Yazar arşivleri: Ahmet SALTIK

Ahmet SALTIK hakkında

Atılım Üniversitesi Tıp Fakültesi Halk Sağlığı Anabilim Dalı Öğretim Üyesi Prof. Dr. Ahmet SALTIK’ın özgeçmişi için manşette tıklayınız: CV_Ahmet_SALTIK Hekim (Halk Sağlığı Profesörü), Hukukçu (Sağlık Hukuku Uzmanı) Mülkiyeli (Kamu Yönetimi - Siyaset Bilimci)

Umutlar ikinci tura mı kaldı?

Örsan K. Öymen

Örsan ÖYMEN
ODTÜ Felsefe Profesörü

Son Yazısı / Tüm Yazıları
06 Mart 2023, Cumhuriyet

İYİ Parti Genel Başkanı Meral Akşener’in “6’lı masa” olarak da anılan muhalefet ittifakından, ittifakın ikinci büyük partisinin lideri olarak çekilmesi, son yılların en büyük siyasi krizine neden oldu.

Akşener’in, CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu’nun adaylığı konusundaki anlaşmazlığı, masada çözmeye çalışmak yerine, diğer partiler hakkında ağır sözler sarf ederek kamuoyuna açıklaması ve adaylık anlaşmazlığı yüzünden masayı devirmesi, büyük bir hata olmuştur.

Akşener’in ikinci büyük hatası, CHP’nin üyeleri olan İstanbul Belediye Başkanı Ekrem İmamoğlu’na ve Ankara Belediye Başkanı Mansur Yavaş’a adaylık çağrısı yapmasıdır. Bu çağrı, CHP’nin içişlerine müdahale etmek ve CHP’yi bölmek anlamına geldiği gibi, adaylık sürecinin sonuna gelinen günlerde, zamanlama açısından, arkası boş bir çağrıdır.

Birincisi, İmamoğlu hakkında siyaset yasağı içeren kumpas  davasının” üst “mahkemede” kesinleşmesi durumunda, İmamoğlu’nun adaylığı düşürülecektir ve ana muhalefet adaysız kalacaktır.

İkincisi, Akşener, bu iki olası adayla bir anlaşma sağlamadan bu çağrıyı yapmıştır. Nitekim İmamoğlu ve Yavaş, Kılıçdaroğlu’nun arkasında olduklarını açıklamışlardır.

Bu durumda Akşener, bu kişilere neden adaylık çağrısı yaparak masayı devirmiştir?

Bu, bir plansızlığın, acemiliğin, telaşın ve heyecanın sonucu mudur, yoksa kasıtlı olarak ana muhalefeti sabote etmek ve AKP’ye hizmet etmek amacı taşıyan bir eylem midir?
***
Akşener’in üçüncü büyük hatası, “Kılıçdaroğlu seçilemez” iddiasını hiçbir kapsamlı, bağımsız ve bilimsel araştırmaya dayandırmamış olmasıdır. Akşener bu iddiasını, sınırlı sayıda ilde sınırlı sayıda vatandaşla yapılan bazı araştırmalarla ve örgütten gelen izlenimlerle gerekçelendirmeye çalışmıştır.

Öte yanda CHP de, Kılıçdaroğlu’nun seçimi kazanabileceğini kanıtlayan kapsamlı, bağımsız ve bilimsel bir araştırmayı, örneğin en az 50 ilde en az 15 bin kişiyle yapılan bir araştırmayı gerçekleştirmeyerek, adaylık konusundaki tartışmaya son noktayı koyamamıştır.

CHP’nin, “sofrayı genişletmekten” ve yola başka partilerle devam etmekten söz etmesi de, geçerli siyasi aritmetikte gerçekçi değildir.

CHP dışında masada kalan 4 küçük partiyle, HDP’nin dışarıdan vereceği olası bir destekle ve oyları yetersiz olan sosyalist partilerle, Kılıçdaroğlu’nun ilk turda seçimi kazanması çok zordur. CHP dahil, söz konusu partilerin toplam oyu, tüm araştırmaların ortalaması alındığında, %44’ü geçmemektedir.

HDP’nin birinci turda kendi adayını çıkaracağını açıklamasından sonra, “6’lı masanın” seçimi 1. turda kazanması zaten risk altına girmiş olsa da, İYİ Parti’nin ittifaktan çekilmesiyle, seçimlerin 2. tura kalma olasılığı yükselmiştir.

İYİ Parti tabanının ve seçmeninin çoğunluğu, yönetimin kararına uymayarak, ilk turda Kılıçdaroğlu’na destek verirse, Kılıçdaroğlu seçimleri yine de 1. turda kazanabilir.

İYİ Parti, kötü bir partiye dönüşerek tarih sahnesinden silinmek istemiyorsa;
bu büyük hatasından en kısa sürede ve 1. tur seçimlerinden önce dönmelidir veya Kılıçdaroğlu’nun, AKP Genel Başkanı Recep Tayyip Erdoğan ile birlikte 2. tura kalması durumunda, en azından 2. turda, Kılıçdaroğlu’na açık ve etkin destek vermelidir.

KURTULUŞ SAVAŞINDA DA KÜRTLER TÜRKLERLE BİRLİKTEYDİ

Prof. Dr. Özer Ozankaya
ADD Kurucu Üyesi, 4. Gnl. Bşk.

KURTULUŞ SAVAŞINDA DA KÜRTLER TÜRKLERLE BİRLİKTEYDİ; CUMHURİYET DÜŞMANLARININ KIŞKIRTMALARINA KARŞI DA
KÜRTLER TÜRKLERLE
HEP BİR VE BERABER OLAGELDİLER;
OLMAYA DA SÜRDÜRECEKLERDİR!

“Diyarbakır” futbol takımına Bursa’da yapılan ve Türkiye’nin birliğini sağlayan Atatürk milliyetçiliğine aykırı, hatta ona açık saldırı olan ve etnik bölücülüğe “yapay haklılık görüntüsü” kazandıran kışkırtma saldırıları, Türk ulusal birliğine yöneltilen iğrenç ve sinsi bir saldırıdır.

Kurtuluş Savaşı’nın başında da Kürt-Türk ayrılığı kışkırtmak isteyenler yine sömürgeci güdümündeki Osmanlıcılar idi!

  • Ama Mustafa Kemal demokratik, yani ulusal egemenlikçi temellere dayandırdığı
    tam bağımsızlıkçı MİLLİ MÜCADELE’ye Kürt ulusdaşlarımızı da katmış

olmanın güveniyle ve ordu birlikleriyle yerel halktan önde gelenlerin katılımıyla, Osmanlı Halife Sultanının valisi Ali Galib’i, sömürgeci İngiltere’nin bölgedeki subayları Binbaşı Pils ve Yüzbaşı Noel ile birlikte arkalarına bile bakamadan kaçmak zorunda bırakmıştı.

Türk ulusuna ve Türk ordusuna yayınladığı bildiriyle de:

“Güney-doğuda ayrılıkçı bir Kürt hükümeti kurdurma girişimi yenilgiye uğratıldı; Kürtler Türklerle birleşti!” müjdesini vermişti!

Aynı sömürgeci – gerici işbirliği oyunu, son yarım yüzyıldaki bütün kalkışmalarda olduğu gibi bugün de yenilgiye uğramaktan başka sonuç elde edemeyecektir!

(Bknz.: Özer Ozankaya, Cumhuriyet ÇınarıMustafa Kemal’i “ Atatürk” Yapan Uygarlık Tasarımı, CEM YAY.; Özer Ozankaya, Toplumbilim, CEM Yay.)

Toplumsal illüzyon ve diktatörler

Üstün Dökmen

Üstün Dökmen
Psikoloji Profesörü
Son Yazısı / Tüm Yazıları
26 Şubat 2023, Cumhuriyet Pazar eki

Bu yazıda “toplumsal illüzyon” kavramını yaygın kullanımdan farklı şekilde tanımlayıp diktatörlerin “muhteşem” olarak algılanmasında bu illüzyonun etkisini belirtmek istiyorum.

Bazı kaynaklarda, Asch’in çizgi deneyinde olduğu gibi kişilerin yanlış olan çoğunluğun görüşüne bile bile katılmasına “toplumsal illüzyon” deniyor. Bence bu tür gerçekçi olmayan yargılar “toplumsal illüzyon” olarak değil, “toplum baskısından çekinme” olarak tanımlanmalıdır. Toplumsal baskıya maruz kalan kişiler, gruptan dışlanmamak için, aksini düşünseler de çoğunluğun fikrine katılırlar. Toplumsal illüzyonda ise kişi gerçeği çarpıtarak yorumlar, yani bir algı sorunu yaşar.

BİREYSEL İLLÜZYONLAR

Gösteri yapan bir sihirbaz bireysel illüzyon yaratır. En bilindik sihirbazlık gösterisi şapkadan tavşan çıkarmaktır. İzleyiciler şapkadan tavşan çıkarıldığını gözleriyle görürler ama tavşan şapkadan çıkmamaktadır. İllüzyonistler, sanıldığı gibi yalnızca el çabukluğuyla hünerlerini sergilemezler; en son teknolojik yenilikleri izlerler. Bir zamanlar Avrupalı sömürgeciler, Afrikalı kabile liderlerini insanlarının önünde küçük düşürmek için sihirbazlık yaparlardı. Örneğin sahneye gelen bir çocuk hafif madeni bir kutuyu kaldırırdı. Aynı şeyi kabile liderinin yapmasını isterlerdi ancak o kutuya elini sürmeden önce seyircilere fark ettirilmeden kutu mıknatısla zemine sabitlenirdi ve lider kutuyu kaldıramazdı. Sonra tepelerde Hz. İsa görüldü. Bu bir hologramdı. Hologramı gerçek zanneden temiz kalpli insanlar, “İşte mucize!” diyerek ağladılar.

DOĞAL İLLÜZYONLAR

Yüzyıllar boyunca insanlar sabahları Güneş’in doğduğunu, akşamları battığını gördüler, gece boyunca Güneş’in Dünya’nın altından dolaşarak sabah yeniden doğuya geldiğini düşündüler. Bundan emindiler. Galileo bunun yalnızca doğal bir illüzyon olduğunu söyledi. Gök kuşağı da bir doğal illüzyondur, gökte bir çember oluşmaz.

TOPLUMSAL İLLÜZYONLAR

“Kahinler (Önbiliciler) Papa’nın öleceğini bildiler, Marmara depremini bildiler!”

Bildiler ama nasıl bildiler? Olayın illüzyon yanı şöyledir:

Genellikle aralık ayında kâhinler yeni başlayacak yıla ilişkin felaket haberleri verirler, papanın, ünlü bir sanatçının öleceğini, büyük doğal afetler olacağını söylerler. Bu haberler basında çıkar. Verdikleri kötü haberlerin bir kısmı zaten gerçekleşme olasılığı yüksek haberlerdir, dünyada doğal afetsiz yıl geçmez. Ancak kâhinler bazen (kimi kez) heyecanlanıp kişi adı vererek felaket (yıkım) tellallığı yaparlar. Geçmişte her yıl bir papanın adını vererek “Önümüzdeki yıl ölecek” dediler. Ben not ettim. O papa yıllarca ölmedi. Buna karşın hiç kimse yıl bittiğinde “Hani papa ölecekti? Yalan söylediniz!” diye hesap sormadı, kehanet (önbili) unutuldu. Sonunda papa öldü. Bunun üzerine birçok kâhin elindeki gazete küpürüyle (kesisiyle), “Ben geçtiğimiz Aralık’ta bunu bilmiştim” diye ortaya çıktı. Bu kişilerin saygınlıkları ve kazançları arttı. İşte bu bir toplumsal illüzyondu. Bireysel illüzyonda sihirbazın marifetini izleriz, toplumsal illüzyon ise izleyenlerin düşünme becerilerindeki eksiklikten kaynaklanır.

Özal döneminde bir toplumsal illüzyonu milletçe yaşadık. Irak Savaşı’nda toplum Saddam’a kin duysun diye uzmanlar, “Saddam zehirli gaz atacak, pencerelerinizi naylonla kapatın” dediler. Ülkemizde naylon ve koli bandı satışı arttı, ben de kapattım. Gaz filan gelmedi, yalnızca koli bantlarının adı “Saddam bandı” oldu. O günlerde hızlarını alamayan uzmanlar, “Gaz kapıdan da girebilir, dış kapınızın altına ıslak havlu koyun” dediler. Biz apartmanca koyduk. Ancak komşulara oranla biraz daha ferasetli olduğum için Özal’ın uzmanlarını arayıp “Kapının altında bir milim, üst tarafında yarım milim açıklık var, üst tarafa da havlu koyayım mı?” diye sordum. Onlar ise, “Gerek yok, gaz çöker, alt tarafa koymanız yeterlidir” dediler, rahatladım. Tek katlı bir villada yaşıyor olsanız dış kapınızın altına havlu koymanız yeterli olabilir. Ancak yirmi katlı binalarda da alta havlu koydular, bu gazın yirminci kata ulaşana kadar önceki katlarda kapıların hem altına hem üstüne ulaşacağını kimse düşünmedi. Ben bu olayı yıllar sonra bir konferansta anlattığımda bir bey, “Hocam bunu söyleyen uzmanlardan birisi de bendim, o kadarını düşünemedik.” dedi. Bunun meali (anlamı), “Biz yalan söyledik” demekti.

Toplumsal illüzyona, yani göz göre göre aldanmaya çok örnek var. İnsanlar yüzyıllar boyunca -ve halen- matematik benzeri konularda erkeklerin kadınlardan üstün olduklarını düşündüler. Oysa binlerce araştırma, eşit beslenme, eşit eğitim verilmesi halinde, cinsiyetler ve ırklar arasında zihinsel açıdan anlamlı bir farklılık bulunmadığını gösterdi. (Bir zamanlar “Kompüter Kadınlar” vardı.) Kralların, padişahların, diktatörlerin olduklarından daha muhteşem (görkemli) algılanmaları da birer toplumsal illüzyondur, ışık körlüğüdür. Beş yüzyıl önce Avrupa’da bir ressam öğrencisine, “Kralın ayak parmağı ile çobanın ayak parmağını aynı çizemezsin” demişti. Osmanlı’da ise halk padişahın altı evliya gücünde olduğuna inanırdı, bu güçteki bir padişahın 33 yıl tahta kalıp da nasıl 1.5 milyon kilometre toprak yitirdiğini ise düşünmezdi. Hitler intihar etmeseydi de ülkesinde bir seçim yapılsaydı bence, herkesin değilse bile büyük bir kitlenin oyunu alırdı. Çünkü insanlar onun yaptıklarını değil hayallerindeki Hitler’i algılıyorlardı, bir de “Ama dağlara yol yaptı” diyorlardı. Bu durum toplumsal illüzyonun özetidir.

“Size bin yıl barış vadediyorum” diyen Hitler’e inanan çoktu; dünyada, “Arabayı, ambulansı, röntgeni, operayı ülkemize ilk biz getirdik” diyen siyasetçiler de vardır, onlara inananlar da.

  • Kendinizi şapkadan tavşan çıkacağına hazırlarsanız, çıktığını görürsünüz.

Not   :
Bu yazıyı bitirdiğimde Kahramanmaraş’ta büyük bir deprem oldu. Kâhinleri, astrologları ciddiye alan toplum, yıllardır bu bölgede büyük bir deprem beklediğini söyleyen Prof. Dr. Naci Görür’ü ciddiye almadı; kendi ifadesiyle (anlatımıyla), yerel yöneticiler ve ülkeyi yönetenler ona kulak vermediler.

Tanrı’nın para olmadığı bir dünya mümkün!

Işıl Özgentürk
Işıl Özgentürk
isilozgenturk@gmail.com

Mahallemde dürüstlüğü, iyiliğiyle tanınan bir marangoz dostumuz şöyle demişti: “Bunlar, yirmi yıldır bizi yönetenler benim inançlı kalbimi bıçakladılar. Artık onların Tanrısına inanmıyorum, çünkü onların Tanrısı para!”

Hiç böyle düşünmemiştim. Evet, bu yönetim parayı Tanrı yaptı ve gerçek inananlar derin bir hayal kırıklığına uğradı. Son deprem felaketi bize ülkemizin paraya tapanlar ülkesi olduğunu defalarca evet defalarca (kezlerce) çok açık bir biçimde gösterdi. Herkesin sorduğu bir soru var:

  • Bunlar neden doymuyor?” 

Buna psikoloji de bağımlılık deniyor. Tıpkı eroin kullananlar gibi paraya tapanlar da sürekli kazanmak istiyorlar, kazanmak bir haz oluyor ve beyin bu hazzın sürekliliğini için kuytuda bekliyor. Mesela (Örneğin) Kızılay başkanına bakın, dünyanın parasını maaş olarak alıyor, bu yetmiyor 23 yerden huzur hakkı alıyor, bu yetmiyor sülalesini Kızılay’da yönetici yapıyor. Deprem oldu da ortaya çıktı, kimbilir kaç devlet kurumunda bu bağımlılık at koşturuyor. Sadece (yalnızca) devlet kurumlarında değil, sermaye, küçük esnaf, market sahipleri, üniversiteler, şehir hastaneleri bu bağımlılığın ana elemanları.

Şimdi gelelim neymiş bu para? İki belgeselden söz edeceğim :

2007 yayımlanan “Zeigeist Türkçesi “Zamanın Ruhu”Peter Joseph adlı bir aktivist tarafından yapılan ve sadece internette yayımlanan filmlerin ilki, Zeigeist: The Movie, din kavramının nasıl oluştuğunu ve hayatımızı nasıl ele geçirdiğini anlatıyordu. Özellikle Semavi (Göksel) dinlerin (Musevilik, Hıristiyanlık, Müslümanlık) dünyanın en önemli uygarlıklarından biri olan ve Güneş’e tapan eski Mısır’da bilim adamlarının güneşin hareketlerini takip ederek (izleyerek) oluşturdukları bir yığın efsaneyi, bir yığın yaratılış öyküsünü evirip çevirip kendilerine mal ettiklerini gayet (oldukça) net, bilimsel bir açıklamayla anlatıyordu. Belgeselde yok ama Semavi dinlerin kitaplarında Sümer uygarlığının da önemli katkıları olduğunu artık bilmeyen yok.

İlk belgeselde, dinlerin oluşumu, neden ortaya çıktıkları ve hepsinin bugünkü sömürü düzeninin sorumlusu olduğu anlatıldıktan sonra sıra geldi ikinci belgesele.

İkinci belgesel “Zeigeist: Addendum” bu kez yeni Tanrı’nın yani PARA’nın oluşumunu ve geçirdiği evreleri anlatıyordu. Biliyordum ama dehşetle yeniden gördüm ki 1978 yılında, Amerikan Merkez Bankası’nın (FED) aldığı bir kararla, karşılığı olmayan para basmak, artık Amerikalılar için bir çocuk oyuncağı. Anlatacağım Amerikan Merkez Bankası, bir devlet bankası değil, dünyanın bugünkü durumundan sorumlu şirketlerin bankası. Amerikan hükümeti sıkıştığında bu bankadan para basmasını rica ediyor. Onlar da ancak %10 karşılığı bulunan istendiği kadar parayı basıp hükümete teslim ediyorlar. Bu size bir şey hatırlatıyor mu?

  • Kısaca insanlık daha çok yoksullaşıyor, insanlar köleleştiriliyor.
  • Dünyada her 6 dakikada 1 çocuk önlenebilir açlık ve hastalıktan ölüyor.

Dünya nüfusunun %40’ı günde 2 Dolarla yaşıyor. Ve parayı ellerinde tutan, 400 uluslararası şirket, öylesine aç gözlü, öylesine vicdansız ki; sürekli bir savaş ve kıtlık ekonomisine dayanarak dünyayı yönetiyorlar.

  • Görüyoruz ki, demokrasi filan birer oyundan ibaret!

Film arka arkaya ülkelerinin kaynaklarını, ülkeleri halklarının çıkarına kullanmak isteyen liderlerin çokuluslu şirketler tarafından nasıl devrildiklerini, öldürüldüklerini öyle açık bir biçimde anlatıyor ki; umutsuzluğa kapılmamak elde değil.

Özellikle çokuluslu şirketlerin medyayı ve yayın organlarını, bazı sosyal kurumları nasıl ele geçirdikleri ve onlara neler yaptırdıkları filmin dehşet verici bölümlerinden.

Peki, ne yapacağız? Filmi yapanlar ve yarım milyon aktif üyesi olan “Zeitgeist”  bize Venüs Hareketini” öneriyor.

Şöyle : Dünyanın kaynakları ve gelişen teknoloji bize büyük imkânlar (olanaklar) sunuyor. Özellikle yaratılan kıtlık ekonomisi yerine kaynak ekonomisine geçilmesi gerekiyor.

Doğa bize güneş, rüzgâr, dalga enerjisi gibi ucuz ve hiç bitmeyecek bir kaynak sunuyor.

  • Petrole, termik santrallara, HES’lere, nükleer enerjiye hayır!

Teknolojinin gelişmesi için kaynak artırımına, evet!

Eğitim, sağlık harcamalarının çoğaltılmasına evet!

Ve en önemlisi paranın ortadan kalkması. Olur mu olur.

Çünkü Tanrılar da ölür!

ULUSAL EGEMENLİK KÜLTÜRÜMÜZÜN 100. YILINDAYIZ!

Prof. Dr. Özer Ozankaya
ADD Kurucu Üyesi, 4. Gnl. Bşk.

ULUSAL EGEMENLİK DÜZENİNE SALDIRI KARŞISINDA
YURTTAŞIN DİRENME HAKKI ÜZERİNE ATATÜRK’ÜN SÖYLEDİKLERİ

Konya’da Gençlere Sesleniş, 20 Mart 1923

  • “..bayağı ve alçakça aldatmalarla hükümdarlık yapan halifeler ve onlara dini araç yapacak ölçüde alçalan yalandan ve inançsız bilginler, tarihte her zaman rezil olmuşlar, rezil edilmişler ve hep cezalarını görmüşlerdir. Dini kendi tutkularına araç yapan hükümdarlar ve onlara yol gösteren hoca sanlı hainler hep bu sona düşmüşlerdir…
  • “Artık bu ulusun ne öyle hükümdarlar, ne öyle bilginler görmeğe katlanma gücü ve olanağı yoktur… Eğer onlara karşı benim kişisel tutumumu öğrenmek isterseniz, derim ki, ben bir kişi olarak onların düşmanıyım; onların olumsuz yönde atacakları bir adım, yalnız benim kişisel inancıma değil, o adım benim ulusumun yaşamıyla ilgili, o adım ulusumun yaşamına karşı bir kasıt, o adım ulusumun yüreğine gönderilmiş zehirli bir hançerdir. Benim ve benimle aynı düşüncedeki arkadaşlarımın yapacağı şey, kesinlikle ve kesinlikle o adımı atanı tepelemektir.
  • “Kuşku yok ki arkadaşlar, ulus birçok özveri, birçok kan karşılığında en sonunda elde ettiği yaşam ilkesine kimseyi saldırtmayacaktır. Bugünkü hükümetin, Meclisin, yasaların, Anayasanın niteliği ve varlık nedenleri hep bundan ibarettir.
  • “Sizlere bunun da üstünde bir söz söyleyeyim: Bir varsayım olarak, bunu sağlayacak Meclis olmasa, öyle olumsuz adım atanlar karşısında herkes çekilse ve ben kendi başıma yalnız kalsam, yine tepeler, yine öldürürüm!”

Hakimiyet-i Milliye, 26 Mart 1923’ten
ATATÜRK’ÜN SÖYLEV VE DEMEÇLERİ,
Cilt II, s. 146, Türk İnkılap Tarihi Enstitüsü yayını, 1959

Meral Hanım’ın unutulan geçmişi!

Rahmi Turan

Rahmi Turan
rturan@sozcu.com.tr
05 Mart 2023, SÖZCÜ
Yazarlar – Rahmi Turan

“Meral Hanım hâlâ çok öfkeli!” İYİ Parti’liler böyle diyor.

“Öfke baldan tatlıdır” derler ama unutmamalı ki, öfkeyle kalkan pişmanlıkla oturur!

Meral Hanım çeşitli nedenlerle öfkeli olabilir ama, gerçek bir lider öfkeyle hareket etmez, kızgın o ruh haliyle karar verip ülkeyi ateşe atmaz!

Bir lider her şeyden önce akıllı, soğukkanlı ve topluma saygılı olmalı, ağzından çıkan her sözü akıl süzgecinden geçirmelidir.

Meral Hanım‘ın son üç gündür yarattığı siyasi deprem onun liderlik kumaşının sağlam olmadığını gösteriyor.

Böyle bir lider kendisine duyulan güveni, inancı, saygıyı yok eder!
★★★
MHP lideri Devlet Bahçeli, sürekli eleştirdiğim siyasetçiler arasındadır. Günün birinde ona hak vereceğim hiç aklıma gelmezdi ama ilk defa Bahçeli‘ye hak verdim. Neden?

Devlet Bey, eski konuşmalarının birinde:

“Meral Akşener’e güvenilmez… Bir defa vefasızlık yapan ikinciyi de yapar!” demişti…

O zaman inanmamıştık ama haklı çıktı.
★★★
Şöyle bir hafızamı yoklayıp, geçmiş yılları gözlerimde canlandırdım.
İnsan düşününce hatırlıyor… Meğerse neler olmuş, neler…
Meral Akşener bir zamanlar (30 yıl kadar evvel) Tansu Çiller‘in manevi kızı gibiydi.
Çiller ona siyasette sınıf atlattı, İçişleri Bakanı yaptırdı.

Bir süre sonra o Çiller’e kazık atıp Mehmet Ağar‘a yanaştı…
Daha sonra Mesut Yılmaz’ın kapısını çaldı ama  yine umduklarını bulamadı.
…Ve en çarpıcı davranışını 2001 yılında sergiledi.
★★★

AKP’nin kuruluş aşamasında Abdullah Gül ve Recep Tayyip Erdoğan’ın önderliğindeki “Yenilikçiler Grubu”na katılan Akşener,
yurt gezilerinde Erdoğan‘ın yanında yer aldı.

  • Orada da umduğunu bulamayınca istifa ederek MHP’ye kapak attı.
    Gideceği başka yer kalmamıştı çünkü…

MHP Genel Başkanı Devlet Bahçeli, Meral Akşener‘i hem milletvekili,
hem de Meclis Başkanvekili yaptı.

Artık yıldızı parlamıştı. Herkes ona “Dişi kurt Asena” diyordu…
Ancak, günün birinde Devlet Bahçeli’yi devirmeye kalkınca orada da yollar ayrıldı.
★★★
Meral Akşener 2017 yılında MHP‘den kopanlarla birlikte İYİ Parti‘yi kurdu ama 2018‘deki genel seçimlere girme hakkı yoktu.

CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu büyük bir jestle ona yardım elini uzattı, 15 milletvekilini ödünç vererek İYİ Parti‘nin Meclis‘te grup kurup seçime katılmasını sağladı.

Kılıçdaroğlu‘nun bu soylu hareketi olmasa Meral Hanım da, İYİ Parti de gelişmeden yok olacaktı!

Akşener’in şimdi Kılıçdaroğlu‘na kılıç çekmesi gerçekten şaşırtıcıdır.
Minnet ve vefa borcunu, onu arkadan vurarak ödedi (!) 

Bundan sonra ne yapar bilemeyiz ama kendisi de, partisi de, ağır yara aldı!

İYİ Parti‘den istifalar devam ediyor.

Meral Hanım “Ya tarih yazacağız, ya da tarih olacağız!” demişti. Sanırım tarih olacaklar!

Meslek ahlâkına aykırı çağrı!

Meral Akşener‘in Altılı Masa’da deprem yaratan kararının kazananı Cumhurbaşkanı Erdoğan ve AKP‘dir.

Yapılan anketlerde, seçimde kesinlikle kaybedeceği görülen Erdoğan için yeni bir umut doğdu.

Bu umudu ona Meral Akşener sağladı.

Meral Hanım hep “Seçilecek aday” deyip duruyordu. Millet İttifakı‘nı terk ederek
Seçilecek adayı” buldu mu?

Eğer kafasındaki seçilecek aday Erdoğan ise, “Onun şansını artırdı” diyebiliriz.

Eski Adalet Bakanı Prof. Dr. Hikmet Sami Türk, Meral Akşener‘in CHP’li iki belediye başkanı Ekrem İmamoğlu ve Mansur Yavaş’a yaptığı adaylık çağrısını “CHP’de karışıklık yaratmaya yönelik, siyasi etikle (meslek ahlâkı ile) bağdaşmayan bir çıkış” olarak değerlendirdi. Bence çok haklı.

GÜNÜN SÖZÜ

  • “Altılı Masa’yı terk etmek millete ihanet etmektir” demişti. Ne oldu şimdi?

Buna hakkınız yok!

Ömer Dönderici, MİSAK- Millî Strateji Araştırma Kurulu sitesinin yazarıDr. Ömer DÖNDERİCİ
Buna hakkınız yok! | ARAYIŞ (dromerdonderici.blogspot.com)

Kuşağımdaki pek çok kişi gibi ömrüm boyu, zamanımın önemli bir dilimini ülke sorunlarına hasrettim. Gençlik yıllarımdaki ülke yönetiminden hoşnut değildim ve çok daha iyisinin olabileceğini düşünüyordum.

Son 5-10 yılda “o beğenmediğim günlere nasıl dönebiliriz” arayışına girişim, benim için bir yıkım oldu.
***
Ülkenin onarımı uzun yıllar alacak, hatta bazısı onarılmayacak (ayrıntısına girmeye gerek görmediğim) çok ciddi sorunlar yaşadığını ve bu durumun bir numaralı sorumlusunun da mevcut yönetim olduğunu düşünüyorum.

Geldiğim nokta Bektaşi fıkrasındaki gibi: Hangi şarabın daha iyi olduğunu öğrenmek için fikri sorulan Bektaşi, ilkinden bir yudum aldıktan sonra, “Diğeri!” karşılığını vermiş. Soran kişi, “Ama diğerinin tadına bakmadın ki!” deyince, “Bundan kötü olmaz!” karşılığını almış.

Çok üzgünüm ama -beklentilerimle çelişse bile (her kim olursa olsun)-, mevcut iktidara alternatif (seçenek) olabilecek en güçlü seçeneğin yanında olma kararındayım. Ve sanırım, pek çok kişi de benim gibi düşünüyor.

***
Acı gerçekse, mevcut iktidarı alt edebilmenin yolunun, siyasal görüşleri oldukça farklı, “kırk benzemez” topluluğun güçbirliğinden geçişidir.

Stratejinin en beğendiğim tanımı “daha büyük veya uzun dönem kazanımlar için bir şeylerden vaz geçmektir.”

Ne var ki tavlanın satranca yeğlendiği, taktiklerden stratejiye sıranın gelmediği bir kültürümüz var.

Oysa “benzemez” grupların, mustarip oldukları “nefes aldırmayan” mevcut iktidardan kurtulmak için bir araya gelmeleri zaruretinin idrakinde (zorunluluğunun bilincinde); “rayından çıkmış yönetimi tekrar yürür hale getirebilecek; tek adam rejimine son verecek, millet egemenliğini yansıtan ve barajı kaldıran seçim düzenlemesine gidecek, adaleti tesis edecek, layık olanları iş başına getirecek, yolsuzluklardan hesap soracak geçici bir mutabakat (uzlaşı) hükümeti kurup, sonrasında yeni bir seçimle herkesin kendi yoluna gideceğini” topluma anlatmaları uygun olurdu, diye düşünüyorum.

Böylesi bir mutabakatın (uzlaşmanın) dışında kalanlar, ancak ve ancak mevcut iktidarın sürmesine ve yapacağı yeni yıkımlarına hizmet etmiş olurlar.

  • Koşullar, dünyaya tümüyle farklı bakan -A’dan Z’ye tüm muhaliflerin-
    en azından geçici olarak el ele vermesini gerektiriyor.

***
Üzüntüm, başta varolan siyasal partiler, bu zorunluluğun yeterince idrak edilmediğini görmektir.

Yeniden parlamenter sisteme geçileceği, Cumhurbaşkanlığı’nın simgesel duruma geleceği konusunda uzlaşı varken, makam koltuğu savaşını aklım almıyor.

En doğru davranışın farklı ve güvenilir anket şirketlerinin yapacağı değerlendirmelerle bu kararın verilmesi ve tüm tarafların buna rıza göstermeleri olduğu görüşündeyim.
***
Kanımca, çatışmanın her iki tarafı da masum değil. Ama artık geldiğimiz noktada suçlu arayışı anlamsız ve yanlıştır.

Köprü ortasında inatla toslaşan ve ırmağa yuvarlanan keçiler gibi davranmaya hiçbir siyasetçinin hakkı yok. Yuvarlanan yalnız kendileri değil; bir ülke ve geleceği olacaktır.

TIMARHANE


Dr. Yusuf Samim Lütfü 

Cemaat ve tarikatlara yaptığı eleştiri nedeniyle görevinden istifa ederek yurt dışına gitmek durumunda kalan ilahiyatçı Prof. Mustafa Öztürk, giderken

  • “Yerli ve milli tımarhanede herkese ruh sağlığı dilerim.” demişti.

Bir ömür süresine sığan bunca savaş, çatışma, darbe, pandemi, ekonomik kriz, doğal afet sonucu bu ülkedeki insanların, hele hele yeterli eğitim olanağı da bulamamış çoğunluğun hâlâ sağlıklı düşünüp, sağlıklı çıkarımlarda bulunup, sağlıklı sonuçlara varabileceğini düşünüyor musunuz?

Modern psikiyatri hastanelerinin kurucularından Prof. Dr. Mazhar Osman’a “Hocam falanca size deli dedi” diyorlar. Hoca “Desin önemi yok. Lakin ben ona deli dersem kendini tımarhanede bulur.” diyor. Yani bir lafa bakmak gerek laf mıdır diye, bir de söyleyene bakmak gerek adam mıdır diye!

Az da olsa psikiyatri eğitim almış bir tıp doktoru olarak benim görüşüm, bu denli travmatik (örseleyici) bir yaşantı sonucunda ülke, Prof. Öztürk’ün tanımladığı kıvama gelmiş bulunmaktadır. Bu denli travmadan etkilenmemek olanaklı değil, yalnızca etkilenimin derecesi farklı farklı.

Yanlış anımsamıyorsam psikiyatrik bozuklukları duygu durum bozuklukları, nevrozlar ve psikozlar diye kümelendiriyorduk. Psikiyatrik bozuklukların en ileri biçimi olan psikozlarda, öbürlerinden farklı olarak hastalar hasta olduklarının bilincinde değiller; hasta olduklarını kabul etmiyorlar ve bu yüzden de tedaviyi reddediyorlar.

Gerçeklikle bağlarını tümüyle koparmış olan bu kesim, hiçbir sorunu olmadığına inandığı gibi başkalarına da ayar vermeye kalkıyor. Daha hafif psikiyatrik bozuklukları olanlar birşeylerin ters gittiğinin ayrımındalar ve yardım istiyorlar.

Yalnızca seçim yapmayı demokrasinin yeterli koşulu sayarsak, “çılgın bir iktidar projesi” için yapmamız gereken tek şey, travmalardan görece az etkilenenleri de çıldırtmak olmalıdır.

Yaşananlara bir de bu gözle bakmanız ricası ile… (05.03.2023)

3 Mart’ı 100. yılında kutlamak için laikliğe sahip çıkın!

Zülal Kalkandelen
Zülal Kalkandelen
zulal.kalkandelen@cumhuriyet.com.tr

 

99 yıl önce bugün Türkiye Büyük Millet Meclisi, yeni kurulan Türkiye Cumhuriyeti’ni laik temeller üzerine oturtan tarihi kararını aldı.

Mustafa Kemal Atatürk, 1 Mart 1924’te TBMM’yi açış konuşmasında söylediği şu sözlerle hilafetin kaldırılacağını duyurdu:

  • “İslam dinini, yüzyıllardan beri alışageldiği üzere bir siyaset aracı durumundan uzaklaştırmak ve yüceltmek gerekli olduğu gerçeğini görüyoruz. Kutsal ve ilahi inançlarımızı ve vicdanı değerlerimizi, karanlık ve kararsız olan ve her türlü menfaat ve ihtiraslara görünüş sahnesi olan siyasetlerden ve siyasetin bütün kısımlarından bir an önce ve kesin olarak kurtarmak milletin dünyevi ve uhrevi mutluluğunun emrettiği bir zarurettir.”

Ve bu konuşmasından iki gün sonra, 3 Mart 1924’te TBMM’de Devrim Yasaları kabul edildi.

LAİK REJİMİN YOLU BU YASALARLA DÖŞENDİ

429 sayılı yasayla Şeriye ve Evkaf Vekâleti kaldırıldı. (“Şeriye” sözcüğü din işleri, “evkaf” ise vakıflar anlamına geliyor.) Daha sonra vakıflar, Vakıflar Genel Müdürlüğü’ne; din işleri de Diyanet İşleri Başkanlığı’na devredildi.

430 sayılı Tevhidi Tedrisat Kanunu (Öğretim Birliği Yasası) kabul edildi. Bu yasa ile ülkedeki bütün eğitim kurumları, Maarif Vekaleti’ne (Milli Eğitim Bakanlığı) bağlandı.

Bu yasayla aynı zamanda Erkan-ı Harbiye-i Umumiye Vekâleti kaldırılarak ordunun yönetimi vekiller heyetinden çıkarıldı ve ayrı bir yapı olan Genelkurmay Başkanlığı’na verildi. Böylelikle Ordunun siyasal etkilerden uzak kalması sağlanmıştı. Fakat 15 Temmuz 2016’daki FETÖ darbe girişiminin 2. yıldönümünde yayımlanan bir cumhurbaşkanlığı kararnamesi ile Genelkurmay Başkanlığı Milli Savunma Bakanlığı’na bağlanarak yine siyasal etkiye açık duruma getirildi.

431 sayılı “Hilâfetin İlgasına ve Hanedan-ı Osmani’nin Türkiye Cumhuriyet Dışına Çıkarılmasına Dair Kanun” ile de halifelik kaldırılarak laik rejim yolunda en büyük adım atıldı.

DEVRİMLERE İHANET EDİLDİ

Her biri birer devrim olan bu yasalar, Üç Devrim Yasası olarak bilinir. Laik Cumhuriyetin temel felsefesini kuran Devrim Yasaları, anayasal güvence altındadır; değiştirilmeleri teklif bile edilemez. Ne var ki 21 yıllık AKP döneminden sonra geldiğimiz noktada, bu yasalar yürürlükte olsa da sürekli olarak çiğnenir duruma geldi.

Temel görevi yasaların şeriata uygunluğunun denetlenmesi olan şeyhülislamlık kurumunun yerine kurulan Şeriye ve Evkaf Vekâleti’nin laik bir devlette yer alması düşünülemeyeceğinden kaldırılması elzemdi. Ancak onun yerine kurulan Diyanet İşleri Başkanlığı’nın günümüzde hemen her konuya dahil olarak yayımladığı fetvalar, AKP’nin toplumdaki ve devlet yönetimindeki dincileşmeyi bu kurum aracılığıyla yaptığını ortaya koyuyor.

Öğretim Birliği Yasası ise tarikatlar ile cemaatlerin eğitim alanındaki faaliyetleri ile çiğnendi. Yasaya aykırı bu yapılar, açtıkları kurslar ve yurtlar ile bu alanda egemenlik sağladı; Diyanet Akademisi Yasası ile bir kez daha yasaya ihanet edildi. Laik, bilimsel, çağdaş bir eğitimle yetişen kuşaklar yaratmak amacıyla çıkarılan bu yasa, bugün yürürlükte olsa da sadece adı kaldı…

431 sayılı kanun ile Hilafet kaldırılarak, ülkede yaşayan herkesin halifenin kulu olduğunu düşünen ümmet anlayışına karşı, yurttaşlık bilincine dayanan bir ulus devlet olma bilinci geliştirildi. Halifelik kaldırılmasa ne laiklik bir anayasal ilke olacaktı ne Medeni Yasa çıkarılabilecekti ne de laik hukuk sistemi kurulabilecekti.

Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşunu sağlayan devrim sürecinde laikliğin önü 3 Mart 1924’te kabul edilen bu yasalar ile açıldı. Bu tarih, Türkiye’de tüm ilericilerin, laiklerin, aydınların, devrimcilerin bayram gibi kutladığı bir tarih olmalıdır; çünkü 23 Nisan 1920 ve 29 Ekim 1923 kadar önemlidir. 

3 Mart’ı, 100. yıldönümünde bayram havasında kutlamak için laik Cumhuriyete sahip çıkın!

Tuna Avar’dan Anayasa Mahkemesi’ne mektup..

Dostlar,

28 Şubat davası nedeniyle hala değişik cezaevlerinde tutulan ileri yaşlardaki generaller hakkında bir mektup, geçtiğimiz günlerde, 6 Şubat 2023 günü AYM’ye (Anayasa Mahkemesi’ne) gönderildi.

Ne yazık ki o gün Maraş merkezli büyük depremler oluştu ve ülkemizi perişan etti.

İzleyen günlerde de Türkiye gündemi cadı kazanı gibi…
Arada kaynadı ve hak ettiği ilgiyi görmedi. Dileriz AYM gündeminde yerini bulsun.

Mektubun yazan, Sincan cezaevinde yitirdiğimiz Em. Korg. Vural Avar’ın eşi Em. Hv. Albay Tuna Avar ve de Hava Harp Okulundan sınıf arkadaşı.

Bayan AVAR bu davanın, FETÖ terör örgütü üyelerince düzenlenen bir kumpas dava olduğunu vurguluyor özellikle.

AYM Başkanı Prof. Dr. Zühtü Arslan’dan ricası, davanın bir an önce gündeme alınması ve adaletin – hukukun içine düşürüldüğü “garabetten kurtarılması”.

AYM kararının ayrıca kamuoyunda kamuoyunda yanlış oluşturulan 28 Şubat kumpas davası algısını düzelteceği umudu da yer almakta dilekçede.

Em. Alb. Tuna Avar kısa mektubunu, Başkan Arslan’ın adaletin ve hukukun üstünlüğü konusunda önceki dönemlerde gösterdiği çabayı yeni döneminde de sürdüreceği beklentisi ile sonlandırıyor.
***
Mektup şöyle…

Bu tarihsel mektubu, ricamızla bizimle paylaşan, merhum Korg. Vural Avar’ın kardeşi Sn. Mehmet Avar’a teşekkür ederiz.

İddianamesini FETÖ’den tutuklu eski Ankara Cumhuriyet Savcısı Mustafa Bilgilinin yazdığı 28 Şubat davasında, Em. Korg. Vural Avar’ın cezaevinde ölümü sonrası, yaş ortalaması 80 olan tutuklu komutanların sağlık sorunları ciddiyetini koruyor.

Cezası kesinleşen komutanlar “adil yargılanma”, “silahların eşitliği”, “eşitlik”, “suçta ve cezada yasallık” ve öbür nedenlerle 23.07.2022’de AYM’ye bireysel başvuru yaptı. Başvuru 20. ayında ve hala “sırasını” beklemekte !!??

“Baştan aşağı siyasal intikam davası olan, bir dönem, geniş halk kitleleri, bürokrasi ve siyasetin, irtica ile yaptıkları mücadelenin faturasını hasım olarak gördükleri komutanlara kesmeye çalışan FETÖ ve destekçisi siyasal odakların, AYM’den hak ihlali kararının çıkmasını istememesi. AYM’nin de bu doğrultuda kararını geciktirmesi” sorunu olduğunu belirten davanın avukatlarından Sn. Aykanat Kaçmaz, geciktirmenin en ağır sonuçlarından birinin de Vural Avar’ın ölümü olduğuna dikkat çekiyor.

Halen 7 general, bu tuzak (kumpas, tertip) dava nedeniyle hapiste tutuluyor.
Kör bir intikam güdüsüyle başlatılan ve inatla sürdürülen gözü kara infaz, 21. yy’ın şafağında, Anayasasında “hukuk devleti” olduğu yazılan Türkiye’ye asla yakışmıyor.

AKP’li CB Erdoğan, Anayasa m. 104/16’da tanımlı yetkisini kullanmıyor, görevini yapmıyor!!??

Anayasa m 104/16 :

  • Sürekli hastalık, sakatlık ve kocama sebebiyle kişilerin cezalarını hafifletir veya kaldırır.

Bu maddenin başlığı “D. Görev ve yetkileri” biçiminde (Cumhurbaşkanının).

Yani hem “görev” hem de “yetki” tanımlaması var Anayasada.
Ayrıca bu özel yetki – görevin yerine getirilmesi ile ilgili herhangi bir özel koşul, kısıtlayıcı hüküm Anayasa’da yer almıyor. Devletin başının, bu görev ve yetkiyi “hakkıyla ve yerinde” kullanacağına ilişkin bir kabul doğallıkla var Anayasal düzenlemede.

Dolayısıyla ne bu generallerin avukatlarının / vasilerinin başvurusu gerekli ne de Adli Tıp Kurumu’nun konuya ilişkin “sürekli hastalık, sakatlık ve kocama” gerekçeli tıbbi raporu!

Cumhurbaşkanı, devlet başkanı olduğundan, bir biçimde öğrendiği / öğrenmesi gereken – beklenen bu gibi ciddi ve gecikilmemesi gereken durumlarda kendiliğinden (res’en) harekete geçme ve bir karar verme yükümlüsüdür.

“Sürekli hastalık, sakatlık ve kocama” durumunu ortaya koyacakherhangi bir makul belge” yeterlidir. Herhangi bir sağlık kurulu raporu ya da tek uzman hekim raporu bile yeterlidir. Yasal mevzuatta düzenlenen kurallar (5275 sayılı Ceza ve Güvenlik Tedbirlerinin İnfazı Hakkında Kanun m. 16/1 ve 2), CB’nın Anayasaca kendisine tanınan ve özel hiçbir biçim koşuluna ve kısıta bağlanmayan yetkisini kullanma ve görevini yerine getirme yükümünü sınırla(ya)maz, CB’nı bağlamaz. Bu kısıtlayıcı – betimleyici yasal hükümler İnfaz Hukuku bakımından geçerli olup, CB’nı Anayasa m. 104/16’da tanımlanan yetki ve görev bakımından bağladığını savlamak, Anayasanın değinilen maddesine aykırıdır.

Diyelim ki A hastanesi sağlık kurulu ya da ilgili dal uzmanı hekim “Sürekli hastalık, sakatlık ve kocama” yönünde rapor düzenledi. Bu rapor makul, yeterlidir ve Adli Tıp Kurumunca onanması gerekmez. Gerçekte 2 rapor arasında böylesine kabul edilemez bir çelişki durumunda CB’nın ön (inisiyatif) alması ve 3. bir hakem raporu ile hak savunuculuğu yapması gerekir. Tersi, “yaşam hakkının korunması” görevinin ihmali, yetkinin de kötüye kullanılmasıdır ve ağır yasal, ceza sorumluluğu doğurur.
***
Bireysel başvuru AYM’de 20. ayındadır ve bu dava herhangi bir sıradan dava değildir.

Hükümlüler çok yaşlıdır ve ciddi sağlık sorunları belgelidir.

  • YAŞAM HAKKI mutlaktır, tüm hakların anasıdır ve en başta korunasıdır.

Geç kalan mahkeme kararı adalet sağlayamaz, hele ölümleri asla geri getiremez.

Dolayısıyla, YAŞAM HAKKININ AĞIR ve CİDDİ, YAKIN ve SOMUT TEHDİT ALTINDA OLMASI gerekçesiyle bireysel başvuru davası AYM’ce öne çekilebilir ve çekilmelidir.

AYM’nin benzer gerekçeli içtihatları geçmişte olmuştur.

20. ayında daha çok gecikmenin AYM tarafından da savunulacak bir gerekçesi olamaz.

Tersi durumda akla gelen olasılıklar, ülkemizin geleceği ve AYM’nin güvenilirliği – saygınlığı bakımından çok ürkütücüdür.

Biz de Sn. Bayan Avar’ın çağrısına bu kapsamlı gerekçelerle, derin kaygı içinde ve ivedi karar beklentiyle katılıyoruz.

Sevgi ve saygı ile. 04 Mart 2023, Ankara

Prof. Dr. Ahmet SALTIK MD, BSc, LLM
Atılım Üniv. Tıp Fak. Halk Sağlığı (Toplum Hekimliği) Uzmanı
Hekim, Hukukçu-Sağlık Hukuku Uzmanı, Mülkiyeli
Anayasa Hukuku PhD öğrencisi
www.ahmetsaltik.net       profsaltik@gmail.com
facebook.com/profsaltik     twitter : @profsaltik

Not : Yazımıza, İzmir’de yayınlanan YENİGÜN gazetesinde de yer verilmiştir (5 Mart 2023)
Tuna Avar’dan Anayasa Mahkemesi’ne mektup – Yenigün Gazetesi, İzmir Merkezli Günlük Siyasi Gazetedir – Güncel Haberler I Son Dakika Haberleri I İlanlar I Spor ve Magazin Haberleri (gazeteyenigun.com.tr)
Bu yazımız, Türk Hukuk Kurumu web sitesinde de yayınlanmıştır :
TURK HUKUK KURUMU – Tuna Avar’dan Anayasa Mahkemesi’ne mektup..