Etiket arşivi: Sosyalist Enternasyonel

Avrupa’da ve Türkiye’de göç sorunu

Örsan K. Öymen
Örsan K. Öymen
28 Ağustos 2023, Cumhuriyet

 

Ekonomik ve siyasal açıdan azgelişmiş ülkelerden ve iç savaş yaşanan ülkelerden Türkiye’ye ve Batı Avrupa’ya yönelik yıllardır yaşanan yoğun göç dalgası, kapitalizmin ve emperyalizmin sonuçlarından biridir.

  • Emperyalizm, kapitalizmin küreselleşmiş biçimidir.

Dünyadaki kapitalist güç odakları, kendi ülkelerindeki vatandaşlarını sömürme kontenjanı dolunca, sömürü için başka ülkelere yönelmektedirler ve bunun sonucunda emperyalizm olarak bilinen bozuk düzen ortaya çıkmaktadır.

  • Kapitalizm ve emperyalizm sorunu çözülmeden, göç sorunu çözülemez.

Bu nedenlerle, “demografik mühendislik” olarak anılan sorun da, kapitalizm ve emperyalizm sorunu çözülmeden, ortadan kaldırılamaz. Sınır güvenliği önemlidir, ancak tek başına bir çözüm yolu değildir.
***
Batı Avrupa ülkelerinde son yıllarda siyaseti en çok etkileyen konulardan biri göç sorunudur.

  • Göç sorunu Avrupa’da yabancı düşmanlığını, ırkçılığı ve İslamofobiyi körüklemektedir. 

Oysa bu soruna yol açan güçlerin arasında, Avrupa Birliği, Britanya ve ABD de yer almaktadır. Göç sorununu tek başına, göç veren ülkelerdeki çarpık ve kötü yönetimlere bağlamak olanaklı değildir.

Suriye, Irak, Afganistan, Libya gibi ülkelerdeki iç savaşları körükleyen, bu ülkelerde rejim değişikliği ve darbe gerçekleştirme yoluna giden, ABD, Britanya, İsrail ve bazı AB ülkeleridir.

Küreselleşme adı altında, küresel dayanışma yerine, küresel sömürü düzenini dayatan; ABD, Britanya ve bazı AB ülkeleridir. 

AB ülkeleri NATO üzerinden ABD’ye bağımlı oldukları için de, ABD’nin yayılmacı politikalarına destek vermek zorunda kalmaktadırlar. AB’nin NATO’dan bağımsız olarak kendi savunma örgütünü kuramamış olması sorunun parçalarından birisidir.

Ancak sonuçta, göç sorunundan en çok etkilenen, coğrafi olarak çatışma bölgelerine daha yakın olan ve kendi içinde de dar bir coğrafi alana sahip olan AB ülkeleridir, ABD değildir. Bu nedenle NATO üyesi AB ülkelerinin, ABD’nin müdahaleci ve yayılmacı politikalarına karşı çıkmaları, AB’nin de lehine olacak bir gelişmedir. Ancak AB içindeki çapsız siyasetçiler, bu gerçeği görmemekte ısrar etmektedirler.
***
AB ülkelerindeki merkez sağ siyasetçilerle birlikte, sosyal demokrasinin özünden uzaklaşan sahte sosyal demokratlar da sorunun bir parçasıdır. Dünyadaki sosyal demokrat, demokratik sosyalist ve demokratik sol partileri bir araya getiren Sosyalist Enternasyonel’in, 1951 yılında Frankfurt’ta gerçekleşen 1. kongresinde kabul edilen kuruluş ilkelerinin 7. maddesinde şu ifade yer alır:

  • Demokratik sosyalizm, emperyalizmin her türünü reddeder.
  • Tüm insanların baskı altına alınmasına ve sömürülmesine karşı mücadele eder.”

Sosyalist Enternasyonel’in 1989 yılında Stockholm’de gerçekleşen on sekizinci  kongresinde kabul edilen “İlkeler Deklarasyonu”nun, 6-8, 34-35, 38-43, 79-80, 83-92. maddelerinde, kuzey ve güney yarım küre arasındaki ekonomik ve sosyal uçurumlara dikkat çekilir, azgelişmiş ülkelerin ekonomik ve sosyal düzenlerinin geliştirilmesi için mücadele edilmesi gerektiği vurgulanır.

Avrupa sosyal demokratları bu çizgiden uzaklaştıkları için de AB bir göç sorunu ile karşı karşıyadır.

AB, kendi yarattığı “Frankenstein” ile karşı karşıya kalmıştır, ama bu gerçeğin üzerini de, yabancı düşmanlığıyla, ırkçılıkla ve İslamofobiyle örtmeye çalışmaktadır.
***
Göçmen sayısı konusunda dünya rekortmeni olan Türkiye ise AKP’nin mutlak teslimiyetçi politikaları nedeniyle dünyada en acıklı durumda olan ülkedir.

Resmi sayılara göre Türkiye’de 5 milyona yakın göçmen bulunmaktadır.

  • Türkiye, AB’nin göçmen deposu konumundadır.

AB’nin kabul etmediği göçmenleri, Türkiye kendi topraklarında barındırmaktadır.

Göç konusunda, Avrupa Birliği ABD’nin, Türkiye de Avrupa Birliği’nin arka bahçesidir.


Yazarın Son YazılarıTüm Yazıları

CHP’nin onurlu tarihi

Örsan K. Öymen
Örsan K. Öymen

CHP, 9 Eylül 1923’te kuruldu. CHP’nin kökeni, 7 Eylül 1919’da Sivas Kongresi’nde kurulan ve emperyalizme karşı Kurtuluş Savaşı’nı yürüten Anadolu ve Rumeli Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti’dir. İki örgütün de kurucusu ve ilk genel başkanı Mustafa Kemal Atatürk’tür.

TBMM 23 Nisan 1920’de, Anadolu ve Rumeli Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti’nin katkılarıyla da kuruldu. Saltanat, yani padişahlık, 1 Kasım 1922’de TBMM tarafından kaldırıldı.

  • CHP, Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucu partisidir.

Türkiye Cumhuriyeti 29 Ekim 1923’te, CHP’nin kuruluşundan yaklaşık yedi hafta sonra kuruldu.

3 Mart 1924’te Halifeliğin kaldırılması ve bilimsel eğitim sisteminin temeli olan Öğretim Birliği Kanunu’nun kabul edilmesi, CHP’nin öncülüğünde gerçekleşti.

Kadının ve erkeğin hukuk önünde eşit kılınması dahil, birçok özgürlüğün hukuk tarafından güvence altına alınmasını sağlayan Medeni Kanun, 17 Şubat 1926’da CHP’nin öncülüğünde kabul edildi. (AS: 4 Ekim 1926’da yürürlüğe girdi..)

CHP 15 Ekim 1927’deki Kurultay’da,

  • Cumhuriyetçilik
  • Halkçılık
  • Laiklik
  • Milliyetçilik

ilkelerini, 10 Mayıs 1931’deki Kurultay’da,

  • Devletçilik
  • Devrimcilik

ilkelerini, parti programındaki temel ilkeleri olarak kabul etti.

Devletin dini İslamdır ifadesi 10 Nisan 1928’de, CHP’nin öncülüğünde anayasadan çıkarıldı ve böylece devletin dinselleşmesinin önlenmesi, laikliğin uygulanması ve din konusunun vatandaşların özgür iradesine bırakılması yolunda bir adım daha atıldı.

5 Aralık 1934’te kadınlara seçme ve seçilme hakkı, CHP’nin öncülüğünde tanındı.

5 Şubat 1937’de laiklik ilkesi, CHP’nin öncülüğünde anayasa maddesi haline geldi.
***
1920’li, 1930’lu ve 1940’lı yıllarda, köylünün ve çiftçinin toprak sahibi olmasını sağlayan, toprak reformu olarak da bilinen düzenlemeler, CHP’nin öncülüğünde gerçekleşti.

Halkın eğitimde, teoriyle pratiği (kuram ve uygulamayı) bütünleştirmesini ve köy ilkokullarına öğretmen yetiştirilmesini sağlayan Köy Enstitüleri, 17 Nisan 1940’ta CHP’nin öncülüğünde kuruldu.

Çok partili serbest seçimli sisteme, 14 Mayıs 1950’de CHP’nin öncülüğünde, CHP iktidarında geçildi.

14 Ocak 1959’da CHP Kurultayı’nda kabul edilen İlk Hedefler Beyannamesi ile kişi hak ve özgürlükleri konusundaki temel ilkeler geliştirildi. Bunlar, Türkiye’nin en özgürlükçü anayasası olarak bilinen 27 Mayıs 1961 Anayasası’nda yer aldı.

CHP, 29 Temmuz 1965’te ortanın solunda yer aldığını, devletçilik ve halkçılık ilkelerinin ortanın solu anlamına geldiğini açıkladı.

CHP 27 Kasım 1976’daki Kurultay’da demokratik sol ve sosyal demokrat ilkeleri de parti programına ekledi ve Sosyalist Enternasyonel’e üye oldu.
***

  • CHP, Osmanlı İmparatorluğu’ndaki statükoyu, yani monarşiyi, teokrasiyi
    ve feodalizmi yıkan, devrimci bir partidir.

CHP aynı zamanda, kapitalizmin yol açtığı ekonomik ve sosyal adaletsizlikleri asgari düzeye çekmek için mücadele veren merkez sol bir partidir.

CHP, çok partili serbest seçimli düzene geçildikten sonra, 1950’li, 1960’lı ve 1970’li yıllarda, kimi seçimleri yitirmiş olsa da, 1992’den sonra aldığı oyların çok üzerinde oy alan bir siyasal partidir. CHP 1950 seçimlerinde % 39, 1954 seçimlerinde % 35, 1957 seçimlerinde % 41, 1961 seçimlerinde % 37, 1973 seçimlerinde % 33, 1977 seçimlerinde % 41 oy almıştır.

CHP 1992 yılında yeniden açıldığından beri, %26’nın üzerine çıkamamıştır!

AKP iktidarının, CHP’nin tarihine yönelik iftiralarla ve yalanlarla seçim kampanyası yürütme hazırlıkları yaptığı bir dönemde, CHP yönetiminin ve CHP üyelerinin, bu olguların ışığında hareket etmesi gerekir.

CHP, AKP’nin gölgesinde siyaset yaparak, İslamcıların, neoliberallerin ve ikinci cumhuriyetçilerin söylemleri üzerinden, kendi tarihini çarpıtarak ve inkâr ederek (yadsıyarak) seçim kazanamaz.

CHP yönetimi, örgütünü harekete geçirmek, seçmen tabanının başka partilere kaymasını önlemek ve oyunu daha da yükseltmek istiyorsa; tarihine, kurumsal kimliğine, ilkelerine sahip çıkmalıdır, halka gerçekleri anlatmalıdır.

Günümüzdeki başarısızlıkların üzeri, geçmişteki başarılar yok sayılarak örtülemez.

Finlandiya, İsveç ve NATO

Örsan K. ÖymenÖrsan K. Öymen
23 Mayıs 2022, Cumhuriyet

 

ABD’nin ve NATO’nun, genişleme stratejisine Ukrayna’yı da katması üzerine, Rusya’nın Ukrayna’yı işgal etmesi nedeniyle, Finlandiya ve İsveç’in NATO’ya üyelik başvurusunda bulunması, dünya dengelerini bir kere daha altüst etti.

Rusya, güneybatı sınırlarında NATO ile komşu olmayı önlemeye çalışırken bir anda kuzeybatı sınırlarında da NATO ile komşu olma tehlikesiyle karşı karşıya kaldı.

Oysa, İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra, NATO ile Varşova Paktı, ABD ile Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği arasında ortaya çıkan “Soğuk Savaş” döneminden beri, bu gerilimin ortasında tarafsız kalmayı başaran Finlandiya ve İsveç, aynı politikayı bugün de sürdürebilirdi.

Çünkü SSCB dağıldıktan sonra kurulan Rusya Federasyonu bu ülkeleri bir tehdit olarak görmediği gibi, bu ülkeleri, NATO’ya üye olma niyetlerini ilan edene kadar tehdit de etmemiştir.

İsveç’in ve Finlandiya’nın, kendileri için Rusya’dan bir tehdit gelmediği halde, Ukrayna’ya yönelik bir tehdit nedeniyle, Rusya’nın kendilerini de tehdit etmesine yol açacak bir karar vermeleri, halklarına ve geleceklerine karşı bir sorumsuzluktur.

Bu karar, ABD ve Rusya arasındaki gerginliği yumuşatmak yerine artırmaktadır, ayrıca İsveç’in ve Finlandiya’nın ulusal güvenliğini güvence altına alacağına, tehlikeye sokmaktadır.
***
Ekonomik, sosyal ve siyasi açıdan dünyanın en güçlü ülkeleri arasında yer alan, bağımsız olarak varlığını onlarca yıldır başarıyla sürdürebilen İsveç’in ve Finlandiya’nın, ABD ve Rusya arasındaki rekabetin oyuncağı ve piyonu haline dönüşmeleri, kendi onurlu tarihleri açısından da utanç verici bir durumdur.

İsveç Sosyal Demokrat Partisi’nin eski lideri, eski İsveç Başbakanı ve Sosyalist Enternasyonel’in önde gelen siyasilerinden birisi olan Olof Palme’nin, bağımsızlık yanlısı onurlu duruşu örnek alınacağına, ABD Devlet Başkanı Joe Biden’ın reçeteleri uygulanmıştır.

Bu çerçevede, Olof Palme’nin kim olduğunu herkesin yeniden hatırlamasında büyük yarar vardır.

Olof Palme, “Soğuk Savaş” döneminde yaşadığı halde, “Soğuk Savaş” paradigmasına ait şablonların dışında kalmayı başarmış nadir siyasetçilerden birisiydi.

Olof Palme, hem SSCB yönetimini hem de ABD yönetimini eleştiren, iki süper gücün de uydusu olmayı reddeden, İsveç’i hem NATO’nun hem de Varşova Paktı’nın dışında tutmayı başarmış bir liderdi.

Olof Palme, ABD’nin ve NATO’nun tüm uyarılarına ve itirazlarına rağmen, Fidel Castro’nun ve Che Guevara’nın öncülüğünde 1959 yılında gerçekleşen Küba devriminden sonra, Küba’ya resmi bir ziyarette bulunan ilk Batı Avrupalı liderdi.

Olof Palme, karma ekonomik modeli, ekonomik ve sosyal adalet kavramını, hem kendi ülkesi için bir hedef olarak ortaya koymuştu, hem de Sosyalist Enternasyonel’in temel ilkelerinden birisi haline getirmişti.

Olof Palme, kuzey yarımküre ile güney yarımküre arasındaki gelir dağılımı dengesizliği ve emperyalizm sorunu çözülmeden, dünyada ekonomik ve sosyal adaletin sağlanamayacağını savunmuştu ve bunu yine Sosyalist Enternasyonel’in temel ilkelerinden birisi haline getirmişti.

Olof Palme, Cumhuriyet Halk Partisi Genel Başkanı Bülent Ecevit’in yakın bir dostuydu ve CHP’nin 1970’lerde Sosyalist Enternasyonel’e üye olması için büyük bir çaba sarf etmişti.

Olof Palme, PKK’nin bir terör örgütü olduğunu görmüştü ve bu örgüte karşı önlemler almaya başlamıştı.

Olof Palme, evine ve işine sık sık yürüyerek veya bisikletle giden, halkla ve emekçi kesimle iç içe yaşayan, mütevazı bir insandı.

Olof Palme, bunların hepsinden veya bazılarından veya birisinden ötürü, başbakan iken 1986 yılında bir suikast sonucu öldürülmüştü!

Cinayeti işleyenler hiçbir zaman bulunamadı, yargı önünde hesap vermedi, dosya kapatıldı!

İsveç’in ve Finlandiya’nın aldığı bu son kararlarla, Olof Palme bir kere daha suikasta uğramıştır ve öldürülmüştür!

Atatürk ve sosyal demokrasi

Örsan K. Öymen
Örsan K. Öymen

Atatürk ve sosyal demokrasi

28 Eylül 2020, Cumhuriyet
Karl Marx’ın temellerini attığı ve sosyalizmin bir türü olan komünizm, üretim araçlarındaki özel mülkiyetin ortadan kalkmasını ve sınıfsız toplumu hedefler. Sermaye sınıfının, üretimi yapan emekçi sınıfı sömürdüğü düzenin adı kapitalizmdir. Bu sömürünün temel nedeni de üretim araçlarının özel mülkiyette, yani sermaye sınıfının elinde olmasıdır. Üretim araçlarındaki özel mülkiyetin ortadan kalkmasının sonucunda sınıflar da ortadan kalkacak ve emekçilerin emeklerine, ürettiklerine ve kendilerine yönelik yaşadıkları yabancılaşma son bulacaktır.

İkinci Dünya Savaşı’ndan önce sosyal demokrasi de sınıfsız toplumu hedefliyordu, ancak sınıfsız topluma geçme yöntemiyle ilgili farklı görüşlere sahipti. Örneğin, sosyal demokrasinin en önemli teorisyenlerinden birisi olan Eduard Bernstein, devrim yerine evrimi, sosyalizme adım adım geçilmesini savunuyordu.

İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra sosyal demokrasi, üretim araçlarındaki özel mülkiyetin kaldırılması ve sınıfsız toplum hedefinden vazgeçti, sınıflar arasındaki uçurumu dengelemek yolunu seçti. Sosyal demokrasi, üretim ve hizmet araçlarındaki özel mülkiyeti, yani özel sektörü ortadan kaldırmak yerine, güçlü bir kamu sektörüyle, ücretsiz ve nitelikli eğitim ve sağlık sistemiyle, emekçiden yana vergi politikalarıyla, sendikal hareketlerin desteklenmesiyle, özel sektörün yol açacağı sömürüleri asgari düzeye çekmeyi öncelikli hedef haline getirdi. Sosyal demokrat, demokratik sol ve demokratik sosyalist siyasi partilerin üye olduğu Sosyalist Enternasyonel, “karma ekonomi” adını verdiği modeli benimsedi. Olof Palme ve Willy Brandt gibi dönemin sosyal demokrat liderleri, bu modelin geliştirilmesine öncülük ettiler. Sosyal demokrasi bu anlamda, komünizm ile kapitalizmin bir sentezidir.

***

Mustafa Kemal Atatürk ile sosyal demokrasiyi karşı karşıya getirmek çelişkili bir saçmalıktır.

Çünkü karma ekonomik model Atatürk’ün savunduğu bir modeldi.

Atatürk komünist olmadığı gibi, serbest piyasacı ve özel sektörcü de değildi;

Atatürk günümüzde neo-liberal olarak tanımlanan politikaları hiçbir zaman savunmadı.

Atatürk’ün kurduğu Cumhuriyet Halk Partisi’nin 6 temel ilkesinden ikisinin devletçilik ve halkçılık olması da bir tesadüf değildir. Atatürk bir taraftan özel sektörün gelişmesinin yolunu açmış, bir yandan da devletçi ve halkçı ilkelerle, üretimin ve hizmetin, serbest piyasa ekonomisine ve özel sektöre terk edilmesini engellemişti.

Atatürk’ün kendisini sosyal demokrat olarak tanımlamaması son derece doğaldı. Çünkü, Atatürk’ün yaşadığı yıllarda sosyal demokrasi, komünizme oldukça yakın bir yerde duruyordu. Ancak sosyal demokrasi, İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra geçirdiği dönüşüm üzerinden tanımlanacak olursa, Atatürk bir sosyal demokrattı.

***

1990’lı yıllardan itibaren, Sosyalist Enternasyonel’in içinde, sosyal demokrasiyi özelleştirmeci neo-liberal politikalarla ve emperyalist dış politikalarla sulandırmaya çalışanlar, gerçekten sosyal demokrat değildi. Tony Blair ve Gerhard Schröder bu liderlere dair örnek olarak verilebilir. Oskar Lafontaine, Lionel Jospin ve Jeremy Corbyn gibi siyasetçiler buna direndiler. Bu mücadelenin Sosyalist Enternasyonel içinde hâlâ sürdüğü, ancak Blair-Schröder çizgisinin büyük ölçüde zayıfladığı söylenebilir. “Liberal” ifadesiyle serbest piyasacı, özelleştirmeci neo-liberal çizgi kastediliyorsa, “sol liberal” ifadesi çelişki içerir.

  • Solcu olan neo-liberal olamaz.

Devletçilik ve halkçılık, sosyal demokrasinin özünde olan ilkeler olduğu gibi, CHP’nin cumhuriyetçilik, ulusçuluk, laiklik ve devrimcilik ilkeleri de sosyal demokrasi ile çelişen ilkeler değildir. Cumhuriyetin yerine monarşinin, ulusun yerine ümmetin, laikliğin yerine teokrasinin, devrimciliğin yerine muhafazakârlığın olduğu bir yerde sosyal demokrasinin yaşayamayacağı açıktır.

Sosyal demokrasi, din, mezhep ve etnik kimlik üzerinden siyaset yapılmasını da kabul etmez. Sosyal demokrasinin temelinde sınıf mücadelesi vardır.

Özetle, Atatürk ile sosyal demokrasiyi karşı karşıya getirmeye çalışan kesimlerin bir kısmı neo-liberallerdir, bir kısmı da okumuş cahillerdir. Bu kesimler de sadece, CHP’yi bölmeye hizmet etmektedir!