Etiket arşivi: Ziya Gökalp

TBMM’nin 101. yıldönümü

Alev Coşkun
Alev Coşkun
23 Nisan 2021, Cumhuriyet

 

TBMM, 101 yıl önce bugün açıldı ve milletin kaderine el koydu. Bir yanda işgaller, öte yanda padişah ve işbirlikçilerin türlü tezgâhları sürüyordu, iç savaş başlatılmıştı. Ellerinde yeşil bayraklarla savaşan isyancılar Ankara’nın yakınlarına kadar uzanmışlardı. Ufak da olsa bir askeri birliğe sahip olmayan Ankara’ya her an girmeleri olanaklıydı. Bu koşullar altında Ankara’da Meclis’in açılabilmesi olağanüstü bir olaydı, bir mucizeydi. Atatürk’ün örgütlenme dehasının en etkin göstergesidir. Kısa bir anımsatma yapalım:

SON OSMANLI MECLİSİ

Son Osmanlı Meclisi (Meclis-i Mebusan) 12 Ocak 1920’de İstanbul’da toplanmıştı. Yabancı işgal ordularının denetimi altında bulunan İstanbul’da Meclis’in toplanmasını Atatürk doğru bulmuyordu. Her an işgal güçlerinin Meclis’i basarak dağıtacaklarını düşünüyordu. Bu nedenle Meclis’in Anadolu’da toplanmasının gerektiği görüşünü ileriye sürmüştü. Ancak bütün arkadaşları Meclis’in İstanbul’da toplanmasını istiyorlardı.

Kendisi Erzurum’dan milletvekili seçildiği halde İstanbul Meclisi’ne gitmedi. Nitekim açılışından sadece iki ay 6 gün sonra İngiliz askerleri Meclis’i bastılar; Atatürk’ün öngörüsü kısa sürede gerçekleşmişti.

MECLİS’İN EN ÖNEMLİ KARARI

İstanbul’da toplanan son Osmanlı Meclisi’nin yaptığı en önemli iş, 28 Ocak 1920 günkü gizli oturumunda, “misakı- milli”yi (milli ant) kabul etmesidir. Misak-ı milli daha sonra, 17 Şubat 1920 tarihli açık oturumunda tekrar kabul edildi ve tüm dünya parlamentolarına gönderildi. Bu tavır emperyalist işgalcileri memnun etmemişti. 10 Mart 1920’de Londra’da toplanan savaş galipleri devletler; İngiltere, Fransa, İtalya yeni kararlar aldılar. İstanbul tekrar işgal edilecekti.

Zaten askeri birlikler tarafından denetim altında tuttukları İstanbul’u daha da etkin biçimde kontrol etmek, bakanlıklara denetim subayları yerleştirmek ve kimi aydınları yakalayıp Malta Adası’na sürgüne göndermek amacını taşıyorlardı. 15 Mart’ta İstanbul’da Kuvayı Milliye yandaşı eski Savunma Bakanı Mersinli Cemal Paşa, eski Genelkurmay Başkanı Cevat Çobanlı Paşa, ünlü düşünür Ziya Gökalp gibi aydınlar tutuklandılar.

16 Mart 1920’de Harbiye Bakanlığı ve stratejik bölgeler denetim altına alındı, Şehzadebaşı Karakolu basıldı, 5 asker şehit edildi. Meclis basıldı, Rauf Orbay, Kara Vasıf Bey ve kimi milletvekilleri tutuklandı. Hepsi Malta Adası’na götürüldü. Yabancı askerlerin işgali altında bulunan İstanbul’da Meclis’in toplanmasını doğru bulmayan Atatürk’ün dedikleri bir bir gerçekleşiyordu.

OLANAK

İstanbul’da Meclis’in işgal edilmesi Mustafa Kemal için bir olanak da yaratıyordu. Sivas Kongresi’nde seçilmiş Temsilciler Kurulu Başkanı olarak 19 Mart 1920’de tüm illere gönderdiği genelgede, Ankara’da “olağanüstü yetkilere sahip bir meclis toplanacağını ve bütün illerde 15 gün içinde seçim yapılmasını” istedi. Mustafa Kemal, İstanbul’da İngilizlerin yaptıkları tutuklamalara karşı bir önlem olarak da, Anadolu’da bulunan yabancı subayların tutuklanmasına karar verdi. Erzurum’da bulunan ünlü İngiliz albayı Rawlinson da içinde olmak üzere yabancı subaylar tutuklandılar.

MECLİS’İN AÇILIŞI VE TEHLİKE 

Mustafa Kemal’in Ankara’da bir Meclis toplanacağını belirten bu bildirisinden Meclis’in 23 Nisan 1920’de açılışına kadar geçen 35 gün (AS: 16 Mart – 23 Nisan 38 gün), tuzaklar ve zorluklarla doludur. Ankara’da bir Meclis’in toplanacağının açıklanması aslında en çok İngilizleri tedirgin etmişti. İngilizler, Anadolu’da bir Meclis açılırsa sonunda millicilerin yeni bir devlet kurmaya doğru gideceklerini çok iyi biliyorlardı. Bu konuda elde edilecek başarının Britanya İmparatorluğu’nun sömürge topraklarındaki halkları da etkileyeceğini düşünüyorlardı. Öyleyse Meclis’in açılışı önlenmeliydi.

Padişah da kendi tahtının sallantıda olduğunu görüyordu. Bu nedenle Mustafa Kemal’in Meclis’in toplanacağını belirten 19 Mart 1920 tarihli bildirisinden sonra, çok etkin girişimler başlattılar. Amaç, Ankara’daki Kuvayı Milliye’yi çökertmek ve Meclis’in açılışını engellemekti. Meclis’in toplanması girişimi, başlamadan çökertilmeliydi.

İÇ İSYANLAR

Bu nedenle Meclis’in açılışı öncesindeki günlerde İngiliz Yüksek Komiserliği’nin stratejik planlaması ve İstanbul Hükümeti’nin karar ve uygulamalarıyla iç isyanlar başlatıldı. İngiliz altınları isyan bölgelerine akıyordu. Adapazarı, Bolu, Gerede bölgesinde başlayan dinsel içeriklere dayalı ayaklanmalar, Ankara’nın ilçeleri Nallıhan ve Beypazarı’na kadar uzanmıştı.

  • Meclis açılmadan önce Mustafa Kemal, “çembere alınmak” isteniyordu. 

Padişah O’nu asi ilan etmişti, Gâvur İmamlar, Anzavur’lar, Teali-i İslam, Müderrisler Cemiyeti gibi dine dayalı oluşumları harekete geçirmişlerdi. Şeyhülislam Dürrizade Abdullah, yayımladığı fetvasında Mustafa Kemal ve Kuvayı Milliyecilerin öldürülmelerinin dinen vacip (gerekli) olduğunu, bu uğurda hizmet edenlerin gazi, ölenlerin şehit olacağını belirtiyordu. Bu fetva, İngiliz uçaklarıyla havadan Anadolu’daki kentlerin üzerine atılarak dağıtılıyordu. Elinde ufak bir askeri birliği bile olmayan Mustafa Kemal, o günlerde bir yandan iç isyanlarla uğraşırken öte yandan da Meclis’in açılması için çalışıyordu.

UĞURSUZ BİR İHTİMAL (OLASILIK)

Mustafa Kemal, Nutuk’ta, “uğursuz bir ihtimal”den söz ediyor. Düzce, Hendek, Gerede ve Bolu’da başlayan isyanların Nallıhan ve Beypazarı üzerinden Ankara’ya yaklaştığını belirtiyor. “Meclis’in bu yüzden toplanamaması ihtimali (olasılığı) korkunç bir yenilgi olurdu” diyor.

BİR AN ÖNCE MECLİS’İ AÇMAK

Atatürk, bu korkunç ve “uğursuz” olasılık karşısında neler yaptığını şöyle anlatıyor:

“Bir yandan bu isyan dalgalarını durdurmaya çalışıyordum. Öte yandan Ankara’da toplanmakta olan ve genel durumu daha iyice bilmeyen milletvekillerini dehşete düşürecek olaylar karşısında bırakmamaya çalışıyordum. Böylece durumların ortaya çıkmasıyla Meclis’in toplanamaması gibi uğursuz ihtimalleri önlemek çarelerini düşünüyordum.”

Sonunda, gelebilmiş olan milletvekilleriyle yetinerek Meclis’in, Nisanın 23’üncü cuma günü açılmasına karar verildi.

MECLİS’İN AÇILIŞI, DİNSEL TÖREN

23 Nisan Cuma günü, Mustafa Kemal ve milletvekilleri halkla birlikte cuma namazını Hacı Bayram Camisi’nde kıldılar. Namazdan sonra, sokakları dolduran halkın arasından hocaları, sarıklı, kalpaklı, fesli milletvekilleri, ileri gelen idare adamlarıyla Hacı Bayram Camisi’nden Millet Meclisi’nin açılacağı binaya doğru ilerlediler.

En yaşlı milletvekili olarak Sinop milletvekili Şerif Bey, Meclis’i saat 14.45’te açtı. Geçici başkan

  • Tam bağımsız olarak yaşamak isteyen, tarih boyunca hiçbir yerden emir almayan milletimiz” diye başlayan konuşmasında “Meclis’in, milletin kadrine sahip çıktığını” belirtti.24 NİSAN OTURUMU

Ertesi gün Meclis, yine Geçici Başkan Şerif Bey’in başkanlığında saat 10.00’da açıldı. Sabah saat 10’da Meclis açılınca Mustafa Kemal söz aldı ve uzunluğu nedeniyle ardı ardına üç oturum süren bir konuşma yaptı. Bu konuşma Erzurum Kongresi’nden Meclis açılışına kadar geçen süredeki tüm olayların ve gelişmelerin milletvekillerine sunulmasıdır. Atatürk, olup bitenleri üç evreye ayırarak anlattı. Birinci evre, Mondros Ateşkes Antlaşması’ndan Erzurum Kongresi’ne; ikinci evre, Erzurum Kongresi’nden 16 Mart işgal hareketine; üçüncü evre 16 Mart’tan Meclis’in açılışına kadar geçen aşamalardır.

Mustafa Kemal, Erzurum ve Sivas kongrelerinde milli bir sınır çizildiğini ve bu sınır içinde oturan Türk, Kürt, Çerkes ve diğer İslam unsurlarının “Bütün maksatlarını bütün manasıyla” birleştirdiklerini ve kardeş halklar olarak tek bir amaca yöneldiklerini belirtti. Mustafa Kemal, “misakımilli”yi anlatıyordu.

700 YILLIK HAYATIN SORUMLULUĞU

Bu konuşma, 19 Mayıs 1919’dan o güne Atatürk’ün yaptığı en uzun, en kapsamlı konuşmadır. Milli Mücadele tarihimizin çok önemli bir belgesidir. Bu konuşma aslında bir bilgilendirme, millete ve tarihe hesap verme konuşmasıydı. Milli Mücadele’nin 30 Ekim 1918’de Mondros Ateşkes Antlaşması’yla başlayan ve 23 Nisan 1920’ye kadar geçen 1.5 yıllık bir döneminin ele alınıp analiz edilmesiydi. Mustafa Kemal, konuşmasını şöyle bağladı:

  • “Bu dakikadan başlayarak, 700 yıllık büyük ve güçlü bir hayattan sonra çöküntünün kenarında henüz ayakta durabilen Osmanlı devletinin geleceğinin sorumluluğu, saygıdeğer kurulunuzun çalışmalarını yönlendirecektir.” Atatürk böylece, Meclis’e tarihi sorumluluğunu da hatırlatmış oluyordu.

YENİ BİR DEVLET KURULUYOR

Şevket Süreyya, Atatürk’ün 4 saat süren bu nutkunu şöyle tanımlıyor:

“Bu nutuk bir asker nutku değildi. Bu nutukta, dinleyenleri sürükleyecek hissi unsurlardan, büyük sözlerden ve heyecana hitap eden haykırışlardan eser yoktu. Mustafa Kemal nutkunda, kendilerini Ankara’da tam yetkilere sahip, bağımsız bir Meclis çağırmaya ve bir hükümet kurmaya götüren şartları; aklın, mantığın zorunlulukları ile dile getiriyordu. O’na göre bu Meclis, artık padişahın meclisi değildi… Kısacası yeni bir devlet kuruluyordu.”

REFİK ŞEVKET’İN MEKTUBU

Meclis’in genç milletvekillerinden ve daha sonraları Meclis kürsüsünde hukuksal konularda etkinliğini gösterecek olan Kuvayı Milliyeci, Saruhan Milletvekili Refik Şevket (İnce), kardeşi Hamit Şevket’e yazdığı mektupta, Meclis’in açılışını ve Mustafa Kemal’in konuşmasını şöyle betimlemiş:

“Meclis açıldı, birtakım işlemlerden sonra Mustafa Kemal Paşa kürsüye geldi. Kalpaklı ve dolaklı idi. Sade ve temiz bir giyinişi vardı. Edası (tavırları) vakur (ağırbaşlı) ve etkileyici idi. Büyük bir kalabalık, Meclis binasını tam anlamıyla işgal etmişti. Söze pek gür olmayan fakat her kelimesine gereken mana ve ahengi veren kalınca sesi ile başladı. Biz O’nu kulaklarımızı, gözlerimizi, benliğimizi vermiş bir halde dinliyorduk.”

PADİŞAH’A GİDELİM UZLAŞALIM

Kuşkusuz Meclis içinde padişah ve halifeye bağlı milletvekilleri de vardı. Medrese kökenli bir grup milletvekili Meclis’ten bir kurul oluşturulmasını, bu kurulun İstanbul’a gitmesini padişahı ziyaret etmesini ve bir uzlaşma yolu bulunmasını istiyordu. Bu konuda bir önerge de hazırlanmıştı. Meclis bir kurul oluşturacak, bu kurul padişaha gidecek, adeta padişahtan “icazet” (izin) alacak. Bu yol Atatürk için kabul edilebilecek bir öneri değildi. Çok tehlikeli, temel amacı kökten zedeleyici bir görüştü. O gün, 4 saat konuşmasına karşın Mustafa Kemal, “gizli oturum” isteyerek bir kez daha kürsüye çıktı.

MUSTAFA KEMAL’İN ÖNERGESİ 

Mustafa Kemal, konuşması bitince Meclis’e bir önerge sundu ve okunmasını istedi. Bu çok önemli önergedeki temel ilkeler şöyledir:

1) Bir hükümet kurulması zorunludur.
2) Geçici olarak bir devlet başkanı seçmek veya padişaha bir vekil tanımak doğru değildir.

Mustafa Kemal, Anzavur kuvvetlerinin ve isyan edenlerin Damat Ferit Hükümeti tarafından desteklendiğini ve Damat Ferit’in İngilizlerin tam etkisi altında olduğunu da belirtti.

İZLENECEK İKİ YOL

Konuşmasının sonunu şöyle bağladı: “Karşımızda iki yol vardır” diyerek anlattı: “Birincisi, Damat Ferit Hükümeti’nin kabul ettiğini yani İngilizlere esir olmayı kabul etmek, şerefimizi, hayatımızı, her şeyimizi bırakmak, yani İngilizlere esir olmaktır. Bu kabul edilirse, o zaman yapılacak bir şey yoktur.

İkincisi, eğer Meclis olarak milleti ‘namus ve şeref’ içinde yaşatmak istiyorsak, kabul edeceğimiz yol ve bu yolun esası bütün gücümüzü kullanarak bizi ortadan kaldırmaya çalışan ‘düşmanların emel ve amaçlarını’ kırmak, karşı çıkmaktır” dedi.

İSTANBUL DEMEK LONDRA DEMEKTİR

Mustafa Kemal, İstanbul’a gönderilmesi düşünülen kurul için de şöyle konuştu: “İstanbul’la anlaşmaya çalışmaktan bir sonuç alınamaz. Çünkü İstanbul demek Londra demektir. İngilizlerle anlaşamayan doğru Malta’ya gider. İstanbul’a gidecek kurul, İngilizlere uymayı kabul ederse padişaha ulaşabilir. Yoksa, Malta’ya gönderilir.”

KONUYU ENİNE BOYUNA DÜŞÜNÜN

Bu konuşmalar yapılırken, Meclis henüz başkanını seçmemişti. Bu derece açık konuşan Mustafa Kemal, konuşmasını Meclis Başkanlığı’na getirerek şunları söyledi: “Başkanlık söz konusu olduğunda, ‘bütün arkadaşlarım’ büyük sevgi ve yakınlık gösteriyorlar, bana başkanlık teklif ediyorlar. Ancak şöyle bir durum vardır. Düşmanlara ‘milletin müdrik (anlayışlı) ve kuvvetli’ olduğunu göstermek gerekiyor. İngilizler, işgal için verdikleri notada benim ismimi anmışlardır. Onun için Meclis bana oy verecekse konuyu enine boyuna düşünmelidir. Ben kendi hesabıma, milletin bağımsızlığı elde edilene kadar çalışmaya ant içmiş bulunduğumu tekrar ifade etmek isterim.”

Mustafa Kemal, bu konuşma için Nutuk’ta “Milletvekillerini uyardım, bana verilecek oylar konusunda sakıncaların dikkate alınmasını söyledim” diyor ve kendisine oy verilirken “Milletin ve memleketin geleceği ve yararları için düşünülerek oy kullanılmasını rica ettim” diyor.

MECLİS BAŞKANLIĞI

Bu gizli oturumdaki açıklamalardan sonra, açık oturuma, Meclis Başkanlığı seçimine geçildi. Başkanlık için tek aday Mustafa Kemal’di ve hazır bulunan 115 milletvekilinin 110’unun oyunu alarak Meclis Başkanlığı’na seçildi. Türkiye’de yeni bir devlet kuruluşu için yollar açılmıştı.

Bu yazı Alev Coşkun’un Cumhuriyet Kitapları’ndan yakında çıkacak Samsun’dan Sonra En Zor 19 Ay adını taşıyan kitaptan özetlenmiştir.

Dil Bayramımız 88 Yaşında! Nazım MUTLU

Dil Bayramımız 88 Yaşında!

Ulusal Eğitim Derneği ve Öğretmen Dünyası – Prof. Dr. Ahmet SALTIK

Nazım MUTLU
Emekli Öğretmen
Cumhuriyet, 26 Eylül 2020

1912’de kısa bir dönem sadrazamlık da yapan asker, gökbilimci ve matematikçi Gazi Ahmet Muhtar Paşa, 1915’te yayımlanan “Takvîmü’s Sinîn” (“Yılların Takvimi”, yeni baskı: Genelkurmay Başkanlığı, Ankara, 1993) adlı yapıtının girişinde şöyle der:

(…) Şu halde halk beyninde ve devâir-i resmîyede tahvil-i tevarihce yevmen feyevmen zuhur eden ihtiyacata suhulet bahş etmek ve alel-husûs mehakim-i şeriye ve nizâmiyede kûlliyevmin izhar edilegelen vesaikte muharrer herhangi bir tarihin mürûr-ı ezmine vesaire gibi kanûnî ahkâma medar-ı mahz olan diğer tarihlerde mukabilini defaten buluvermek ve Lisan-ı Türkide ketb-i tevârih mütalaa edenlerin garbî senelerle okuyacağı vekayiin mevâsim-ı erbaadan hangisine tesadüf ettiğini esami-i şuhur bildiremeyeceğine mebnî okunan vaka hakkında bir fikr-i tam hâsıl edilerek muhakeme yürütebilmek için o anda mevsimin ne olduğunu öğrenivermek üzere sinîn-i kameri-i hicriye ile sinîn-i maliye ve milâdiye beyninde sehlü’l-istimal bir tahvîl cedvelinin lüzumu hissedilmesine mebnî (Takvimü’s-Sinîn) ismiyle bu eser neşr edilmiştir.”

Genel kullanımda “Osmanlıca”, son yıllarda sık sık “Yeni Osmanlı” düşleri kuranların “Osmanlı Türkçesi” dedikleri dilin birçok özelliğini bu örnekte görebiliriz: Neredeyse eylemler (fiiller) dışındaki bütün sözcükleri Arapça-Farsça, tamlamaları yine Arapça-Farsça dil kurallarına göre oluşmuş, 107 sözcükten oluşmuş bir tümce…

SARAY DİLİNDEN HALK DİLİNE

Dönemin yalnız üst düzey okullarını iyi derecelerle bitirenlerin yazabileceği, yine aynı düzeydekilerin okuyup anlayabileceği bir yazı dilidir bu. Üstelik bu örnek, yalın Türkçeye dönülmesi yolunda bir süredir önemli adımların atıldığı, Ömer Seyfettin’le Ziya Gökalp gibi aydınların bu yoldaki çabalarını yoğunlaştırdıkları bir dönemin ürünüdür. 600 yıl boyunca özel eğitimden geçip saray çevresinde kümelenmiş birkaç yazar-çizerle sınırlı, oldukça kıt düzyazı geleneğiyle 20. yüzyıla bağlanan ekinsel kalıt, “çağdaş uygarlık düzeyi”nin yolunu açabilir miydi?

Bu çıkmaz sokağı Şinasi, Namık Kemal, Ziya Paşa, Şemsettin Sami gibi 19. yüzyılın 2. yarısındaki Osmanlı aydınları görmeye başlamış, Ömer Seyfettin-Ziya Gökalp-Hececiler gibi 20. yüzyılın başlarındaki “Ulusal Yazın” (Milli Edebiyat) öncüleri de çalışmalarıyla gerçek Türkçenin yolunu açmışlardı.

Büyük önder Atatürk’ün yerinde saptamasıyla temeli “kültür”e dayanan Cumhuriyet, halk katında değil ama eğitim-sanat-yazın katında yüzyıllarca soluğu kesilen Türkçenin kendi yatağını bulmasını sağlamıştır.

Çürümeye yüz tutmuş bütün kurumlar gibi Türkçe de yazıda kendisini kımıldayamaz duruma getiren yapay kurallardan kurtulmak istiyordu. Atatürk, bütün işlerde olduğu gibi bu sorunla da yakından ilgilendi, alanın yetkin adlarını buldu, buluşturdu, 26 Eylül 1932’de topladığı 1. Türk Dil Kurultayı’yla çalışmaları hızlandırdı.

YALANLAR ZİNCİRİ

Kurultayın son gününde, her yıl 26 Eylül’ün Dil Bayramı olarak kutlanması önerisi oybirliğiyle benimsendi. Bu yıl salgın koşullarında 88. yılını kutladığımız Dil Bayramı bağlamında, yine “Yeni Osmanlı” düşçülerinin uzun süredir tekerleme gibi yineledikleri şu yalanları anımsayalım: Bir gecede dilsiz kaldık! Dedelerimizin mezar taşlarını okuyamaz olduk! Geçmişle bağlarımızı kestiler, vb.

Atatürk’le arkadaşlarının kılıç ve kalkanlarıyla bir yerlerden gelip durduk yerde Osmanlı İmparatorluğu’nu yerle bir ettikleri, üç kıtaya yayılmış o görkemli ülkenin yerine Anadolu’ya sıkışmış küçücük bir devlet kurarak koskoca ümmeti kandırdıkları yalanı gibi dille ilgili olanını da yeri geldikçe papağan gibi yinelemekten geri durmazlar.

Tarihsel olay ve olguları yine tarihsel koşullardan yalıtarak bilim dışı yol ve yorumlarla açıklamaya çalışmak, eğitimi ve düşünsel temelleriyle kandırılmaya elverişli toplumlara yapılabilecek en büyük kötülüktür. Siyasal erki ele geçirmek, ele geçirdikten sonra da onu bırakmamak için böyle düzmece gerekçelere sığınılıyor sık sık, ne yazık ki.

Oysa abece değişikliğinden Türkçenin söz varlığını ortaya çıkarmaya, sözcük türetmeden sözdizimine dek birçok boyutu olan Dil Devrimi’nin başlangıcı yıllar öncesine gider. Âşık Paşa’nın 600 yıl önce Türk diline kimse bakmaz idi” saptaması, saray”a özgü bir gerçeklikti ve Cumhuriyet öncesinde başlayan yenileşme-çağdaşlaşma çabalarının içinde dil, önemli bir yer tutar.

Her fırsatta Cumhuriyeti “tepeden inmecilik”le suçlayan, 2. Abdülhamit hayranlığına yaslanan anlayış, dil bağlamında örneğin aynı Abdülhamit’in ilk anayasamız olan (ve hazırlandıktan sonra Osmanlı-Rus Savaşı’nı gerekçe göstererek yine kendisinin rafa kaldırdığı) Kanuni Esasi’ye resmi dilin Türkçe olduğunu koydurtmasını dile getirmekten kaçınırlar. Yine Abdülhamit’in, örneğin okuma yazmanın yaygınlaşmasında kullanılan abecenin engel oluşturduğunu, bu nedenle belki de Latin alfabesini kabul etmek yerinde olur” dediğini duymazlıktan gelirler.

ZORUNLU SONUÇ: DİL DEVRİMİ

Dil Devrimi’yle dedelerimizin mezar taşlarını okumamızın engellendiğinden yakınanlar, dönemin önde gelen aydınlarından Ziya Paşa’nın 1869’da (25 Rebiülevvel 1215), Hürriyet gazetesinin 54. sayısında, Osmanlı toplumunda okuryazarım diye geçinenlerin, mahalle mektebi ve cami hocalarıyla pek çok medrese görevlisinin %95inin doğru dürüst okuma yazma bilmediğini, hiçbir fen biliminin adını bile duymadığını söylediğini görmezden gelirler. 19. yüzyılın sonlarında Osmanlı sınırları içindeki kimi azınlıkların yayınlarında Latin abecesini kullanmaya başladıklarını da sürecin bir başka boyutunu gösterdiği için anımsatalım.

Sonuç olarak dünyadaki benzerleri gibi bizdeki devrimlerin, dolayısıyla Dil Devrimi’nin de öbür yalanlar gibi Atatürk ve arkadaşlarının bir günlük, bir anlık işlerinden olmadığını, çok önceden başlayan bir sürecin zorunlu sonucu olduğunu belirterek bugün artık tartışma götürmeyecek ölçüde yerleşmiş, benimsenmiş Türkçe Devrimi’nin 88 yıl önceki öncülerini saygıyla anmalıyız.

ABD’YE DİRENMEDE MEDENİ KANUN’UN ÖNEMİ

ABD’YE DİRENMEDE MEDENİ KANUN’UN ÖNEMİ

Mustafa SOLAK
Tarihçi – Yazar

Medeni Kanun’un amacı dine göre değil güncel ihtiyaçlara dayalı, kadını erkeğiyle çağdaş bir toplum yaratmaktır. 17 Şubat 1926’da kabul edilir, 4 Ekim 1926’da yürürlüğe girer.

Ziya Gökalp’e göre eski yaşam ve geleneklerin yerini yeni bir yaşam almalıydı. Ziya Gökalp, evlilikte, boşanmada ve mirasta kadın-erkek eşitliğini savunmuştur. [1] Mustafa Kemal Paşa, 7-8 Temmuz 1919 gecesi Mazhar Müfit Kansu’ya tesettürün ve fesin kalkacağını söyler. [2]

Cumhuriyet’in ilk yıllarında çabalar

Mahmut Esat Bozkurt, Mecelle olmak üzere kimi temel yasaları yeniden düzenlemek üzere kurulan komisyonların ıslahatın sosyal ve ekonomik sisteme dokunmadığını belirterek Adliye bakanını, büyük bölümü “13 yy. önce Bağdat çöllerinde yazılmış ve bir bölümü de Frenk kokan yasalar” diyerek eleştirir. [3] Daha sonra Adliye Bakanı olan Mahmut Esat Bozkurt, Şükrü Kaya [4] ile birlikte “Avrupa’dan medeni yasa almak” fikrini Atatürk’e iletirler.[5]

Sonuçta İsviçre Medeni Kanunu’nun ve Borçlar Kanun’unun, kimi değişikliklerle, bütün olarak alınıp benimsenmesine karar verilir.

Mahmut Esat’ın Medeni Kanun’a yazdığı gerekçe

Medeni Kanun’a yazdığı gerekçede Mahmut Esat Bozkurt, yeni yasaya gereksinimin dinin değişmez doğasının bütün gereksinimleri karşılaşmaktan uzak olduğundan dolayı gerek duyulduğunu açıklar:

  • Mecelle‘nin temeli ve ana çizgileri dindir; oysa insanlık yaşamı, her gün, hatta her an köklü değişimlerle karşı karşıyadır. Bunun değişimleri, yürüyüşü, hiçbir zaman bir nokta çevresinde saptanamaz ve durdurulamaz. Yasaları dine dayalı devletler kısa bir zaman sonra yurdun ve ulusun isterlerini karşılayamazlar. Çünkü dinler, değişmez kurallar kapsarlar. Yaşam yürür; gereksinimler hızla değişir; din yasaları, her ne olursa olsun ilerleyen yaşamın karşısında, biçimden ve ölü sözcüklerden ileri bir değer, bir anlam taşıyamazlar. Değişmemek, dinler için bir zorunluluktur. Bu nedenle dinlerin yalnız bir vicdan işi olarak kalması, çağdaş uygarlığın temellerinden ve eski uygarlıkla yeni uygarlığın en önemli ayırıcı niteliklerinden biridir. Köklerini dinlerden alan yasalar, uygulandıkları toplumları ilkel çağlara bağlarlar ve ilerlemeleri engelleyici belli başlı neden ve etkenler arasında bulunurlar. Türk ulusunun alın yazısının, bugünkü çağda bile ortaçağ düzen ve kurallarına bağlı kalmasında, dinin değişmez kurallarından esinlenen yasalarımızın en güçlü etken olduklarından kuşku duyulmamalıdır.”

Medeni Kanun’un getirdiği önemli haklar

1) Resmi nikâh zorunlu duruma getirildi.
2) Tek eşli evlilik zorunlu kılındı.
3) Mirasta kız ve erkek çocukların eşit pay almaları sağlandı.
4) Tek yanlı olarak erkeklerin olan boşanma hakkı eşit koşullarla kadınlara da tanındı.
5) Kadınlara istedikleri işte çalışabilme hakkı tanındı.
6) Patrikhane ve konsoloslukların yargı yetkileri sona erdi.
7) Laik hukuk anlayışı toplumun her kesiminde uygulanır duruma geldi.
8) Türkiye’de hukuk birliği sağlandı.

Medeni Kanun’un öncesine dönüyoruz!

Emine Bulut’un eski eşi tarafından, çocuğunun önünde öldürülmesi gibi her yıl binlerce kadının eşi tarafından öldürülmesi, yaralanması hangi eğitimsel ve kültürel ortamından besleniyor anlamamız gerek ki çözüm üretelim.

Bunlar arasında ders kitapları ve Diyanet’in fetvalarından, Medeni Kanun’un hükümlerine ve amaçlarına aykırı kimi örnekler sunalım.

  1. Nişanlılar flört edemezler, el ele tutuşamazlar.
  2. Kocaya 4’e dek çok eşli olma hakkı.
  3. Boşama yetkisi kocaya verilmiştir, koca yetkisini başkasına devredebilir. Boşama için kocanın mahkemeye gitmesine gerek yok, “boş ol” demesi yeterli.
  4. Mirastan kız çocuklara, erkeğin yarısı pay.
  5. Kadın, göstermediği sürece saçını siyaha boyayabilir,
  6. Cariyenin kendi sahibesini doğurması kıyamet alameti sayılıyor,
  7. Anneleri ile zifafa girilmeyen üvey kızlarla evlenilebilir,
  8. Kadının “açmasına izin verilen avreti; yüzü, bilekleriyle birlikte elleridir.”

Dindar gençlik yetişiyor mu?

Dindar gençlik yetiştirmek amacıyla bu ifadeler müfredata ve fetvalara eklense de saha araştırmaları da gösteriyor ki, hiç de dindar gençlik yetişmediği gibi ruh dengeleri bozulmuş gençler yetişiyor. Örneğin “Atatürk’ü toprak kabul etmedi, betona gömdüler” diyen öğrencim; başka bir zaman da  “Allah çarpsın en iyi içki Jack Daniels” demişti. Neyi savunduğunu bilemeyen gencin ruhi dengesi yerinde midir?

Neredeyse her davranışı vicdan, emek, akıl bağlantısından kopararak sevap, günah, haram, helal kavramlarına sıkıştıran anlayış psikolojik sorunları artırır. Nitekim çocuğunu, “çocuğum artık anaokulundan başlayarak dinini öğrenecek” gerekçesiyle sıbyan mektebine gönderen aileler yakınmaya başladılar. Gazeteden okuyalım:

“Evde ne yapsak ‘günah’ demeye başladı. Örneğin resim yapmak istiyor, ‘ama resim yapmak günah’ diyor…sorunlar giderek büyüdü. Doktora götürdüm. Çocuk çok ciddi psikolojik sorunlar yaşıyormuş. Neyin günah olup neyin olmadığının çelişkisini yaşadığı için depresyona girmiş. En çok da kardeşinden hırsını almaya çalışıyor. Çocuk gece altını ıslatmaya başladı. İçine kapandı, evdeki eşyalara zarar verdi. 5 yaşındaki çocuk bir gün dedi ki: ‘Annelerin çalışması günah. Anne ne olur günah işleme, lütfen çalışma. Babam bize baksın, senin paran da günahmış, o parayla bana sevdiğim şeyleri alma.’”

Aile en sonunda şunu diyor: “en doğrusu çocuğa dinsel bilgiyi ailesinin vermesi.”

ABD’ye etkili mücadelede Medeni Kanun’un önemi

Bunları söyleyen bir çocuğun annesine, kardeşine davranışı bu ise siz başka kadınlara, millete, ulusal birliğe, kendi dininden, mezhebinden olmayana davranışını düşünün!

Ülkemiz ABD tarafından Suriye’nin kuzeyi, Kıbrıs, Ege’den sıkıştırılır ve FETÖ, PKK aracılığıyla ulus devletimiz parçalanmak istenirken Medeni Kanun’a aykırı müfredat ve fetvalar Ulusal birliğimizi zedeliyor. Dolayısıyla emperyalizme karşı birleşmiş bir millet için bundan vazgeçilmelidir. Sendikalar, dernekler, partiler bunun için birbirlerini ve milleti görüşmelerle, panel, konferanslarla uyarmalıdır.

NOT: Müfredat ve ders kitaplarındaki kadın düşmanlığına ilişkin ifadeleri “Gayrimilli Eğitim” ve “Diyanet’in Fetvaları” kitabımı mücadelede değerlendirebilirsiniz.

[1] Ziya Gökalp, Yeni Hayat–Doğru Yol, (haz: Müjgan Cumhur), Kültür Bakanlığı, Ankara, 1976, s. 32.
[2] Mazhar Müfid Kansu, Erzurum’dan Ölümüne Kadar Atatürk’le Beraber, C.I, 2. Baskı, Türk Tarih Kurumu, Ankara, 1986, s. 131-132.
[3] TBMM Zabıt Ceridesi, 2. Dönem, C.X, s. 175-177.
[4] Şükrü Kaya’nın hukukun laikleştirilmesine yönelik çabaları için bkz. Mustafa Solak, Atatürk’ün Bakanı Şükrü Kaya, Kaynak Yayınları, 3. Baskı, İstanbul, 2013.
[5] Falih Rıfkı Atay, Çankaya, İstanbul, 1969, s. 370.

Türkçe Kuran’ın 1000 yıllık öyküsü

Türkçe Kuran’ın 1000 yıllık öyküsü

Bilinen en eski Türkçe Kuran’ı Kerim çevirisi yaklaşık bin yaşındadır ve İngiltere’deki John Rylands kütüphanesinde korunmaktadır. Kitap üç dilli olup Türkçe’nin yanı sıra Arapça ve Farsça metinleri de içeriyor.

[Haber görseli]

  • “Biz, her peygamberi, ancak bulunduğu kavminin diliyle gönderdik ki, onlara apaçık anlatsın.” (İbrahim Suresi 4. Ayet)

İslamiyet’i sonradan kabul eden toplumlar, ilgili ayete dayanarak, Kuran’ı anlamak ve dinin gereklerini yerine getirebilmek için çeviri işlerine giriştiler. Hatta en eski çevirileri Peygamber dönemine kadar götürebiliriz. 
İran kökenli ilk Müslümanlardan Selman-ı Farisi, Fatiha suresini Farsçaya çevirmiş, ardından Peygamber’in görüşüne başvurulmuş, o da Farsça Fatiha için olur vermişti. Kuran-ı Kerim’in bütün bir kitap olarak ilk çevirisi ise Orta Asyalı din bilginlerince, yine Farsça yapıldı. 10. yüzyıldaki Farsça bu çeviriyi izleyerek de ilk Türkçe çeviri kaleme alındı. 
Orta Çağ’da kitleler halinde İslam’a geçen Türklerin yaptıkları ilk iş, yeni benimsedikleri dinin kutsal kitabını kendi dillerine çevirmek olmuştu. Bilinen en eski Türkçe Kuran çevirisi yaklaşık bin yaşındadır ve İngiltere’deki John Rylands kütüphanesinde korunmaktadır. 
Kitap üç dilli olup Türkçe’nin yanı sıra Arapça ve Farsça metinleri de içeriyor. Türkçe ayetlerin dili, Göktürklerin kullandığı eski Türkçeye çok yakın olan Karahanlı Türkçesidir. Prof. Dr. Aysu Ata, söz konusu Karahanlıca Kuran’ı Latin harflerine aktararak yeniden yayımlamıştır. Karahanlıca en eski Türkçe Kuran’ı Türk Dil Kurumu yayınları arasında bulabilirsiniz. Görsel 1)

Orta Asya Türkçesi ile 
Devletşah’ın 1333 yılında İran Şiraz’da kopyaladığı Kuran, Türkçenin Oğuz-Kıpçak lehçelerinde yazılmıştır, yazma bugün İstanbul Türk İslam Eserleri Müzesi’nde korunmaktadır. 1363 yılında Orta Asya Harezm Türkçesiyle yapılmış bir başka Türkçe Kuran ise, İstanbul Süleymaniye Kütüphanesi koleksiyonundadır. 
Özbek Çağatay Türkçesiyle yazılmış 1540’lı yıllara ait Türkçe Kuran yazmaları, hem Topkapı Sarayı’nda hem de Konya Mevlana Müzesi’nde bulunmaktadır. Rus ve Özbek müzelerinde, Orta Çağ’a tarihlenen Doğu Türkçesi ile yazılmış başka çeviriler de vardır.

Türkçe Kuran geleneği 
Osmanlı devletinin ilk medreselerini kuran Orhan Gazi, Türkçe Kuran işleriyle de ilgilenmiş ve bazı surelerin açıklamalarını hazırlatmıştı. Anadolu Beylikleri döneminde yapılan Türkçe Kuran çalışmaları, genellikle namazlarda okunan surelerin çevirileriydi. 
Buradan şu anlam çıkmaktadır:

  • Gerek Osmanlılar gerekse Anadolu’nun diğer beylikleri, inandıkları dini “anlayarak” yaşıyorlardı. Kuran’ın ve İslam’ın ne dediğini biliyorlardı. 

Sure çevirileri bir yana bırakılırsa, Kuran bir kitap olarak Osmanlı Türkçesine ilk kez Yıldırım Bayezid döneminde çevrilmişti. Bursa Yazma Eserler Kütüphanesi’nde bulunan 1401 tarihli el yazması, Osmanlı Türkçesi ile yapılmış bilinen en eski Kuran çevirisidir. Türkler, Fatih ve Kanuni dönemleri de dahil olmak üzere, Türkçe çevirilerden tarihi boyunca geri durmadılar. 
Erken Osmanlı döneminde Türkçe besmeleBaşladum adıyla Tanrı ta’alanun ki rızk vericidür ve rahmet edicidür” biçiminde söyleniyordu. Yıldırım Bayezid döneminde Fatiha suresinin çevirisi ise şöyle yapılmıştı: “Şükr cemi âlemleri yaratan Tanrı’ya ki rızk vericidür rahmet edicidür. Din gününün padişahı sanga taparuz ve dahi sanga sığınıruz. Göster bize hidayet tevfikiyle doğru yolı…” 
Besmele ve Fatiha suresinin çevirisinden anlaşıldığı gibi Osmanlı döneminde “Tanrı” sözcüğü ile Müslüman Türklerin hiçbir sıkıntısı yoktu. Tanrı sözcüğü, bilindiği gibi Hun ve Göktürk dönemlerinden kalma çok eski Türkçe bir addır. Türkler İslam’a geçtiklerinde bu adı terk etmemiş; gerek Orta Asyalı Ahmet Yesevi, gerekse Anadolulu Yunus Emre, “Tanrı” sözcüğünü içtenlikle kullanmışlardı.

Latince Kuran ve matbaa 
Endülüs gerçeği, Avrupa’nın özellikle de İspanya çevresinin İslam ve Kuran üzerine yoğunlaşmasına neden olmuştu. İngiliz rahip ve diplomat Robert Ketton, 1140’lı yıllarda Kuran’ı ilk kez Latinceye çevirdi
Matbaanın icadından kısa bir süre sonra, ilk matbu Kuran 1537’de Avrupa’da çıktı. İtalyan matbaacı Paganini, Kuran’ı ilk kez Venedik matbaasında Arapça bastı, ardından Latince baskılar da geldi. (Görsel 2) 
İslam dünyasındaki ilk matbu Kuran ise Osmanlı coğrafyasında verildi. Kavalalı Mehmet Ali Paşa’nın Mısır’da kurduğu Bulak Matbaası, 1841 yılında bir Türkçe Kuran basarak halkın istifadesine sundu. 1908’de Meşrutiyet’in ilanıyla hız kazanan Türkçe Kuran çalışmaları, erken Cumhuriyet döneminde en parlak günlerini yaşadı.

Türkçe Kuran ve Atatürk 
Ülkenin çökmekte olduğunu gören Türk aydını, 1912 yılında Türk Ocakları adıyla bir dernek kurmuştu. Türk Ocakları, erken Cumhuriyet döneminde Atatürk’ün himayesine girmiş ve Cumhuriyetin getirdiği yenilikleri Anadolu’da halka duyuran bir merkez olmuştu. Ocak başkanı Hamdullah Suphi’nin, Ankara Erkek Muallim Mektebi’nde 1923 yılında verdiği “Milliyet Düsturları” adlı konferans, genç Cumhuriyetin ve Ocakların Türkçe İslam konusuna bakışını özetler: “Efendiler! Milliyetlerin doğmasında son derece yardımı dokunmuş bir hareket vardır ki, buna dini ıslahat namını verirler. Bazı Alman müellifleri çok haklı olarak ‘Dinî ıslahat hareketleri milliyet devrinin başlangıcıdır’ diye iddia ederler. Avrupa milletlerinin uyanmasına büyük ölçekte yardım eden bu din hareketi, Protestan milletlerin Roma ile alâkalarını kesmeye sebep oldu; mabede anadilleri girdi. Çünkü Cenab-ı Hakkın Latinceyi, Almancadan, İngilizceden daha iyi anladığına veya daha fazla sevdiğine dair bir iddianın gülünç olduğunu anladılar…” 
Yine bir Türk Ocaklı olan Ziya Gökalp, ünlü eseri Türkçülüğün Esasları’nda şunları söyler:

  • “Dinî Türkçülük, din kitaplarının ve hutbelerle vaazların Türkçe olması demektir. Bir millet, dini kitaplarını okuyup anlayamazsa, tabiidir ki dininin hakiki mahiyetini öğrenemez. Hatiblerin, vaizlerin ne söylediklerini anlayamadığı surette de ibadetlerden hiçbir zevk alamaz. 
    İmam-ı Azam hazretleri, hatta ‘namazdaki surelerin bile millî lisanda okunmasının câiz olduğunu’ beyan buyurmuşlardır. Çünkü ibadetten alınacak vecd, ancak okunan duaların tamamıyla anlaşılmasına bağlıdır…”

Hak dini Kuran dili 
Cumhuriyet’in ilanını izleyerek ilk Kuran mealini, 1924’te Cemil Said Bey yapmıştı. Latin harfli ilk Türkçe Kuran ise 1934’te Ömer Rıza Doğrul’un yayımladığı “Tanrı Buyruğu” adlı eseri oldu. Ne var ki bu çalışmaların tamamı özel kişilere aitti. 

Meclis, devlet eliyle Türkçe bir meal yapılması kararını aldı.

İşte bu karar sonucunda, Elmalılı Hamdi’nin 9 ciltlik ünlü “Hak Dini Kuran Dili” adlı eseri ortaya çıktı.

Cumhuriyet, “fikri hür, vicdanı hür, irfanı hür nesiller” istiyordu.

Bu yüzden bilimi, sanatı, felsefeyi ve inancı… İnsanı oluşturan her ne varsa,
hepsini Türkçeleştirdi.

Ana dilinde okuyan ve anlayan; aracılara, ruhbanlara gerek duymayan uygar bir toplumun temelini attı. Ancak “fikri köle, vicdanı köle, irfanı köle nesiller” yaratmak isteyenler dün olduğu gibi bugün de; Türkçeyi yaşamın her alanından dışlamak derdindeler
=======================================
Dostlar,

Yobaz tir tir titriyor Kuran – Dua Türkçe olur ve insanlar aydınlanır diye..
Softa buram buram terliyor kadim sömürü aracı elinden çıkar da insanlar uyanır diye..

Ama çare yok.. Bu olacak.. Zamanı da geldi..

Sevgi ve saygı ile. 07 Aralık 2018, Ankara

Dr. Ahmet SALTIK MD, MSc, BSc
Ankara Üniv. Tıp Fak. – Halk Sağlığı Uzmanı
Sağlık Hukuku Bilim Uzmanı – Mülkiyeliler Birliği Üyesi
www.ahmetsaltik.net     profsaltik@gmail.com

 

And, dil ve ibadet

And, dil ve ibadet

Ömer Faruk Eminağaoğlu

ABC Gazetesi (18.11.2018)

Bir Danıştay kararı ile yeniden gündeme gelen “ulusal and” konusu Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın Danıştay üyelerini “fırçalaması”, ulusal andın yazarı ve aynı zamanda ezanı da Türkçeleştiren dönemin Milli Eğitim Bakanı Dr. Reşit Galip’i Türkçe ezan tartışmaları üzerinden de eleştirmesi, ırkçılık, milliyetçilik, ümmetçilik, Arapçılık tartışmalarını da yeniden alevlendirmiştir.

Ulusal and, yurttaş kimliği ve Atatürk milliyetçiliği

Uğradığı küçük değişikliklerle 1933 ile 2013 tarihleri arasında ilköğretim okullarında okutulan ulusal and, ulus devlet ve Cumhuriyet rejiminin gereği olarak “yurttaş” kimliğinin belleklere kazınması, çağdışı kul ve ümmet kimliğinin dışlanması, reddedilmesidir.

Ulusal Andda vurgu yapılan milliyetçilik, ırkçı, ayırımcı, ötekileştirici değildir. Ulu önder Atatürk, “Türkiye Cumhuriyetini kuran halka Türk milleti denir” özdeyişiyle, Türk milleti tanımını tüm bu olumsuz siyasal ayrıştırmalardan soyutlamış, çağın gereklerine uygun, birleştirici bir millet tanımı yapmıştır.

İşte Ulusal And’daki milliyetçilik bu tanımın bir yansıması olup, genç bireylere kapsayıcı “Atatürk milliyetçiliğinin” benimsetilmesi amaçlanmıştır. Ulusal And ile ortaya konulan milliyetçilik, gerek ilk yazıldığı dönemdeki düzenlemelere, gerekse bugün Anayasanın “değişmez nitelikteki” başlangıç bölümü ve 2. maddesinde vurgulandığı üzere “Atatürk milliyetçiliğidir.” Atatürk milliyetçiliği, ülkede yaşayan tüm yurttaşların birlik, beraberlik, bütünlük ve eşitliğine dayanan, gelecekte de bu anlayışla bir arada yaşama ülküsünü içeren, farklılıklara saygı gösteren, ulusal birliği esas alan anayasal bir ilkedir.

Anayasada yer alan bu temel ilke, tüm anayasa kuralları gibi bütün siyasi partilerin uymakla zorunlu oldukları temel bir ilkedir. Öte yandan Atatürk milliyetçiliği, CHP’nin “6 Ok” la simgeleşen temel ilkelerinden de ikincisidir. Ulusal Andın tartışmaya açılması bir anlamda siyasal iktidarın ve onun en tepesindeki temsilcisinin Cumhuriyeti ve onun kuruluş ilkelerini tartışmaya açmasından öte, yadsıması, reddetmesi demektir.

Dil, din ve ibadet

Din ve vicdan özgürlüğü, Anayasamızın 24. ve İnsan Hakları Avrupa Sözleşmesi’nin 9 uncu maddesinde koruma altına alınmıştır. Bu özgürlük, ulusal ve evrensel düzeyde korunan temel bir insan hakkıdır. Bu hakkın etkin kullanımı ve kötüye kullanılmasının önlenebilmesi için, kişinin ibadetini bildiği, anladığı dilde yapması, devletin de vatandaşına bu ortamı sağlaması esastır. Kişinin anlamadığı bilmediği dilde ibadet yapması veya ibadete zorlanması, her türlü dinsel sömürünün de kaynağıdır.

  • Ortaçağ Avrupasında ortaya çıkan engisizyon, cadı yakma törenleri, haçlı seferi çağrıları, cennetten yer satma uygulamaları, halkın anlamadığı bir dilde inanç ve ibadete zorlanmasının sonucudur.

Geçmişte Vatikan, Latince İncil’in başka dillere çevrilmesine ısrarla karşı çıkmıştır. Yüzyıllarca Papalığın dini sömürüsü altında inleyen, bu uğurda milyonlarcası canından, malından olan Avrupa ulusları Vatikan’ın baskısına boyun eğmemiş, sonunda İncil 1500’lü yıllarda Luther tarafından Almanca’ya, yine Fransız, İngiliz ve Alman krallarının emirleriyle kendi ulusal dillerine çevrilmiştir.

  • Avrupa’da halk okuduğunu anlamaya başlayınca Vatikan ve ruhban sınıfının etkisi kırılmıştır.

Böylece laik yaşam ve aydınlanma hareketi başlayabilmiş, bir anlamda Avrupa (geniş anlamda batı) sanayi devrimini başlatarak bütün yerkürenin siyasi ve kültürel egemeni olmuştur. İnanç ve ibadet özgürlüğü de böylece oralarda körü körüne değil, anlayarak bilerek laikliğe de uygun biçimde, “kendi sınırları içinde” kullanılabilir olmuştur. İslam inanç sistemine göre ibadetin mutlaka Arapça yapılması,  bu bağlamda Kuran ve ezanın Arapça okunması zorunluluğu bulunmamaktadır.

Ezan ve Kuran’ın Arapça okunmadığı, ibadetin yerel dillerle yapıldığı Müslüman toplumlar da bulunmaktadır. Ancak İslam ülkelerinin çoğunda egemen şeriat rejimleri nedeniyle bireyler bu hak ve özgürlüklerini bilmediklerinden ibadetlerini Arapça yapmakta, bu da din sömürüsünü kronik bir soruna dönüştürdüğünden laik bir devlet ve eğitim sistemi oluşturulmasındaki sorunlar ortadan kalkmamaktadır. Bunların sonucu olarak da, en temel demokrasi uygulamalarından uzak, baskıcı, teokratik, emperyalizmin sömürüsüne açık tek adam rejimleri ortaya çıkmakta, bu durum zaten yaşananlardan da görülmektedir.

Hiçbir din yönünden kutsal bir dil ve kutsal bir yazı söz konusu değildir.
Kutsallık, kendi sınırları içinde dinin kendisi için söz konusudur.
Kuşkusuz İslam dini konusunda da kutsal bir dil ve yazı yoktur ve olamaz da.
Arapça ve Arap harfleri de, İslam dini yönünden ne dil ne de harf olarak kutsaldır.
İslam dini vahiy yolu ile gelmekle, “Arap harflerinin” zaten bu yönden ayrı ve özel bir anlamı da bulunmamaktadır.

Bizim tarihimizde de Türkçe ibadet tartışmalarının tarihi Cumhuriyet öncesinde başlamıştır. 1876 Anayasasında Osmanlı Devletinin resmi dilinin Türkçe olduğu belirtilmiş, ezan dahil, Türkçe ibadet tartışmaları yapılmışsa da, yaşama geçirilememiştir. Türkiye Cumhuriyeti akıl ve bilim temeline (aydınlanma) dayandığı, her alanda akıl ve bilimi esas aldığı için ibadetin, din ve vicdan özgürlüğü esaslarına uygun olarak kişilerin bildiği, konuştuğu dilde yapılmasını esas almıştır. Bu devrimci tutum bir ulus kimliği yaratma uğraşısında çağ dışı kalan ve her türlü sosyal, ekonomik gelişmeyi engelleyen ümmet kimliğinin tarihin tozlu raflarına kaldırılması için bir zorunluluk olarak ortaya çıkmıştır.

Ancak Atatürk başlattığı ve her açıdan desteklediği bu devrimci atılımı sağlığında tamamlayamamış, Onun erken ölümünü fırsat bilen ve faaliyetlerini gizli sürdüren gerici çevreler saklandıkları inlerinden çıkarak bugün yaşadığımız karşı devrimin zehirli ortamını hızla büyütmüşler, sömürü ve kötüye kullanma faaliyetlerinde en çok Türkçe ezan ve ibadeti malzeme yapmışlardır.

Türkiye’de inanç ve ibadette dil

1921 Anayasası dahil tüm Anayasalarımızda resmi dilin Türkçe olduğu vurgulanmıştır. 1923 tarihli Lozan Antlaşmasıyla, Türkiye’de gayrimüslim azınlıkların (Avrupa’daki gibi) “kendi dillerinde” ibadetleri güvence altına alınmış, böylece azınlıkların din ve inançları konusuna da (kendi) dilleri yönüyle yaklaşılmıştır. 1924’te çıkartılan bir yasa ile Şeriye ve Evkaf Vekaleti kaldırılmış, İslam dininin inanç ve ibadet esasları ile ilgili işleri yürütmek, ibadet yerlerini yönetmek için Diyanet İşleri Başkanlığı kurulmuş, bir diğer yasa ile Halifelik kurumu da kaldırılmıştır.

1925’te Atatürk’ün önerisi üzerine Kur’an’ın Türkçeye çevirisi için TBMM’ce karar alınmış, bu iş için bütçeden kaynak ayrılmıştır. Böylece Avrupa’dan tam 400 yıl sonra Türk insanının bildiği dil ile Kuran’ı okuması ve anlaması sağlanabilmiş, bir anlamda geç de olsa Anadolu aydınlanmasının temelleri atılmıştır. 1928’te yapılan Anayasa değişikliği ile devletin dininin İslam olduğu hükmü kaldırılmıştır. Aynı yıl çıkartılan bir yasa ile Harf Devrimi yapılarak bütün resmi kurumların ve her türlü özel hukuk tüzel kişilerinin Latin esasına dayalı Türk harflerini kullanmaları zorunlu kılınmıştır. Böylece Türklerin İslamiyete girmekle başlayan Arap harflerini kullanma dönemi sona ermiştir.

Halkın din ve vicdan özgürlüklerinin bir gereği yani bu özgürlüklerin anlayarak, bilerek kullanılabilmeleri için, Atatürk’ün emriyle 30 Ocak 1932 de Fatih Camisinde ilk Türkçe ezan, 22 Ocak 1932’de Yerebatan Camisinde ilk Türkçe Kur’an, 3 Şubat 1932’de de Süleymaniye Camisinde ilk Türkçe hutbe okunmuştur.

  • 1937 yılında da çağdaş demokrasilerin, aydınlanmanın ve ilerlemenin vazgeçilmez ilkesi olan laiklik ilkesi anayasamızda yer almıştır.

Atatürk 1923’te Balıkesir’de ilk ve son kez Türkçe hutbe okumuştur. 1932’den bu yana Türkçe hutbe okutulması devam etmektedir. İranlılar Fatiha suresini bile Farsça okurken, “Türkçe namaz” kılınması ise bugüne kadar hiç söz konusu olmamıştır.

Arapça ezan yasağının konulması ve kaldırılması

1932’de çıkartılan bir genelge ile ezanın Türkçe okunması benimsenmiştir. Arapça ezan okunması ise uygulamada TCY’nin 526 ncı maddesindeki “kamu düzenine aykırılık” olarak değerlendirilmiş, bu yönüyle aynı maddedeki “emirlere aykırılık suçuna” ilişkin “genel düzenleme içinde”, hafif hapis veya hafif para cezası yaptırımı ile karşılanmıştır.

1941’de TCY’nın 526’ncı maddesine “ezanın Arapça okunması yasak ve yaptırımı” konusunda ayrıca özel bir hüküm eklenerek, bu konu biraz daha ağır bir yaptırıma bağlanmıştır.

  • 1950’de DP iktidar olduğunda ilk çıkardığı yasa, TCY’deki Arapça ezan yasak ve yaptırımına ilişkin işte bu düzenlemenin kaldırılması olmuştur.

Bu yasa görüşmeleri hakkında CHP bir grup kararı almamıştır. CHP Genel Başkanı İsmet İnönü ve bazı CHP milletvekilleri kabul oturumuna katılmamışlardır. Bu yasa, 10 yıllık DP iktidarı döneminde DP milletvekilleri ve “oturuma katılan” CHP’li milletvekillerinin oybirliği ile kabul ettikleri tek yasa olmuştur. Cumhurbaşkanı Celal Bayar bu yasayı gönülsüzce de olsa onaylamıştır. Arapça ezan hakkında yasak ve yaptırım hükmü kaldırılırken, ezanın Türkçe de okunabileceği ifade edilmişse de o tarihten bu yana aynı zamanda devlet memuru olan Diyanet görevlilerince hiçbir camide Türkçe ezan okunmamıştır.

Bu haliyle uygulama 1932 ila 1950 yılları arasında sınırlı bir uygulama alanı bulmuştur. Ortak dil, ulus kimliğinin bir parçası olmakla, Cumhuriyet devrimlerinin sosyal ve siyasal hayata bir yansıması olarak ezanın Türkçe okutulmasına, siyasal ve tarihsel açıdan yanlış denilemez. Ulus devlet yapılanmasında devletin ve ulusun birlik ve beraberliğinin sağlanması ve devamlılığı için ortak dilin tüm yaşam alanlarında egemen kılınması zorunludur. Bu durum aynı zamanda dini ve onun kurallarını doğru anlayabilmenin de gereğidir.

Aydınlanma ve Türkçe ibadet

Hukuk sistemimizde din ve inanç özgürlüğü de, tüm özgürlükler gibi dil ve harf alanındaki düzenlemelere tabidir. Bu konuda ayrık bir düzenleme söz konusu değildir. Bu uygulama batıdaki aydınlanma sürecinin doğru analiz edildiğini de göstermektedir. Aydınlanmanın ve laikliğin gereği olarak din ve vicdan özgürlüğünün sınırları dışına taşmadan kullanılabilmesi, kötüye kullanılmaması, sömürü konusu edilememesi, ancak yerel, bilinen ve anlaşılabilen dilin kullanılmasıyla olanaklıdır.

Tarihi durum ve mevcut yasal durum gözetildiğinde halen devlet memuru, kamu görevlisi statüsünde görev yerine getiren Diyanet İşleri Başkan ve görevlilerinin Anayasanın resmi dil hükmünden ve Türk harfleri hakkındaki yasadan ayrık tutulamayacakları gözetildiğinde, bu resmi kurum ve resmi görevlilerin de Türkçe ve Türk harflerini kullanmaları gerekmektedir.
Atatürk, tarihten de ilham alarak Türk halkının dinini doğru öğrenmesini istemiş ve bunu uygulamaya koymuştur. Konuya Avrupa’daki aydınlanma sürecini ve dinin kendi tarihimizdeki rolünü gözeterek hep “dil”  boyutuyla yaklaşmıştır.

Atatürk döneminde, Türkçe ibadetin üzerinde durulmuş, din ve inanç özgürlüğü yasaklanmamış, kısıtlanmamıştır. Bu devrimin bir sonucu olarak Türk halkı okuduğunu anlamaya, bilerek, anlayarak din ve vicdan özgürlüklerini kullanmaya başlamıştır. Bu durum asırlardır din sömürüsü ile geçinen, bu sömürüden başka bir beceri ve üretimleri olmayan gerici zümreyi oldukça rahatsız etmiştir. Kubilay olayını yaşatanların, “bilinen dil ile yani anlayarak ibadete karşı olan”, böylece dini sömüren, gericiliği bayrak yapanlar olduğu unutulmamalıdır.

Ziya Gökalp’ın şiirlerine bile konu olan Türkçe ezan konusu, elbette Türkçe ibadet içinde yani bilinen dilde ibadet içindeki bir konudur. Öte yandan Türkçe ezan, bilinen dilde ibadet alanında en çok sömürülen konu da olmuştur. Amaç bilinen dilde ibadeti etkin kılmak olmakla, atılacak adımlarda yeni bir sömürüye yol açılmaması, konuya da zarar verilmemesi özel bir önem taşımaktadır.

Cumhuriyet yüzüncü yılına yaklaşırken Anadolu aydınlanmasının en temel sorunlarından birisi hala din ve ibadet konularında Türkçenin egemen kılınmaması gelmektedir.

  • Batı dünyası aydınlanma konusunda en büyük adımı kendi ana dillerini dini inanç ve ibadet dahil, yaşamın her alanında kullanmakla atmıştır.

Yerel dille, resmi dille ibadeti savunmak, bu hakkın kısıtlanması değil, tersine, bu hak ve özgürlüğün etkin kullanılmasının savunulması demektir. Kuruluş esası dinsel konularda halkı bilgilendirmek ve aydınlatmak olan Diyanet İşleri Başkanlığı nerede ise her dilde ve dünyanın her yerinde yaşayan müslümanları gözeterek örneğin Samoa’da yaşayanlar için “Samoa’ca Kuran çevirisi” bile yaparken, niyeyse aynı duyarlılığı ve bu derece yoğun çalışmayı Türkiye’de yaşayanlar için göstermemektedir.

Özetlemek gerekirse;

Evrensel hukuk normları ve ulusal düzenlemeler dikkate alındığında inanç ve ibadetin her alanında yurttaşların bildikleri dili, Türkçeyi kullanmalarını savunmak, insan haklarının etkin kullanımının zorunlu bir gereğidir. Bunun aksini savunmak ise ne bir suç olarak düzenlenebilir ne de bir yaptırıma bağlanabilir.

Dil Bayramı’nı kutluyoruz

Olaylar Ve Görüşler

Dil Bayramı’nı kutluyoruz

12 Eylül paşalarının kapattığı TDK’nin yerine Dil Derneği’nin üstlendiği Dil Bayramı organizasyonları bu yıl da devam ediyor.

SEVGİ ÖZEL
Dil Derneği Başkanı / Yazar
26.09.2018, Cumhuriyet

Atatürk, 1932 Temmuz’unda Türk Dil Kurumu’nu (TDK’yi) dernek olarak kurdu. TDK, 26 Eylül 1932’de ilk Türk Dili Kurultayı’nı topladı. Bilimcilerin, yazarların ve halkın katıldığı kurultayda 26 Eylül Dil Bayramı olarak kabul edildi. Bugün 86. Dil Bayramını kutluyoruz; ne ki Atatürk’ün kurduğu TDK’yi Kenan Evrengiller, Ata’nın vasiyetnamesini çiğneyerek yasa zoruyla 1983’te kapattı. Atatürk’ün kurumunun amacını 22 Nisan 1987’de kurulan Dil Derneği üstlendi.
1950-60 arasında çoğunca perde arkasında; 1970’lerden, özellikle 12 Eylül’den sonra azgınca ‘milliyetçi muhafazakâr’ların; 15-16 yıldır ‘milliyetçi muhafazakâr’lığı da soyunan ‘din’ odaklı siyasanın ‘parlak’ sözcülerini kusturucu otlar gibi çoğalan TV’lerde beş dakika izlemek yetiyor. ‘Besleme cahiller’in bir bölümü gerçekten ‘zırcahil.’ Dil Devrimi’ni salt sözcük türetme eylemi sanıyor ve eleştiriyorlar. Bir bölümü, ‘zırcahil’i de oynatan uyanıklar; bireysel çıkar için hem ülkenin hem Türkçe’nin tarihsel akışını bilip de bilmezden geliyorlar. Aralarında aklınıza gelen her daldan Atatürk ve cumhuriyet karşıtı var. Yenileşen dilin düşünceyi de yenileştireceğini, bireyin özgürce düşünmesi ve düşünceyi özgürce açıklaması için tek aracın dil olduğunu biliyorlar. Dil Devrimi’ne tepkinin kökeninde düşünce özgürlüğünden korku var; anlamadığı, kullanamadığı bir dille toplumu çocuklar bile kandırır. Toplumu kandırmayı meslek edindiler; adil ve demokrat değiller; her şeyi biliyorlar. ‘Geçmişimiz’ diye Fatih’i Kanuni’yi anıyor; Kanuni’den Abdülhamit’e atlayıp imparatorluğu çöküşe götüren yüzyılları yok sayıyorlar. Dededen oğula aktarılan yalanlarla imparatorluğun son döneminde yazı ve dile umar arayan aydınlara saygısızlık yapıyorlar. İmparatorluk’ta, 1800’ler biterken yeni okulların açılması, çağdaş bilgi içeren kitapların çevrilmesi istenmiş; ama Osmanlıca’nın batıda ortaya çıkan kavram ve terimleri karşılayamadığı anlaşılmıştı. İlk tıp okulunun öyküsü, acı ve utanç örneğidir (1805). Koca imparatorluk öğrencilerin, İstanbul’daki İtalyan eczacılardan dil öğrenmesini düşünmüş, bu girişim fiyasko ile sonuçlanmış; aynı okul II. Mahmut döneminde açılırken Fransızca öğretim dili (1827) yapılmış; bu yöntem Türkçe’nin bilim dili olmasına yaramamıştı.
Osmanlı’nın son dönemiyle Cumhuriyet’in ilk yıllarındaki dil tartışmalarına noktayı Mustafa Kemal koymuş; Türkçe’ye güveni sağlamıştır. Osmanlı aydınları, dili tartışırken kapağında Türkçe Sözlük yazan tek yapıt yoktu. Dil Devrimi uydurukçuluksa tarihsel akışta uydurukçuluğu yeğleyen, birçok övünç kaynağımız var.

Güzel dil Türkçe bize
Başka dil gece bize
İstanbul konuşması
En saf en ince bize

diyen Ziya Gökalp, çağdaşları gibi Türkçe’yle değil Osmanlıca’yla düşünmüş olsa da değerli bir uydurukçudur; kültüre (culture) karşılık ‘hars’ı; psikolojiye ‘ruhiyat’ı; sosyolojiye ‘içtimaiyat’ı uydurmuştur.

‘Dil yürüyor’
Nurullah Ataçlar, Ömer Asım Aksoylar, Emin Özdemirler Türkçe’nin olanaklarını kullanarak, Türkçe düşünerek uydurdular. Dilimizde tüy değil, ağaç da bitse, uydurmaktan caymayacağız.
Türkçe, ilk kez cumhuriyet döneminde topluca düşünülmüştür. Ruşen Eşref Ünaydın, ilk Türk Dili Kurultayı’nın son günü Türk Devrimi’nin dile yansıdığını belirten coşkulu konuşmasında, “Mustafa Kemal’ce düşünmek demek, incelemek, bütünleştirmek, bilinçlendirmek, düzene sokmak, sistemleştirmek demektir. Bu yöntem, Çanakkale’den dil kurultayına kadar aynı hızı ve sırayı gösterir” demiştir. Bugün Mustafa Kemal’ce düşünme yetisi olmayanlar Türkçe’ye güvenmiyor. Biz Mustafa Kemal Atatürk’e güveniyoruz; Atatürkçü düşünceden aldığımız güçle Türkçeye güveniyoruz. Atatürk’ün dediği gibi,

  • “Ülkesini, yüksek istiklalini korumasını bilen Türk milleti”nin karartılan bütün Cumhuriyet değerleriyle “dilini de yabancı diller boyunduruğundan” kurtaracağına inanıyoruz.

Karşıdevrime karşın, Nâzım’ın dediği gibi, “Dil yürüyor! Yürüyenin önünde durulmaz!” 

86. Dil Bayramı kutlu olsun!
====================================
Dostlar,

Bu gün, 26 Eylül 1932 Türk Dili Kurultayı’nın toplanmasının 86. yılı.
Bizim de üyesi olduğumuz Dil Derneği başta Ankara, İzmir olmak üzere bir dizi etkinlikler düzenledi.

Büyük Atatürk‘ü, yaşamın bu önemli alanının da doldurduğu için şükranla anıyoruz..

Dernek Başkanımız Sn. Sevgi Özelin makalesini ve coşkusunu bizde paylaşıyoruz..

86. Dil Bayramı kutlu olsun!

Sevgi ve saygı ile. 26 Eylül 2018, Ankara

Dr. Ahmet SALTIK MD, MSc, BS
Ankara Üniv. Tıp Fak. – Dil Derneği Üyesi
www.ahmetsaltik.net     profsaltik@gmail.com

 

Alevi – Bektaşilerin milli duruşu


Alevi – Bektaşilerin milli duruşu

Hacı Bektaş-ı Velî Anadolu’nun merkezinde bir milli odak oluşturmuş ve asimilasyona direnmiştir. O’nun ve onu izleyenlerin sayesinde Türklük tarihten silinmemiş ve
varlığını bugüne değin sürdürmüştür.

Portresi

 

Av. Şakir Keçeli
AYDINLIK, 30.4.15

 


Türk kavminin beş bin yıllık bir geçmişi vardır
.

Fakat Ziya Gökalp’in de söylediği gibi, “Meşrutiyetten evvel Türk Milleti yoktur.”
(Bkz: Türkçülüğün Esasları, Kitaplar 1, Yapı Kredi Bankası yay., s. 213)
Soruna tarih bilimi açısından baktığımızda merhum Gökalp haklıdır.
Çünkü bir kavim demokratik devrimini veya burjuva demokratik devrimini gerçekleştirememişse, millet olamamıştır.

Örneğin, İslâm Hukuku ile, yani şeriatla yönetilen toplumlar, ulus ve ulusallığı şiddetle reddederler. Çünkü Kur’an millet sözcüğünü ümmet anlamında kullanmıştır. Bu nedenle şeriat, her türlü nasyonaliteyi (kavmiyetçiliği) “cahiliye” adeti olarak kabul eder ve kafirlikle suçlar.

Keza milletin olmazsa olmazı olan vatan kavramı da İslâm’ın şeriatçı yorumu tarafından
kabul edilmemiştir…

Bize vatan kavramını öğretenler, İttihat ve Terakki’nin öncüleri olan Genç Osmanlılar,
yani Namık Kemal ve arkadaşlarıdır.

TÜRK KAVMİ VE HACI BEKTAŞ-I VELİ

Anadolu Selçuklu Sarayı’nın dili Farsça ve mahkemelerinin dili ise Arapça idi.
Osmanlı Şeyhülislâmı Zenbilli Ali’de devletin resmi dilinin Arapça olmasını önermiştir.
Bu durum, sürekli olarak Anadolu’da yaşayan halkın tepkisine neden olmuştur.
Örneğin, Baba İlyas’ın oğlu Âşık Paşa bu tepkiyi şöyle dile getirmektedir:

Türk diline kimesne bakmaz idi
Türklere her ğiz gönül akmaz idi
Türk dahi bilmez idi ol dilleri
İnce yolu ol ulu menzilleri….
(Garibnâme, Ardıç Yayınları, Ankara, 1998)

Baba İlyas’ın 1. halifesi Nûre Sofî’nin oğlu Karamanoğlu Mehmet Bey Konya’yı işgal edince, “Bundan sonra sarayda, dergahta, bargahta ve pazarda Türkçeden başka dil konuşulmayacaktır.” sözlerini içeren fermanını yayımlamıştır.

  • Hacı Bektaş-ı Velî Anadolu’nun merkezinde bir milli odak oluşturmuş ve asimilasyona
    şiddetle direnmiştir. O’nun ve O’nu izleyenlerin sayesinde Türklük tarihten silinmemiş ve varlığını bugüne değin sürdürmüştür. 

Hacı Bektaş-ı Velî tıpkı, “Türkiye Cumhuriyetini kuran halka Türk milleti denir.” diyen Atatürk gibi, ırka ve kavme dayanan bir millicilik yapmamıştır.
O kendisine inananlara şu buyruğu vermektedir:

İkinci yol hakikattır budur hem
Ki hiçbir millete bakmayasun kem
Kamusun bir nazarda gözleyesin
Yolunu gözleyerek izleyesün

Ona göre Hakikat Kapısı’nın 1. makamı, “72 millete bir gözle bakmak” tır.

Hacı Bektaş-ı Veli ve Ahi / Bektaşiler, iki yüz haneli bir obadan bir imparatorluk çıkartılmasında da çok çok önemli roller üstlenmişlerdir. Anadolu ve Balkanlarda yaşayan
Alevi Bektaşiler 13. yüzyıldaki işlevlerini çağlar boyunca sürdürmüşlerdir.

Osmanlı toplumuna vatan kavramını aşılayanların öncüsü olan
Namık Kemal, Ziya Paşa ve Mithat Paşa Bektaşidir.

Türkçeye hizmet eden Muallim Naci ve Şemşeddin Sami de Bektaşidir.

Namık Kemal’in şu şiiri yargımızın gerçek olduğunu göstermektedir:

Fâriğ-i havf ü reca’yım rind-i Haydermeşrebim
Cân fedâ-yı Râh-ı Cânânım, Hüseynî mezhebim

Yani
Hz. Alî ahlâkı ve inancı ile yoğrulmuşum
Tanrı yoluna canımı vermeye hazırım
(Çünkü) Hz. Hüseyin’in Yolu (Mezhebi) benim mezhebimdir..

Ziya Paşa’ya gelince O, Sivas’ta Mor Ali Baba Bektaşî Dergahı’nda nasip almış ve
Bektaşiliğe girmiştir.

CUMHURİYET DÜŞMANLARINA YARDIM MI EDELİM!?

İttihat ve Terakki’nin kurucularından Talat Paşa, Niyazi Bey, İbrahim Temo, Bursalı Tahir, Ahmet Rıza vb. Bektaşîdir.

Esasen İttihat ve Terakki’nin öncüleri ve motor gücü Balkan Türkleridir.
Balkan Türklerinin çok büyük çoğunluğu da Bektaşi / Alevidir. 

Alevi / Bektaşiler Kurtuluş Savaşımıza tam kadro ile destek olmuşlardır.
Cumhuriyet Devrimlerinin mimarı 2. Meclis seçimlerinde de, önemli roller üstlenmiş
ve Atatürk’ün karşıtlarının Meclis’e girmelerine engel olmuşlardır.

Türkiye Cumhuriyeti Alevi/ Bektaşilerin kanları ve kemikleri üzerine kurulmuştur… 

Şimdi bizden geçmişimize ihanet etmemiz istenmektedir.
Şimdi bize, “Kurduğunuz Cumhuriyeti yıkacağız, gelin bize yardım edin..” denilmektedir.

Ey Alevîler / Bektaşiler, ne diyorsunuz?
Baba İlyas’ı, Hacı Bektaş’ı, Ahî Evren’i, Şeyh Bedreddin’i, Kalender Çelebi’yi,
Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ü mezarında rahatsız edelim mi?

===================================

Dostlar,

Hacı Bektaş-ı Veli öğretisinden bir ileti – çağrı aşağıda..
Hacibektasi_Veli

 

 

 

 

 

 

Dostumuz Av. Şakir Keçeli, bu çağrıdan etkilenerek, Alevi – Bektaşi bir aileden gelmemekle birlikte, sonradan can-ı gönülden benimseyerek “Yol’a girmiştir.”

Bu bağlamada, yukarıdaki yazısı son derece önemlidir.

Foto_Hz._Ali_ve_ATATURK_ileKendileriyle 22 Aralık 2004’te, Gazi Mustafa Kemal Paşa’nın Hacıbektaş’a gelişinin (23 Aralık 1919) 85. yılı anması için Hacıbektaş Belediyesince düzenlenen panelde birlikte olmuştuk.
Biz, ADD Genel Başkan Yardmcısı olarak,

“KüreselleşTİRme ve AB Karasevdası Türkiye’yi Nereye Sürüklüyor?” başlıklı bir sunum yapmıştık.

Yazar-Bektaşi Babası Av. Şakir Keçeli’nin yönettiği bir başka Forum’da da, ADD Bilim Danışma Kurulu Yazmanı olarak konuşmacı olmuştuk (22 Nisan 2012, Milli Anayasa Forumu, Ankara)

Değerli dostumuz Şakir Keçeli’nin yazısının
son bölümünü yineleyelim :

*****

  • Türkiye Cumhuriyeti Alevi / Bektaşilerin kanları ve kemikleri üzerine kurulmuştur… 

  • Şimdi bizden geçmişimize ihanet etmemiz istenmektedir. Şimdi bize,
    “Kurduğunuz Cumhuriyeti yıkacağız, gelin bize yardım edin..” denilmektedir.

  • Ey Alevîler / Bektaşiler, ne diyorsunuz?
    Baba İlyas’ı, Hacı Bektaş’ı, Ahî Evren’i, Şeyh Bedreddin’i, Kalender Çelebi’yi,
    Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ü mezarında rahatsız edelim mi?

    *****

Yanıtımız elbette var gücümüzle “HAYIR” olacaktır…

Oylarımız elbette PKK uzantısı bölücü partiye gitmeyecektir..
Onunla doğrudan – dolaylı işbirliğine gireceklere, bunu ilan edenlere de..
Sözde kayıkçı kavgası verenlere de..

Yüce ATATÜRK’ün Evrenselleşen kalkınma stratejisi “6 Ok” u
can-ı gönülden savunan ve programına alan tek parti VATAN PARTİSİ..

Öyle değil mi??

Sevgi ve saygı ile.
3 Mayıs 2015, Ankara

Dr. Ahmet SALTIK
www.ahmetsaltik.net
profsaltik@gmail.com

DİYARBAKIRLI BİR TÜRKMEN’İN İSYANI


DİYARBAKIRLI BİR TÜRKMEN’İN İSYANI

Fahrettin Aslan dostumuz göndermiş…æ

Prof. Dr. D. Ali ERCAN

***

DİYARBAKIRLI BİR TÜRKMEN’İN İSYANI 

Son yıllarda yaşananlar insanlarımızda ne akıl bıraktı ne mantık.
Beyinlerimiz sürekli kirli bilgi bombardımanı ile tahrip edilmekte.

Düşünüp, okuyup araştırmak sorgulamak yerine bize sunulanları “Allah’ın takdiri” diyerek büyük bir tevekkülle kabul etmekteyiz. Tembelliğimizi, aymazlığımızı, cehaletimizi, tevekkül halısının altına süpürmekteyiz…

Birileri bizim adımıza konuşmakta, kaç çocuk yapacağımıza bile karar vermekteler… Ve dudaklarından dökülen her şey otomatik olarak beyinlerimize yerleşmekte, var olan doğru bilgileri bile ezip geçmekte, değer yargılarımız değişmekte…

Ama tüm bu şartlara rağmen hala eğilmez başlar var çok şükür…
Öz benliğine sahip çıkanlar, dağdan gelip bağdakini kovmak isteyenlere
“Höst” diyebilen yürekli kalemler var…

İşte onlardan biri, Diyarbakırlı Türkmen Koray Elbeyli
Aşağıdaki satırlar O’na ait. Biraz uzunca olması sizi tedirgin etmesin.
Bir solukta okuyacağınıza eminim.

Fahrettin Aslan

***

BİN YILLIK TARİHİMİZİ KÜLTÜRÜMÜZÜ YOK SAYDINIZ

Koray Elbeyli

Yıkın On Gözlü Körpüyü, Diyarbakır’da, nefret ettiğiniz Türk(men)ler’e ait bir şey kalmasın. Ak Koyunlu Hükümdarı öz be öz Diyarbakırlı Uzun Hasan’ı,
yine Diyarbakırlı Kara Yülük Osman’ı, zaten bilmiyorsunuz ama bilseniz de kahramanlıklarını sakın anlatmayın.

300 yıl Orta Doğu’ya hükmettiklerini resmi tarih bize anlatmadı.
Aksine, Diyarbakır merkezli öz be öz Türkmen devleti olan Ak Koyunlular
resmi tarihe göre, Osmanlı’yı arkadan vuran hain barbarlardı.

YA ARTUKLULAR? (ALTUĞLULAR)

Her gün kadim şehirde onlarcasını gördüğümüz eserleri bırakan ve Diyarbakır’ı başkent yapan Artuklular’ı hiç yaşamamış sayın. Diyarbakır ile ilgili en kapsamlı tarihi araştırma olan, 15. Yüzyılda yaşamış İranlı tarihçi Ebubekir Tıhrani’ye ait “Kitab’ı Diyarbekiriye” yi bulduğunuz yerde yakın, çünkü o kitapta, Diyarbakır’ın dağını taşını yurt edinen Bayındır Türkmenlerinden dolayı yüzyıllarca Bayındıriye diye bilindiğini anlatır.

BU BİLGİ SİZİN İÇİN SAKINCALIDIR

Yakın! Osmanlı kayıt defterlerini de yakın; çünkü aşiret aşiret, ad ad kayıtları vardır Diyarbakır’lıların. Sizi şaşırtacaktır oradaki bilgiler, belki de kızdıracaktır.
Ulu Cami’nin, Anadolu coğrafyasının Orta Asya Türk mimarisine göre Kilise’den Cami’ye çevrilen ilk eseri olduğunu ancak sanat tarihçileri bilir, o nedenle pek tehlikeli bir bilgi değildir; Ama yine de sizin için tehlikeli ise orayı da yıkın. Yedi Kardeş burcunu
mutlaka yıkın. Çünkü orada öz Türkçe adları ile esere konu olan Diyarbakırlı
7 kardeşin adı var, hem de taşa kazılı.

AYDIN GEÇİNEN CAHİLLER

Kendini Türk zanneden bazı Batılı cahillerin dalga geçtiği, karaladığı Diyarbakır ağzını yasaklayın kimse konuşmasın.

Çünkü; tekmeye tepik, beze çapıt, merdivene gezemek, amcaya emmi, yiğit’e igit, düğüne toy, tencereye kuşkana gibi Diyarbakır’a özgü en az bin yıllık yüzlerce bozulmamış söcük, aslında Türkçe’nin bozulmuş hali olan İstanbul ağzına göre
çok daha öz Türkçedir. Diyarbakır ağzının en güzel örneklerini veren Diyarbakırlı büyüklerimizi taşlayın gördüğünüz yerde.

Mektup yazdım yaz idi,
Kalemim kir- yaz idi,
Da çok yazacaktım,
Mürekkebim az idi…

benzeri binlerce Diyarbakır manisini yasaklayın, unutturun öğretmeyin çocuklarınıza çünkü Dede Korkut’un Türk(men) dili ile söylenir.

ÖZ TÜRKÇE ADLAR YASAK

Hep yakındığınız sistem, Kürtçe adları yasaklattı siz de en az bin yıllık Türkçe adları yasaklayın Diyarbakır’da. Örneğin değiştirin Karacadağ adını, Türkçedir, tehlikelidir. Değiştirin Bismil’in adını, çünkü akrabaları hala Orta Asya Harzem’de yaşayan Basmıl Türkmenleri‘nden alır adını. Her gün küfredin Çermikli Ziya Gökalp‘e, Süleyman Nazif‘e çünkü onlar sürgün pahasına emperyalizme karşı Diyarbakır duruşu sergilemişlerdi. Yok sayın Seyyid Nuh‘u. Klasik Türk musikisine yüzlerce yapıt vermiş Diyarbakırlıdır. Yok olmaya yüz tutmuş Türkçe’nin asli kaynaklarını tekrar kazandıran Diyarbakırlı Ali Emiri’yi de küfürle hatırlayın. İhanet ile suçlayın Celal Güzelses’i,
Cahit Sıtkı‘yı, Orhan Asena’yı, Adnan Binyazar‘ı, Özer Ozankaya‘yı sizden farklı düşündükleri için.

TÜRKMEN YOK SAYILIYOR

KÜLLİYEN reddedin Diyarbakır’ın en azından bin yıllık tarihini, dost edinin elinden
kan damlayan İngiliz’in, Fransız’ın sözüm ona size dost görünenlerini.
Sisteme olan haklı öfkenizi, tarihinize ihanet ile gösterin. Unutturun Diyarbakır’ı, Diyarbakır yapan renklerinden dikkat buyurun Türk değil TÜRKMEN’e ait ne varsa külliyen yok sayın. Size göre Diyarbakır’da Kürtler, Zazalar, Suryaniler, Keldaniler, Ermeniler herkes yaşadı da, yalnızca bir Türk(men)ler uğramadı bu kadim şehre, burayı Başkent yaparak dört devlet kurmalarına karşın.

Bu devletleri kuran (Artuklular, İnallar, Akkoyunlular…) on binlerce çadırlık
Türkmen aşiretleri buhar oldu uçtu.

O zaman soralım; 18. – 19. yüzyılda yaşayan Ermeni ozanlar neden Diyarbakır ağzı ile Türkçe yazdı, Türkçe söyledi. Diyarbakır ağzı dediğimiz o görkemli dilde örneğin İstanbul Türkçesinde olmayan ama Oğuz diline ait yüzlerce kelime ve deyim var.

Çocuğu olmayan ailelere neden bir Diyarbakırlı ‘kör ocak’ der tıpkı Divan-ı Lugat’i-Türk‘de olduğu gibi. Neden bir Diyarbakırlı, kelime başına gelen -Y- sesini okumaz. Mesela yılan değil “ılan”, yüksek değil “üskek”, yıldız değil “ulduz” der tıpkı
Kaşgarlı Mahmut gibi?

Hatta bu satırların yazarı hemşerinize küfredin, önemli değil,
O sizi Tarihe havale edecektir…

AHMET TANER KIŞLALI : Türkler ve Kürtler…

Dostlar,

Rahmetli Devrim Şehidi eski Kültür Bakanlarından Prof. Dr. Ahmet Taner Kışlalı‘nın AKİT‘in hedef göstermesi üzerin kahpece aramızdan kopartılışının üzerinden
tam 14 uzun yıl geçti.

Aziz anısına hürmetle sitemizde bundan önce 2 yazı koyduk (21.10.13) :

Bu makale ise, rahmetlinin 15 yıl önce Cumhuriyet‘te yazdığı
HAFTAYA BAKIŞ köşesindeki irdelemesi..

Tema : TÜRK – KÜRT KARDEŞLİĞİ!

Aradan geçen 15 yılda bu kardeşliğin nasıl acımasızca, kalleşçe dinamitlendiğini izliyoruz. Her geçen gün bu 2’linin nasıl sistemli olarak ayrıştırıldığını gözlüyoruz.
Bedeli binlerce can oldu.. Analar ağladı, babalar ağladı, çoook yazık oldu..

Geldiğimiz yerde durup bir kez daha serinkanlılıkla düşünmek zorunlu!..

  • Çünkü bundan sonrası artık sıcak çatışma, kanlı kardeş kavgası, İÇ SAVAŞ!

ABD’de 50 ayrı millet bir “Birleşik Devletler ulus devleti” kurmuş, “Amerikan milleti – ulusu” diye sentetik – yapay bir üst kimlik edinmiş ve kaynaşarak bir arada yaşıyorlar. Federasyon çoook zayıf.. Güçlü bir tekil – üniter ulus devlet söz konusu, resmi dil tek.
Bu birliktelik, ortak millet kültürü – hukuku yaratma çabası onları bir dünya devleti yaptı..

  • Yeryüzünün en güçlü ulus devleti ABD; 50 milletten oluşuyor.
    Bölünmek kimsenin aklına gelmiyor!

Avrupa’da da çok güçlü ulus devletler var..
İngiltere, Almanya, Fransa, İtalya bunların başlıcaları.. Japonya, Kore, Çin de öyle!

Sonuç : Büyük Atatürk çözümü yazmıştır. Yeryüzünün en insancıl, en demokratik, insan haklarına dayalı, barışçı, asla ırkçı olmayan ulus – millet tanımını vermiştir :

  • Türkiye Cumhuriyeti’ni kuran Türkiye halkına Türk milleti denir.”

Artık aklımızı başımıza almamız ve dış güçlerin oyununa gelmeden birlikte kardeşçe dayanışarak yaşamalıyız.

Demokrasimizi tüm nimetleriyle, ekonomik varsıllaşma başta olmak üzere
adil olarak tüm ülke insanımıza yaymalıyız.

Bunu Türk – Kürt kardeşliği ile birlikte yapmalıyız.

  • Kürt kardeşlerimiz emperyalizmin bölücü oyunlarına gelmemeli.
  • PKK emperyalizm adına Türkiye ile vekaleten yürüttüğü ve artık
    orta düzeye tırmandırdığı iğrenç kanlı taşeron savaşı derhal sonlandırmalı.
  • PKK – BDK – KCK, eli kanlı soykırımcı emperyalizmle işbirliği ile özgürlük savaşı verilemeyeceğini, emperyalizmin tarihinde hiçbir halkı özgürleştirmediğini,
    bunun doğasına aykırı olduğunu anlamalı. Uzun erimde hedefin bölme ve yönetme – sömürgeleştirme (divida et impera!) olduğu akıldan çıkarılmamalı!
  • PKK – BDK – KCK, eli kanlı soykırımcı emperyalizmle işbirliği ile özgürlük savaşı vermenin ahlak dışı olduğunu anlamalı ve önkoşulsuz silah bırakmalı.
    Çözüm bu coğrafyada, her tür dış karışmadan bağımsız olarak aranmalı..
  • Türkiye Cumhuriyetini birlikte kurduk; kırmızı çizgilerimiz ortaktır, korunmalıdır :– Ülke ve halk bölünmezliği,
      (tek millet – tek devlet)
    – tek resmi dil,
    – tek bayrak

    asla tartışılmamalıdır.

    **********

Anadolu AYDINLANMASI’nın ürünü Devrim şehidi Ahmet Taner Kışlalı
hala öğretmenimiz..

Türkler ve Kürtlerbaşlıklı Cumhuriyet‘te yayımlanan 20 Kasım 1998 tarihli yazısı aşağıda..

Sevgi ve saygı ile.
Ankara, 21.10.13

Dr. Ahmet Saltık
www.ahmetsaltik.net

====================================

Türkler ve Kürtler…

Görsel

AHMET TANER KIŞLALI
(HAFTAYA BAKIŞ)

Yenisey Anıtları, Orhun Yazıtları‘ndan daha eskidir.
Ve Yenisey’deki ”Elegeş” anıt taşında, o yörenin ve dönemin Türkçesiyle şöyle yazar:

”Men Kürt el-kanı Alp-Urungu…”

Yani, ”Ben Kürt hanı Alp-Urungu…”

Bu, Kürt sözcüğünün bugünkü biçimiyle kullanıldığı ilk yazılı örnektir.
Orhun Anıtları’nda ise, bugünün Anadolu Türkçesinde bulunmayan,
ama bugünün Anadolu Kürtçesinde bulunan tam 532 sözcük vardır.

Üstelik Oğuz Han‘ın 24 torunundan birisinin adı da Kürt’tür.

Araştırmanın sahibi ise, Alman Prof. De Groot ‘tur.

****

Birçok bilim adamı, Kürtlerin aslında Türklerin bir boyu olduğunu öne sürüyor.

Macar araştırmacılar, Macaristan’da yaşamış Türk-Kürt boylarına örnek olarak
18 köy saptamışlar.

Dikkati çeken bir nokta da, Kürt sözcüğünün anlam taşıdığı tek dilin Türkçe oluşu.

Kaşgarlı Mahmud ‘un ünlü ”Divan-ı Lügat-ıt Türk” ünde, Kürt ”kutsal kayın ağacı” anlamına geliyor. Kazak Türkçesinde ise, Kürt demek ”kar yığını” demek.

***

Kürt araştırmacıların bazıları, Eyyubi devletinin Kürt olduğunu yazıyorlar.

Oysa Selahaddin Eyyubi ‘nin kardeşleri arasında Turan, Tuğtekin, Böri adlı olanları var. Eşlerinden biri ise Umar Bey kızı Emine.

Dönemin şairlerinden İbn Senaülmülk, Halep’in Selahaddin Eyyubi tarafından alınmasından sonra şöyle yazıyor:

”Arap milleti, Türklerin devletiyle yüceldi. Haçlı davası Eyyüb’ün oğlu tarafından perişan edildi.”

***

Hep söylenir.

Türklerle Kürtler Anadolu’da bin yıldır birlikte yaşıyorlar.
Başka coğrafyalardaki beraberlikleri ise çok daha eskilere gidiyor.

Uzun süren birlikteliğin yarattığı kültür ortaklığı, yadsınamayacak kadar somut kanıtlarla dolu.

Türklere özgü 24’lü toplumsal-yönetsel düzene Kürt boylarında da rastlanıyor.
12 hayvan temelli Türk takvimi Kürtlerde de var. ”Atalar Kültü, Yersu Kültü,
Ateş Kültü” iki kesimin de ortak inançları.

Atasözlerinden manilere, tekerlemelere, bilmecelere, düğün ve yas törenlerine,
çeşitli oyunlara, birçok geleneğe kadar.. benzerlikler, hatta aynılıklar,
sayılamayacak kadar çok.

Nevruz da iki kesimin ortak bayramı.

Türk cumhuriyetlerinde rastlanan ”kırmızı, sarı, yeşil” renk tutkusu,
Kürtler arasında da çok yaygın… Hatta PKK bayrağında bile var.

***

A. Tayyar Önder ‘in geniş kapsamlı araştırmasında, yukarıda bazı örnekleri yer alan bilgiler çok ayrıntılı bir biçimde ele alınıyor.

Ama bu konudaki araştırmaların en ilginçlerinden birisi Ziya Gökalp‘e ait.

Birçok Anadolu Türk’ünde olduğu gibi.. Ziya Gökalp’in kökeninde de,
Türklük ile Kürtlük karışmış. Kendisinin Diyarbakır ve çevresinde yaptığı,
üç ay süren araştırma, bu karışımın toplumsal boyutlarını ortaya koyuyor.

Kürtleşen Türkmen boyları..
Örneğin, Türk olduklarını Kürtçe söyleyen Türkanlılar..

Kırsal kesimde Kürtleşen Türkler..
Kentlerde Türkleşen Kürtler…

1993 yılında KONDA’nın İstanbul’da yaptığı ankette, ana ve babası Kürt olanların oranı % 7.44’tü. Ve ”Kendinizi ne hissediyorsunuz” diye sorulduğunda %4’ü ”Türk” yanıtını vermişti…

***

İşte, çok anlamlı bazı somut bilgiler!

İşte “Türkiye Cumhuriyeti’ni kuran Türkiye halkına Türk milleti denir.” diyen Atatürk‘ün tanımı!

Ve işte, kurulduğundan bu yana, yurttaşlarının ”kökenlerine bakılmaksızın” her göreve gelebildikleri, her işi yapabildikleri Türkiye Cumhuriyeti!

Türkiye’nin ”Ortadoğu’nun İsviçresi” olmasını engellemeyi amaç edinmiş olan
bazı Avrupa ülkelerinin ”türlü-çeşitli” oyunlarının sergilendiği bir dönemde…
tüm bunların bir kez daha anımsanmasında yarar olduğunu düşündüm.

Bin Yıllık Ulusal Birliğimizi Yıkabilecekler mi?

Dostlar,

AD Önceki Genel Başkanlarından, seçkin Toplumbilimci (Sosyolog) Sayın Prof. Dr. Özer Ozankaya‘dan (kendisi de bu yazısında söz ettiği pek çok aydın gibi Diyarbakırlı’dır) çok öğretici bir makale daha paylaşalım.

    Özellikle CHP’den rica :

Şu BOP rezaletini artık halka bir güzel anlatın..
Ama önce CHP kendini tam anlamıyla bu tuzaktan kurtarsın..

Sevgi ve saygı ile.
Ankara, 21.8.13

Dr. Ahmet Saltık
www.ahmetsaltik.net

===============================================

Bin Yıllık Yurdumuzu,
Bin Yıllık Ulusal Birliğimizi Yıkabilecekler mi?

Prof. Dr. ÖZER OZANKAYA
(Toplumbilimci)

SÖMÜRGECİ BOP, MAŞASI PKK VE
ORTAÇAĞCIL, ÇIKARCI, AÇIK-ÖRTÜLÜ İŞBİRLİKÇİLERİ,
BİN YILLIK YURDUMUZU, BİN YILLIK ULUSAL BİRLİĞİMİZİ YIKABİLECEKLER Mİ?

“Bir ülke ki, camisinde Türkçe ezan okunur,
Köylü anlar mânâsını namazdaki duanın;
Bir ülke ki, minberinde Türkçe Kur’an okunur
Büyük, küçük herkes anlar buyruğunu Huda’nın,
Ey Türk oğlu, işte senin orasıdır vatanın.”

diyerek, İslamda ortaçağ karanlığından çıkmanın yolunu gösterirken, aynı zamanda her kesimiyle tüm Türk ulusunun Anadolu’daki binlerce yıllık kucaklaşmışlığını bilimsel temellere dayandırmayı amaçlayan ünlü Türk toplumbilimcisi Ziya Gökalp, nerede doğup yetişti?

Bir Türk kenti olan Diyarbakır’da!

“Yaş otuzbeş, yolun yarısı eder,
Dante gibi ortasındayız ömrün;
Delikanlı çağımızdaki cevher,
Yalvarmak, yakarmak nafile bugün,
Gözünün yaşına bakmadan gider.”

felsefi derinlikli şiiriyle yine tüm ulusumuzu birleştiren ve öğünç kaynağımız olan Cahit Sıtkı Tarancı, şu güzel Türk yurdunun hangi seçkin yöresinde doğup yetişti?

Bir Türk kenti olan Diyarbakır’da!

Ünlü Marifetname‘sinde “insanın da evrim sonucu ortaya çıkan bir canlı türü olduğunu” Darwin doğmadan 50 yıl önce (1756’da!) yazan ve her kesimiyle Türk ulusunun “Hazret” nitelemesiyle andığı İbrahim Hakkı Efendi nerede yetişti, yapıtını yazdı ve gözlemevini kurdu?

Türk kültür bölgesinin seçkin bir merkezi olan Siirt Ve Erzurum çevrimindeki Tillo’da!

Bülbül gibi sesiyle okuduğu türkülerle bütün Türkiye halkını kucaklaştıran Celal Güzelses hangi ilimizin seçkin sanatçısıdır ve tüm ulustaşları bugün de en güzel duygularla, en içten sevgilerle kolkola, yürek yüreğe birleştirecek biçimde okuduğu Türküler, hangi ilimizin yüzlerce yıldan süzülerek gelen türküleridir?

Diyarbakır’ın!

Selçuklu Türklerinin ünlü kolu Artukoğulları, bugün de ayakta duran seçkin uygarlık yapıtları ile hangi illerimizi bin yıldanberi bir Türk diyarı kılmıştı?

En büyük ölçüde Mardin ve Diyarbakır’ı!

Diyarbakır Belediye Başkanı Osman Baydemir’in soyadı, tıpkı Akkoyunlu’lar, Karakoyunlu’lar, Karakeçililer.. gibi Diyarbakır ve yöresinde yer almış ünlü Baydemir boyunun da adı değil midir?

Adıyaman’da yerleşen Dülkadir Beyliği’nin, Yozgat Bozok Beyliği’ninkiyle tıpkı olan Ceza Kanunnamesi, Osmanlı’nın Tanzimat Düzeltimlerine değin uyguladığı Ceza Kanunnamasi’nin nerdeyse tümüne kaynak olmuş değil midir?

Bunlara Van’dan, Ahlat’tan, Bitlis’ten, Urfa’dan, Muş’tan … daha nice seçkin örnekler eklenebilir!

Bağnazlık ve çıkarcılıkla gözü ve vicdanı kararmış gerici ve çıkarcı siyasetçiler (iktidar ve muhalefettekileriyle birlikte!), ortaçağ artığı demokrasi-karşıtı örgütlenmeler, PKK eşkıya (=terör) örgütünü sopa gibi kullanan, bunu kolaylaştırmak üzere alevi-sünni kanlı kavgalarını kışkırtmayı bile içeren BOP sömürgeciliğinin güdümü altına girmiş, “ABD/AB ne isterse yapabilir” diyen bir teslimiyetçilik içinde, 76 milyonun kardeşliğinin şu temellerini yüksek sesle haykıramamakta, ulusu yıkıcı sömürgeci saldırılar karşısında habersiz, hazırlıksız, direnmesiz bırakmaktadırlar.

Oysa onlara daha önce de sorduğum bir soru var?

Onu burada yineleyeceğim:

“Sömürgeciler ve maşaları, yüce Türk ulusluğu bütünlüğünden ayırmak istedikleri hangi parçaya, hangi ideali verebilirler ki, onları yeni bir toplum olarak yaratabilsinler?”

Türk yurdunun parçalanıp ulusal birliğinin yıkılması ise, Türkü, Kürdü, Arabı, Zazası, Süryanisi, … ile hiçbir kesime, Arap ülkelerindeki gibi kin ve nefretle birbirinin kanını akıtmaktan ve böylece bir daha en az yüz yıl boyunca ne demokrasiye, ne barış ve maddi gönence ulaşamayacak bir derbederliğe sürüklenmekten, sömürgecinin boyunduruğu altında namus ve can güvenliğini bile yitirmekten başka sonuç veremez.

Özellikle Cumhuriyet’i kuran partinin yöneticileri,

    partiyi BOP etkisinden tam anlamıyla kurtararak

, BOP’un ulusal ve uluslararası düzeydeki insanlık ve uygarlık dışı karakterini, Arap ülkelerindeki yürek kanatıcı örnekleri de hep kamuoyunun bilgisinde tutarak tüm ulusa anlatmayı artık bir an bile ertelememelidirler.

Ama aynı zamanda yurdumuzun her yanını çağdaş uygarlığın bilim, sanat, hukuk, yönetim, teknoloji, … alanlarında en ileri düzeye ulaştırmayı amaçlayan, demokratik planlamaya ve kamusal-özel sektör işbirliğine dayalı bir kalkınma seferberliğini, Cumhuriyet’in 1950’den sonra yarım bıraktırılan “EKONOMİK ULUSAL ANDI” olarak tüm ulusumuza söz vermelidirler.

Türkiye Cumhuriyeti ulusal birlik ve dayanışmanın, yurt bütünlüğü ve güvenliğinin başta gelen gereğinin bu olduğu bilinci üzerine kurulmuştu.

Cumhuriyetimizin kurucusu, tüm uygar insanlığa önderlik edecek düşünsel güçte olduğu her gün yeniden ve daha açıkça görülen Atatürk’ün şu uyarısı, Tüm ulusumuzun beyninde ve yüreğinde durmadan dalgalandırılmalıdır:

“İNSANLARI MUTLU EDECEĞİM DİYE ONLARI BİRBİRİNİN GIRTLAĞINA
SALDIRTMAK, SON DERECE İNSNALIK-DIŞI VE ÜZÜNTÜ VERİCİ BİR YOLDUR.
İNSANLARI MUTLU EDECEK TEK YOL, ONLARI BİRBİRİNE YAKLAŞTIRACAK,
ONLARI BİRİBİRİNE SEVDİRECEK DAVRANIŞ VE YOLDUR.
BÜTÜN İNSANLIĞIN MUTLULUĞU, BU YOLDA ÇALIŞACAK OLANLARIN SAYISININ
ARTMASIYLA OLACAKTIR.”