahkemelerde yüz küsur insan idama mahkûm edildi. Tehcir sırasında yollarda mallarına el konan Ermeni kardeşlerimiz de oldu. Ama bunun sebebi ne? O zaman Osmanlı devletini paylaşmak için bir emperyalist proje vardı. Çarlık Rusya‘sı, İngiltere ve Fransa‘nın projesi… Ermeni çetelerini örgütleyenler bunlar. Lenin‘in “Emperyalizm” kitabında “Çarlık Rusya‘sı Ermeni çetelerini örgütlüyor,
bunları savaşta ateşe sürecek ve Osmanlı’yı parçalayacak” diyor
.

Ahmet Hakan: Sizce sorun Ermeniler vatan topraklarından sürülmeden,
yani tehcir söz konusu olmadan çözülemez miydi?

DOĞU PERİNÇEK: Tehcir kararı alınmasaydı İstiklal Savaşı verilemezdi.

=========================================

Dostlar,

Bu önemli söyleşinin metnini yaklaşık 1 ay sonra bir kez daha paylaşmakta yarar görüyoruz.
(25 Mart 2015).

Sevgi ve saygı ile.
23 Nisan 2015, Ankara

Dr. Ahmet SALTIK
www.ahmetsaltik.net
profsaltik@gmail.com

Avrupa Parlamentosu’nun Sözde Ermeni Soykırımı Raporu


Avrupa Parlamentosu’nun
Sözde Ermeni Soykırımı Raporu

portresi2
Onur ÖYMEN

 

 

Avrupa Parlamentosu, 12 Mart 2015’te kabul ettiği

“Dünyada İnsan Hakları ve Demokrasi”

başlıklı yıllık raporunda bütün Avrupa ülkelerinin “Ermeni Soykırımını” kabul etmeleri için çağrıda bulundu. Avrupa Parlamentosu kararında Birinci Dünya Savaşı yıllarından Ermenileri saldırılarının sonucunda öldürülen yüzbinlerce Türk’ten tek kelimeyle bile
söz edilmiyor.

Bu çağrı, Türkiye’ye ve Türk milletinin geçmişine ağır bir hakaret anlamı taşımaktadır.

Özellikle Doğu Perinçek’in bir İsviçre mahkemesinin soykırım iddiasını onaylaması üzerine açtığı davada Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin Perinçek’i haklı bulan ve soykırım iddiasını kabul etmeyen kararından sonra Avrupa Parlamentosunun aldığı
bu karar hukuka da açık bir saygısızlık anlamı taşımaktadır.

Bu kadar haksız ve Türk milletini rencide edici bir karar karşısında ne yazık ki, TBMM’den, Hükümetten, siyasal önderlerden ve basından gerekli tepkiyi duyamadık. Oysa siyasetçilerin de basının da en önemli görevlerinden biri milletimizin haysiyetini korumak ve ülkemizin geçmişine sahip çıkmaktır.

Öte yandan, kimi Ermeni örgütleri de sözde soykırımın 100. Yıldönümünü 24 Nisan’da (AS: 2015) İstanbul’da anmak için bir kampanya başlatmışlar. Fransa’nın eski Dışişleri Bakanı Bernard Koucher ile Avrupa Parlamentosu milletvekili Daniel Cohn Bendit ve şarkıcı Charles Aznavour bu kampanyaya destek olanlar arasında.

İşin daha da hazin olan yanı, kimi Türk öğretim üyeleriyle gazetecilerinin de
bu kampanyaya destek vermeleri.

Acaba bu kampanyaya destek olanlar 1. Dünya (AS: Paylaşım) Savaşında
Ermenilerin öldürdüğü Türkleri veya Hocalı’da Ermenilerce insafsızca katleden
Azeri kardeşlerimizi
veya Ermeni terör örgütü ASALA’nın katlettiği diplomatlarımızı anmak için Erivan’da bir tören düzenlemeyi önermişler midir?

Gerek Avrupa Parlamentosunun kararı gerek İstanbul’da yapılması öngörülen
sözde soykırım toplantısı girişimi karşısında sessiz ve tepkisiz kalmak mümkün müdür? Sessiz kalanları içimize sindirebilir miyiz?

Unutulmasın ki, haksız suçlamalara ve saldırılara karşı ülkesini ve milletini savunamayanların yeri tarihin karanlık sayfalarıdır.

====================================

Dostlar,

Sayın Öymen‘e yerinde duyarlı ve özlü – öğretici yazısı için teşekkür ederken,

“Garp / Batı cephesinde yeni bir şey yok!” galatını acı acı anımsıyoruz..

Mehmet Akif’in çoook yerinde betimlemesiyle “tek dişi kalmış canavar” Batı,
geleneksel ikiyüzlülüğünden kurtulamıyor..

Ne hazin bir çelişki 21. yy. başlarında “görkemli Batı Uygarlığı” (!) için…
Devasa birikimiyle, İnsan Hakları metinleri ve kurumlarıyla, hukuku ile…

AKP Hükümetini, gerekli tüm adımları enerjik biçimde, hiç tavsatmadan,
ulusu ve örgütlenmelerini – birikimini de yanına – arkasına alarak atmasını diliyoruz.

Sevgi ve saygıyla.
17.3.2015, Ankara

Dr. Ahmet SALTIK
www.ahmetsaltik.net
profsaltik@gmail.com

12 Eylül’ün Din Dersi ve AB


12 Eylül’ün Din Dersi ve AB

portresi_resmi


Emre KONGAR

Cumhuriyet, 22.2.15

 

 

AKP iktidarı sürekli olarak darbe karşıtı söylemde bulunuyor ama,
12 Eylül askeri darbesinin demokrasiye getirdiği bütün sınırlama ve kısıtlamaları da
tepe tepe
kullanıyor:

– Seçimlerde her türlü temsil adaletini engelleyen %10 barajını titizlikle koruyor…
– Partilerdeki lider sultasını olanaklı kılan Siyasal Partiler Yasası aynıyla devam ediyor…
– Parti programlarında kaldıracaklarını ilan ettikleri YÖK, üniversiteleri denetlemek ve
susturmak için kullanılıyor…


Ve 12 Eylül’ün eğitimde zorunlu hale getirdiği din dersi de aynen devam ediyor!

***

Din kültürü ve ahlak bilgisi adı altında okutulan mecburi din dersi esas olarak
Sünni mezhebine
dayalı bir içeriğe sahip…

Böyle bir dersin zorunlu olarak bütün öğrencilere okutulması Sünni mezhebine inananlar dışındaki ailelerin çocukları için ciddi bir baskı oluşturuyor…

Bu duruma tepki gösterenler konuyu Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’ne götürdüler
ve AİHM’den dersin zorunlu olmaktan çıkarılmasına ilişkin karar aldılar.


Türkiye bu karara itiraz etti ve AİHM, bu itirazı da reddederek kararını kesinleştirdi.


Şimdi top Milli Eğitim Bakanlığı’nda.

Çünkü bilindiği gibi AİHM kararları bağlayıcı.

***

AİHM’de 9 yıl yargıçlık yapan, ocak ayında AİHM Yargıçlar Birliği Başkanı seçilen
CHP İzmir Milletvekili Rıza Türmen de, Türkiye’nin bu kararı uygulamak zorunda olduğunu belirtiyor…

Ayrıca üniversite ve liseye giriş sınavlarında din kültürü ve ahlak bilgisi derslerinden
soru çıkmaması gerektiğine de işaret ediyor.


Hürriyet’in haberine
göre Türmen şunları söylemiş:


“… Bazı çevrelerde
AİHM’ni bu kararının ‘din dersi’ ile ilgili olduğu ama Türkiye’de
‘din dersi’nin değil, ‘din kültürü ve ahlak bilgisi dersi’nin zorunlu olduğu söyleniyor…


AİHM bu kararı verirken,
‘din kültürü ve ahlak bilgisi dersi’ni ve müfredatta yapılan değişiklikleri inceleyerek verdi.

Zorunlu olmaktan çıkarılması gereken ders, din kültürü ve ahlak bilgisi dersidir.
Ders zorunluluktan çıkartılırsa üniversite ve liseye giriş sınavlarında da din kültürü ve ahlak bilgisi sorusunun çıkmaması gerekiyor…”

***

AKP iktidarı, artık Avrupa Birliği standartlarındaki demokrasiyi rafakaldırmakta kararlı görünüyor… Ama zorunlu din dersi konusunda atması gereken adımlar var…
Bu konunun AB ile ilişkilerimizi nasıl etkileyeceği gerçekten merak konusu!

===================================

Dostlar,

Yetti artık…

Kaldırın şu zorunlu dayatma din derslerini!.

Birazcık demokrat olun..

Birazcık hukuk tanıyın..
Bu kaçıncı kararı AİHM’nin…

Müslüman olun.. Kuran’da “dinde zorlama olmaz” yolundaki hükümleri anımsayın..

İnsaf edin…

Eyy AB… ve Avrupa Konseyi..  
Siz de ikiyüzlülüğü bırakın ve kararın gereğinin yerine getirilmesi için gerekeni yapın..

Sevgi ve saygı ile,
23.02.2015 

Dr. Ahmet Saltık
www.ahmetsaltik.net

Emre KONGAR : Şoke Eden Eleştiri ve …

Şoke Eden Eleştiri

portresi_resmi

 

Emre KONGAR,
17.01.2015, Cumhuriyet

 

 

Feodal kalıntıların etkisinden kurtulamamış bütün ülkelerde olduğu gibi
Türkiye’de de eleştiri yapma, eleştiriden yararlanma ve eleştiriye tahammül geleneği yerleşmemiştir.

Eleştiri geleneğinin yerleşmesi bakımından da topluma yol göstermesi, rol modeli olması gereken siyasal liderler açısından ülkemiz şu anda talihsiz bir dönem yaşamaktadır:

AKP iktidarı, yazarlara ve çizerlere en çok davanın açıldığı dönem olarak tarihe geçmiştir…

Erdoğan’ın mazlumiyet duygusuna dayalı olan ve çatışmacı yaklaşımdan beslenen
bir politika izlemesi, yapılan her türlü eleştiriyi saldırı ve hakaret olarak nitelemesine
yol açıyor…

Eleştiri ne denli efendice, ne denli gayri şahsi yapılmış olursa olsun,
Erdoğan bunu hakaret olarak niteliyor.

Son örnek, Vahdettin’in Köşkü konusunda yapılan restorasyon eleştirisinde görüldü…
Cumhuriyet internet sitesi 12 Ocak’ta Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan,
isim vermeden İlber Ortaylı’nın açıklamalarını hatırlattı.
başlığıyla şu ifadeyi yayımladı:


“Birileri yazıyor çiziyor. İşte Vahdettin Köşkü’nü niçin yaptınız, ne yapacaksınız?
Bunu diyor, Başbakan kendisi için kullanacak. Tabii şu an Cumhurbaşkanlığı makamındayız. Bunu ne yapacaksın? Yani bu tür şeyleri, bu eserleri ayağa kaldırmaktan, bunları yeniden kazandırmaktan rahatsız olan
maalesef güya düşünce adamı, yazıyor, çiziyor ve bunları eleştirmeye, bunun altına da arasına da her türlü hakareti sıkıştırmaya çalışıyor…”


Bu haberin arkasından İlber Ortaylı’nın yaptığı eleştirinin videosu da verilmişti:

Ortaylı son derece dikkatli bir biçimde restorasyonun yanlış yapıldığını söylüyor,
sorulara karşın, siyasal polemiğe girmiyordu…

Bırakın “hakareti”, ciddi bir siyasal eleştiri bile yoktu sözlerinde.

***

Bakın, Türkiye’nin de kararlarına uymak zorunda olduğu
Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi eleştiri konusunda ne diyor:

“İfade özgürlüğü sadece olağan karşılanan zararsız ya da önemsiz görünen bilgiler ya da düşüncelerin açıklanması açısından değil, ayrıca devlete ve toplumun belirli bir bölümüne aykırılık taşıyan, onları şoke eden ve rahatsız eden düşüncelerin açıklanması açısından da geçerlidir.
(www.tchd.org.tr; Ümit Kocasakal, Emine Eylem Aksoy, Pınar Memiş.)

***

Charlie Hebdo katliamında, ifade özgürlüğünü savunduğu için Cumhuriyet Gazetesi‘ne
ve bazı yazarlarına yönelik olarak hukuksal soruşturmalar açılmış…

Siyasal saldırılar başlamıştır…
Bu soruşturma ve saldırılar,
AİHM kararları çerçevesinde görülüp değerlendirilmelidir…

Böylece hem toplumsal gerginlik açısından tehlikeli bir tırmanış durdurulur,
hem de Türkiye başka sıkıntılar yaşamaktan kurtulur.

===========================================

Dostlar,

İyi ki Sayın Prof. Dr. Emre Kongar var ve iyi ki Cumhuriyet‘te yazarak ülkemizin böylesine zor zamanlarında serinkanlılıkla bilimsel ve olgun, her şeye karşın sakin yazılar yazarak topluma yol gösteriyor.. Son günlerde biz de özellikle O’nun yazılarını önemsiyoruz.

Yukarıdaki yazıyı da hemen hemen tümüyle paylaşarak sizlere de sunuyoruz.

Türkiye’yi yönetenlerin çok ama çok sakin ve çok ama çok özenli olması ağızlarından çıkacak her sözü iyice tartarak kullanmaları gerekmektedir.

Demokrasinin evrensel değerlerini içselleştirmek ve
ülkemizde de içtenlikle uygulamak dışında hiç bir yol olmadığını;
 

– hem kendilerinin hızla görmesi
– hem de akıl hocalarının ısrarla, sabırla, kezlerce kendilerine anlatması,
ikna etmesi gerekiyor.

Siyasal danışmanların ve hatırı sayılan hocaların, kişilerin, eşlerin, dostların…
çok ağır sorumluluğu olduğunu buradan belki yüzüncü kez bir daha bir daha… anımsatıyor
ve ülkemizin – ulusumuzun esenliği – barışı adına rica ediyoruz.

Sevgi ve saygı ile.
17.01.2015, Ankara

Dr. Ahmet Saltık
www.ahmetsaltik.net