Yazar arşivleri: Ahmet SALTIK

Ahmet SALTIK hakkında

Atılım Üniversitesi Tıp Fakültesi Halk Sağlığı Anabilim Dalı Öğretim Üyesi Prof. Dr. Ahmet SALTIK’ın özgeçmişi için manşette tıklayınız: CV_Ahmet_SALTIK Hekim (Halk Sağlığı Profesörü), Hukukçu (Sağlık Hukuku Uzmanı) Mülkiyeli (Kamu Yönetimi - Siyaset Bilimci)

Dinler nereye gidiyor?

Ayşe Sucu - Sözcü GazetesiAyşe Sucu
aysesucu@sozcum.com
SÖZCÜ, 07 Kasım 2022

(AS: Bizim kısa katkımız yazının altındadır..)

Kurumsallaşma dinlerin en büyük handikaplarıdır. Zira sürekliliklerinin ve korunmalarının bir gereği olarak kabul edilen kurumsallaşma zorunluluğu, dinlerin özlerinden uzaklaşma sürecini de beraberinde getirmiştir. Tümüyle insan inşası olan bu güçlü yapılar, insanı kuşatmakla kalmaz baskısı altına da alır. Her kurum, hiyerarşisini ve iktidarını bir türlü doğurur çünkü. Böylece iktidarlarını kurmuş kurumsal dini yapılar, yasalarını oluştururken bir nevi kendilerini de koruma altına alırlar. Sorun tam da burada başlar; kul ile Allah arasına kimse giremez anlayışı, iyi niyetlerle başlanan yolculukta, bile-isteye göz ardı edilir ve kurumlar dinlerin kendisi haline gelir. Kurumsallaşmış-hiyerarşik bu yapılar eleştirel düşünceden uzak, algıyı aşan, esası öteleyen, dolayısıyla kişinin kendi oluşumunun önünde engel teşkil eden ve böylece derinleşme imkânı bulamamış bireylerden oluşan yığınlar yaratır. Nitekim büyük fotoğrafa bakıldığında, tüm dinlerin verdiği görüntü bundan ibarettir. Sorgulamamış, içselleştirmemiş, verileni olduğu gibi kabul etmiş, ‘sen anlamazsın tabi ol’ denildiğinde sesini çıkaramamış …

  • … kalabalıklardan, erdemin-iyiliğin-doğruluğun hâkim olduğu bir ahlak dindarlığı beklemek hayaldir.

Dini yapılar, gelişen dünyanın taleplerine kendilerini kapatarak, dinden ziyade yapıyı yani dönemsel anlayışı muhafaza etme eğilimindedir. Kanonik eserlerin büyük çoğunluğu, dönemlerinin sosyolojik gerçekleriyle örtüşen bir diskura sahiptir. Bireyin düşünceleri o günün toplumundan ve sisteminden bağımsız değildir. Söyleneni olduğu gibi kabul etmek dönemin tabiatındandır. Kral, sultan ya da padişah ne derse o doğrudur o yapılır, itiraz edilemez anlayışı, dini yapılar için de geçerlidir.

Oysa coğrafi gelişmeler, bilimsel, zihinsel ve teknolojik devrim günümüz insanını bambaşka bir evreye taşıdı. Artık birey ‘kendisi’ olmak istiyor. Toplumcu kültür ya da kurumsal din, gelenekçi tutumunu gözden geçirmediği sürece günümüz insanıyla barışık bir tutum oluşturma ihtimalini yitirdi. Yansımalarını tüm dünyada görüyoruz.

ZİHİNSEL DÖNÜŞÜMÜN İNANCA ETKİSİ

Kırılmanın ve değişimin baş döndürücü bir şekilde gerçekleştiği bu dönemde, boş bir direnç ve gülünç itirazlar yapma yerine, olgunun ve gelişmelerin farkına varmak ve temelde yatan sebepleri soruşturmak, meselenin muhataplarının birincil görevi. Ancak şu sorular mühim;

  • dünyadaki gelişmeleri algılayıp-yorumlayacak pozisyonda mıyız?
  • İnsanlığa söyleyecek sözümüz var mı?
  • Evrene-evrensele ne kadar talibiz?

Benzer sorular muhataplarını arıyor.
Dinlerin geleceği bu soruların cevaplarına bağlı.

Umursamaz bir iyimserlik içinde olanlara şunu da hatırlatalım:

  • Her şeyi olduğu gibi kabul edecek nesilleri beklemek artık rüyada olur.
  • Günümüz insanı daha doğrusu özgür birey, gerçekçilik istiyor.
  • Büyük annelerimizin büyük babalarımızın anlayışını değil, zihnini tatmin edecek cevaplar arıyor.

Nirengi noktası tam da burası.

  • Bir nesil sonra bu sorgulamalar daha da genişleyecek.
  • Örneğin yüz yıl önce, kadınların yarım şahitliği, mirastan yarım pay alması,
  • üç kez boş olsun ifadesiyle veya annesinin sırtına benzetmesiyle erkeğin karısını boşaması,
  • kadının hakim-yönetici olamaması

vb. hususlar sorgulanıyor muydu?
Hayır. Peki, neden? Çünkü kadın algısı, kadın imgesi değişti.

Fıkıh kitaplarında suyun temizliğinin şartlarını günümüz Müslümanı nasıl bugüne taşımıyor ve teknolojinin gereklerini kullanıyorsa; birey, inancı ile ilgili her hususta zamanın ruhuna uygun cevaplar arıyor.

Kurumsalı kutsayanların görmek istemedikleri nokta bu. Kaldı ki, itikadi konularda dahi algıdaki değişiklikler tefsir hocaları tarafından dile getiriliyor. İslam’ın erken dönemlerinde, üç yüz yıl boyunca süren “Allah gökyüzündedir” anlayışı (aksini söyleyenler öldürülüyordu) fukahanın söylemini değiştirmesiyle “Allah her yerdedir” hâkim anlayışına dönüştü.

Demek istediğim, zihinsel ve kültürel yansımalardan kaynaklı dini düşüncenin kendi içinde yaşadığı sorunlar bir vakıa. Ancak son yüzyılda insanlığın kat ettiği aşama, önceki asırlarla mukayese edilemeyecek kadar bireyi değiştirdi ve dönüştürdü. Bu değişim ve dönüşüm hayatın bütün yönlerini içine aldı ve almaya da devam edecek.

Bir nevi hayatın her alanı yeniden tasarlanıyor.

İtiraz edeceklere peşinen söyleyeyim, ben fotoğraf çekiyorum, çözümleme yapıyorum.

Deve kuşu misali başlar yere gömülerek sorunlar bertaraf edilemez. Yerim doldu; haftaya devam edelim.
=========================
Bizim kısa katkımız..

Sonuç :
İslam’da reform ka – çı – nıl -maz… hem de hızla.
– Tersi durumda İslam Ortaçağı uzadıkça Müslüman halklar ve ülkeleri giderek daha da sömürgeleşecekler ve İslam dini yeryüzünden daha köktenci biçimde tarihe karışacak..
İmam Gazali, Allah’ın İslamı’nı donduran mühür mü vurdu? Gordion’un / İmam Gazali’nin kördüğümünü kılıçlayacak aklı başında aydın – çağcıl Müslüman hiç yok mu??!
– DİB ve Türkiye’deki, tarikat – cemaatlar, İlahiyat fakülteleri… kaçınılmaz eytişimin (diyalektiğin) ayrımında mı?? Bu tarihsel körlük / inat daha ne denli sürdürülebilir??

Sevgi ve saygı ile. 15 Kasım 2022, Ankara

Prof. Dr. Ahmet SALTIK MD, BSc, LLM
Hekim, Hukukçu-Sağlık Hukuku Uzmanı, Mülkiyeli
www.ahmetsaltik.net            profsaltik@gmail.com
facebook.com/profsaltik           twitter : @profsaltik

Dünya Nüfusu bu gün 8 milyarı aştı : Day of 8 Billion

Humanitarian Data ExchangeBirleşmiş Milletler dünya nüfusunu açıkladı: Bu gün 8 milyar kişiyi aştı!

  • Population to hit 8 billon! 

    Day of 8 Billion!

Birleşmiş Milletler (BM), dünya nüfusunun bu gün 8 milyar kişiye ulaştığını açıkladı. Dünyanın 7 milyardan 8 milyar nüfusa yükselmesi yaklaşık 12 yıl sürerken, bir sonraki milyara ulaşmanın yaklaşık 14,5 yıl (2037’ye dek) sürmesi bekleniyor.

alt=""

BM Nüfus Fonu (UNFPA), dünya nüfusunun 15 Kasım 2022’de 8 milyar kişiye ulaştığını bildirdi.

UNFPA’nın yayımladığı rapora göre, dünyanın 2030’da 8,5 milyar, 2050’de 9,7 milyar, 2100’de 10,4 milyar nüfusa ulaşacağı kestiriliyor.

Dünyada nüfus artışı hızı yavaşlarken, nüfusun 2100’e dek artmayı sürdürmesi bekleniyor.

1970’lerden bu yana azalan dünya nüfus artış hızı, 2020’de ilk kez % 1’in (yıllık) altına düştü.

Dünyanın 7 milyardan 8 milyar nüfusa yükselmesi yaklaşık 12 yıl sürerken, bir sonraki milyara ulaşmanın yaklaşık 14,5 yıl (2037’ye dek) sürmesi bekleniyor.

Yüksek doğurganlık oranları dolayısıyla Sahraaltı Afrika’daki nüfus artışının 2050’ye dek küresel büyümenin yarısından çoğunu oluşturması öngörülüyor.

Güney Avrupa ve Doğu Asya’da nüfus azalıyor

Nüfusun giderek daha fazla ülkede azalıyor olması yeni bir gerçeklik olarak ortaya çıkarken, gelecekte aktif nüfusun azalmasıyla karşı karşıya kalan ülke sayısında artış yaşanması kestiriliyor.

Bugün, 1990 yılındakinden daha az nüfusa sahip 17 ülke bulunurken, bu ülkelerin hepsi Doğu Avrupa’da yer alıyor. Güney Avrupa ve Doğu Asya’da da nüfusun azaldığı kimi ülkeler bulunuyor.

Küresel olarak nüfus azalması, düşük ve giderek azalan doğurganlık oranı ile nüfus azalmasından en çok etkilenen Avrupa ülkelerindeki yüksek göç düzeyinden kaynaklanıyor.

Gelişen ülkelerde nüfus artışı sürüyor

Dünya nüfusunun 7 milyardan 8 milyara yükseldiği sürede nüfus artışının büyük çoğunluğu, alt-orta ve düşük gelirli ülkelerde meydana gelirken, yalnızca 250 milyonluk artış üst-orta ve yüksek gelirli ülkelerde gerçekleşti.

Dünya nüfusuna eklenen bir sonraki 8 ile 9 milyar arası 1 milyar kişiden 920 milyonunun, alt-orta ve düşük gelirli ülkelerde yaşaması öngörülüyor.

Yeni 1 milyarı oluşturanların yarısı Asya’dan

Bu yıl, Çin’in nüfusunun tepeye ulaşması ve ardından azalmaya başlaması bekleniyor. Hindistan’ın 2023’te, “dünyanın en kalabalık ülkesi” olarak Çin’i geride bırakacağı kestiriliyor.

BM, dünya nüfusunun 7 milyardan 8 milyara çıkarken, yeni 1 milyarı oluşturanların yarısının Asya’dan olduğunu açıkladı. (AS: 8. milyar, 11 yıl gibi rekor bir sürede eklendi!)

Afrika, nüfus artışının görüldüğü ikinci en büyük bölge (neredeyse 400 milyon) olurken, Afrika nüfusunun 2038’e dek 2 milyara ulaşması bekleniyor.

Avrupa’nın gelecek dönemde nüfus artışına katkısının negatif olacağı öngörülüyor.

Dünya nüfusunun 7 milyardan 8 milyara ulaşmasında Hindistan, açık ara en büyük “katkıyı” (!) yapan ülke olurken (177 milyon), onu sırasıyla Çin (73 milyon) ve Nijerya (60 milyon) izledi.

Nüfus artışının genel olarak yavaşlaması, çalışma yaşındakilerin oranının artmasına neden olduğundan ekonomik büyümeyi de etkileyebileceği bekleniyor.

7 milyardan 8 milyara çıkan nüfus artışının yarısından çoğu, yetişkin nüfustaki artışa (30-64) bağlanabiliyor. Buna karşılık gelecek milyarın (8’inci ve 9’uncu milyar arasında), 400 milyonundan çoğunu 65+ yaş bireylerin oluşturması öngörülüyor.

Bu günün (15 Kasım), insanlık için hem dönüm noktası hem de farkındalık anı olduğunu vurgulayan BM, küresel toplumun karşı karşıya olduğu zorluklar ile fırsatlara da dikkati çekiyor.

BM, tüm ülkeleri, 8 milyarı oluşturan her bir bireyin aynı haklara ve seçimlere sahip olabileceği daha eşit bir dünya kurabilmek için birlikte çalışmaya çağırıyor.

8 milyarlık nüfusun arkasında bir başarı öyküsü olduğuna işaret eden BM, sağlık hizmetlerinde, yaşam nitelik ve sürelerini uzatan, anne ve çocuk ölümlerinin azaltılması gibi konularda ilerlemeler sağlandığına değiniyor.

BM, teknolojik yeniliklerin yaşamı kolaylaştırdığını ve insanları her zamankinden daha çok birbirine bağladığını da vurguluyor.

Temel endişeler sürüyor

İklim değişikliği (AS: İklim faciası – Climate Disaster), şiddet ve ayrımcılık gibi, 11 yıl önce dünya 7 milyar nüfusa ulaştığında dile getirilen temel endişeler ve zorluklar hala sürüyor.

İklim krizi ve doğal kaynakların orantısız kullanımı, varolan eşitsizlikleri ve kırılganlıkları artırırken; silahlı çatışmalar ve göç, şiddeti ve ayrımcılığı besliyor.

Bugün dünya çapında 100 milyondan çok kişi zorla yerinden edilmiş durumda iken, sağlık alanında yaşanan gelişmelerden tüm toplumlar eşit ölçüde yararlanamıyor. (AA)
===============================

HER AİLEYE 1 ÇOCUK!

Başka yolu yok! Hemen, ivedilikle, ikna ile, teşvikle, yasal caydırcılıkla.. 

Şu yazıya da bakılması önerilir :

http://ahmetsaltik.net/2022/11/22/nufus-patlamasi/

Atatürk

Örsan K. Öymen
Örsan K. Öymen


14 Kasım 2022 Pazartesi

Geçtiğimiz hafta 10 Kasım’da, Kurtuluş Savaşı’nın lideri, Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucusu, Türkiye’deki Aydınlanma devrimlerinin öncüsü Mustafa Kemal Atatürk“ölüm” yıldönümünde bir kere daha anıldı. Ancak bir insanı anmak için, onu önce anlamak gerekir. Türkiye’de ne yazık ki Atatürk’ü sevdiğini ve saydığını, Atatürk’ün izinde olduğunu söyleyen kesimin çoğunluğunun, Atatürk’ü anladığını söylemek çok zor.

Atatürk, “Vatanı kurtardı, Cumhuriyeti kurdu” gibi yüzeysel şablonlara indirgenebilecek bir kişi değildir. Atatürk’ü anlamak için, binlerce yıllık Aydınlanma tarihini ve mücadelesini, antik Yunan felsefesini ve bilimini, Rönesans’ı, 1776 Amerikan ve 1789 Fransız Devrimi’ni, Kopernik, Galilei, Kepler, Newton gibi bilim insanlarını, Hobbes, Locke, Rousseau, Diderot, Voltaire, Montesquieu, Hume, Kant, Comte gibi filozofları ve düşünürleri anlamak gerekir.

Atatürk’ü anlamak için, onun Türkiye Büyük Millet Meclisi’ni neden kurduğunu; saltanat ve halifelik makamlarını neden kaldırdığını; Cumhuriyeti neden kurduğunu; Öğretim Birliği Yasası’nı ve Medeni Kanun’u neden çıkardığını; üniversite reformunu neden gerçekleştirdiğini; Türk Dil Kurumu’nu ve Türk Tarih Kurumu’nu neden kurduğunu; kadınlara seçme ve seçilme hakkını neden verdiğini, kadınları neden eğitim ve çalışma yaşamının eşit bireyleri haline getirdiğini; toprak reformu hareketini neden başlattığını; Halkevlerini neden kurduğunu; laiklik ilkesini neden anayasa maddesi haline getirdiğini anlamak gerekir.

Atatürk’ü bu devrimlerden bağımsız olarak anmak ve anlamak olanaklı değildir. Bunlardan bağımsız olarak anlatılan bir Atatürk, içi boşaltılmış, kâğıt üzerinde kalmış, televizyon ekranlarında, gazete sayfalarında, panel kürsülerinde bir görünüşe dönüştürülmüş bir Atatürk’tür.
***
Atatürk elbette, emperyalist işgal güçlerine karşı bir Kurtuluş Savaşı vererek Anadolu ve doğu Trakya topraklarının kurtarılmasını sağlamıştır. Ancak aynı Atatürk, söz konusu savaşı kazanması durumunda, bu topraklarda nasıl bir vatan kuracağını, daha Kurtuluş Savaşı yıllarında tasarlamıştır. Atatürk bir toprak ve sınır fetişisti değildi. Atatürk sadece bir asker de değildi. Atatürk aynı zamanda, söz konusu topraklarda, ileri bir uygarlık seviyesine ulaşılmasını, monarşinin, teokrasinin ve feodalizmin yıkılmasını hedefleyen, devrimci bir siyasetçiydi.

Mesele toprakların kurtulması değildir! Mesele kurtulan toprakların üzerinde nasıl bir yaşamın sürüleceği, nasıl bir uygarlığın inşa edileceğidir!

Atatürk’ün 1924 yılında Samsun’da yaptığı bir konuşmada, en gerçek kılavuzun bilim olduğunu söylemesi, 1919 yılında Samsun’a ayak basması kadar önemlidir! Bunu anlamayanların, Atatürk’ü anladıklarından söz edilemez.
***
19. yüzyıl filozoflarından Kierkegaard, yaşamdaki asıl meselenin, uğrunda öleceğimiz ve yaşayacağımız şeyin ne olduğunu bulmak olduğunu söyler.

MÖ 4. yüzyılda yaşayan iki önemli filozof, Platon ve Aristoteles de yaşamın amacının erdemli yaşamak olduğunu, adaletin ve cesaretin de en önemli erdemlerin arasında yer aldığını söylerler.

Atatürk’ün uğrunda öleceği ve yaşayacağı bir davası vardı. O dava da ileri uygarlık seviyesine ulaşmaktı, bilimde, felsefede, sanatta, eğitimde, siyasette gelişmekti, cehaletten kurtulmaktı; monarşinin, teokrasinin ve feodalizmin yıkılmasıydı, halkın egemen olmasıydı, adaletin sağlanmasıydı; cumhuriyetçilik, halkçılık, devletçilik, laiklik, ulusçuluk, devrimcilikti.

Atatürk bu dava için, halkı için, ölümü göze alarak Kurtuluş Savaşı’nı başlattı. Atatürk kendi rahatlığı için, kendi mutluluğu için, bencilce yaşamadı. Atatürk halk için, toplum için yaşadı ve yine halk için, toplum için ölümü göze aldı, fedakârlık yaptı. Çünkü Atatürk erdemli bir insandı.

Adalet için ölümü göze alacak cesarete sahip olan insanlar ölümsüzdür. O nedenle 10 Kasım’da, Atatürk’ü ölümünün değil, ölümsüzlüğünün yıldönümünde andık.

Atatürk’ü sadece anmakla yetinmeyen, O’nu aynı zamanda anlayan vatandaşların, örgütlü bir biçimde çoğalması ve eyleme geçmesi durumunda, Atatürk’ü nostaljik bir hüzünle anmaktan kurtulacağız, Atatürk’ü yaşatmış olacağız ve coşkuyla anacağız.

ATATÜRK Ölümsüzdür, çünkü hayatın ta kendisidir

Yılmaz Özdil;
yozdil@sozcu.com.tr
SÖZCÜ, 10 Kasım 2022

Ölümsüzdür, çünkü hayatın ta kendisidir

Gece kuşuydu.
Sabah saat 5’ten önce yatmazdı.
Uykuda geçirdiği zamana acıyordu.
“Uykusuzluk hapı” hayal ediyordu.
“Hayat pek kısa, çocukluk ve mektep hayatın bir kısmını alıyor, geriye kalanı da uyku yarıya indiriyor. Tababet, insanları uyutmak için pek güzel ilaçlar yaptı. Uykusuzluğu giderecek ve uykunun vücuda verdiği istiharat gıdasını verecek komprimeler icat edilse ne güzel olur. Bir gün bu da olacaktır” diyordu.

Hayatı ertelemezdi.
Dolu dolu yaşardı.
Saklısı gizlisi yoktu.
“Kötü ruhlu kişiler dedikodumu yapmaya kalkıp, Mustafa Kemal dün akşam içki içmiş, dans etmiş derlerse, evet içti, evet dans etti cevabını verin. Her şeyi, günahı da sevabı da açık yapmak gerekir. Ne yapacaksak daima milletin gözünün önünde yapacağız” diyordu.

Tokatlıyan’a Pera Palas’a Garden Bar’a Rose Noir’a giderdi.
Yaz aylarında Büyükada Anadolu Kulübü favorisiydi.
Kış aylarında Park Otel’in akşam yemeklerini çok severdi.

Dolmabahçe’den çok sıkılırdı.
Saraydan kaçıp, tek başına bir eğlence mekanına gidebilmesi “harekat planı” gerektiriyordu.
Çünkü parası yoktu! Maaşı hep yaverlerindeydi, ödemeleri daima onlar yapıyordu.
Gene böyle çok sıkıldığı bir gün, başyaver Rusuhi’yi aradı, bulamadı.
Yaver Celal Üner’i buldu.
“Bana biraz para lazım” diyemedi… “Şu masanın üstüne biraz bozuk para bırakın, hizmet eden çocukları sevindirmek istiyorum” dedi.
Güya hizmetliler için cep harçlığı istemişti.
Yaver Celal tecrübesizdi, durumu kavrayamadı, hakikaten bir avuç dolusu bozuk parayla geri geldi! Masanın üstüne 1 liralık, 2.5 liralık bozuk paralar bıraktı.
Mustafa Kemal havanın kararmasını bekledi. Bozuk paraları cebine doldurdu, sırtına bir ceket aldı, yürüyüş yapıyormuş gibi dış kapıdan çıktı, ilk gördüğü taksiyi çevirmesiyle kaybolması bir oldu.
“Sür” dedi… Tepebaşı’na, Mazarik’e gitti. Restoran-bar’dı.
Harbiye öğrenciliğinden beri giderdi.

Yurttaşların geceleri ailece dışarı çıkmalarından, ailece eğlenmelerinden çok memnun olurdu, teşvik ederdi. Oturduğu restoranda çocuklu aile görürse, çocuğu mutlaka yanına çağırır, hatıra olarak saatini veya kalemini hediye verirdi.

Çay aramazdı. Kahve tiryakisiydi. Günde 30 kadar Türk kahvesi tüketirdi.
Köpüklü severdi. Sade içerdi. Savaş yıllarında şeker çok kıymetliydi, karaborsada bile bulmak çok zordu. Ömrü savaşlarda geçen jenerasyonun tamamı gibi, Mustafa Kemal de mecburen şekersiz içmeye alışmıştı.
Yurtiçi seyahatlerine eşlik eden kütüphanecisi Nuri ve garsonu İbrahim, ne olur olmaz belki gittiğimiz yerde bulunmaz diye düşünerek, yanlarında mutlaka çiğ kahve, çekilmiş toz kahve, cezve taşırlardı.

Rakı içerdi. Zihnini dinlendirme ilacıydı. Adabıyla, ölçülü tüketirdi.
Sarhoş olduğu asla görülmedi. Konuşmasının bozulduğu asla görülmedi.
Gündüz asla içmezdi.
(Sanki elinden kadehi düşürmüyormuş gibi anlatırlar ama, Mustafa Kemal’in elinde rakı kadehiyle çekilmiş bir tek fotoğrafı bile yoktur.)
“Leylekboynu” tabir edilen kadehle içerdi; çay bardağından biraz büyüktü, bugünkü rakı kadehlerinin yarısı ebatındaydı.
Buz koymazdı, buz gibi su isterdi. Meze aramazdı. Sarı leblebi olmazsa olmazıydı.
Yemekle beraber içmezdi. Önce rakı faslını geçer, üstüne yemeğini yerdi.
Nadiren viski içerdi. Tatlı içkileri, kokteylleri pek sevmezdi.
;Şarap ve şampanyayı resmi ağırlamalarda tercih ederdi.
Sıcak yaz akşamlarında bazen soğuk bira canı çekerdi.

Çankaya Köşkü’nün bodrum katında kav vardı.
Terekesindeki döküme göre, vefat ettiğinde şunlar kalmıştı…
38 şişe erik rakısı (ev yapımı)
50 şişe Macar şarabı, kırmızı
25 şişe Ren şarabı, beyaz
Üç şişe Chateau Margaux, kırmızı
İki şişe Medoc, kırmızı
İki şişe Grand Pommard, kırmızı
Chateau Guiraud, kırmızı
Chambertin Grand, kırmızı
İki şişe Gonzallez Byass, kırmızı
Chablis Premier, kırmızı
Royal Claret, kırmızı
17 şişe Saint Reims (şampanya)
Continental (şampanya)
Anisado Refinado (acıbadem likörü)
Nuyens (vişne likörü)
Black and White (viski)
Insuperable (brandy)
Nuyens (cin)
İki şişe Fine Champagne (konyak)
İki şişe Lebron (konyak)
İki şişe Martinique (rom)
Üç şişe Cinzano (vermut)

“Arkadaşlar, bu rakıyı vaktiyle padişahlar da içerdi, yalnız aramızdaki fark, onlar saraylarının dört duvarı arasında gizlenip müraice (ikiyüzlü) içerlerdi, ben ise aziz milletimin huzurunda yapıyorum, şerefimle içiyorum” diyordu.

Poker ustasıydı. Briç oynardı. Bezik oynardı. Kanasta oynardı.
Tavla’ya Manastır’dayken başlamıştı. Bilardocuydu.
Öğrenciliği döneminde Beyoğlu’ndaki Lüksemburg kıraathanesinde öğrenmişti; Çankaya Köşkü’nde bilardo masası vardı. Akşam yemeğinden önce misafirleriyle oynardı.
Tek başına bilardo oynuyorsa, düşünüyor demekti.
★Müzikseverdi. Dinlemeyi de severdi. Söylemeyi de severdi. Nota bilirdi, makam bilirdi.
Bir gün, tren seyahatindeydi, kahvesini yudumluyordu, kütüphanecisi Nuri Ulusu da yanındaydı.
“Gramofona bir plak koy da dinleyelim” dedi.
Nuri kapağına bile bakmadan tesadüfen seçti, Münir Nurettin’in plağını koydu.
Mustafa Kemal sesi duyar duymaz koltuğundan sıçradı, “çabuk kapat çabuk, başka plak koy” diye bağırdı.
Nuri nerden geldiğini şaşırmıştı, apar topar Münir Nurettin’i çıkardı, Safiye Ayla plağı koydu.
“Tamam şimdi güzel oldu” dedi.
Ama, hadisenin devamı vardı… “Münir Nurettin’in orada ne kadar plağı varsa hepsini bul, bana ver” diye emretti. Nuri üst üste duran plaklara baktı, dört tane Münir Nurettin vardı.
“Camı aç” dedi. Münir Nurettin plaklarını dışarı fırlattı!
Öfkeyle kahvesini yudumlamaya devam etti. Seyahat bitti, Ankara’ya geldiler.
Nuri köşkte çalışanlara anlattı. Berber şoför bahçıvan, herkes bunu konuşuyordu.
Garson İbrahim dayanamadı, keyifli anına denk getirdi, “paşam meraktan çatlıyoruz, plakları neden attınız?” diye sordu.
Mustafa Kemal kendi yaptığına kahkahalarla gülmeye başladı.
Ve anlattı…
“Hatırlarsınız, Münir Nurettin bey Dolmabahçe’ye gelmişti. Sofrada güzel güzel şarkı terennüm ederken, ben de çok keyifliydim, eşlik ediyordum. Bir müddet sonra şarkısını kesti, kulağıma eğilerek, kimsenin duymayacağı şekilde ‘lütfen benimle beraber söylemeyin, şarkıyı bozuyorsunuz, rahat söyleyemiyorum’ demez mi… Sustum, bir daha eşlik etmedim. Keyiflenmişiz, söylüyoruz, beyefendiyi rahatsız etmişiz. Gücendim tabii. Olay budur” dedi.
Şarkı söylemeyi işte böylesine seviyordu. Çocuksu bir öfkeyle hıncını almıştı.
Elbette pişman olmuştu. Münir Nurettin’i Dolmabahçe’ye tekrar davet etti.
Bu defa sadece dinledi, eşlik etmedi! Münir Nurettin plaklarını biriktirmeye devam etti.

“Hayat musikidir” diyordu. “Musikiyle alakası olmayan mahlukat, insan değildir” diyordu.
Rumeli türkülerinin yeri ayrıydı. Fuzuli’nin Nedim’in güftelerini çok beğenirdi.
Nihavend, Rast ve Segah makamlarını tercih ederdi. Bağırarak okuyanlardan hoşlanmazdı.
Bektaşi nefeslerini çok etkileyici bulurdu. Gazel okuturdu. Fasıl severdi.
Yakın arkadaşları, sevdiği misafirleri geldiğinde incesaz heyetini çağırırdı, istek şarkılar listesini bizzat yazarak verirdi.
Müzik kitaplarını incelerdi. Barok müziğe meraklıydı. Enstrümanların tarihsel gelişimini araştırırdı. Rahmetli olduğunda sayım yapıldı, Çankaya Köşkü’de 464 adet plak vardı.
Beethoven’ın eserlerini seslendiren Viyana Filarmoni Orkestrası’nın, Philadelphia Filarmoni Orkestrası’nın albümlerini satın almıştı. Caz dinliyordu.
Müzik arşivinde, Paul Whiteman’dan Last Night, Jan Garber’den Sweet Georgia Brown, Jack Hylton’dan Nothing Else To Do, Harry Roy’dan Cheek to Cheek parçaları vardı.
Rebetiko dinliyordu. Roza Eskenazi’den Murmuraki’yi çok severdi.
Tango, vals, foxtrot plakları vardı. En geniş liste, elbette Türk müziğine aitti.
Hafız Kemal beyin gazelini, hafız Osman efendinin klarnet taksimini, udi Nevres beyin, tamburi Cemil beyin, kanuni Hüseyin Sadettin beyin taksimlerini dinlemeye doyamazdı.
Deniz kızı Eftalya’nın 20’ye yakın plağı vardı. Çankaya’da Dolmabahçe’de Yalova’da Savarona’da beyaz treninde, gramofonsuz mekanı yoktu.

Şahane dans ederdi. 1935 yılıydı mesela… Sovyetlerin en ünlü opera ve bale sanatçıları, efsane besteci Dmitri Şostakoviç liderliğinde Türkiye’ye geldi. Beş hafta kaldılar, İstanbul, Ankara ve İzmir’de 23 konser verdiler. Turnenin sonunda konuk sanatçılar onuruna Ankara’da balo tertiplendi.
Mustafa Kemal, Bolşoy’un sopranosu Maria Maksakova’yı dansa kaldırdı, vals yaptı.
Saat 22’de başlayan balo, sabah 7’ye kadar sürdü! Türkiye hatıralarını kaleme alan Sovyet sanatçılar şu ortak yorumda buluşmuştu: “Mustafa Kemal çok etkileyici dans ediyor.”

Muhteşem zeybek oynardı. Köy düğünlerine denk geldiğinde, sırtından ceketini fırlatır atar, içten, doğal neşesiyle halaya katılırdı. Gönlünden geçtiği gibi yaşardı. O ne der, bu ne der, mahalle baskısı filan, umursamazdı.

Beyoğlu’nda Lebon pastanesine otururdu. Vefa’ya gider, boza içerdi.
“Halk arasında huzursuzluk yaratır, korkutur” diyerek, güvenlik önlemlerine karşı çıkardı, üniformalı asker-polis koruma istemezdi. Taksiye atlayıp kaçardı, bazen Kireçburnu’nda balıkçılarla sohbet ederdi, bazen Beşiktaş’taki sabahçı kahvelerine uğrardı.

Tiyatronun hamisiydi. Sık sık giderdi. Çankaya’da veya Dolmabahçe’de izleme imkanı varken, topluma örnek olmak için, ilgiyi arttırmak için bizzat sinemaya giderdi. Hatta herkes görsün diye yürüyerek giderdi.

1923 yılıydı. İzmir İkiçeşmelik’te Ankara Sineması vardı. Türkiye’nin ilk sinemacısı Cemil Filmer işletiyordu. Mustafa Kemal, Latife’yle birlikte geldi, locaya oturdular. Salona baktı, hınca hınç doluydu ama, herkes erkekti. Cevabını gayet iyi bildiği halde “neden hiç kadın yok?” diye sordu. “Paşam kadınlara yalnız salı günleri sinema gösteriyoruz” dediler.
Yaverine döndü, “salonun yarısını boşaltın, bizi karşılamak için dışarda biriken kadınları davet edin” dedi. Kadınlar alkışlayarak ve ağlayarak salonu doldurdu. Koridorlar bile tıklım tıklım kadın oldu. Hep birlikte “Şarlo İdama Mahkum” filmini seyrettiler.  Milattı… Kadın-erkek bir arada, tarihimizde ilk kez işte böyle film izledi.

Bu muhteşem an’ın keyfini uzatmak istiyordu.
“Hayatımda hiç bu kadar güldüğümü hatırlamıyorum, şunu bir daha seyretsek olmaz mı?” dedi. Kahkahalarla tekrar seyrettiler.

Titizdi. Kişisel bakımına büyük önem verirdi. Her sabah sakal tıraşı olurdu. Her hafta saç tıraşı olurdu. Ömrü cephelerden cephelere sürüklenerek geçti, yatağından çok siperlerde yattı ama, bakımsız tek kare fotoğrafını göremezsiniz. İki eli kanda bile olsa, her sabah banyo alırdı. (Trablus’ta Çanakkale’de Sakarya’da, savaşların en kritik günlerinde bile ne yapıp edip, tenekeyle su ısıtır, çadırında yıkanırdı.)
Akşam gitmesi gereken balo, konser veya düğün gibi bir program varsa, kar-kış farketmez, tekrar yıkanmadan gitmezdi.

Eğlencenin çalışmak kadar önemli olduğunu, ikisini birlikte götürmeyi başaranların “medeni insan” olduğunu söylüyordu.
“Çalışmasını da biliyoruz, yaşamasını da biliyoruz, medeni insanın yolundayız, atalarımızın sözü var, nimet için zahmet gerek, zahmetler nimet içindir, çalışalım yaşayalım” diyordu.

Mustafa Kemal Atatürk, hayatın ta kendisiydi.

Sadece 57 yıllık kısacık ömrüne rağmen, 84 yıldır aramızda olmamasına rağmen,
hayatımızın tam merkezinde bizimle birlikte yaşamaya devam etmesinin sebebi, budur.
Milli mücadele, halk egemenliği, devrimler elbette çok çok önemlidir ama…
Türkiye’nin kuruluş ayarı aslında, Mustafa Kemal’in yaşam felsefesidir, yaşama sevincidir.

Kürtaj hakkında

Ayşen Bulut

Ayşen Bulut

Hacettepe Üniversitesi Tıp Fakültesi mezunu. Halk Sağlığı uzmanlığı ve doçentlik ünvanını bu Üniversite’de aldı. İstanbul Üniversitesi Çocuk Sağlığı Enstitüsü Aile Sağlığı Anabilim Dalı öğretim üyesi olduğu yıllarda, İstanbul Tıp Fakültesi’nde Kadın ve Çocuk Sağlığı Eğitim ve Araştırma Birimini ve Tıp Eğitimi Anabilim Dalı’nı kurdu. Halen Kurucuları arasında olduğu İnsan Kaynağını Geliştirme Vakfı Yönetim Kurulu üyesidir. Dünya Sağlık Örgütü ve Birleşmiş Milletler Nüfus Fonu ve başka kuruluşların desteğinde, ülkede ve komşu ilkelerde üreme sağlığı alanında danışmanlık yapmış, hizmet araştırmalarının geliştirme ve uygulamalarına yön vermiştir.

Kürtajın fiziki, duygusal, sosyal bütün ağırlığını taşıyanlar kadınlardır. Çoğu zaman da yalnız yaşarlar bu sıkıntıları. Yapılan araştırmaların bulguları, sebep ne olursa olsun, kadınların kürtaj olma durumunda kalmaktan memnuniyet duymadıklarını gösteriyor.

Kadınların kürtaj hakkından yoksun bırakılmasının yankıları toplumda sıcaklığını koruyor. Bu tartışmalarda kürtajla ilgili taraftar veya karşı görüşleri savunan içerikler; ceninin yaşama hakkı, kadının bedeni, bireysel özgürlüğü, karar verme hakkı, olası psikolojik etkiler, hadisede devletin rolü, sorumluluğu, sınırları, ahlak felsefesi, din ya da otoriter yönetimler temelinde farklı yaklaşımlarla değerlendirilmekte.

Konu, önceden planlanmamış bir gebeliği sürdürmeme isteği ile ilgili ve ezelden beri öyle çok yönlü ve önemli bir insanlık hâli ki, belli temellere göre bu değerlendirmelerde neredeyse her görüş için olumlu ya da olumsuz bir haklılık payı bulunabilir. Ancak, bütün bu yaklaşımlarda ilgili iki özne, kadın ve erkeğin istenmeyen bir durumdan korunmak için sorumluluk almaları, bu sorumluluğu yerine getirmek için bilinçlenmeleri ve var olan olanaklardan yararlanarak doğurganlıklarını kürtaja gerek duymadan düzenleyebilecekleri bilgisi göz ardı ediliyor.

Uzun meslek yaşamım boyunca dünyada ve ülkemizde konuyla ilgili akademik ve uygulama birikimlerim, bende, kürtajın başka boyutlarını derinlemesine çağrıştırıyor. Bir toplum hekimi olarak kürtajla ilgilenen düşünürleri, akademisyenleri, politikacıları bir gebeliği sonlandırma kararı kimin olmalı, nasıl yerine getirilmeli çerçevesi içinde yaptıkları değerlendirmeler kadar; istenmeyen gebelikler neden oluyor, bunların olmaması için toplumda neleri bilmeliyiz, ilgili uygulamalara nasıl ulaşmalıyız içeriklerine de yoğunlaşmalarını öneriyorum. Bu yazıda, ihmal edilen bu gerçek üzerinde durarak, ilgililere yeni bakış açıları kazandırmayı umuyorum.

Kürtaj tabiri (deyimi), gebeliğin erken dönemde doğal olmayan bir yöntemle sonlandırılmasını tanımlamak için kullanılıyor. Eski zamanlarda bu işlem metal bir aletle rahimde yerleşen gebelik ve destek dokusu kazınarak yapıldığı için uygulamanın adı Fransızca, kazıma anlamı taşıyan “kürtaj” kelimesi ile dilimize yerleşmiş.

Zaman içinde işlem, gebeliğin belirlendiği ilk haftalarda metal olmayan yumuşak, pipet benzeri, plastik kanüllerle vakum uygulamaları (AS: Karman aspiratörü) ile güvenle yerine getirilebiliyor. Gebeliğin anne dışında yaşama yeteneği kazanmadan önce sonlanması, tıbbi olarak “düşük” tabiri ile tanımlanır. Gebelik kendiliğinden düşükle sonlanabilir, tıbbi bir yardımla da sonlanabilir. Dünya Sağlık Örgütü hizmet rehberlerinde, tıbbi yardımla gebelik sonlandırma “Kürtaj” yerine, “Güvenli Düşük”, tabiri ile ifade edilmekte.

Hangi kelimeleri kullanırsak kullanalım istenmemiş bir gebelik güvenle de sonlandırılmış olsa, buna maruz kalan her kadın için zorlu bir yaşam olayıdır. İstemediği halde gebe olduğunu fark ettiğinde yaşadığı şaşkınlık, üzüntü; sonra bunu sürdürmeme kararı alma ve bu kararı uygulamak için tıbbi yardıma ulaşmakta yaşadığı zorluklar, ulaşabilmişse süreci nasıl yaşadığı ve sonrasında günlük yaşama dönmesi, hepsi başlı başına ağır durumlardır. Bir de bunlara birlikte yaşadığı bireylerle bugünleri uyum içinde atlatabilmek (!) için göstereceği çabayı ekleyelim. Kürtajın fiziksel, duygusal, sosyal bütün ağırlığını taşıyanlar kadınlardır. Çoğu zaman da yalnız yaşarlar bu sıkıntıları. Yapılan araştırmaların bulguları, sebep ne olursa olsun, kadınların kürtaj olma durumunda kalmaktan memnuniyet duymadıklarını gösteriyor.

Erkekler, hiç yaşamadıkları için, kürtaj olmanın kadınlar için ne ifade ettiğini asla bilemeyecekler. Neredeyse tümü erkek olan politika yapıcılar, toplumda kadınların gebeliklerinin akıbeti ile ilgilenme hakkını nereden buluyor? Kanımca, ait oldukları çeşitli bağlar bir yana, bir neden de, durum hakkında yeterince bilgi sahibi olmamalarıdır. Kürtaj, etkili olarak gebelikten korunma yöntemleri hakkında bilimsel birikim bulunmadığı dönemlerden gelen, planlanmamış gebeliklerden kurtulmak için başvurulan bir uygulama. Oysa günümüzün bilimsel birikimi ile birlikte doğurganlığı düzenleme hakkı ve uygulamaları daha geniş bakış açısını hak ediyor.

Erkekler, hiç yaşamadıkları için, kürtaj olmanın kadınlar için ne ifade ettiğini asla bilemeyecekler. Neredeyse tümü erkek olan politika yapıcılar, toplumda kadınların gebeliklerinin akıbeti ile ilgilenme hakkını nereden buluyor?

Üreme yeteneği kadınlarda ergenlikte, üreme organları ve ilgili hormon sisteminin olgunlaşmasıyla başlayıp menopoz yıllarına kadar otuz yıl kadar sürüyor. Özel bir engel yoksa bu yetenek her ay tekrarlanan döngü halinde birkaç gün için geçerli. Erken yaşta başlandığını varsayalım, düzenli cinsel ilişki ile menopoza kadar sürebilecek bir kadın erkek beraberliği olduğunda, yaşam boyu (30 × 12) 420 kez gebelik oluşabilir. Doğuma kadar süren gebelikler ve sonrasında bebeği yalnız emzirerek besleme ile gebe olma şansına ara verilse bile, yaşam boyu yüzlerce ay gebelik riski olacaktır.

Erkekler, kadınların hangi günlerinde üreme şansı olduğunu izleyemezler, her cinsel ilişkide gebeliğe neden olabileceklerini bilmeliler. Kadınlar bu günleri belirlemeyi öğrenebilirlerse de, az sayıda kadın bunu izleme becerisine sahiptir. Bu nedenle kadınlar ve erkekler gebeliğe karşı korunmalıdır. Ne yazık ki, hâlâ bu basit hayat bilgisinden mahrum yaşıyoruz. Bilgili olsak bile, ilgili tutum geliştirmek ve uygun bir çözüme ulaşmak kolay değil. Danışmaya, seçim yapmaya, nitelikli hizmetlere ulaşmaya ihtiyacımız var.

Kadınlar güçlüler, her geçen gün daha da güçleniyorlar. Bu süreçte olumlu ortama ulaşamadıklarında, kimi zaman yaşamı kaybetme pahasına çarelerini kendi yaratıp, gebeliklerini sonlandırdıkları asırlardır bilinen tarihsel gerçek. Bu gebelikler doğumla sonuçlandığında ise, bebeği bir ortama bırakma ya da başına ne geleceğine aldırmadan terk etme gibi ağır ihmaller günümüzün magazin haberleri içinde bile varlığını koruyor. Bu durumlar hiç yaşanmamalı…  Aslında, Nüfus Araştırmaları planlanmadığı halde istenmeyen gebelik sonrası gerçekleşen doğumların da, bugün yönetemediğimiz dünya nüfusu içinde önemli bir payı olduğunu belirliyor. Bu gerçek ayrıca tartışmaya değer.

Kürtaj ve planlanmamış gebeliklerin sıklığının belirlenmesi, toplumda hakkında araştırma yapılacak zor bir konu olmasına rağmen, farklı ülkelerde, farklı yöntemlerle ortaya çıkarılmış kıymetli bilgilere sahibiz. Demograflara göre her kadın üreme çağında en az bir kez istenmeyen gebelikle karşılaşabilmekte. Bu durum ergenlik çağında ilk cinsel ilişkilerde (oysa bir tecrübe yeter), menopoza yakın yıllarda üreme işlevinde doğal ritmin aksaması ile (artık gebe kalmam düşüncesi), emzirme sırasında gebe olmayacağını sanma ya da kullanılan korunma yönteminin yetersizliğine bağlı olabilir.

Kadınların, sıklıkla, “kaza ile oldu” ifadesi ile başlarına gelen sürpriz gebelikler, ülkede en sık rastlanan kazalar arasındadır!

Tecavüzle oluşmuş gebelikleri de unutmayalım! Dolayısı ile istenmeyen gebelikler için her toplumda yeterli hizmet sunmak esastır. Tekrarlanan gebelik sonlandırmalar etkili bir koruyucu sağlık hizmetinin yetersizliğini düşündürmelidir. Sonlandırılan gebeliklerin ardından kadınlar ve cinsel eşleri, istenmeyen olayın tekrarlanmaması için yeterince duyarlı olurlar. “Nasıl olsa kürtaj olurum, korunmak istemiyorum” düşüncesi yok denecek kadar azdır.

Her durumda, işlem sonrası gelecekte etkili olarak gebelikten korunabilmek için yeterli danışmanlık verilmesi ve kendilerine uygun seçim yapmaları ile kadın ve erkeklerin uygun hizmet almaları, sonra izlenmeleri ve başka bir yönteme geçme isteği ya da gereği oluyorsa, bu sırada doğru yönlendirilmelerinin olumlu etkisi olduğu gösterilmiştir.

Hıfzıssıhha Okulu tarafından 1963 yılında, ulusal düzeyde nüfusu temsil eden örnekle gerçekleştirilen ilk nüfus araştırması, yasal düzenlemeden önce de gebelikten doğal yöntemlerle korunma ve gebelik sonlandırma uygulamalarının varlığını göstermiştir.

Gebelikten korunma yöntemlerini kullanma ve ilgili hizmet sunumu 1965 yılında kabul edilen 557 sayılı yasa (AS: Nüfus Planlaması Hakkında Kanun) ile sunulmuş haklardır. Bu yasada gebelik sonlandırmak, ancak anne ve bebek sağlığını tehdit eden durumlar için mümkündü. 1979 yılında Hacettepe Üniversitesi Tıp Fakültesi Toplum Hekimliği Enstitüsü’nde halk sağlığı uzmanlık çalışmamda, Nüfus Planlaması yasasının mimarı, Prof. Nusret Fişek’in danışmanlığında toplum temelli araştırmada Çubuk İlçe Merkezinde bir yıl süre ile gebe olan kadınları izlemiştim.

Kadınlar hastaneye rahatlıkla “Çocuk aldırmaya geldim” demekten çekinmezlerdi. “Böyle bir hakkınız yok, bu yasal değil’ cevabı verdiğimizde şaşırıp soruyorlardı “Nedeen?”. Doğrudan yardım yapılamasa da, onlar bir şekilde büyük şehre gidip istedikleri sonucu alıyorlardı. 1983 yılında yenilenen 2873 sayılı Nüfus Planlaması Yasası ile erken evrede (AS: ilk 10 hafta içinde), tıbbi bir neden olmaksızın, farklı nedenlerle sürdürülmek istenmeyen gebeliklerin sonlandırılabilmesine olanak sağlanmıştır.

Ancak o zamandan bu zamana, kürtaja ulaşmak yine de özel çaba gerektiriyor, yasal düzenlemeye rağmen pek bir şey değişmedi. 2012 yılında zamanın Başbakanı’nın kürtajla ilgili talihsiz beyanatı da (demeci de), durumla ilgili önemli bir kanıttır. O günlerde Halk Sağlığı Uzmanları Derneği (HASUDER) olarak konuyla ilgili, Dünya ve Türkiye ölçeğinde, geniş kapsamlı bir değerlendirme yaparak yayımladık (Bkz: Turkish Journal of Public Health, Volume 2012, Cilt 10, Special Issue 1: Abortions (Düşükler), www.halksagligiokulu.org). Son yıllarda gözlemlenen, hizmetteki belirgin aksaklıklar da bu çerçeve içinde değerlendirilebilir.

Hâlâ ülkede en sık kullanılan gebelikten korunma yöntemi erkeğin ilişki sırasında menisini vajinaya boşaltmaktan sakındığı geri çekme yöntemidir. Etkisi sınırlı ve kullanımı özel çaba gerektiren bu yöntemin yaygın kullanımı yalnızca ülkemize has (özgü) bir durumdur! Diğer korunma yöntemlerinin adı biliniyor ama yaygın olarak kullanmaktan kaçınılıyor. Kadınların, sıklıkla, “kaza ile oldu” ifadesi ile başlarına gelen sürpriz gebelikler, ülkede en sık rastlanan kazalar arasındadır! Böylece, gebelik sonlandırmalar, buna ulaşmak için verilen çabalar ve dolayısıyla tartışmalar da sürüp gidiyor. Türkiye’de Nüfus ve Sağlık Araştırmaları beş yıl aralıklarla tekrarlanmakta, doğurganlık ve düzenlenmesi etkinlikleri ile ilgili kıymetli bilgiler içermektedir (www.hips.hacettepe.edu.tr).

Cinsel eğitim de benzer şekilde tümüyle koruyucu sağlık hizmetlerinin kapsamı dışındadır. Yapılan araştırmalarda, gençlerin, istenmezse gebelik olmayacağını düşündüklerini, yani çok bilgisiz olduklarını öğreniyoruz.

1990’lı yıllarda, insanda üremenin, yani doğurganlığın, cinsellikten ayrılamayan bir işlev olduğu ve toplumda üreme hakları ve sağlığının yalnızca kadınları ilgilendirmediğine dikkat çekilmiş, durumun iyileştirilmesi için 1994 yılında, Kahire’de Birleşmiş Milletler Nüfus ve Kalkınma Konferansı’nda ülkelere üreme sağlığının nitelikli hizmetlerle sağlanması için çağrı yapılmıştır. Üreme Hakları “Tüm bireyler için her yaşta, doyumlu cinsel yaşamla birlikte doğurganlığını istediği gibi düzenleme hakkı” olarak tanımlanmıştır. Bu çerçevede sunulacak hizmetler, toplumda üreme sağlığının teminatıdır (güvencesidir).

Türkiye’de resmî belgelere bakıldığında, uluslararası gelişmelere paralel olarak, bu alanda pek çok çaba görülmekteyse de asıl sorun, günümüzde doğurganlığı düzenleme olarak ifade ettiğim, gebelikten korunma bilinci ve hizmetlerinin sunulması gibi önemli bir koruyucu girişimin sağlık hizmetleri içinde kolay ve nitelikli olarak ulaşılabilir biçimde yer almamasıdır.

Cinsel eğitim de benzer şekilde tümüyle koruyucu sağlık hizmetlerinin kapsamı dışındadır. Yapılan araştırmalarda, gençlerin, istenmezse gebelik olmayacağını düşündüklerini, yani çok bilgisiz olduklarını öğreniyoruz. Ne yazık ki erkekler kadın bedenini ve işlevlerini bilmiyorlar. Kadınlar da annelerinden gördükleri kadar bilgililer. Zaman içinde sosyal medya bu zor konularda eksiği gidermek yerine başka şekillerde sorunlar yaratmaya açık.

İlgili bilgilerin tüm toplumda geliştirilmesi ve yayılmasını diliyorum…

AKP-HDP BULUŞMASI

Suay Karaman

Kasım ayı başında adalet bakanı, genel başkan yardımcısı ve grup başkanvekilinden oluşan AKP heyetinin, türban konusundaki anayasa değişiklik paketi için HDP ile görüşme yapması, siyaset sahnesinde hararetle konuşulmaya başlandı. Daha önceleri açılım yaptıkları HDP’ye şimdilerde terörist diyen AKP’nin, çıkarları kesişince HDP’ye sarıldığı görülmektedir. Bu konuda olumlu ve olumsuz eleştiriler yapılmaktadır. 

24 Haziran 2018 genel seçimlerinde %11,7 oranında oy alan HDP, üçüncü parti olarak TBMM’de 67 milletvekili ile temsil edilmiştir. Ancak HDP, üçüncü parti olmasına karşılık asla Türkiye partisi olamamıştır. Çünkü söylemleriyle ve eylemleriyle PKK terör örgütünün TBMM’deki uzantısı bir görünüm çizmektedir. Hiçbir HDP yöneticisi, PKK için ‘terör örgütüdür’ diyemiyor. HDP içindeki bazı milletvekillerinin PKK terör örgütüyle ilişkileri ortaya çıkmıştır, bazı yöneticilerinin bebek katili Öcalan için söyledikleri belleklerdedir. Şeyh Said, Seyit Rıza (AS: çekince koyuyoruz), Said Nursi gibi vatan hainlerini el üstünde tutmaktadırlar; adlarını caddelere, parklara vermekte sakınca görmemektedirler. 

2 Kasım Çarşamba günü grup toplantısında HDP eş genel başkanı Pervin Buldan, “Cumhuriyet, 100 yıllık bir yıkım projesidir” diyerek, cumhuriyet yıkıcılarıyla, şeriatçılarla aynı yerde durduklarını bir kez daha göstermiştir. HDP’ye bakanlık vermeyi düşünen CHP, Pervin Buldan’ın bu sözlerine sessiz kalmıştır. Ulusal ve resmi bayramlarda yer almayan, Anıtkabir’i ziyaret etmeyen HDP yönetimi, cumhuriyet düşmanlarıyla birlikte olduğunu kanıtlamaktadır. Ancak TBMM’de hakkı olmadan milletin vergileriyle verilen paraları almakta da bir sakınca görmemektedir. 

HDP;
– 24 Nisan 1915 tarihini planlı bir etnik kimlik ve inanç soykırımı olarak değerlendirerek, sözde Ermeni soykırım iddialarını desteklemektedir ve konu hakkında açıklama yapmaktan, eylemde bulunmaktan çekinmemektedir.
– Benzer biçimde 19 Mayıs Pontus Rum Soykırımı anma günü diye açıklamalar yapmaktadır.
– Dağlık Karabağ işgalinde Ermenistan’ın, Kıbrıs sorununda Yunanistan’ın yanında yer almaktadır.
– Irak ve Suriye’deki işgallerde ABD’yi savunan bir parti, Türkiye’nin partisi olamaz.
 

Doğunun neden kalkınmadığıyla ilgili hiçbir söylemi olmayan, şeyhlik, ağalık düzeninin bitirilmesinden söz etmeyen, toprak ve tarım reformunu dile getirmeyen, yoksul köylüyü sömüren ve ezen HDP, Kürt milliyetçiliği yaparak emperyalizme hizmet etmektedir. 

Eşsiz liderimiz Atatürk‘e karşı tavır takınan HDP, şovenizmin bataklığındadır ve kendilerini Türk Milletinin unsuru olarak görmemektedir. “Mustafa Kemal’in askerleriyiz” sloganı için ‘it sürüsü’ diyen HDP’nin nerede durduğu bellidir. Tüm bu söylem ve eylemleriyle HDP, asla Türkiye partisi, asla halkın partisi, asla yoksulun partisi, asla demokrasi yanlısı bir parti olamaz; şiddet yanlısı bir parti olarak kalmaya mahkûm olacaktır. 

Bugün Anayasa Mahkemesi’nde hakkında kapatma davası açılan HDP, yasal bir siyasal partidir ancak meşru değildir. Çünkü bugüne kadar elli binden fazla insanımızı öldüren PKK terör örgütünün siyasal kanadı olarak hareket eden, terör ve terör örgütü ile arasına mesafe koyamayan, cumhuriyetin değerlerine saldıran HDP, hukuk devletinde asla meşru olarak kabul edilemez. 

Ülkemizin bölünmesi için emperyalist güçler tarafından bilinçli biçimde
icat edilen ‘Kürt sorunu’ ifadesinin kullanılması,
Kürt kökenli yurttaşlarımızı ötekileştirip hedefe koymaktadır;

  • Kürt kökenli yurttaşlarımız da ülkemizin eşit ve onurlu yurttaşlarıdır.

Ülkemizde Kürt sorunu yoktur, Kürtçülük ve PKK terör örgütü ile siyasal uzantılarının sorunu olduğunu açıkça ortaya koyamazsak, emperyalizme maşa olduğumuzun da farkına varamayız.

Kürt kökenli yurttaşlarımız ile PKK terör örgütünü ve HDP’yi bir tutmak, ülkemize yapılan kötülüklerin başında gelmektedir; bu çok büyük bir yanlıştır.

Bütün Kürt kökenli yurttaşlarımızın oylarını HDP’ye verdikleri de doğru değildir. Yetmez ama evet diyen aydın insan taklitleri de, liboşlar da, kendilerini solda gören tatlı su entelleri de HDP’ye oy vererek, bilinçsizce bu partiye destek olmuşlardır. 

Yıllar önce Oslo’da PKK terör örgütüyle görüşen, Habur’da çadır mahkemeleri kuran ve açılım yapan AKP için, yeniden HDP ile görüşmek normaldir çünkü her ikisi de cumhuriyet düşmanlığında buluşmaktadır. MHP’nin de bu görüşmeyi onaylaması doğaldır çünkü emperyalizmin emrinde olanlar, verilen görevleri yerine getirmektedir. Terör örgütünün uzantısı denilen bir partiyle görüşmek ve destek istemek, siyasal fırsatçılık ve tutarsızlıktır. İşte yapılan tutarsız siyaset ile dün doğru olan bugün yanlış, dün yanlış olan bugün doğru olabiliyor. Yanlışlar ve doğrular siyasal gereksinimlere göre her an değişiklik gösterebiliyor. Böylece siyasetçilere olan güvenilmezlik algısı da topluma yerleşiyor. 

Yıllardan beri HDP, muhalif kesim tarafından sürekli şımartılan, normalleştirilmeye ve meşrulaştırılmaya çalışılan, Atatürk ve cumhuriyet karşıtı değilmiş gibi gösterilen, AKP’den farklıymış gibi davranılan bir partidir. Bağımsızlıktan, aydınlanmadan, cumhuriyetten, ulusallıktan, eşitlikten yana olmayan, feodalizme karşı durmayan, emperyalizmin güdümünde kimlik siyaseti yapan HDP ile ortak değerlerde buluşulamaz. Kısaca cumhuriyet düşmanları ile işbirliği yapılarak cumhuriyet kurtarılamaz. Bunu herkesin aklında tutması gerekir.

 Azim ve Karar, 14 Kasım 2022

Biri bizi gözetliyor

Av. Dr. MEHMET RUŞEN GÜLTEKİN

14 Kasım 2022, Cumhuriyet

Düşünce, insanı diğer canlılardan ayıran bir ayrıcalıktır. O halde kendini ifade etmek, insan için bir ihtiyaçtır (gereksinimdir). Zaten devletin 21. yüzyılda var olma amacı bizim haklarımızı güvence altına almak değil midir? Anayasamızın 26. maddesinde “düşünceyi açıklama ve yayma hürriyeti”, 28. maddesinde ise “basın hürriyeti” güvence altına alınmıştır. Anayasa gibi bir üst norm ve uluslararası sözleşmeler ile güvence altına alınan bu haklar tehlikede mi? İşte sansür yasası akıllarda bu sebeple soru işareti bıraktı. Çünkü bu değişiklikle “halkı yanıltıcı bilgiyi alenen yayma” isimli suç hayatımıza girdi.

NİYET OKUMA

Bir düşünün Twitter’da bir haber gördünüz, bu haber size göre güvenilir bir kaynak. Siz bunu retweet ettiniz. Bu haber yanlış ise geçmiş olsun artık bir şüphelisiniz. Peki siz bu bilginin doğru olup olmadığını nasıl bilebilirsiniz? Böyle bir imkânınız (olanağınız) var mı? Hayır yok. Bir soruşturma geçirmeniz için re-tweet yeterli. Peki bu, sizin ifade hürriyetinize vurulmuş bir balyoz değil mi?

Ceza hukukunda niyet okunmaz. Yapmadığınız, eyleme geçmediğiniz sürece siz suç işlemiş olmazsınız. Ancak bu yasa maddesi sizin niyetinizi okuyabilir. Çünkü belirsizlikler var. Oysa kimse düşüncelerinden dolayı suçlanamaz. Bu yargı kararları ile sabittir. Sizin bu hususta soruşturma geçirmeniz ise lekelenmeme hakkınızın çiğnenmesine sebebiyet verecektir (neden olacaktir).

GAZETECİLERİN DURUMU

  • Gazeteciler haber kaynaklarını paylaşmak zorunda değildir.

Diyelim ki bir devlet kurumu haberi yalanladı. Ama haberin gerçekliği gün gibi ortada. Bu durumda gazeteciler kendi kaynaklarını açıklamak zorunda mı kalacaklar? Bu basın hürriyetinin ihlali (özgürlüğünün çiğnemi) değil midir?

Basın Kanunu’nun 12. maddesinde “Süreli yayın sahibi, sorumlu müdür ve eser sahibi, bilgi ve belge dahil her türlü haber kaynaklarını açıklamaya ve bu konuda tanıklık yapmaya zorlanamaz” düzenlemesi mevcuttur. Yani basın mensupları kaynaklarını açıklamak zorunda değildir. Bu düzenlemenin yanında Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi Goodwin/Birleşik Krallık kararında, gazetecilik kaynaklarının korunmasını, basın özgürlüğüne ilişkin temel koşullardan biri olarak görmüştür. Bu tür bir koruma olmaksızın, kaynaklar, kamuoyunu ilgilendiren konularda kamuoyunu bilgilendirmek amacıyla basına yardım etmekten kaçınabilirler. Sonuç olarak basının, hayati (yaşamsal) önem taşıyan “kamu bekçiliği rolü” sarsılabilir ve basının doğru ve güvenilir bilgi sunma özelliği ciddi ölçüde sarsılabilir. Yani gazetecilerin kaynaklarını açıklamaya zorlanmaları bir hak ihlalidir (çiğnemidir).

Suç ve ceza içeren bir düzenlemedeki belirsizlik temel hak ve özgürlüklerin düşmanıdır.

Oysa temel hak ve özgürlüklerin amacı insanların onurlu yaşaması değil midir?

  • Unutulmamalıdır ki düşünceyi açıklama ve basın özgürlüğü, onu kullananlar açısından olduğu kadar,
  • gerçekleri öğrenmek özgürlüğüne sahip kişi ve kitleler açısından da temel hak niteliğindedir.

Bu unutulduğu takdirde biri bizi hep gözetleyecektir.

Üç yokluk hali ve üçlü birleşme

GÜNCEL10.11.2022 BİRGÜN

Ortak paydaların silinmesi, üç yokluk hali ile sonuçlandı; yokluklar ise, üçlü birleşmeye yol açtı.

Nasıl? Cumhuriyet Anayasalarının parlamenter rejim ortak paydaları kaldırılınca, şu üçlü yok edilmiş oldu: siyasal karar süreci, hesap verebilirlik, denge ve denetim düzenekleri.

Bunun sonucu üçlü birleşme oldu: kişi+parti+devlet.

Bu olguyu görmeden Anayasa tartışmak, tam bir ikiyüzlülükle bilgi kirliliği yaratarak gündemi örtmekten başka bir işe yaramaz.

Haliyle, “darbe anayasası” nitelemesi de hayli geride kaldı. Nedeni şu: 1982 Anayasası, güvenceli olmayan özgürlük anlayışı ve sınırlı olmayan iktidar anlayışı ile eleştiriliyordu. Ya 40’ıncı yılında? Değişiklikler ışığında kısa bir gözlem:

İlk 20 yılında bu denge büyük ölçüde sağlandı: Güvenceli özgürlükler ve sınırlı iktidar.

İkinci 20 yılında ise, siyasal iktidarı sınırlayıcı denge ve denetim düzenekleri kaldırıldığı için, özgürlükler de kâğıt üstünde kaldı.

Nasıl oldu? 2017 Anayasa kurgusuCumhuriyet anayasalarının parlamenter rejime ilişkin şu üçlü ortak paydasını sildi:

Hükûmetin genel siyaseti Bakanlar Kurulu’nca belirlenir.

Bakanlar, bireysel ve toplu olarak TBMM’ye karşı sorumludur.

Devleti temsil eden Cumhurbaşkanı ve hükûmet birbirinden ayrıdır.

ÜÇ YOKLUK HALİ

OHAL ortam ve koşullarında, istismarcı değişiklik ile, yüz yılı aşkın zaman diliminde oluşan anayasal kurumlar ve kuralların tasfiyesi, Türkiye Cumhuriyeti’nin “demokratik hukuk devleti” niteliğini zedeleyen üç yokluk hali ile sonuçlandı:

Kurul halinde (ortak/kolektif) siyasal karar süreci,

Siyasal sorumluluk ve hesap verebilir yönetim,

Denge ve denetim düzenekleri.

ÜÇLÜ BİRLEŞME

Bu üç yokluk hali sonucu yürütme ve devlet yönetiminin anayasal olarak tek kişide toplanması, aynı kişinin Anayasa’nın bağlayıcı kuralları ile bağdaşmadığı halde parti genel başkanı olması, devleti ve yürütmeyi parti hâkimiyeti altına aldı. İktidarı kişiselleştirme ve devleti partileştirme, kişi-parti-devlet birleşmesi sürecini başlattı.

Bu üçlü birleşmenin tipik göstergesi, TBMM’de yapılan haftalık AKP grup toplantıları. Parti toplantıları Cumhurbaşkanı yardımcısı, bakanlar ve atanmış birçok kişinin katılımı ile gerçekleşmekte.

Parti Başkanı’nı ayakta alkışlayan bakanların görüntüsü, devlet yönetiminde, hukuk ve liyakat yerine, ‘siyaset, partizanlık ve dalkavukluk’ üçlüsünün öne çıktığını göstermekte. Aynı bakanlar, bakanlıkları ile ilgili yasama sürecine katılma gereği bile duymuyor.

  • Anayasa dışı birleşme ile,
    Türkiye Cumhuriyeti kamu tüzel kişiliği ile AKP özel tüzel kişiliği iç içe geçti.

YÜRÜTMESİZ BÜTÇE

Parti toplantıları için TBMM’ye gelen Cumhurbaşkanı, bütçe için Anayasa’nın emredici hükümlerine karşın yılda iki kez bile Meclis’e gelme gereği duymuyor.

Gerçi AKP’li ve MHP’li vekillerin bakanlık bütçelerini firesiz savunmaları yürütme görüntüsü verse de, ‘bütçe’de yürütmenin bulunduğu anlamına gelmez; tam tersine, yasama üyelerinin 2017’de bakanlıklar yürütme dışına çıkarıldığına göre, milletvekillerinin bütçe görüşmelerinde bakanlarla yarışı, kendilerini idari birimlere indirgemek suretiyle parti+idare+devlet birleşmesi görüntüsü ortaya çıkarıyor.

HDP VE ADALET BAKANI

CHP’nin başörtüsü önerisini AKP’nin fırsata çevirmesiyle, bakan olarak atandıktan sonra milletvekilliği düşen ve Anayasa konusunda herhangi bir girişim yetkisi bulunmayan B. Bozdağ, Anayasa çalışmasını başlatmakla yetinmedi; TBMM’de grubu bulunan partileri ziyaret eden AKP heyetinin başında yer aldı.

Medya ve politikacılar bir haftadır HDP ile görüşmeyi konuşadursun, yetkisiz bir kişinin Anayasa turlarına öncülük etmesini fark etmedi bile.

YOL HARİTASI ANLAMI

Son gelişmelerin şimdilik tek yararı, “HDP sendromu” üzerine AKP ve MHP ikilisinin ikiyüzlülüğünü bir kez daha teşhir etmiş olması. Ama bu aynı zamanda, HDP gölgesi üzerinden demokratik hukuk devleti savunucularını hedef alan Millet Masası içindeki bazı siyasiler için de bir uyarı oldu. Bütün bunlar, demokratik hukuk devleti yol haritası üzerine neden daha saydam ve tutarlı olunması gerektiği konusunda ders verici olmalı.

Türkçeyle özdeşleşme

Öner Yağcı
Öner Yağcı
12 Kasım 2022 Cumhuriyet

 

Tıp fakültesi öğrenciliğini bırakıp Antep savunmasına katıldı Ömer Asım Aksoy (1898-30 Ekim 1993).

Cumhuriyet’ten sonra İÜ Hukuk Fakültesi’ni bitirip Cumhuriyet savcılığı, avukatlık, öğretmenlik, Halkevi ve CHP il başkanlığı, milletvekilliği yaptıktan sonra Türk Dil Kurumu’na girdiği 1941’den başlayarak yaşamı Türkçeyle, Atatürk’ün başlattığı Dil Devrimi’yle dolu düşünsel üretimle geçti.

DİL GERÇEĞİ VE ÖZLEŞTİRME DURDURULAMAZ

26 Eylül Dil Bayramı’nı 

  • “Türk dili üzerinde egemenlik kurmuş olan yabancı dil ordularını, ulusal dilimizin sınırları dışına çıkarma atılımımızın başladığı gündür.”

diyerek Kurtuluş Savaşımızın vazgeçilmez parçası olarak gören Aksoy, Dil Devrimimizin ustasıydı.

Adına, ailesiyle birlikte Dil Derneği’nce 1995’ten beri verilen “Ömer Asım Aksoy Ödülü”nü bu yıl Sırça Kanatlar (Sel Yayınları) adlı öykü kitabıyla Derya Sönmez aldı.

Aksoy’un, alanındaki en değerli yapıtlardan olan Atasözleri Sözlüğü ile Deyimler Sözlüğünü yeniden sunan İnkılâp Kitabevi, iki klasik yapıtını daha yayımladı:

  • Dil Gerçeği ve Özleştirme Durdurulamaz.

Aksoy, bu kitaplarda dilin yaşamdaki yerini ve önemini, Türkçemizin erdemini ve gücünü, dil sevdasını, Dil Devrimi’nin niçin zorunlu olduğunu bilimsel ve yaşamsal gerçekler ışığında anlatıyor.

DİL SAVAŞIMI

“Bireysel ve toplumsal kimliğimizin kumaşı, içine doğduğumuz dilin tezgâhında dokunur…” diyen yakın dostu Emin Özdemir’in “Türkçeyi vatanı kabul edip yaşamı boyunca onun sınırlarında nöbet tuttuğunu” söylediği Aksoy, TDK Genel Yazmanı olarak sürdürdüğü ömrünü Dil Devrimimizin anlatılmasına, dil savaşımına adadı.

  • “Sen, öz dilini yüzyıllar boyunca hor gör, işletme, unuttur; sonra da suç onunmuş gibi, ‘ne yapalım, dilimiz fakirdir, yetersizdir, yabancı sözcükler kullanmak zorundayız; şu yabancı sözcüğün Türkçesi var mı?’ diye bir savunma yap ve kendi dilini geliştirmeye çalışacak yerde, yabancı sözcükler kullanmayı sürdür. Ulusçuluk bunun neresinde?” 

diyen Aksoy, özleştirmenin niçin durdurulamayacağını açıkladı.

DİLİN YOLUNU AÇMAK

Dilin gelişmesi konusunda çok tartışılan konuyu noktaladı:

  • “Dil kendi haline mi bırakılmalı, onun gelişmesine yön ve hız mı verilmeli? İnsanlar, yaşayışlarında yeri olan hangi olayı ‘tabii şekilde gelişme’sine bırakmıştır? Toprağı gübrelemeye, ağacı aşılamaya, çocuğu eğitmeye, hastaya ilaç vermeye, toplumu yönetmeye ne için gereklik görüyorsak dile yön ve hız vermeye de onun için gereklik görüyoruz.” 

Dil savunmasız bırakılamaz, bozulmalara açık hale getirilemez diyen Aksoy’a göre, dilin gelişmesi, tıpkı bir hastanın iyileşmesinin gözlenmesi gibi izlenmeli, dile zarar verebilecek her türlü yaklaşım özenle dilden ayrıştırılmalıdır.

Yeni bir kavramı karşılayacak sözcükler dilin kurallarına uygun biçimde seçilmeli, yabancı dillerin saldırısına uğramış olan dilimize yeni yabancı sözcüklerin girmesi engellenmelidir.

TÜRKÇE BİR HAYAT

Dilimize Tarama Kolu başkanı olarak Halk Ağzından Söz Derleme Sözlüğü (12 cilt) ve Tarama Sözlüğünü (8 cilt) armağan eden Aksoy, yaşamını adadığı Dil Devrimi’ni çoğu klasikleşen ve sayısı 60’ı bulan yapıtında anlattı:

Dil Yazıları, Gelişen ve Özleşen Dilimiz, Atatürk ve Dil Devrimi, Dil Yanlışları, Yine Dil Yanlışları, Halkevi Konuşmaları, Anayasa Sözlüğü

TDK’nin Ömer Asım Aksoy Armağanı (1978) adlı bir kitap çıkardığı Aksoy’un “Yaşadığım çağın ve yaşamımın bilançosu” diye sunduğu Türkçe Bir Hayat (YKY), onun (AS: O’nun) saydamlık, özveri, çalışkanlık, titizlik, yalınlık gibi değerlerle örülmüş anlamlı savaşımının özyaşamöyküsü ve 95 yıllık bir çağ tanıklığıdır.

Atatürk’ün Yolunda Türk Dil Devrimi-1 

Ruşen Yalçın Keleş – Lisansüstü Eğitim, Öğretim ve Araştırma EnstitüsüPROF. DR. RUŞEN KELEŞ
12 Kasım 2022, Cumhuriyet

Hiç kuşkusuz, dil ile düşünce arasında çok yakın bir ilişki vardır. Bu nedenle, Dil Devrimimiz ulusal kültür alanında girişilmiş büyük bir atılımı simgeler. Savaş ile kazanılan bağımsızlığın, kültür ve ekonomi alanında atılan adımlarla tamamlanması zorunluydu. Dilde özleşme bir bakıma kültürde de öze dönmek anlamına geliyordu. 1931’de Türk Tarih Kurumu’nun, 1932’de Türk Dil Kurumu’nun kurulmalarının ardındaki temel neden de buydu.

Ne yazık ki kimi bilim insanlarımız, hem kolaylarına geldiğinden hem Türk dilinin varsıllığına güvenleri olmadığından derslerinde, yapıtlarında, konuşmalarında Batı dillerinden gelme sözcükleri bol bol kullanmakta bir sakınca görmüyorlar. Bunun gibi, adına “Osmanlıca” denilen, yönetenlerle yönetilenler arasındaki anlama uyuşmazlıklarını artıran dili kullanmakta direnenler bile yazarken ve konuşurken çok sık yanlışlar yapmaktan geri kalmıyorlar.

CUMHURİYET KARŞITLIĞI

Türkçeyi yabancı dillerin boyunduruğundan kurtarma kararlılığında olan ülkemizde, yabancı sözcüklerin oranı hâlâ çok yüksek.

  • Dilde özleşmeye devletçe yön vermenin bir kamusal görev olduğu çok açıktır.

Bu, bilim dilinde de evrim kurallarının değil, devrim kurallarının geçerli kılınması anlamına gelir. Dilde gerilikle, kafanın içindeki gerilik at başı giden iki gerilik türüdür. Bu ilişki, öz ile biçim arasında da var olduğu için, Cumhuriyeti kuranlar kılık kıyafet devrimine de önem vermişlerdir.

Gerçekte, Dil Devrimi’nin karşısında olanlar, genellikle Türk Devrimi’ni bütünüyle içlerine bir türlü sindirememiş olanlardır. Bunun örneklerini son yıllarda çok sık görür olduk. Bu kişiler, yalnızca kimi sözcüklerin kullanımına değil, devrimin özüne, Cumhuriyetin dayandığı temel ilkelere karşıdırlar. Ulusçuluk anlayışları ayrı olduğu için, laik olmadıkları için, bilimi halka taşımak halk yığınlarının uyanışını hızlandırmakla sonuçlanacağından Dil Devrimi’ni de sevimli bulmazlar.

GELENEK BEKÇİLERİ

Kısaca, Atatürk’ün Kültür ve Dil Devrimi’ni tüm öteki atılımları gibi benimsemediklerinden Dil Devrimi’nin karşısında olmak da bir görevdir onlar için. Bu tutum ve davranışlarıyla belki de Atatürk’ün çağdaşlaşma buyruğuna ayak uyduramayan bu “gelenek bekçileri”, içte ve dışta Türk toplumunu yerinde sayan bir toplum yapmakta ya da geriye götürmekte yarar gören çevrelere bilerek ya da bilmeyerek araç olmaktadırlar.

Yalnız seçimle göreve gelmiş olanlar değil, siyasal erke 1980’lerin başlarında el koymuş olan ve “Atatürkçülüğü” dillerinden düşürmeyen Kenan Evren ve arkadaşları da Türk Dil Kurumu’nu, bir gönüllü kuruluş (dernek) olmaktan çıkararak kamu kurumu durumuna sokmuş ve kurumun başına, şu tümceleri kurabilmiş bir bilim (?) insanını getirmekten geri kalmamışlardır:

  • Atatürkçülük bir ideoloji değil, Türkiye’de Atatürk öldükten sonra doğan bir içtimai hastalığın adıdır. Hakiki fikirlerin yerine geçmek isteyen hayallerden kurtulmamız lazımdır.”2

Oysa Atatürk adını taşıyan kurumların başında görev alacak olanlarda, her şeyden önce Atatürkçülüğe yürekten inanmış olmak aranacak koşulların başında gelmelidir.


1- Topluçalışım, Atatürk’ün Yolunda Türk Dil Devrimi, Türk Dil Kurumu, Ankara 1981; Ruşen Keleş, “Toplumsal Gelişme ve Bilim Dili”, Atatürk’ün Yolunda Türk Dil Devrimi, s.90-104; Ruşen Keleş, “Atatürkçülük: İdeoloji mi, Hastalık mı?”, Cumhuriyet, 7 Temmuz 1985.
2- Komünizmle Mücadele Dergisi, Sayı: 36, 15 Mayıs 1952.