Kategori arşivi: Yurttaş Saltık

Neden demokratik toplum?

İbrahim Ö. Kaboğlu

İbrahim Ö. Kaboğlu

Siyaset 31.08.2023, BİRGÜN

“Tek umut demokratik toplum, eğer hangi Cumhuriyet sorusuna yanıt arayabilirse:

  • Türkiye Cumhuriyeti mi, yoksa Talimat Yoluyla ‘Taliban Cumhuriyeti’ mi?” 

Bu soru ile noktaladım geçen yazımı. Şu halde;

-“demokratik toplum” (DT) ne demek?

-DT’nin başlıca aktörleri kim?

-DT’nin işlevleri ne?

“Çoğulculuk, hoşgörü ve açık­lık düşüncesi”, de­mokratik bir toplu­mun kurucu öğeleridir.

İnsan Hakları Avrupa Sözleşmesi (İHAS)’nin demokratik bir toplumda “hukukun üstünlüğü”nü sağ­lama erekselliği, İnsan Hakları Avrupa Mahkemesi’ne (İHAM) göre, “Sözleşme’yi bütün olarak esinler”. Hu­kukun üs­tünlüğü ilkesi, öncelikle “hukuk hakkı”nın gü­vence altına alın­ma­sını ge­rektirir. Hukuksal güvenlik, hukuk kuralının ulaşı­labilir, açık ve öngörü­lebilir olmasıdır. Sonra, özgürlük ve gü­venlik hakkı, hukukun üstünlüğü ile ba­şattır. Ni­hayet hukukun üstünlüğü, yargıca ulaşabilme ve “âdil yargılanma hakkı”nı kapsamına alır.

Hakların gerçek ve somut güvencesi ise, demokratik top­lu­mun belirgin niteliği olarak dokunul­maz haklara tam saygıdır. Yasayla ön­görü­len ve kamu düzeninin korunması için demokratik bir top­lum bakımın­dan zorunlu olan sı­nırlamalar, hiçbir zaman bir hakkın “özü”ne dokunamaz.

Bunlar, Türkiye için birçok artı ölçütle birlikte geçerli; laik Cumhuriyet bunlar arasında.

Sorun, yurtsever Cumhuriyetçilerin, bu değerleri ve ölçütleri sahiplenmesi. Nasıl? Düşünce özgürlüğünü bireysel olarak, medya aracılığıyla, gösteriler ve toplantılar yoluyla toplu olarak kullanarak.

ÇİFTE STANDART

DT aktörleri dernekler, sendikalar, vakıflar, kamu kurumu niteliğinde meslek kuruluşları (KKNMK), anayasal, hukuki ve saydam örgütler olarak amaçları doğrultusunda çok yönlü etkinlikte bulunmakta: Depremzedelerin yardımına koşmaktan Akbelen’i korumaya dek toplum ve kamu yararı ereğinde etkinliklerini sürdürüyor.

NGO (non-governmental organization), Hükümet dışı örgüt veya sivil toplum örgütü (STÖ), giriş, üyelik ve ayrılmanın bireyin özgür iradesi ile belirlendiği örgütler.

Fakat bazıları, GONGO (Governmental organization), Hükümet örgütü konumunda; TÜGVA ve ENSAR, SADAT gibi…

NGO ve GONGO, kağıt üstünde hukuk önünde eşit olsa da uygulamada, iktidarın hışmı (NGO) ve kollaması (GONGO) nedeniyle, NGO’lar demokratik toplum gereklerini (DTG) yerine getirmekte zorlanıyor; GONGO’lar ise STÖ öznesi bile olamıyor.

Daha vahim olanı, hukuki bir çatı altında örgütlenmeyip fiili topluluklar olarak cemaatler ve tarikatların, siyasal iktidarın “arka bahçesi” görünümü.

İktidara göre konumlanma ve ayrımcı muamele nedeniyle, mikro-demokrasi aktörleri olarak demokratik toplumla özdeş NGO’lara büyük görevler düşüyor.

Bedeli, özgürlüğü kullandırtmamak değil yalnızca; şiddet, biber gazı, gözaltı, tutuklanma, işkence, hatta ölümle sonuçlanan resmi uygulamalar sürekli; “demokratik toplum mağduru” binlerce tutuklu ve hükümlü var.

HEDEF NE?

Hedefi, işlevleri belirliyor:

Demokratik toplumda siyasal partiler katılımın tek aracı olmadığı gibi, katılma hakkı da siyasal katılım yolları ile sınırlı değil.

Ama demokratik siyaset için demokratik toplum özerkliği ve etkililiği vazgeçilmez..

Siyasal karar ve uygulamaları izlemek, rüşvet ve yolsuzluklara karşı mücadele etmek, vergi yükümlüsünün haklarını öne çıkarmak ve talep etmek, bu konularda kamuoyu yaratmak, demokratik toplum aktörlerinin işlevleridir. Demokratik toplum, hukuk toplumu olarak saydam toplum olup, rüşvet ve çürümüşlüğün, siyaset-mafya ilişkilerinin panzehiridir.

Demokratik toplumu güçlendirmek, Türkiye’nin demokratik geleceği için yaşamsaldır.

DT ve STÖ gelişebildiği ölçüde, umutvar olunabilir, iki açıdan:

-Siyasal partileri ve demokratik siyaseti etkilemek,

Anayasal demokrasiye dönüşün demokratik tabanını kurmak. Onlarca neden arasında: Yasama önünde sorumlu Hükümetin bulunduğu parlamenter rejim, çevre korumasına daha elverişli.

Şu halde mücadele alanı belli: Anayasa bütünü ve kamu yararı

Unutmayalım: demokratik toplumun geleceği, şu üç koşula bağlı:

-Nitelikli ülke,

-Özerk toplum,

-Seçimler yoluyla eldeğiştiren siyasal iktidar.

30 Ağustos’un Düşündürdükleri

Dr. Onur Öymen
Dışişleri Bakanlığı Eski Müsteşarı

Başkomutan Atatürk‘ün önderliğinde Türkiye’nin emperyalizme karşı kazandığı Zafer Bayramını büyük bir mutluluk ve gururla kutluyoruz. Bu zafer Anadolu’yu istila ederek Osmanlı İmparatorluğu’nu paylaşmak isteyen büyük devletlerin tam bir hezimete uğradığını bütün dünyaya ilan etmiştir.

Türk ordularının zaferi Çanakkale’de Türkiye’nin Avrupa topraklarına geçmesini engellemek için yeni bir savaş açma çabası içine giren İngiltere Başbakanı Lloyd George‘un çaresizlik içinde istifa etmesine yol açmış ve Türkiye’nin tek bir mermi atmadan, etkili bir diplomasi yoluyla Trakya topraklarını geri almasını sağlamıştır.

Türkiye’nin büyük zaferi üzerine Churchill şöyle diyordu:

  • “Türklerin yeniden Avrupa’ya girmeleri İtilaf devletleri için en kötü aşağılanmadır.
  • İtilaf devletlerinin zaferi hiçbir yerde Türkiye’deki kadar tam olmamıştı.
  • Şimdi galibin gücü hiçbir yerde Türkiye’deki kadar gösterişli bir şekilde aşağılanmamıştır.
  • Ve sonunda başarılı bir savaşın bütün meyveleri, uğrunda binlerce askerin hayatını verdiği Gelibolu, Filistin, Mezopotamya başarıları, bunları hepsi bir utanç içinde sona ermiştir.”

30 Ağustos zaferini izleyen Mudanya Mütarekesi, Lozan Barış Antlaşması,

  • Türk milletini çağdaş, demokratik ve laik bir Cumhuriyete götüren yolun temel taşları olmuştur.

Bu yüce eserleri milletimize kazandıran Atatürk‘ü ve arkadaşlarını bir kez daha şükranla ve minnetle anıyor, O’nun izinden giderek ülkemizi dünyanın en çağdaş, demokratik, laik ülkelerinden biri durumuna getirmek için bütün gücümüzle çalışma azmimizi bir kez daha yineliyoruz.

Saygılar, sevgiler.

ADD basın açıklaması : Büyük Zafer’in 101. Yılı Kutlu Olsun!

BASINA VE KAMUOYUNA

“AH MUSTAFA KEMAL, MUSTAFA KEMAL…”

Aradan 30 yıl geçti. O sabahki heyecanımın, şimdi bile gönlümü ürperttiğini duyuyorum… Bütün günümüz âdeta merak sancısı içinde geçti. Yalnız yemekten değil, düşünmekten kesilmiştik. Bir tek umut, bir avuç askerde  ve Mustafa Kemal denen isimdedir…

Türk ordusunun bir taarruz savaşına giremeyeceği fikri, bizim kuşağımız için değişmez gerçeklerden biri idi. Ordumuzun kahramanlığına bel bağlardık, fakat onun ancak dayanma mucizeleri verebileceğini sanırdık… Bir fena şey vardı. Kimseye bir şey sormaksızın onu zihnimizde hafifletmeye uğraşıyorduk. Fakat içimizdeki sorunun, kimseden aramaya cesaret edemediğimiz cevabı kendiliğinden yayılıverdi: Başkomutan Mustafa Kemal Paşa bütün karargâhı ile beraber esir olmuş.

Kader insanları öldürmez derlerse, bu söze inanınız. Kalp denen şeyin ne dayanıklı bir maddeden yapılmış olduğunu ben o akşamüstü Büyükada vapurunun güvertesinde öğrendim. Ölümü bir uyku gibi arayarak sabahı ettik. İlk vapurun en görünmez köşesine sığınarak, iki büklüm köprüye indik.

Bütün Türkler’i yas içinde bulacağımı sanıyordum. Meğer ne kadar soysuzluğa uğramışız. Acaba sokaktakilerin hepsi, şu veya bu muhipler cemiyeti üyeleri mi idi? Bizimkiler utançlarından evlerinde mi kalmışlardı? Bu gülüşler, bu çırpınışlar, bu el sıkışlar ne idi?

Meğer bütün karargâhı ile Başkomutan Mustafa Kemal değil, Yunan Başkomutanı Trikopis esir olmuş.

Size kalbin ne kadar dayanıklı bir maddeden yapılmış olduğunu yukarıda söylemeseydim, burada söylerdim. Ben, ömrümde hiçbir edebiyat eserinde, ordulara ilk hedeflerinin Akdeniz olduğunu bildiren günlük emri okurken duyduğum zevki duymadım.

  • “Ne olmuştuk, biliyor musunuz? Kurtulmuştuk.
    Ah Mustafa Kemal, Mustafa Kemal, sana ölünceye kadar o günün sevincini ödeyebilmekten başka bir şey düşünmeyeceğim…”

    (Falih Rıfkı Atay / Çankaya)

Türk Ulusu’nun Anafartalar Kahramanı Sarı Paşa önderliğinde, her evinde ne varsa üçte ikisini vererek donattığı 204.000 mevcutlu BMM Orduları 1683 2. Viyana bozgunundan 239 yıl sonraki ilk taarruz savaşını 26 Ağustos 1922 sabahı başlattı. İngiliz Genelkurmayı’nın “Türkler bu tahkimatı 6 ayda aşabilirlerse 6 günde aşmış gibi sevinebilirler” dediği Yunan mevzileri 6 saatte darmadağın edildi, 30 Ağustos’ta Zafer kesinleşti, Başkomutan’ın “Ordular; ilk hedefiniz Akdeniz’dir. İleri!” emrini alan Mehmetçik 9 Eylül 1922’de İzmir’e girdi, işgalcileri ve işbirlikçilerini denize döktü. 

“Bu zafer millet meclisine, hükümete, bazı ordu komutanlarına rağmen başkomutan Mustafa Kemal tarafından kazanılmıştı” diyor Falih Rıfkı Atay haklıdır. Herkese ve her şeye rağmen kazanılmıştır savaş “Akılla, bilimle ve millete güvenle.”

Ulus ve Ordu yokluklarla, yoksunluklarla, ihanetler ve isyanlarla boğuşa boğuşaYa İstiklâl Ya Ölüm dediği bir kader (yazgı) savaşına girişmişken Meclisteki kimi milletvekilleri ile yancılarının “Vatanı kurtarsak bile Mustafa Kemal’den kurtulamayız” kaygısıyla işgalci emperyalistlerin peşine takıldıkları, akla gelmedik tuzaklar kurmaya, Mustafa Kemal Paşa’yı Başkomutanlıktan uzaklaştırmaya, meclis dışı bırakmaya, hatta yok etmeye çalıştıkları görülmüştür. İşgalcilerin tezgâhları, güdümlerindeki Saray ve hükümetinin entrikaları, kışkırttıkları isyanlar, Kuvayı İnzibatiye dedikleri düzmece ordular da cabası… Nazım’ın “Ateşi ve ihaneti gördük” dediği günlerdir. Bu emperyalist işbirlikçisi hainlerin soyları kurumuş da değildir. Gün gelmiş ardılları “Keşke Yunan kazansaydı” diyebilmiş, kimilerince el üstünde tutulabilmişlerdir. Yani İsmet (İnönü) Paşa boşuna “Hiçbir ülke yoktur ki, kendi içinden bizim kadar hain yetiştirebilsin.” dememiştir.

  • Türk Ulusal Bağımsızlık Savaşı, bir Ulusun gerçek bir dahi liderliğinde kadını ve erkeğiyle, çocuğu ve yaşlısıyla topyekûn mücadelesinin destanlaşmış öyküsüdür.
  • Bu Destan; Dumlupınar şehitliğinde yatan 1914 doğumlu 8 yaşındaki Ömer oğlu Hüsnü’nün, 11 yaşındaki Abdullah’ın, Gördesli Makbule’nin, Nezahat Onbaşı’nın, Ilgaz dağlarında bebesiyle donarak şehit düşen Şerife Bacı’nın ve daha onbinlerce vatan evladının temiz kanları ile yazılmıştır.

Günümüzde Atatürk’e, İsmet Paşa’ya hakaret eden, Milli Mücadele’yi ve Büyük Zafer’i unutturmaya çatışan, Mondros teslimiyetini, Sevr zilletini görmezden gelip Lozan’a “Hezimet” diyen aymazların, en azından bu Destan’ı kanlarıyla yazan kahramanlarımıza, aziz şehitlerimize verecekleri bir hesap vardır mutlaka. Bu gibiler cahil cesaretleriyle hadlerini aşmamalı,  milletimizin sinir uçları ile oynamamalıdırlar.

Bulunduğumuz coğrafyada Üniter Ulus Devlet ve Laik Cumhuriyet güvencesinden yoksun ulusların nasıl emperyalizme yem oldukları Irak’tan Suriye ve Libya’ya dek birçok örnekle ortadadır. Ders alınmalıdır. Falih Rıfkı Atay’ın dediği gibi;

  • “Nemiz varsa; bağımsız bir devlet kurmuşsak, hür vatandaş olmuşsak, şerefli insanlar gibi dolaşıyorsak, yurdumuzu Batı’nın, vicdanımızı Doğu’nun pençesinden kurtarmışsak, şu denizlere bizim diye bakıyor, bu topraklarda ana bağrının sıcağını duyuyorsak, belki nefes alıyorsak; hepsini, her şeyi 30 Ağustos Zaferi’ne borçluyuz.”

 Tarih bilimdir ve asla nankör değildir. Ulusumuzun hemen tamamı elbette her şeyi Büyük Zafer’e borçlu olduğunun bilincindedir ve başta Atatürk, Kuvayı Milliye kahramanlarımızı da, aziz şehit ve gazilerimizi de, Cumhuriyetimizin kurucularını ve Kemalist Devrim kadrolarını da minnetle, şükranla yad etmektedir.

Atatürkçü Düşünce Derneği, Cumhuriyetimizin 100. yılında
Kemalizm’in namus sesini bir sis çanı gibi yurdumuzun semalarına asarak,  Yeniden Atatürk Cumhuriyetine ulaşma azim ve kararındadır.

Büyük Taarruz’un ve 30 Ağustos Zaferimiz’in 101. şeref yılı kutlu olsun.

Yaşasın Tam Bağımsız ve Gerçekten Demokratik Türkiye ! 

Saygılarımızla. 

ATATÜRKÇÜ DÜŞÜNCE DERNEĞİ
GENEL MERKEZİ

ÇARŞAMBA İĞNELERİ – 31 Ağustos 2023

Türk Vatandaşı Naci BEŞTEPE

ŞÜKRAN

30 Ağustos zaferini bize armağan ederek Cumhuriyetimizin temelini atan Ulu Önder Atatürk ve tüm kahramanlarımızı saygı ve şükranla anıyorum.

Her ulusal günde olduğu gibi Zafer Bayramı’nda da Atatürk’ü anmayan Dİ Başkanı’nı ve yetkililerini öpüyorum!..

TÜRBE

Türkiye’nin en borçlu belediyesi olan Kocaeli Belediyesi, “Anadolu Erenlerinin Türbe Ziyaretleri Gezi” organizasyonu için 1,3 milyon TL harcadı.

Akıl başta olmayınca kuzgun leştedir…

A-SALAK

6 Şubat depremleri sonrasında Tunceli İl Özel İdaresi’nin, Kızılay’dan Adıyaman’da arama kurtarma faaliyetlerinde kullanılmak üzere 7 adet jeneratör aldığı ancak jeneratörlerin deprem bölgesine kullanılmayarak kendi depolarında saklandığı, bir jeneratörün ise kayıp olduğu öğrenildi.

Devlet yönetimi a-salakların elinde olursa…

CEK-CAK

İkinci el Togg’ların sıfır fiyatının üzerinde satışa çıkarılması üzerine Ticaret Bakanlığı’nca yapılan açıklamada, “gerekli hukuki müeyyideler kararlılıkla uygulanacak, caydırıcı tedbirler süratle alınacaktır” denildi.

İcra organı cek-caklamaz, uygular…

NAS

Merkez Bankası faizi artırdı.

Nass’sıl?..

KARDEŞ

“Kardeşiniz bu görevde oldukça faiz hep indirilecek” demişti.

Faiz, dört yıl önce indirilmeye başlandığı oranın üstüne çıktı.

Kardeeeeş, görevi bıraktın mı?..

SATICI

Vatanı satmak, yüksek faizle, yüksek enflasyonla, kötü yönetimle ülkenin ve milletin kaynaklarını heba etmekle olur” dedi.

Hepsi oldu…

ÖTTÜR!

BAE Şeyhi yatına ÖTV’siz 700 bin litre yakıt aldı. Devlet 5.5 milyon TL vergi gelirinden oldu.

Çiftçimiz traktörüne aldığı her litre için 8 TL ÖTV ödüyor.

Çiftçiyi ÖT(türme) V(ergisi)…

TACİZ

Cumhur İttifakı ortağı Hüda Par’ın lideri Yapıcıoğlu, “Karma eğitimin devam ettiği okullarda gençler birbirini taciz edebilir”

Tertemiz gençliğimizi kirletmeyin. Siz ülkeyi taciz etmeyin yeter…

MAFYA

Çakıcı, hakkındaki örgüt davasından beraat etti.

El ele…

TERS

Polisle tartışan terör gazisine ters kelepçe takıldı.

Terslik…

Düzgün TV Programımız : 30 Ağustos Utkusunun (Zaferinin) 101. Yılı

Dostlar,

Bu akşam (30 Ağustos 2023) Türkiye saati ile 21:00’de Viyana’dan canlı yayın yapan Düzgün TV‘den Sayın Bahar Altun’un konuğu olduk. Görsel aşağıda. 30 Ağustos 1922 – 30 Ağustos 2023… 101 yıl sonra görkemli utkuyu ve sonuçlarını irdeledik. Gazi Mareşal Mustafa Kemal Paşa komutasında kazanılan görkemli askeri utkunun siyasal tarihte, harp tarihinde, uluslararası hukukta yerini konuştuk.

Örn. bu utku (zafer) kazanılmasaydı Lozan Barış Andlaşması‘nı yapamayacaktık.
Son Osmanlı Padişahı Vahdettin’in 3 Paşasının Paris’te bağıtladığı (imzaladığı) Sevr Andlaşması uygulanacak, Anadolu’dan sürülmemiz ve Türk milleti olarak tarihten silinmememize başlanacaktı.

Yanı sıra, 101 yıl sonra, 21 yıllık AKP iktidarının ülkemizi içine sürüklediği çok yönlü bunalımı tartıştık, Sayın Bahar’ın sorularını yanıtlayarak.

Tüm olup bitenlerin asla rastlantı olmadığını, Emperyalizmin – emperyalistlerin asla vazgeçmedikleri / unutmadıkları / rövanş kovaladıklarını açıkladık. 104 yıl önceki Sevr’in post-modern türevi olarak BOP‘un (Büyük Ortadoğu Projesi‘nin) 2005-2006’dan beri Türkiye’de de yürürlükte olduğunu aktardık. Erdoğan’ın eşbaşkanlığını yaptığını onlarca kez TV’lerden övünerek duyurduğu bu hain bölücü planda Türkiye’nin parçalanmasının haritalarla yayınlandığını (US Armed Forces Journal, June 2006, Albay Ralph Peters) aktardık. Proje parti AKP kendine yüklenen misyonu yerine getiriyor. Ülkemiz her alanda bu yıkım, dağılma ve parçalanmaya, Anadolu Federe İslam Cumhuriyeti’ne sürükleniyor..

101. yılda göğsümüzü kabartarak yaşadığımız gururun yanı sıra, ülkemizi bunaltan sorunları, nedenlerini, kök nedenlerini ve çözüm yollarını paylaştık izleyicilerle..

  • Çare, YENİDEN KUVVAY-I MİLLİYE!

İzlemek için lütfen tıklayınız.. (1 saat). Paylaşılması ve gereklerinin yapılması dileğiyle..

https://www.youtube.com/live/UVqmLdNFZkw?si=V2q5z62afjpwxEq8

Sevgi ve saygı ile. 30 Ağustos 2023, Ankara

Prof. Dr. Ahmet SALTIK MD, BSc, LLM  
Atılım Üniv. Tıp Fak. Halk Sağlığı (Toplum Hekimliği) Uzmanı
Hekim, Hukukçu-Sağlık Hukuku Uzmanı, Mülkiyeli
www.ahmetsaltik.net        profsaltik@gmail.com
facebook.com/profsaltik       twitter : @profsaltik

 

 

 

30 Ağustos Zaferi ve Laik Cumhuriyetimiz

Doç. Dr. İhsan Tayhani
Cumhuriyet Tarihçisi
08.2023 / Güre

30 Ağustos’ta kazanılan büyük zaferin, yüz birinci yıl dönümündeyiz. Bu zaferin, laik Cumhuriyete  uzanan yoldaki en önemli kilometre taşı olduğu biliniyor. Zaferin Cumhuriyetle taçlandırılması sayesinde de uygar dünyadaki yerimizi almıştık. Bir başka deyişle, 26 Ağustos’ta başlayıp 30 Ağustos’ta sona eren kanlı boğuşma, Gazi Mustafa Kemal’in zihninde biçimlendirdiği laik cumhuriyet hedefine yönelikti.

Zaferin doksan dokuzuncu yıl dönümünde kaleme aldığımız yazımızın başlığı, “30 Ağustos Zafer Kutlaması ve Tepkisel Bir Çığlık!”tı. Yüzüncü yıl dönümü yazımızı da “30 Ağustos Zafer Kutlamasının Yüzüncü Yıl Dönümüne Düşen Gölge!” olarak adlandırmıştık. Geride bıraktığımız iki yıl içinde “tepkisel çığlık” da, “gölge” de büyüdü ve giderek büyümekte! Bu nedenle, tanıklık etmekte olduğumuz yüz birinci yıl dönümünde, yüreklere kazıdığımız zaferin büyüklüğünü saklı tutarak, bir kez daha “Atatürk Cumhuriyeti” ne yönelik tehditlere ve kuşatmaya dikkat çekmeye çalışacağız.

Milat öncesi dönemlerden beri Türklerin kezlerce girip çıktıkları, 1071’den bu yana da kapıları ardına dek Türklere açılmış olan, tarihin akışında üzerinde pek çok egemenlik çatışmasının yaşandığı, 620 yıllık Osmanlı egemenliğinin çöküş sürecinde ise kurtlar sofrasında paylaşıma sürüklenen ve sonunda Gazi Mustafa Kemal’in önderliğinde verilmiş olan üç buçuk yıllık kanlı bir Milli Mücadele sonrası Türk’e yurt yapılan Anadolu coğrafyasında; tarihin tanıklık ettiği büyük bir devrimle kuruluşu gerçekleştirilen Cumhuriyetimizin, daha doğduğu gün boğulmaya çalışıldığı asla unutulmamalıdır.

Anadolu coğrafyası üzerinde, hem içeride hem de dış dünyadaki etkileri büyük olan bu devrim gerçekleştiği sırada, örneğin 1918-1939 arasında, Meclisleri açık olan  ve bir biçimde demokratik kurumları işleyen ülke sayısı  Avrupa’da beş, Amerika’da beş olmak üzere toplam on dolayındaydı.[1] Bu nedenledir ki; Osmanlı artığı topraklar üzerinde yaşayan özellikle saltanat ve halifelik yanlıları, cumhuriyetin erdemini kavrayamadıkları veya kavramak istemedikleri için ya doğrudan ya da dolaylı biçimde onu doğduğu andan başlayarak boğmaya çalışmışlardır. 1920’lerin mütareke basını olarak adlandırılan dönem gazetelerinin sayfaları, bu doğrultuda çok sayıda ihanet örneğini sunar. Biz burada, yalnızca İngiliz Muhipleri Cemiyeti üyesi, yerli işbirlikçi, Damat Ferit’in gözde (AS: ve sözde!) din adamlarından ve işgal döneminde “Dârü’l Hikmeti’l İslamiye” (Yüksek İslâm Şûrası benzeri bir kurum) üyesi yapıldıktan sonra Ayasofya Camisi minberinde vaaz vermeye başlayan Hafız İsmail örneğini vermekle yetinelim. Ankara’da Büyük Millet Meclisi açılırken minberde Millicileri isyancı olarak anan hafız, dinleyicilerinden o “taife-i bagiyle” yani isyancı grupla (Atatürk ve arkadaşları) Allah ve O’nun halifesine itaat edinceye kadar savaşmalarını ister ve ‘Kur’an’ın emrettiği gibi bunlarla mücadele etmenin tüm Müslümanlara farz olduğunu’ söyler.[2] O, Anadolu’da filizlenen Türk ihtilalinin Cumhuriyete dönüşeceğini de ilk sezenlerden biridir. Daha 1920 Nisan’ında, Ayasofya’da bunu dillendirdiği görülür. Cumhuriyet karşıtı hafız, ‘Dünyada İngiltere, İtalya, Japonya devletlerinden maada hükümetler cumhuriyete inkılap ettiler. Biz ise hükümdarsız, halifesiz hiç de payidar olamaz bir milletiz. Dinimiz, kesinlikle bunu gerektirir.’ [3] der.

Yüz yıl öncesinin iktidar sahibi sultanları, Damat Ferit hükümetleri ve işbirlikçileri Cumhuriyeti, doğduğu gün böylesi bir nefretle boğmaya koyulmuşlardı. Bugün de yıllara yayıp, ilmik ilmik örgüleyerek kurdukları tek adam rejiminin başında oturan bugünkü Sultan, iktidarları pekiştikçe özgüven tazeleyen bürokrasinin tepesindeki etkili ve yetkililer, yine iktidardan güç alan tarikat ve cemaatler ile kuşkusuz günümüzün yerli işbirlikçileri, laik Cumhuriyeti boğma tasarımını (projesini) sonlandırma uğraşı içindedirler. İktidar sahiplerinin çekinmeden dillendirdikleri “kindar bir nesil yetiştirme” söyleminin itici gücü, yüz yıl önce duyulan kinden pompalanan ve bir türlü kesilip atılamayan kanın aktığı damardır. Bu durumda dünün Hafız İsmail’i ile Diyanet İşleri Başkanı Ali Erbaş’ın, ‘benim söyleyemediklerimi söylüyor’ dediği bugünün Halil Konakçı’sı veya daha da çoğaltılabilecek öbür örnekleri arasında  –yaşadıkları zaman diliminin dışında– herhangi bir fark olduğunu söylemek olanaklı mıdır?

Her şeyden önce Anayasa Mahkemesi’nin, bugünkü iktidar partisi AKP’nin,
laikliğe aykırı eylemlerin odağı” olduğu, ancak kapatılma yerine
hazine yardımının kesilmesi yolundaki kararının,
25 Temmuz 2008 tarihli resmi gazetede yayımlanmış olduğunu unutmamak gerekir.

Dönemin Barolar Birliği Genel Başkanı Özdemir Özok da, mahkemenin AKP’nin “laiklik karşıtı eylemlerin odağı olduğu” yolundaki anılan kararının bu partiye yönelik “kesin” bir uyarı olması nedeniyle son derece önemli olduğunu vurgulamış ve ‘AKP eğer bundan böyle Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığı’nın dikkatinin üzerinde olduğu bilinciyle hareket edip kendisine çeki düzen vermeyi başarabilirse, bu hem halkın % 47’sinin oyunu alarak iktidar olma şansını elinde bulunduran AKP, hem de Türkiye için yararlı olacaktır. Aksi tutum ve davranışlar hem AKP’nin geleceği, hem de ülkemiz için telafisi olanaksız sonuçlar doğurur.[4] içerikli bir değerlendirme yapmıştı.

Ne ki, söz konusu yüksek mahkeme kararının üzerinden geçen on beş yılın sonunda iktidar partisi AKP, aksine laiklik ilkesini eylemli olarak ortadan kaldırmış, anayasayı kezlerce çiğneyerek (ihlal ederek) anayasal düzeni alt üst etmiş ve –ne acıdır ki– şimdi artık neredeyse teokratik (dinci) devleti yaşama geçirme aşamasına ulaşmıştır.

Bilindiği gibi Mustafa Kemal Atatürk, 1920’lerde başlatmış olduğu devrimci yürüyüş sürecinde laik-demokratik Cumhuriyet’in önündeki saltanat, hilafet, medrese eğitimi, şer’i hukuk, çağ dışı kılık kıyafet, kimi Orta Çağ kurum ve kuruluşları gibi engel taşlarını, gerektiğinde devrim yasaları ve anayasal düzenlemeler eşliğinde birer birer kaldırmıştı. Büyük ölçüde yara almış olsa da Atatürk Cumhuriyeti’nin laik kurumları ve devrim yasaları, şimdilerde sözüm ona yürürlüktedir. Örneğin, Tevhid-i Tedrisat (Öğretim Birliği) henüz bütünüyle yürürlükten kaldırılmış değil. Ancak büyük devrimcinin, yüz yıl önce birer birer kaldırmış olduğu engel taşlarının, yeniden yerlerine konmakta olduğu da somut bir gerçektir.

  • Ulus olarak yüz yüze kaldığımız bu görünüm (tablo) nedeniyle itiraf edelim ki,
    hepimiz bir ölçüde suçluyuz!
  • Laik kurumlarıyla ayrıcalıklı bir yeri olan Atatürk Cumhuriyeti’ni koruyamadık!

Aydın sorumluluğu ile hareket edip, bireysel ya da küçük öbeklerle kurumsal tepkiler veren, bu nedenle de bedeller ödeyen ve ödemekte olan “namuslular cephesi”nin çabaları da şimdilik laik Cumhuriyet kuşatmasını yaramamıştır.

Yapılması gereken; uçurumun kenarındaki Atatürk Cumhuriyeti’ne, kuşkusuz demokratik kurallar doğrultusunda ve bir jakoben duyarlılığı ile –Atatürk gibi– kol kanat gerip, savunmak ve gerici kuşatmadan kurtardıktan sonra kuruluş felsefesi doğrultusunda siyasa üretmektir.

30 Ağustos’un 101. yıldönümünde Başkumandan Büyük Atatürk’ü, onun dava ve silah arkadaşlarını, ayrıca Duatepe’de, Kocatepe’de, Zafertepe’de ve Dumlupınar’da can veren şehitlerimizi, merhum gazilerimizi… saygı, gönül borcu ve rahmetle anıyoruz.

[1] Fabio L. Grassi, Atatürk, Çev. Eren Yücesin Canday, İstanbul, 2009, s. 9.
[2] Alemdar, 26 Nisan 1920’den akt: Şaduman Halıcı, “Ayasofya Camisi’nde bir yüzellilik”, Cumhuriyet, 20 Ağustos, 2023, s. 3
[3] Aynı yer
[4] Özdemir Özok, “Tarihi Karar”, TBB Dergisi, Sayı: 78, 2008, s. 26.

Zafer Bayramı Coşkulu Törenlerle Kutlanmalıdır

Dr. Cihangir Dumanlı
Em. Tuğgeneral

Bugünkü sınırlarımız içinde bağımsız cumhuriyetimizin temeli üç askeri zafere (İnönü, Sakarya, Dumlupınar) ve bir siyasi zafere (Lozan) dayanır.

Kurtuluş savaşımızda Yunan ordusunun imha edildiği kesin sonuçlu muharebeler Büyük Taarruz ve Başkomutan Meydan Muharebesi (Dumlupınar), olağanüstü zor koşullarda zamanın en güçlü emperyalist devletlerine karşı ulusça kazanılmış büyük bir zaferdir (utkudur). Bu utku kazanılmasa idi Lozan Barış Antlaşması yapılamaz, Cumhuriyet ilan edilemez, devrimler yapılamaz, ülkemiz parçalanırdı.

Büyük Taarruz askeri açıdan ise, gerek planlama ve hazırlık, gerek taarruz için tertiplenme, gerekse planlandığı biçimde sevk ve idare edilmesi bakımından dünya harp tarihinde eşine az rastlanan zaferdir. Bu nedenlerle her yıldönümünde anımsanması ve hak ettiği  coşkuyla kutlanması ulusal birliğimiz ve ordu-ulus bütünleşmesi açısından önemlidir. Geçmişteki zaferlerden ortak gurur duymak ulus olmanın gereğidir.

Ancak, 2016 hain darbe girişimi fırsata çevrilerek Türk Silahlı Kuvvetleri’ne (TSK) karşı yapılan planlı darbe kapsamında TSK’ya ve ordu-ulus bütünleşmesine önemli ölçüde zararlar verilmiştir. Bu kapsamda ulusal bayramlarda TSK’nın gövde gösterisi olan görkemli geçit törenleri de yapılmamaktadır.

Bütün devletlerin tarihlerindeki önemli günlerde görkemli anma törenleri yapılır (ABD’de 4 Temmuz bağımsızlık günü, Fransa’da 14 Temmuz Bastil günü, Rusya’da 25 Haziran zafer günü, Yunanistan’da 25 Mart bağımsızlık günü….). Bu törenlerde silahlı kuvvetler halkın önünden coşkulu alkışlar arasında geçerken, ordunun silah sistemleri, eğitim ve disiplin düzeyi halka ve dünyaya gösterilir. Askeri lise öğrenciliğinden tugay komutanlığına dek çeşitli düzeylerde kişisel olarak katıldığım geçit törenlerinde halkın alkışları ile duyduğum gururu sürekli anımsarım.

Görkemli geçit törenleri ulusun da ordusu ile gurur duyması, güven tazelemesi için uygun fırsatlardır.

Törenlerin düzenli yapılması Ordunun silah sistemlerinin ve yeteneklerinin gösterilmesi dosta güven verdiği ölçüde düşmana da korku verir. Bu törenlerin yabancı askeri ataşelerce dikkatle izlenmesi bu nedenledir.

TSK’nın kuruluşundan gelen en önemli niteliği ulus-ordu (Ulusun Ordusu) olmasıdır. Törenlerin iptal edilmesi ordu-ulus bütünleşmesine zarar verir.

Törenlerin iptal edilmesinin nedeni kamuoyuna doyurucu biçimde açıklanamamıştır. Olsa olsa Enver Sedat örneği bir öldürü (suikast) korkusu olabilir. Cumhurbaşkanı yeri geldiğinde, olmadığı halde kendisinin “başkomutan” olduğunu söylemektedir. Kendi ordusundan korkan, askerine güvenmeyen bir kişi komutan olamaz. Böyle bir korku varsa gerekli güvenlik önlemlerini almak zor değildir.

  • Ordunun yeni bir darbe girişimi veya suikast yapmasından endişe varsa;
    tarikat bağlantılarını açıkça belli eden personele karşı hızlı ve etkili önlemler alınmalı, ;
    Orduya FETÖ benzeri başka tarikatların/cemaatlerin sızması önlenmelidir.

Bu iktidarın çok önemsediği Sultan 2. Abdülhamit de darbe korkusu ile donanmayı Haliç’te çürütmüş, orduda atışlı eğitimleri yasaklamış, Harp Okulu öğrencilerine tahta tüfekle eğitim yaptırmıştır. Bunun acı sonuçları Balkan Savaşındaki bozgunla yaşanmıştır.

Tarih okuyanlar ve tarihten ders çıkartabilenler bu coğrafyada yaşamanın güçlü orduya bağlı olduğunu görürler. Yalnızca güçlü olmak yetmez, gücü göstermek de önemlidir.

Görkemli geçit törenlerin yeniden yapılmaya başlanması ulusun ordusu ile gurur duyması, gücümüzün dünyaya gösterilmesi ve ulus olma bilincinin geliştirilmesi bakımından önemlidir.

Bu konu önümüzdeki 100. yıl Cumhuriyet bayramından başlanarak dikkate alınmalıdır.

 

ÖZELLEŞTİRME SERİ (ARDIŞIK) CİNAYETLERİ

Lütfü KIRAYOĞLU
Elektrik Müh. (İTÜ)
ADD Gn. Bşk. Başdanışmanı

Ardışık (seri) cinayetler, TV ve sinema filmleri ile polisiye romanların değişmez konularından biridir. Bir seri katilin, belirli bir sistemle cinayetler işlemesi, bir kenti hatta bir ülkeyi korku ile teslim almasını, polisin katili yakalamasını nefesimizi tutarak izleriz. Ancak her seri cinayet ille de kan ve vahşet ile yaşamımızı alt üst etmez. Kimi kez de bu cinayetlerin kurbanı kendimiz oluruz da, cinayete kurban gittiğimizin ayırdına bile varmayız! Ekonomik, sosyal, kültürel, inanç cinayetleri bu türden seri cinayetlerdir.

Özelleştirme seri cinayetleri de bu türden katliamlardandır ve ne yazık ki kurbanı olduğumuz bu seri cinayetlerin ayrımında değiliz.

Kutsal Ulusal Kurtuluş Savaşını 9 Eylül 1922 günü İzmir rıhtımında büyük bir utkuyla (zaferle) noktalayan Mustafa Kemal Paşa önderliğindeki devrimciler, şimdi çok daha büyük  bir savaşa başlayacaklardı. Ekonomik Bağımsızlık Savaşı… Bu kez düşman  daha sinsi, daha deneyimli idi, savaş uzun solukluydu. 500 yıla yaklaşan kapitülasyonlar ile Türk yurdunun kanını emerek kendi pazarı durumuna getiren, üretici güçlerin gelişmesini engelleyen Batılı ülkeler, başından beri karşı oldukları genç cumhuriyetin yaşamasına izin vermeyeceklerdi. Bu niyetlerini Lord Kürzon, Lozan’da İsmet Paşa’ya apaçık söylemişti.

Ulusal Kurtuluş Savaşının mimarı Mustafa Kemal Paşa, zaferden (utkudan) sonra İzmir’e gelen gazetecilere “siyasal, askeri zaferler ne denli büyük olursa olsun, ekonomik zaferlerle taçlandırılmazsa kazanılacak başarılar yaşayamaz ve sürekli olamaz” diyecekti. Nitekim bu söze uygun olarak zaferden yalnızca 5 ay sonra, 17 Şubat 1923’te İzmir’de Türkiye İktisat Kongresini toplayacaktı. Ülkenin her yerinden gelen katılımcılar (AS 1150 dolayında) günler boyu (AS: 15 gün!) yanmış, yıkılmış ülkenin nasıl ayağa kalkacağına ilişkin görüş bildirdiler. Zamanın ruhuna (gereklerine) uygun olarak  önce, görece özel sektöre ağırlık veren görüşler benimsendi. Ancak yüz yıllarca kapitülasyonların baskısı altında kalan yurdumuzda ne girişimci vardı, ne sermaye, ne yetişmiş insangücü, ne bilgi birikimi, ne yol, ne tüccar, ne sağlıklı bir pazar düzeni vardı. Zaferi kabullenemeyen Batılı emperyalist güçlerin kuşatması ise hepsinin önüne geçiyordu. Buna ek olarak bütün dünya, 1929’da patlak veren büyük bir ekonomik bunalıma doğru hızla yuvarlanıyordu.

Bu koşullar altında, özellikle 1930’lu yılların başından itibaren (bu yana) genç Cumhuriyet kamuculuğa yöneldi. Onuncu yılda, başta Sümerbank olmak üzere, her alanda devletin büyük sanayi kuruluşlarını yaratmaya yönelmesi, hemen her sektörü kendi alanında kredi sağlayan bankacılık sistemi ile desteklemesi büyük atılım yarattı. Tekstilden, çimentoya, madencilikten, endüstriyel tarım ürünlerine, ulaşım ve haberleşme ağlarına, üretim ve tüketim kooperatifçiliğine dek her alandaki yatırımları, insangücünün eğitimine verilen özen ve bütüncül yatırım politikaları destekledi. Onuncu Yıl Marşı’ndaki coşku ile anlatımını bulan bu büyük atılım Anayasamıza, Atatürk İlkelerine ve CHP’nin “Altı Ok“’una “DEVLETÇİLİK” olarak kazındı. Bu politika yaşamın her alanına yayılarak bütünsel kurtuluş ve kalkınma atılımına dönüştü. Ne acıdır ki iktidarı ile, muhalefeti ile tarikatçısı ile, bölücüsü ile, ikinci cumhuriyetçisi ile büyük bir kesim, adeta nokta atışı yaparak 1930’ların Türkiye’sine saldırdı. Bu saldırı günümüzde de sürüyor.

KAMUCU EKONOMİK POLİTİKA KURTARICI OLDU

Dünya büyük bir ekonomik bunalım içinde yuvarlanıp yabanıl (vahşi) bir paylaşım savaşına doğru hızla ilerlerken; Türkiye bir yandan Osmanlı borçlarını ödedi, bir yandan da tarihinin en büyük kalkınma hızına ulaştı. Ülke ayakları üzerine dikildi. İşsizlik son buldu. Bütün yurt yüzeyine yayılmış kamu yatırımları büyük kentlere göçü engellediği gibi, tarımsal endüstriye dayalı yatırımlarla köyden kente göçün de önüne geçildi. 1930’ların kamucu politikaları o denli başarılıydı ki; İkinci Dünya Paylaşım Savaşı sonrası yürütülen Amerikancı politikalar döneminde bile, başta ağır sanayi ve petrokimya kuruluşları olmak üzere kamu yatırımlarından vazgeçilemedi. (İsdemir, Seydişehir Alüminyum, Aliağa Rafinerisi vb.) Kamu yatırımlarının tamamlanması 1970’li yılların sonlarına dek geldi.

TÜSİAD’CILARIN ÖZELLEŞTİRME SALDIRISI

Ülkenin siyasal bunalımlarla çalkalandığı 1970’lerin sonlarına doğru sinsi (örtük) bir özelleştirme saldırısı başlatıldı. Bu dönemde TÜSİAD tarafından yayınlanan GÖRÜŞ adlı mini kitapçıkların neredeyse tümünün konusu özelleştirme idi. Siyasal iktidarların yandaşlarına kadro bulma amacıyla kötü yönettiği kamu kurumları, kasıtlı olarak kötüleştirildi. “Önce kötüleştir, sonra özelleştir” dönemi sinsi biçimde ilerledi.

– “Devlet pijama mı diker”,
– “devlet sunta mı üretir”
“devlet don-gömlek mi yapar?

yaygaraları ile kamu kuruluşları kötülendi. Kamu kuruluşlarını destekleyen bankalar bu kuruluşları desteklemek yerine dolandırıcıları, düşsel (hayali) ihracatçıları destekledi. Bu bankalar batırıldı. Sümerbank, Etibank, Şekerbank, Tarişbank, Emlakbank gibi bankaların adları bile unutturuldu. Köylünün bankası iktidar destekçisi yayın kuruluşları ile yüklenicilerin (müteahhitlerin) buyruğuna verildi.

CİNAYETLER SERİSİ ÖZEL TV KANALLARI İLE BAŞLADI

TÜSİAD’cıların adamı Turgut Özal’ın açıkladığı “24 Ocak Kararları“nın (1980) sağlıklı bir demokratik düzende uygulanması olanaksızdı.12 Eylül 1980 faşist darbesi bu kararların uygulanmasının önündeki bütün engelleri kaldırdı. 12 Eylül dönemi, siyasal, demokratik, kültürel, ekonomik hakları alt üst ederken; bunlara engel olacak her türlü örgütlenmeyi de yok etti. Karşı duranlar ölçüsünde karşı durma olasılığı olanlar da cezaevlerine dolduruldu. 1961 Anayasası tümüyle değiştirilirken (AS: 35 maddesi) en önemli darbelerden biri de devlet iletişim kanalı TRT’ye (Türkiye Radyo Televizyon) indirildi ve özerkliği yok edildi. Önce darbecilerin buyruğuna verildi, sonrasında ise siyasal iktidarların buyruğuna verilecekti.

12 Eylül döneminde ekonominin yönetimini emperyalist ülkeler adına teslim alan Turgut Özal, darbeyle getirilen antidemokratik Seçim Yasası, paralel yürüyen veto sistemi ve bir daha düzeltilmeyen Siyasi Partiler Yasası ile tüm yönetime egemen oldu. Her türlü rezalete alışıp şaşırma duygularımızı yitirdiğimiz bu dönemde Turgut Özal’ın oğlu Ahmet Özal, Telsiz Yasası başta olmak üzere, TRT Yasası, Basın Yasası ve Türk Ceza Yasa’sını ihlal ederek ilk özel televizyonu yayına soktu ve ilk özelleştirme cinayetini işledi.

Muhalefet başta olmak üzere gazeteciler, haberleşme (iletişim) kuruluşları, aydınlar bu yasa çiğnemine (ihlaline) karşı durmak yerine, akıma ayak uydurdular. Madem TRT özerk olmaktan çıkmış ve siyasal iktidarın buyruğuna girmişti o halde herkes, her çevre, her siyasal parti, her cemaat kendi TV kanalını kursundu. (!) Özel TV kuramayanlar özel radyo kurdular. Bu yasa çiğnemine (ihlaline) karşı çıkması gerekenler, sabahlara dek süren TV tartışma programlarında “özgürce” Türkiye Cumhuriyeti’nin bütün değerlerine saldırıyordu. ABD’nin komşumuz Irak’a saldırısını sinema filmi izler gibi bizlere izletiyorlardı. Artık haberleşme, gazetecilik mesleğinin parçası olmaktan çıkmıştı. Büyük iş adamlarının bir holdingi, bir bankası, bir de özel televizyonu vardı. Bu TV kanallarında Cumhuriyet değerlerine yapılan saldırının yanında en büyük saldırının hedefinde ekonomik kalelerimiz vardı.

Özelleştirmelerle her ürün, her hizmet daha ucuz ve daha nitelikli (kaliteli) olacaktı!

Siyasal desteğe sahip holding patronları, banka kurmak yerine kamu kuruluşlarını desteklemekle görevli bankaları ele geçirip içini boşalttı. (Etibank en tipik örnektir). Buna bağlı olarak kamu ekonomik kuruluşları kapışılmaya başlandı.

Artık cinayetler serisi çorap söküğü gibi gelecekti. Hastanelerde kuyruk mu var? Gelsin özel hastaneler. Okullarda eğitim sistemi bozulup laik – demokratik eğitim rafa mı kalktı? Gelsin özel okullar. 40-50 yıl önce devlet okullarında başarısız olanların diploma almak için koştuğu özel okullar, artık zorlu sınavlarla girmek için yarış edilen kurumlar durumuna geldi. İşverenler kreş mi açmıyor? Gelsin özel kreşler. Devlet, anaokulları için kaynak mı bulamıyor? Gelsin paralı özel ana okulları. Günümüzde  bu okulların bir yıllık bedeli, yüksek bir memurun bir yıllık gelirine ulaştı. Çocuğunuz üniversitede istediği bölümü mü kazanamadı, gelsin sözde Vakıf üniversiteleri, dindarlar için ayrı cemaat üniversiteleri, zengin (varsıl) çocukları için kantin kapılarında “burslular giremez” (tepkiler üzerine bu yazılar sonraları kaldırıldı) yazan ayrıcalıklı üniversiteler… Bunların ücretlerini ise hiç sormayın. Yurt mu bulamadınız? Tarikat yurdundan sosyete yurduna dek hepsi var. Yeter ki paradan haber verin…

Olanlara ve sonrasında olacaklara küçük bir azınlık dışında hiçbir ciddi itiraz gelmedi. İktidar ve muhalefet “son sosyalist devlet” dedikleri Cumhuriyetimizin temellerine dinamit koydular. Hızını alamayanlar “babalar gibi satarım” diyerek (ANAP Maliye Bakanı Kemal Unakıtan) kamuya ait her şeyi “tarihten kazımaya” kararlıydı. Bunu söyleyenler sağlıklarını Türk doktorlarında değil, ABD’deki ünlü hastanelerde aradılar. Sonrasında gariban yurttaşlarımız da özel hastane kapılarında soyuldu. Şehir hastanelerinin içine yabancı adlı mağazalar yerleştirildi. Özel araçlarınızla çarşıya pazara giremediniz mi? Tüketim MABETLERİ (tapınakları) Alışveriş Merkezleri (AVM), zincir mağazaları ile buyruğunuzda! Kendinizi güvende duyumsamıyorsanız özel güvenlik şirketleri buyruğunuzda. Yıllarca kamu çalışanlarının tatil (dinlence) gereksinimi karşılayan kamu kamp ve eğitim kuruluşları da kapatılarak arazileri turizm işletmecilerine tahsis edildi (özgülendi), yağmalandı. İnsanlar tatil (dinlence) gereksinimlerini karşılamak için zeytinlikleri, öbür tarım alanlarını yağmalayıp “villa” adı altında gecekondu sahibi oldular. Arsa spekülatörleri, inşaat malzemecileri varsıl (zengin) edildi.

Artık özelleştirmeye o denli alıştık ki; geçiş garantili (güvenceli) köprüler, otoyollar, havalimanları yadırganmaz oldu. Ülkenin en turistik karayolunda bir siyasetçiye tünel, evet yalnızca bir tünel izni verilerek Deli Dumrul’un köprüsünden sonra Deli Dumrul’un tüneli de oldu. (Göcek Tüneli) Bütün bu sömürünün gelecekte de güvence altında olması için Uluslararası Tahkim kuralı önce anayasal (1999, m. 125), sonra da yasal kılıfa (2001) kavuştu.

Sonuçta elimizde ne limanlarımız, ne karayollarımız, ne enerji santrallerimiz, ne elektrik dağıtım şirketlerimiz, ne telefon idaremiz, ne petrol rafinerimiz, ne şeker fabrikamız, ne araç muayene istasyonumuz, ne doğru düzgün eğitim veren okulumuz kaldı! Posta örgütümüzün yerini bile kargo firmaları aldı. Asker ocağında yemeği kendi yaparak aynı zamanda meslek edindirmek yerine yemek firmalarından hazır yemek alınmaya başlandı ve toplu zehirlenmeler yaşandı.

Şimdi ne çocuklarımıza eğitim parası yetiştirebiliyoruz; ne şekere, ne telefona, ne güvenliğe, ne dinlenceye para yetiştirebiliyoruz. Kamu ulaşımı desteklenmediği için herkes özel araç sahibi olma peşinde. İkinci el araç fiyatı sıfır araç fiyatından çok. Lojman bulamayan kamu görevlileri, ev sahiplerinin / bankaların insafına terk edilmiş durumda.

Seri (ardışık) katili bulmak için önce seri (ardışık) cinayetler olduğunu algılamamız gerekiyor. Güzel yurdumuzdan işgal ordularının sürülüp atıldığı şanlı günlerin 101. yılını kutluyoruz. Sinsi biçimde başlatılan özelleştirme seri cinayetlerinin ardından yabancı şirketlerin saldırısı hız kazandı. Bu vahşi istila kuvvetleri (yabanıl yayılma güçleri) yalnızca kamu mallarını ele geçirmekle kalmadı. Türk girişimcisinin  dişiyle, tırnağıyla yarattığı yerli ürünler de birer birer bu azgın yayılma (istila) ordusunun eline geçti. İçme suyumuzdan, zeytinyağımıza, peynirimizden, tank fabrikamıza, sigaramızdan, rakımıza, şarabımıza, sabunumuza dek…

Büyük bir temizliğin vaktidir…

Bütüncül kurtuluş ve kalkınmanın önü, bütünsel istila (yayılma) ile kesildi.
Yeni bir Ulusal Kurtuluş Savaşı vermenin vaktidir.
Bütüncül (topyekün) bir Ulusal Kurtuluş Savaşı… (26.08.2023)

Avrupa’da ve Türkiye’de göç sorunu

Örsan K. Öymen
Örsan K. Öymen
28 Ağustos 2023, Cumhuriyet

 

Ekonomik ve siyasal açıdan azgelişmiş ülkelerden ve iç savaş yaşanan ülkelerden Türkiye’ye ve Batı Avrupa’ya yönelik yıllardır yaşanan yoğun göç dalgası, kapitalizmin ve emperyalizmin sonuçlarından biridir.

  • Emperyalizm, kapitalizmin küreselleşmiş biçimidir.

Dünyadaki kapitalist güç odakları, kendi ülkelerindeki vatandaşlarını sömürme kontenjanı dolunca, sömürü için başka ülkelere yönelmektedirler ve bunun sonucunda emperyalizm olarak bilinen bozuk düzen ortaya çıkmaktadır.

  • Kapitalizm ve emperyalizm sorunu çözülmeden, göç sorunu çözülemez.

Bu nedenlerle, “demografik mühendislik” olarak anılan sorun da, kapitalizm ve emperyalizm sorunu çözülmeden, ortadan kaldırılamaz. Sınır güvenliği önemlidir, ancak tek başına bir çözüm yolu değildir.
***
Batı Avrupa ülkelerinde son yıllarda siyaseti en çok etkileyen konulardan biri göç sorunudur.

  • Göç sorunu Avrupa’da yabancı düşmanlığını, ırkçılığı ve İslamofobiyi körüklemektedir. 

Oysa bu soruna yol açan güçlerin arasında, Avrupa Birliği, Britanya ve ABD de yer almaktadır. Göç sorununu tek başına, göç veren ülkelerdeki çarpık ve kötü yönetimlere bağlamak olanaklı değildir.

Suriye, Irak, Afganistan, Libya gibi ülkelerdeki iç savaşları körükleyen, bu ülkelerde rejim değişikliği ve darbe gerçekleştirme yoluna giden, ABD, Britanya, İsrail ve bazı AB ülkeleridir.

Küreselleşme adı altında, küresel dayanışma yerine, küresel sömürü düzenini dayatan; ABD, Britanya ve bazı AB ülkeleridir. 

AB ülkeleri NATO üzerinden ABD’ye bağımlı oldukları için de, ABD’nin yayılmacı politikalarına destek vermek zorunda kalmaktadırlar. AB’nin NATO’dan bağımsız olarak kendi savunma örgütünü kuramamış olması sorunun parçalarından birisidir.

Ancak sonuçta, göç sorunundan en çok etkilenen, coğrafi olarak çatışma bölgelerine daha yakın olan ve kendi içinde de dar bir coğrafi alana sahip olan AB ülkeleridir, ABD değildir. Bu nedenle NATO üyesi AB ülkelerinin, ABD’nin müdahaleci ve yayılmacı politikalarına karşı çıkmaları, AB’nin de lehine olacak bir gelişmedir. Ancak AB içindeki çapsız siyasetçiler, bu gerçeği görmemekte ısrar etmektedirler.
***
AB ülkelerindeki merkez sağ siyasetçilerle birlikte, sosyal demokrasinin özünden uzaklaşan sahte sosyal demokratlar da sorunun bir parçasıdır. Dünyadaki sosyal demokrat, demokratik sosyalist ve demokratik sol partileri bir araya getiren Sosyalist Enternasyonel’in, 1951 yılında Frankfurt’ta gerçekleşen 1. kongresinde kabul edilen kuruluş ilkelerinin 7. maddesinde şu ifade yer alır:

  • Demokratik sosyalizm, emperyalizmin her türünü reddeder.
  • Tüm insanların baskı altına alınmasına ve sömürülmesine karşı mücadele eder.”

Sosyalist Enternasyonel’in 1989 yılında Stockholm’de gerçekleşen on sekizinci  kongresinde kabul edilen “İlkeler Deklarasyonu”nun, 6-8, 34-35, 38-43, 79-80, 83-92. maddelerinde, kuzey ve güney yarım küre arasındaki ekonomik ve sosyal uçurumlara dikkat çekilir, azgelişmiş ülkelerin ekonomik ve sosyal düzenlerinin geliştirilmesi için mücadele edilmesi gerektiği vurgulanır.

Avrupa sosyal demokratları bu çizgiden uzaklaştıkları için de AB bir göç sorunu ile karşı karşıyadır.

AB, kendi yarattığı “Frankenstein” ile karşı karşıya kalmıştır, ama bu gerçeğin üzerini de, yabancı düşmanlığıyla, ırkçılıkla ve İslamofobiyle örtmeye çalışmaktadır.
***
Göçmen sayısı konusunda dünya rekortmeni olan Türkiye ise AKP’nin mutlak teslimiyetçi politikaları nedeniyle dünyada en acıklı durumda olan ülkedir.

Resmi sayılara göre Türkiye’de 5 milyona yakın göçmen bulunmaktadır.

  • Türkiye, AB’nin göçmen deposu konumundadır.

AB’nin kabul etmediği göçmenleri, Türkiye kendi topraklarında barındırmaktadır.

Göç konusunda, Avrupa Birliği ABD’nin, Türkiye de Avrupa Birliği’nin arka bahçesidir.


Yazarın Son YazılarıTüm Yazıları

Barış için…

Barış için…

SERPİL GÜVENÇ

 

                                       “Mektuplar alırım

                                        Allı-karalı
                                        Üstünde Görülmüştür
                                        Yiyecek alınmaz damgaları
                                        …
                                        Okurum, içim daralır
                                        Bakamam göğe, utanırım
                                        Alır mektuplarımı
                                        Havalandırmaya çıkarım

                                        Dışarda deli bir lodos
                                        Esrik bir sonbahar
                                        Aylardan Aralık
                                        Adrasan üstünde eflatun bulutlar
                                        Tahtalı’da kar vardır
                                         Yasemin kokar ortalık

                                        Dostlar ki gurbette
                                        Dostlar ki hapistedir
                                        Mektuplarıyla yetinirim artık”1

ÇHD yöneticileri, Gezi davası sanıkları, Merdan Yanardağ, ülkenin dört bir yanından muhalif gazeteci, Demirtaş ve çoğunluğunu Kürtlerin oluşturduğu siyasetçiler gibi Barış da artık içerde. Bir kez daha, beşinci kez parmaklıklar arkasına geçti.

AKP iktidarında cezaevleri dolup boşalıyor. Kadın katilleri, çocuk tecavüzcüleri, mafya şefleri ve artıkları, Cumhuriyet düşmanları gönderildikleri bu mahallerden bir yasayla ya da bir torba yasanın ek maddesiyle salıveriliyorlar; onların yerini yurtsever gazeteciler, aydınlar, muhalif siyasiler alıyor.

Haberi okuduğumda, Aziz Nesin’in Romanya’da yayımlanan ‘Presa Noastra‘ dergisinin uluslararası soruşturmasındaki bazı aktarımları geldi aklıma.
Gazetecilik mesleğinin erdemleri nelerdir?” sorusunu şöyle yanıtlar Nesin.

Bir gazetecide bulunması gereken üç erdem yani gerçeğe saygılı olmak, doğruluk duygusu ve halktan yana olmak – zaman ve yere göre – değişkenlik gösterirler. Bunun nedeni, insanların “gerçek, “doğru”, “halk” kavramlarına farklı anlamlar yüklemeleridir. Çağımızda insanların kavramlar üzerinde anlaşabilmeleri, ancak aynı sınıfın insanları olmalarıyla gerçekleşebilir. Örneğin bir Amerikan emperyalistiyle onun Türkiye’deki aracısı olan Türk kompradoru “Gerçeğe saygı” deyince aynı şeyi anlarlar. Onlar için doğruluk, sınıflarının egemenliğinin sürmesi için kendi koydukları hukuk kurallarına ve sosyal kurallara bağlı kalmaktır. Derginin sorusunu “1970 yılında Türkiye’de gazetecilik mesleğinin erdemleri nelerdir?” olarak değiştiren Nesin, Türkiye’de bütün basının büyük sermayenin malı olduğunu ve iki kaynaktan – devletten ve özel sermayenin reklamcılık işletmelerinden gelen – ilan geliriyle beslendiklerini söyler. Bu durumda bir gazetecinin “gerçeğe saygılı olması”, “doğruluktan yana olması”, “halktan yana olması” olanağı yoktur.  “Gerçek” egemen olan sermayenin gerçeğidir, doğruluk onun doğruluğudur, halk da salt onun tüketicisi olan ve hep tüketicisi kalması istenilen halktır.

Bu çarkın dışına çıkabilen yok mudur?

Aziz Nesin, bu koşullara rağmen, sayıları az da olsa, halktan yana, doğruluk duygusu taşıyan ve gerçeğe saygılı gazetecilerin varlığına işaret eder. Bu insanlar “az yerde görülen yüreklilikle büyük tehlikeleri göze alarak halkımız açısından erdemli olabilmişler ve olabilmektedirler”. Emekçi sınıfın aydınları olan Türk gazetecileri, büyük sermayenin baskısından kurtulmak için, (o tarihte) kendilerinin birçok zorluklarla çıkardıkları çok az tirajlı dergilerde, gerçeğe saygılı olmakta, doğruluk duygusu taşımakta ve halktan yana yayın yapmaktadırlar”.2

Bu ülkenin emekçi sınıfına gönül vermiş, onlardan yana tavır koymuş aydınları, gazetecileri için 1970’lerde ifade edilen bu gerçeklerin 50 yıl sonra halen geçerli olması, demokratik hak ve özgürlükler konusunda bir arpa boyu ilerlemek şöyle dursun ne denli geriye gittiğimizi göstermektedir. Barış, denetimli serbestlik talebinin (isteminin) reddedilmesi üzerine teslim olmak üzere gittiği Silivri cezaevi kapısında, sorunun kendisinin içeri alınmasından ibaret olmadığını, halkın haber alma özgürlüğünün, bilgi alma özgürlüğünün gasp edilmek istendiğini belirtirken hem bu vargıyı doğruluyor hem de muhalif aydın kesim üzerindeki baskıların devam edeceğine işaret ediyor.

Gerçekten de siyasal iktidar elindeki tüm olanaklarla hedeflediği düzeni yerleştirinceye dek zor seçeneğini sürdürmeye ve tepki gösterenleri de saf dışı etmeye kararlı görünüyor. Sürekli olarak kullanageldiği, toplumun tüm hücrelerine zerk etmeye çalıştığı kader, fıtrat ve benzeri dinsel kavramların ve bunların yanı sıra şoven milliyetçiliğin en büyük yardımcısı olduğunu eklemeye bilmem gerek var mı?

Umutsuzluk çağrıştıran bu koşullar, kendi içlerinde gelecek güzel günlere ulaşmanın çözümünü taşıyorlar. Halkın yarısının kendisine dayatılan bu ortaçağ dünyasını reddetmesi ve bu karşı koyuş içinde sosyalist partilere verilen bir milyonu aşkın oy güçlü bir direnişin göstergesidir.

Bir örnek, okulları tümden cami/medreseye dönüştürecek olan, Anayasa ve yasalara aykırı CEDES projesine karşı çıkan 100 kurumun “laik yaşam, laik eğitim, eşit yurttaşlık” sloganıyla 16 Eylül’de İzmir’de yapacakları mitingdir. Yapılan açıklamada CEDES iptal edilinceye dek illerde laiklik buluşmalarının düzenleneceği de belirtilmiştir. Bir başka örnek, Ankara Beşevler’de Hacettepe Üniversitesi Konservatuvarı ve Anadolu Otelcilik ve Turizm Meslek Lisesinin yıkılmasıyla açılan alana ABB meclisi kararıyla bir “ibadet alanı” yapımına karşı, başta Ankara Mimarlar Odası olmak üzere mahalleliler ve derneklerce başlatılan imza kampanyasıdır.

İşçiler hakları için direnmekte, ülkenin birçok yerinde maden tekellerine ve onların yerli ortaklarına karşı, canını dişine takan halk, ağaçlarını, derelerini, topraklarını savunmaktadır.  

Bu birkaç örnek bile

  • Örgütlenmenin, direniş ve mücadelenin ilk koşulu olduğuna işaret ediyor.

İnsanın örgütlenmesinin bir fantezi değil büyük bir gereksinmenin sonucu olduğunu, insanın tek başına kendini koruyamayacağını ve savunamayacağını söylüyor büyük gülmece ustamız. Çağdaş insanın örgütlü insan olduğunu, bir örgütün üyesi olmayan insana çağdaş insan denemeyeceğini, örgütlenme gereğinin çok derinden duyulduğu dönemlerde insanların birden çok örgüte üye olduklarını da ifade ediyor.

  • Toplum üzerindeki ölü toprağını hızla silkip atmaya başlamış,
  • yolun sonunda ışık görünmüştür.

Barış’ın da, Merdan’ın da, öbür tutukluların da aramıza dönmelerini hızlandırmanın yolu, örgütlenerek direnmek ve

  • Her alandaki gerici, faşist, anti demokratik, yasa dışı uygulamalara karşı yasal hakkımız olan demokratik tepkiyi göstermektir.
  • Örgütlü bir halkı hiçbir güç yenemez.
  • 1.Metin Demirtaş, 1988, Bir Mendil Gökyüzü içinde ‘Mektuplar Alırım’, 33-35, Cem Yayınevi, İstanbul
  • 2.Aziz Nesin, 2013, Aziz Nesin Soruşturmada, Sorulara yanıtlar belgeler, s. 88-93, Nesin Yayınevi, İstanbul